Yazıcı Tahir / BU BİR ÖYKÜDÜR/

Mustafa Öcalan
58

ŞİİR


1

TAKİPÇİ

Yazıcı Tahir / BU BİR ÖYKÜDÜR/

YAZICI TAHİR

Uyandı, saatine baktı. Ancak yetişirdi. Güneş; yatağından kalkıp gelmiş, onlar uyurlarken aralarına girmişti. Başını annesinin göğsüne dayamış, mışıl mışıl uyuyordu. Zeynep derin bir uykudaydı henüz. Tahir ellerini karısının yüzünde ve saçlarında dolaştırdı, okşadı. Zeytinburnu’nda bir gecekondunun küçücük odasında, kuzine sobasının başında görüşmüşlerdi ilk. Soğuk bir şubat akşamıydı. Siyah, up-uzun saçları vardı Zeynep’in. Kocaman kara gözleri nasıl da hüzünlü bakmıştı kendisine? Bir hoş olmuştu. Daha sonra toparlanarak demişti ki O’na: “Burası İstanbul. Elektrik dahil çoğu şey var. Ama ben bu yıl öğretmen olup köylere gideceğim. Türkiye’nin neresinde, hangi köy olur belli olmaz. Yolu, okulu, ışığı olmayan bir köy de çıkabilir karşıma. Orada, karda kışta aylarca mahsur kalabiliriz. Bu durum yıllarca da sürebilir. Bunları bilmeli, ona göre karar vermelisin. Zeynep’ te ürkek ürkek: “Ben de alışığım zorluklara… Fark etmez.” Diye yanıtlamıştı.

Daha dün gibiydi ama işte yer yer kırlaşmağa başlamıştı saçları Zeynep’in. Kolay değildi üç çocuk doğurup, büyütmek “ Şimdi bunları düşünmenin sırası değil, bir an önce kalkmalıyım.” Diyerek Zeynep’i dürtükledi.

“ Hııı”
“ Kalk hele, geç kalmayalım. Kahvaltıyı hazırla.”

Hızla kalktı yataktan, giyindi Tahir. Yazı torbasını hazırlamalıydı. İçerisi ılıktı. Akşam sobaya atılan kömür henüz sönmüş, az da olsa ısı veriyordu odaya. Yakmağa gerek yoktu yeniden. Bir an önce evden çıkmalı, işine yetişmeliydi. Geç kalırsa hali dumandı. Boyalar, fırçalar, bezler, gönye,tornavida, yazı şablonları, tiner kutusu…Yazı torbasına yerleştirdi. Ocağa çaydanlığı koymakta olan Zeynep’e:

“ Makaslar nerede makaslar? ” diye yüksek sesle sordu. Kendiliğinden kalkıp kahvaltıyı hazırlamadığına sinirleniyordu bazen.

“Yavaş, ne bağırıyorsun, çobanı mıyım makaslarının? Yukarıdakileri ayağa kaldıracaksın bu saatte! Bilmiyorum ben! ” diye tersledi kocasını.

O’na karşılık vermenin zamanı değildi şimdi. Gitti, malzeme dolabına baktı, buldu. Makasların yanında bantları da gördü. Aldı, kendisinin ve Engin’in iş giysilerinin arasına sarmalayarak hepsini birden başka bir poşete doldurdu. : “Haaa, bak nasıl da unuttum…! ” Koşarak gitti, oğlunu omuzlarından tutarak salladı:

“Kalk oğlum kalk! Geç kaldık geç! ”

Geçip öbür odadan şemsiyeyi aldı, kılıfına sokup yazı torbasının yanına bıraktı. “Ne olur ne olmaz unutmayayım.” Dedi. Bu arada Engin de kalkmış, giyinmişti. Yeni alınan gömleği ve yazlık pantolonu üzerindeydi. Ters ters baktı oğluna Yazıcı Tahir: “ Nedir bu be oğlum? Düğüne mi gidiyorsun? Berbat edeceksin yenilerini! Bıktım bu senin fiyakandan! Başkalarına özenme! Biraz gerçekçi olamaz mısın? Çıkar onları çabuk! ”

