.YETİK OZAN YİTTİ GİTTİ
Prof.Dr.Nâmık AÇIKGÖZ*
Ey okuyucu!
Bu, 20 yıldır kâğıda dökülmeyen duyguların yazısıdır.
Bu, heyecânın ilmîliğe galebe çaldığı, teorilerin çâresiz kaldığı, yazılmakla yüreğimin sükûnet bulduğu bir yazıdır.
Bu, denmemesi gerekeni demenin, sanki yasak meyveyi yemenin, sümbülün, gülün, yâsemenin, göz yaşıyla harman olduğu bir yazıdır.
Bu yazı, “Bozkırın sırrını açık denize” götüren “sabır ırmağı”nın ardından, “Bir içli ağıtta susan son perde” tiradıdır.
“Ben bülbül ölüsü, sen gül kurusu olmadan”, üzüleceksen, gel birlikte ağlayalım; sevineceksen gel birlikte sevinelim!
Yüreğini avucuna al, bu yazıyı öyle oku!
Ey ilim erbâbı!
Sizin için de yazdıklarımız var! Şiirlere sorular sorduk; kimi kelimeleri hayra, kimilerini şerre yorduk; vezin, kafiye, redif deyip imaj, istiâre mecaz üstünde durduk. Ama bunda bile “Heyecan atına gem vurduk.”diyemem!
Sizler, bu yazıyı, aklınızı avucunuza alıp öyle okuyun!
1970’lerin başıydı gâlibâ. Töre dergisinde az mikdarda yayımlanan şiirlerden birisi, ilk okuyuşta çarpıyor; daha sonraki okuyuşlarımda “mıh gibi aklıma çakılıyordu”; ezberlemiş oluyordum.
Dergiyi neşredenler, şiirin bulunduğu veyâ karşı sayfaya Garipkafkaslı’dan desen de koyarlardı. Şiir ve resim! Tablo tamam olurdu.
Mevsimine göre ılık veya serin Turgutlu akşamlarında, hele yazları o minicik Sevinç Parkı’nda bu şiirleri arkadaşlarıma okurdum. Bu şiirler onlarında dikkatini çekerdi, bir vakit sonra onlar da ezberlemiş olurlardı.
1976 yılında Ankara’ya, edebiyat tahsili yapmaya geldik ve bir buçuk ay sonra Yüksek Öğretmenli olma ayrıcalığına kavuştuk. Orada, ilk dostluklarımız, vaktiyle ezberlediğimiz şiirler vâsıtasıyla gerçekleşmeye başladı. O günlerden bu günlere kadar, dostluğumuzun hiç eksilmediği Cemâl Kurnaz ile de tanışıklığımızda o şiirlerin tesiri vardır. Onlar şanslıydı. Şimdilerde izini kaybettiğim Murat Durmuş ile Cemâl Kurnaz o şiirlerin şairlerinden birinin öğrencisiydiler; Yetik Ozan’ın yâni Doç.Dr.Turgut Günay’ın. Onlara gıbta ile bakardım. İlk gençlik yıllarımdan itibâren sevdiğim bir şâirin rahle-i tedrîsindeydiler. Şiirlerinde, halk edebiyatı geleneğini kullanan fakat hiçbir zaman geleneğin hazır zemin ve çerçevesine sıkışıp kalmayan, her şiirinde geleneksellik içinde ferdî sıçrayışlar yapan bir şâirin öğrencisi olmak ne büyük bahtiyarlıktı! Biz onu ancak dergi sayfalarındaki şiirleri ve 1973 yılında Töre-Devlet Yayınlarınca neşredilen Atmaca Uçurumu adlı şiir kitabıyla tanıyorduk; onlar öğrencisiydiler. Suyu gözesinden içmek gibi bir duyguydu bu. _____________________________________
*) Muğla Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.
Zaman zaman odalarımızda toplanır şiirler ve hikâyeler -evet “hikâyeler”- okurduk; Cemâl Kurnaz, Murat Durmuş, Yağmur Tunalı, Ahmet Nezihi Turan, Ayhan Pala ve fakîr... Yetik Ozan’dan da okurduk tabîî.
Cemâl Kurnaz anlattı: Murat Durmuş ile birlikte, ilk def’a Turgut Günay’ın dersine girdiklerinde, Murat Durmuş, “Cemâl, bu hoca bağlama çalıyor.” Demiş; Cemâl Kurnaz da, “Nereden anladın? ” diye sormuş. Kendisi de iyi bağlama çalan Murat Durmuş, “Bak, bir omzu kalkık, bir omzu düşük oturuyor. Bu bağlama çalan adam oturuşu.” diye cevap vermiş.
O günlerden biriydi sanırım. Yüksek Öğretmen’de ve Dil-Tarih kantininde benim en büyük sermâyem Yetik Ozan idi. Şiiri okuduğum arkadaşların çoğu kitaba sâhip olmak istiyordu. Ziya Gökalp Caddesi’nde Kolej’e yakın bir yerde ANDA kitap dağıtım şirketinin Ankara merkezi vardı. Oraya kitaptan satın almaya gittim. İçeri girdiğimde, biri tezgâhın arkasında, birisi de tezgâhın önünde, iki kişi vardı. Tezgâhın önünde duran uzun boylu birisiydi ve hafif eğilerek tezgâha yaslanmıştı. Bir şeyler konuşuyorlardı. Tezgâhın arkasındakine bir ara, “Yedik Ozan’ın Atmaca Uçurumu’nu istiyorum.” dedim. Tezgâha yaslanmış olan ve artık yan yana durduğumuz şahıs, ani bir baş çevirişle bana baktı; bir şey demedi. Tezgâhtar, bir tane getirdi; ben, “Bir tâne değil, daha fazla almak istiyorum.” dedim. Yanımdaki şahıs, aynı baş hareketiyle ve biraz tecessüs, biraz da hayret dolu bir ifâdeyle tekrar bana baktı; gene bir şey demedi. Tezgâhtar, “Kaç tâne alacaksınız? ” diye sordu ve ben “Sizde kaç tâne var? ” dedim. Bugün unuttum, tezgâhtar 12 mi dedi 15 mi, bilmiyorum, “Hepsini alacağım.” dedim. Yanımdaki şahıs, sâde bir soru olan, “Beyefendi, siz kimsiniz? ” cümlesini bile fasîh ve selîs bir edâ ile sordu. Kendimi tanıttım, o da kendini tanıttı: “Ben
Sâdık Kemâl Tural! ” Yazılarını ve Firkatî mahlasını kullananYetik Ozan ile atışmalarını okuduğum Sâdık Kemâl Bey idi yanımda duran uzun boylu ve tezgaha yaslanmış şahıs.
Yetik Ozan, o zaman yaşıyordu.
***
Bir-iki yıl sonra, memlekete gitmek üzere Ankara terminalindeydim; tren istasyonunun yanındaki terminalde. O akşam orada büyük bir kalabalık vardı. Çoğu da “bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlar”dı. Genç Arkadaş ve Hasret adlı dergileri satıyorlardı. Terminalde insanlar dolaşıyordu. Birden arkamda bir ses yükseldi. Bir genç, yüksek bir yere çıkmış; elinde bir dergi:
Kollarımı meşin kolçak sıkmadı
Bir zâlim zincirin yarası kardaş
Alnımı halayda güneş yakmadı
Vurmuş da bahtımın karası kardaş
Yürekte kaygı bir ah ayrı ayrı
Ben öksüz, bacım dul, yavuklum sayrı
Bıçak ta kemiğe dayandı gayrı
Haydi, öç almanın sırası kardaş
şiirini okudu. Kalabalıklar, “Durun kalabalıklar! ” emrine uymuş gibi durdular; döndüler; daha bıyığı terlememiş delikanlının şiirini dinlediler. Şiir bitince hareketlendiler.
Bu, benim şâirimin, “Haydi” şiiriydi.
Yetik Ozan o zaman da yaşıyordu.