Engin homurdandı. Çıkarıp attı üzerindekileri öbür odada. On yedisinde, yaşına göre oldukça uzun boylu, zayıfça bir delikanlıydı. Hırslıydı. Her şey gönlünce olsun istiyor, olmayınca da isyankar davranıyor, sonra da bu tür davranışlarından üzüntü duyuyordu. Lise sondaydı bu yıl. Babası hep: “Ne işim vardı benim bu İstanbul’da be oğlum? Senin yüzünden, Mehmet’in yüzünden düştük buralara. Bak şu halimize. Bu çalışmaya insan mı dayanır? ” Diye sızlanıyor; bazen de:”Beni öldürecek misiniz siz? Yorgunluğum bir yana, bari huzursuz etmeyin insanı. Ne var aranızda? Hangi malımı bölüşemiyorsunuz? Yazık, yazık o boya posa yazık! ” biçiminde kardeşi Mehmet’le her sürtüşmesinde yinelerdi bu sözleri hep Engin’ e.

O da tüm bu söylenenleri aklından geçirip:” Babam da haksız değil hani. Öyle ya, Ağlasun’dan bu koca kente neden atama yaptırmışlar; bu pahalılıkta, ev kiralarının aylık ücretlere denk olduğu İstanbul’a neden göç etmişlerdi? Kendisi üniversite sınavlarına girecek, bir okul tutturabilirse okuyacak, tutturamazsa herhangi bir işe girip çalışacaktı. Mehmet’te iyi bir eğitim görsün, ileriye doğru öğrenimini sürdürebilsindi. Gelişlerinin asıl nedeni bu değil miydi? Öyle ise olanaklar ölçüsünde babasının işlerini daha çok kolaylaştırması ve kardeşi Mehmet’le iyi geçinmesi gerekirdi.” Biçiminde yorumlar da yapmıyor değildi.

Kahvaltıya oturduklarında iyice ışımıştı dışarısı. Acele atıştırdılar bir iki. Adet yerini bulsundu işte. Uykusundan uyanan Güneş sendeleyerek gelmiş, ağabeyi ile babasının ellerine yapışarak:” Men de, men de” diye onlarla birlikte gitmek istediğini anlatmağa çalışmıştı.

“Olmaz şimdi. Birazdan yağmur yağacak, ıslanırsın.” Diyerek Güneş’i atlatmağa çalışmıştı ağabeyi.

****************************
Yağmur bardaktan boşanırcasına. Tahir’le Engin ıslanmamak için şemsiyenin altında iki büklüm hayli beklediler durakta. Eminönü- İnönü hattı otobüsü gelip durdu sonra. Gıcırdıyarak açıldı kapıları. Zorlukla bindiler. İçerisi tıklım tıklım. Sıkıştılar ikisi de.Aksırıp-öksürenler, bağıra-çağıra konuşmalar rahatsızlık veriyordu insana.
Yola devam eden otobüs ara sıra çukurlara “küüüt” diye düşüyor, bir sürü homurtulardan sonra ağır ağır ilerliyordu. Bu durum Yazıcı Tahir’i kaygılandırıyordu. Erken varmalıydı şantiyeye. Halil Usta’yı bulmalıydı hemen. Terlemeye başladı Tahir. Kokuyordu da içerisi üstelik. Midesi kalktı. Kolunu zorla uzatarak camı açmaya çalıştı, beceremedi.
“Siz daha yakınsınız, şu camı açar mısınız? ” diye yanındaki delikanlıdan yardım istedi. Oda burnunu çekerek:
“Görmüyor musun yağmuru, beni mi ıslatacaksın? ” biçiminde tersledi Yazıcı Tahir’i. O’ nun da siniri üzerindeydi sabah sabah belikli.
“Sele gidersin sonra da! ” diye karşılık verdi Tahir ama sesi yavaş çıkmış olmalı ki duymamıştı bile öteki. Uyup, canını sıkmamalıydı. Torbaların sapları elini acıtmıştı. Bırakmak için bir boşluk aradı, bulamadı. Daha bir sıkı tuttu sonra.