***
1978 yılında, Yetik Ozan’ın “Ağustos” şiirinde,
Kurşun derelerin sustuğu çağdır
Susuzluk çağıldar taşlar katında
Yeşilin kendini astığı çağdır
Uzak çamlar, sürgün kuşlar katında
dediği bir Ağustos günü Turgutlu’da rahmetli Osman Öztaş ağabeyin arabasına ve Yakup Çınar ağabeyin Töre kitâbevine –ki bu satırların yazarının mezun olduğu ikinci üniversitedir bu kitâbevi- bomba koydular. O.Öztaş ağabeyi kaybettik; Yakup Çınar ağabeyin Töre kitâbevi de, neredeyse yerle bir olmuştu. O.Öztaş’ı ebediyyete uğurladıktan sonra, Töre kitâbevine gittim. TNT kokusu sinmiş kitapları karıştırdım. Bomba parçalarıyla zedelenmiş ve iki tâne kalmış Atmaca Uçurumu’ndan ikisini de aldım. Yıllarca, şiirleri o kitaptan okudum. En sonra Elazığ’da kayboldu kitaplar. Öğrencilerimde kalmıştır. Helâl olsun.
O bomba patladığında da Yetik Ozan yaşıyordu.
***
1978-1979’larda, Numûne Hastânesinin karşısındaki Salon Cenk’te toplanır, Dil-Târih’e, oradan topluca giderdik. 1979’du. Gâlibâ Aralık ayıydı. Soğuk bir gündü. Gazetede soğuk üslupla yazılmış, soğuk bir haberle karşılaştık. Yetik Ozan ölmüştü. Salon Cenk’e yakın bir otelde intihar etmişti. Başımdan buz gibi sular döküldü. Dona kaldım. Dilim tutulmuştu.
Yetik Ozan artık yaşamıyordu.
***
Yıllar sonra bir gün –tabîî biz hâlâ, her fırsatta Yetik Ozan okumaktayız dost ve arkadaş meclislerinde- kulak ucuyla dinlediğim televizyondan,
Nice ki ölüm var er geç kaderde
Bir içli ağıtta susar son perde
Karacaoğlan’ın yattığı yerde
Sonsuza dek nöbet durası vardır
dörtlüğünü okuduğunu duydum sunucu Ayşe Egesoy’un. “Allah Allah! ” dedim kendi kendime, “Ayşe Egesoy Yetik Ozan’ı bilmez ama; dur bakalım metni kim yazmış? ” deyip programın bitmesini bekledim. Baktım, metni sevgili arkadaşım, şâir ve bağlama ustası Bayram Bilge Tokel yazmış. “Hah, şimdi oldu! ” dedim. Bayram Bilge Tokel de, Yetik Ozan’ı iyi okuyan ve iyi anlayanlardandı. O programdaki metne; Yetik Ozan’ın bir şiir tekniği hârikası olan ve türkü coğrafyamızı baştan başa kuşatan “Bağlama” adlı şiirden bir dörtlük almıştı.
Yetik Ozan, o zaman, artık yaşamıyordu.
***
1993 yılı Ağustos’unun son günleriydi. Oğlum Mehmet Şehriyar ile Ankara’daydık. 8 yaşındaydı. Atakule’de bir hayli yorulmuştu. Akşam olmuştu; Yağmur amcasına dönecektik. Duraktaki banka oturmuş otobüs bekliyorduk. Atakule’deki sevincimize rağmen, biraz üzgündük. Hafif sesle önce Yemen türküsünü söyledik; ardından, bir başka ezgiye hafif bir nağme uyarlamasıyla, Yetik Ozan’ın,
Kurulu yayımdan çıktım
Ok olur sana gelirim
Var olmak bu ise bıktım
Yok olur sana gelirim
şiirini, türkü gibi söyledik. Oğlum şiiri ve şâiri merak etti. (Bu arada bir otobüsü kaçırdık.) Ona kısaca olayı anlattım. Üzüldü. Üzüldüm. Üzüldük.
O zaman da Yetik Ozan yaşamıyordu.
***
Edebiyat bilimi ile haşr u neşr olduktan sonra, kendi kendime sordum: Neydi Yetik Ozan’ı bana sevdiren? . Şiirindeki fikrî boyut muydu? Kırım, Rodop, Uygur, Kerkük, Âzerbaycan Türkleriyle, onların trajedisi ve hınçlarıyla yoğrulmuş şiirleri miydi? Aynı konuları işleyen pek çok şâir vardı. Niye onlar değildi de, Yetik Ozan’dı? Hisâr’daki şiirleri, daha çok sevdâ ve hikmet ağırlıklıydı. Böyle yazan pek çok şâir vardı. Niye onlar değildi de Yetik Ozan’dı? . Halk şiiri geleneğinden yararlanan yüzlerce, belki binlerce şâir ve şiir vardı. Niye onlar değildi de Yetik Ozan’dı? . Niye? .. Niye? .. Niye...
Tabîî, bir gün anladım. Yetik Ozan, halk şiiri geleneğinden yararlanıyordu ama, her şiiri, gelenek içinde bir sıçrayıştı; her şiirinde ferdî yaratıcılığı, şiirin tekniğine, kelime hazinesine ve imaj dünyasına sinmişti. Şiirlerinin çoğu Koşma tarzındaydı ama, kâfiyeleri mübtezel değil, orijinal kâfiyelerdi, “Yaz Duman”ı şiirindeki “leçek açmış bu sıra; kucak açmış bu sıra; bıçak açmış bu sıra; ocak açmış bu sıra” kâfiye ve redifi veyâ “Vefâ Gemi” şiirindeki “çek başına yâr; tek başına yâr; yük başına yâr: dik başına yâr” kâfiyesi veyâhut da, “Sabır Irmağı”ndaki “esti götürdü; kesti götürdü; testi götürdü; astı götürdü; bastı götürdü; sustu götürdü”; hele “Bağlama”daki “yarası, kurası, vurası, süresi, darası, narası, karası, sırası, sorası, töresi, göresi, beresi, (tütün) sarası, çırası, kurası, durası” kâfiyeleri gibi daha pek çok kâfiyede yeni buluşlar ve beklenmeyen seslilerle kâfiye yapması, dildeki zenginliğine işâretti. Kitabındaki toplam 29 şiirin tamamında bu şaşırtıcı fakat bir o kadar da sağlam kâfiye tekniğini, hiç kusur olmaksızın kullanması, onun yaratma gücünü gösteriyordu.
Yetik Ozan, “Bugün” adlı dörtlüğünde, “en gizli / Cengizli” ve “Bülbüllerin İlâhî”sindeki “tasa koyan el / altın tasa koyan el, inlemeyi yasa koyan el / kara yasa koyan el; eteğine asâ koyan el / diken asa koyan el” ve aynı şiirin bağlantı mısralarında,
Çileye çileye geldik
Çileden çileye geldik
ifâdesiyle mükemmel ve orijinal cinas örnekleri vermişti.
“Üçüncü Yol” şiirinin dörtlüklerinin bağlandığı
Hem ben gelem hem sen gel gelişelim
...
Hem ben alam hem sen al, alışalım
...
Hem ben çalam hem sen çal, çalışalım
mısralarındaki “gelişelim, alışalım, çalışalım” kullanımlarına yüklediği “iki anlamlılık” ve buna yaptığı cümle kuruluşu hazırlığı, yeniydi ve güzeldi.
Yetik Ozan’ın şiirlerinin neredeyse tamamında, bir veya birkaç kelimeden oluşan redîfler, geleneğin bir devâmı olarak dikkat çeker: “Yol Çeker Beni’deki “gül çeker beni, el çeker beni, tel çeker beni, yol çeker beni, çöl çeker beni, yel çeker beni” ya da, “Sana Gelirim”deki “Ok olur sana gelirim / Yok olur sana gelirim / Çok olur sana gelirim / Tok olur sana gelirim / Kök olur sana gelirim” örneklerinde olduğu gibi.
Yetik Ozan, şiirlerinde çoğunlukla 11’li hece veznini, sâdece, Kervan, Tutsak ve Sana Gelirim şiirlerinde 8’li heceyi kullanmıştır.