Gelmişlerdi. Sağa sola sürtünerek attılar kendilerini dışarıya. “Oh be! ” dedi Engin.” Dünya varmış.” Ağzını açıp yağmura tuttu. Öylece bekledi bir süre.
“Oğlum yürüsene, geciktik zaten! ” diye bağırdı Yazıcı. Şantiyenin bulunduğu sokağa saptılar. Halil Usta akıllarında hep. Şirketin Anadolu yakasındaki tamirhaneye götürecek onları. Öyle sözleşmişlerdi dün. Yazılacak harç tankerleri oradaydı. Okulları olduğundan ancak cumartesi- pazar günleri yazıya çıkabiliyorlardı Tahir’le Oğlu.
Tamirhanenin önündeki geniş arazi üzerine park ederlerdi kamyonları. Sıra sıra dizerlerdi. Yazılacak olanları da büyük patronun oğlu Hayrullah belirlerdi. Salağın tekiydi ama, patron oğluydu bir kere. Bir dediği ötekini tutmazdı. “Bu arabalar yazılacak.” Der; o arabanın temizleme işi bitip, şablonlar gerilecekken: “Onu bırakın, ırası geldi. Sefere çıkacak, ötekileri yazın! . ” Diyerek işlerini aksatırdı Tahir’le Engin’in.

İyice yaklaştılar şantiyeye.:”Halil Usata yoksa! ” diye küt küt atıyordu yüreği Yazıcı Tahir’in. Yağan yağmur vıcık vıcık yapmıştı yolları. Hızla geçen taşıtların fırlattığı yağlı sulardan kaçışarak, ana binanın önüne geldiler. Soldaki büyük kapıdan içeriye daldılar. Kocaman bir salon çıktı karşılarına. Orta yerde, varilden yapılmış, mazot yakıldığı çevreye saçtığı kokudan belli, irice bir soba duruyordu. Bir tarafta yemekhaneye,diğer tarafta yatakhaneye açılan kapılar görünüyordu. En dipte de Halil Usta’nın odası bulunuyordu. Duvarları, kirli sarı boya ile badanalanmış salonun içindeki sürücüler sobanın etrafını çevirerek, kimi tahta sandalyelere oturmuş, kimi de ayakta bağıra- çağıra konuşmaktaydılar.
“Merhaba! ” diye seslendi Tahir ortalığa.
“Merhabalaaaaaar! ” diye karşılık verdi bazıları.
“Halil Usta’ya bakmıştım da.”
“Burada, burada, gelir şimdi.” Diyerek yanıtladı 84’ün sürücüsü Yakup.
“Gel otur hocam, hele gel otur.” Diyerek sandalye uzattı bir başkası. Uzatılan sandalyeye otururken bir yandan da oğluna seslendi: “Kapının dışında dur, gözle Halil Usta’yı. Dışarıda dolaşıyor olabilir, kaçırmayalım haaa! ”
“Tamam tamam! ” diye mırıldandı Engin önemsizmişcesine.

Tahir boya torbasını bacaklarının arasına koyup, sıkıştırdı. Oklavadan uyarladığı yazı sopasını da yanına dayadı.Sandalyesini sürüyerek gelip Yazıcı Tahir’in yanına oturdu 84’ün sürücüsü Yakup. Geçen Pazar O’nun kamyonunu yazmıştı da yanında beklemiş, eni-konu söyleşmişlerdi. Nereli olduklarını, asıl mesleklerini, ücret durumlarını, sigortaları olup olmadıklarını, sendika durumlarını irdelemişlerdi kendilerince.

“Hüso çay ver Hoca’ya çay! ” diye bağırdı ocağa doğru Murtaza. O’da 42’nin sürücüsüydü. Elleri pantolonunun cebinde, nerede ise bıyıklarını yakacak denli kısalmış sigarası ağzında, ayakta duruyordu. Sarı çizmeleri dizlerinin üstüne kadar taşmıştı. Sırtındaki gocuğun yakaları ve kol ağızları iyice örselenmiş, kir-pas içinde kalmıştı. Uzamış ve kırlaşmış sakalı, avurdunun çöküntüsünü gizlemişti azdan. İki hafta önce kullandığı tankerin yazılarını yazarken yardımda bulunmuştu Tahir’e. Oğlu Barış’ın yaramazlıklarını heyacanla anlatmış, Yazıcı Tahir’den bir kutu pastel boya sözü almıştı Barış için. “Resim yapsın, yapsın da maviye, yeşile boyasın her yanı..” demişti Tahir. Torbasında getirmiş miydi acaba? Merak ediyordu Murtaza.