Yetik Ozan’ın kelime hazinesinde de, genel olarak kullandığımız kelimelerin dışında, dikkati çeken üç grup kelime vardır. Bunlardan birincisi, târihî Türk lehçelerinden, halk ağzından ve diğer Türk lehçelerinden aldığı kelimelerdir: şın (13,26) , kula (10) , leçek (47) , tün (40) , gömü (40) , uzluk (27) ,yuğ (60) , yahşı (49) , ışkın ışkın (21) , ılgım (44) , od (50) , sin (55) , ırak (14, 23, 30, 35) çakın (43) , yalaz (43) , tınmamak (25, 55) . Ayrıca, Yetik Ozan birkaç yerde, eski Anadolu ve Âzerbaycan Türkçelerinde zarf fiil eki olan –anda / ende ekini de kullanmıştır: börklenende (34) : bıkanda, kokanda, çıkanda (36) : tapınanda, çalanda (40) . Gerek bu kelimeler ve gerekse bu zarf fiil ekini sun’îlik duygusu vermeden başarıyla kullanmasında, Yetik Ozan’ın aynı zamanda bir Türkolog olmasının rölü vardır.
Yetik Ozan’ın söz dağarcığında önemli yer tutan bir diğer grup kelime de, dış Türklerin trajedisini ve ümitlerini anlattığı, Atmaca Uçurumu, Baht Otağı, Haydi, Son Sürgün, Yada Düştü, Sızılı Toprak, Kırık Çiçekler, Gel Di Gel Gayrı, Uyanış ve Umut adlı şiirlerinde geçen kin (6, 10, 14, 21, 26) , hışım (18,19) , hınç (21, 31) ,öç (10, 14, 15, 21, 26) ve diş bilemek (18) gibi, çâresizliğin ancak söze dökülebildiği kelimelerdir.
Yetik Ozan’ın şiirlerinde dikkati çeken bir diğer kelime de sarı (5, 16, 18, 44, 46, 58) kelimesidir. Bu kelimenin etrafında, yaz (60) , çöl (44, 46, 53) , Ağustos (30, 62) , bozkır (13, 60) , güz (33, 44, 46) , boz bahar (7) , geven (60) , ılgım (44) , ahlat (11, 28) , pelit (28) , alıç (60) gibi, sarı renk ile ilgili olan ay, mevsim, bitki ve coğrafî yer türü adı kullanmıştır. Şâirin böyle bir tasarrufta bulunmasını, sarı rengin çağrıştırdığı ölüm düşüncesini yoğun bir şekilde yaşamasının izleriyle izâh etmek mümkündür.
Şiir tekniğinde gelenekselliği devam ettiren Yetik Ozan’ın, imaj dünyasında, gelenek izine hiç rastlanmaz. O, hayâllerinde, istiârelerinde, mecazlarnda, teşbihlerinde ve ihsaslarında tamâmen yeni ve orijinaldir. O’nun yeniliği ve orijinalliği de kendisine mahsustur; bunlarda ferdî yaratma ve tasarruflar söz konusudur. Sarı Uygurların trajedisini anlattığı Atmaca Uçurumu şiirindeki karanlık sarıdır, bıçak yılan deliğine gizlenmiştir ve bu bıçak “Son diri ışıkta yanar bunalır.” Şâir bu kurgusunda, ihâneti ve insanlık düşmanlığını, “sarı karanlık”, “yılan”, “bıçak” ve “ışıkta yanmak (parlamak) ” kelimelerenini çağrışım dünyasına yüklediği anlamla ifâde eder. Aynı şiirin,
Kötürüm dağlara çarpan kör yollar,
Sensizlik içinde boğulan göller
Uçurum başında titreyen güller
O sonsuz düşüşü anar bunalır
dörtlüğünde, çâresiz insanları, “kötürüm dağlar”, kör yollar, “sensizlik içinde boğulan göller” istiâreleriyle anlatmış ve güzelliklerini de “uçurum başında titreyen güller” istiâresiyle îzâh etmiştir. Üçüncü mısradaki “uçurum – titreme – gül” kelimeleri arasındaki ilişki, güzellik ve ölüm geriliminin çarpıcı bir şekilde ifâdesidir.
Kırım Türklerine ithaf edilen Son Sürgün’de de, çâresizlik, yorgunluk ve bıkkınlık, yeni benzetmelerle karşımıza çıkar. Burada, sürülen at yorulmuştur; hanlar taş yüreklidir, gözler bir uzun geceye sürgün edilmiştir, fakat aklarında pembe tanlar vardır; ancak, bu tanlar kilitlidir, açılamaz. Umutsuzluk, bu mısralarda “taş yürekli hanlar” ve “kilitli tanlar” gibi yeni ve orijinal söyleyişlerle ifâde edilmiştir.
Rodop kurbanlarına ithâf edilen Kırık Çiçekler şiirindeki, esâretin sembolü dikenli telin,suç ile öç arasından sırıtması ifâdesi de yeni ve orijinaldir.
Sevinç ve hüznün bir arada ifâde edildiği Susuz Ceylân şiirinde, sevinç, insanın bağrından bir bülbülün uçması ve bir ceylanın su içmesiyle, çarpıcı bir şekilde dile getirilmiştir. Takip eden dörtlükte, üzüntü yüzünden uğursuz hana dönen insanın bağrından bin dert konar bin dert göçer. Son dörtlükte, her şeyini yitirmiş, sâdece “en mecnun emeller”i kalmış bir insan tavsif edilir ve bu insanı, normal bir ölüm değil “sarı ölüm” koklayıp geçer.
Kıskançlık, hayranlık, nezâket ve kavuşamama duygularının yoğunlaştığı Vefâ Gemi şiirinde, şâir sevgiliyi “ağyâr”dan değil, “ak yazının kara yeli”nden ve “alıcı kuşlar”dan sakınmaktadır. Hayranlık ve nezâketin iç içe ifâde edildiği ikinci dörtlükte,
Salınıp geçerken sen gökçe belden
Düşer devşirdiğim çiçekler elden
İncesin lâleden sümbülden, gülden;
Hangisini taksam yük başına yâr.
derken, pastoral atmosfer içinde, sevgilinin nezâketini veyâ nârinliğini dile getirir. Son iki mısradaki ifâde, söyleyiş bakımından orijinaldir fakat hayâl ediş bakımından, Nedîm’in
Leblerin mecrûh olur dendân-ı sîn-i bûseden
Lâlin öpdürmek bu hâletle muhâl olmuş sana
beytindeki ince hayâle benzer.
Şâirin hayata bakış açısının en fazla yoğunlaştığı Sabır Irmağı şiirinde, mekân, geniş bir bozkır coğrafyasıdır. Itırlı dağı, yurtsuz fırtınaları, geveni, çiğdemi, çobanı ve alıc’ıyla, uçsuz bucaksız bir bozkır ve ortasından akıp giden ırmak: Sabır Irmağı:
Ezgi bayrağını ıtır dağından,
Yurtsuz fırtınalar esti götürdü.
Dostluğa kapısız Kerem bağından
Her giren bir kiraz kesti götürdü.
Kınalı güzlerin birlik toyunu
Bozdu cücelerin aksak oyunu,
Gelin süzülüşlü üzüm suyunu
Al keşişler testi testi götürdü.
Çok-sesli çanların sevinç avazı
Çekti kurt dönüşlü yuğlardan yazı,
En ulu yangından sağ çıkan sazı
Son sofu omzuna astı götürdü.
Boz gevene karşı çiğdemin cengi
Tuğlaştırdığında kokuyu, rengi
Bir ümmî çobanın yazdığı cöngü
Bilginler bağrına bastı götürdü.
Alıç paylaşırken dağlar diz dize
İlk sabırsız yaprak düştü son ize,
Bozkırın sırrını açık denize
En sabırlı ırmak sustu götürdü.
Atmaca Uçurumu kitap hâlinde neşredildikten sonra, Töre ve Hisar’da neşredilen şiirlerinin Ülkü Bağı adıyla bir araya getireceği söyleniyordu; ne yazıkk ki bu, hâlâ gerçekleşmedi.
Atmaca Uçurumu’nda yer alan 29 şiirinin tamâmında, aynı söyleyiş gücü, orijinalite, imaj dünyası zenginliği ve teknik sağlamlık başarısını gösteren Yetik Ozan’ın benim üzerinde şiirselliğiyle berâber, hâtıra ve çağrışımlarıyla en fazla izi olan şiiri, kitaptaki son şiirdir: Ağustos. Şâir şöyle diyor Ağustos ayı için:
Kurşun derelerin sustuğu çağdır;
Susuzluk çağıldar taşlar katında,
Yeşilin kendini astığı çağdır
Uzak çamlar, sürgün kuşlar katında.
Gün yürür; dağ yazı gölgeye girer,
Öfkeli başaklar dalgaya girer;
Anılar birer tunç tolgaya girer;
Zafer bayraklaşır başlar katında.
Gün döner; gündöndü yere serilir.
Bir saz burgulanır, bir tel gerilir,
Her akşam bir ölü oğul dirilir
Ana gözündeki yaşlar katında.
Ay doğar; bin yıllık bir denk çözülür,
Aynı tasta aynı kına ezilir,
Halâ körpe gelin gibi süzülür
Ağustos ölümsüz düşler katında.
Bu şiirin bendeki hatıra ve çağrışımlarına gelince: 9 yaşıma kadar bir köyde yaşadım ve bahar aylarında dizlerimize kadar suyun aktığı fakat yaz aylarında, taşların sıcaklığının ayağımızı bıçak gibi kestiği bir derede geçirdim çocukluğumu.
Köyümüzden yaşlı bir kadının, karşıdaki Boztepenin yamacında, akşam karanlığında ve harman zamanı –yâni yazın- kendini astığını, akşam karanlığı pusluluğuyla hatırlıyorum. 1978 Ağustos’unda Osman Öztaş ağabeyi, 1979 Ağustos’unda ise Zeki Yamankara, Ali Aktan, Emin İzbudak ve Arif Şanlı’yı, hâin kurşunlarla kaybetmiş ve “her akşam, bana gözyaşında, bir oğulun dirilmesi” hüznünü damar uçlarıma kadar yaşamıştım.
“Ayın doğduğunda bin yıllık bin dengin çözülmesini”, 6-7 yaşımda Zayda (Zâhide) ninemin tarlasında ekin biçiminde, ışığında uyuduğum ay ile gördüm. O ay ki, sergi yerinden üzüm kaldırmaya gitmiş âilemin yanına, köyden, hem de şeytanlı çeşmenin yanından geçerek tek başıma gittiğimde korkuma, ürpertime fakat daha çok kahramanlığıma şâhit olmuştu; şimdi hâtıralarımı aydınlatıyor. O ay ki, “Tın tın eden kabacık! Nerde beni koyup giden babacık? ” masalındaki dağ başını aydınlaşmıştı; benim de, bu masalı amcamın eşinden dinleyip eve dönerken kurt ve çakal sesleriyle dolan kurşunî renkli gecelerimi aydınlatmıştı. O ay ki...
Neyse! ..
Şimdi anladım mı, anladınız mı “Niye? Niye? Niye? ”lerin cevâbını?
Artık, Yetik Ozan yaşamıyor...
Yetik Ozan Yitti Gitti, Türk Yurdu, Kasım 1999, S.147, s.5-9
Necip Fazıl Kısakürekadlı gruba gönderilmiş olan bu mesaj, grup üyesi olduğunuz ve 'gruba gönderilen mesajların bir kopyası özelime gelsin' şeklinde ayarlama yaptığınız için size özel bu sayfa yer almaktadır.
Necip Fazıl Kısakürek adlı grubun ana sayfasına git
Necip Fazıl Kısakürek adlı grubun 'Grup Mesajları' sayfasına git
Bu gruba gönderilen mesajlar bundan sonra özel'ime gelmesin
Bu grubun, kendi özel 'Gelen Mesajlar' sayfamda yer alan tüm mesajlarını bir kalemde sil Bu işlemin geri alınması mümkün değildir
Antoloji.Com.. Hakkında | Künye | Yardım | İletişim
Kayıt Tarihi : 17.7.2005 23:31:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!