“Çayın geldi hocam” dedi 84’ün sürücüsü. Hüso’nun ıslak ellerinden aldı çay bardağını Tahir. Şekeri içindeydi. Az karıştırıp, çekti bir yudum:

“İyi oldu, üşümüştüm. Teşekkür ederim Hüso, sağ ol! ” dedi. Salon sessizliğe büründü aniden. Murtaza, Yazıcı Tahir’e dirseğiyle dürterek: “Hocam geldi, geldi.” Diyerek uyardı. Dönüp baktı Tahir merakla. Gelen Halil Usta’ydı. Baş sürücü Halil. Salondaki tüm sürücüler ayağa kalkıp, Halil’den yana baktılar. Yazıcı da kalktı ayağa biraz geç de olsa. “Hep öğrenciler kalkmazlar ya ayağa.” Diye geçirdi içinden.

Halil Usta uzun boyluydu. Alt dudağına kadar sarkan bıyıkları; ortası cıbıldak kafası, ensesinde yoğunlaşmış siyah saçları ve sürekli gülümseyen yüzüyle; ellerini arkasında tutarak orada bulunan sürücüleri izledi bir süre:

“Oh oh! İyi keyfiniz iyi! 32, 43, 42! Sıranız geldi, hadi işe, hadi işe! ” Diyerek, hızla odasına yöneldi. Bakmadı bile Yazıcı Tahir’e. Ayaklarında sarı çizmeler, sırtında yerleri sübürecekmişcesine uzun sarı yağmurluğu vardı. Sırası gelen sürücüler hemen sıvıştılar. “Pastel boya getirmiş miydi acaba Hoca? ” diye yeniden geçirdi içinden 42’nin sürücüsü Murtaza. Yazıcı Tahir’e baktı tekrar göz ucuyla. Bekledi biraz.: “Getirmiş olsaydı verirdi, unutmuştur herhal.” Deyip yürüdü gitti. Sırası gelmeyenler ağır ağır sandalyelerine yeniden oturdular. Yazıcı Tahir ayakta kala kaldı. Engin’e baktı, ortalıkta görünmüyordu. Sinirlendi. Bıyıklarını kemirmeye başladı. Neden bakmamıştı Halil Usta kendisine? İşi bir başkasına vermiş olmasın dı? Bunu yapabilir miydi? Deneyimlerine güvenirdi Tahir. Usunda şöyle bir tarttı Halil Ustayı, yorumladı. “ Hayır! Yapmaz O bunu.” Dedi.

Halil Usta odasına girip koltuğuna oturdu. Başı ağrıyordu. İki eli arasına alıp, bir süre durdu öylece. Sonra kalktı, odasının kapısından boynunu uzatarak:

“Hüso, Hüso! Su getir oğlum! Gripin getir gripin! ” Diye seslendi. Yazıcı Tahir’e de dönerek: “Usta gel hele, gel! ” Diye eliyle işaret etti.
“Halil beni ustalığa yükseltmiş, iyi, iyi.” Diye geçirdi içinden Tahir. Orada olduğunu Halil Ustanın görmüş olduğuna sevindi. Kaptı torbasını, yazı sopasını, sürücülere gülümseyerek: “Gene görüşürüz, hoşça kalın” deyip Halil Usta’nın odasına doğru yürüdü. İçeri girip ayakta bekledi.

“Karşıya telefon ettim, Hayrullah’la bağlantı kuramadım..” dedi Halil Usta.
Ne olacak şimdi?
“Bekle, gene ararım birezden, olur he? ” Halil’inde canı sıkılmıştı bu işe belliki.
“Olur olur beklerim.”
“Geç salonda çay iç, ısın. Bağlantı kurunca haber vereceğim sana.”
Satine baktı Yazıcı Tahir. Hayli ilerlemişti.
“Bu haftayı boşa geçirmiş olmayalım da Halil Usta, aman ha, gözünü seveyim! ” diyerek çıktı. Sobaya doğru ilerledi. Bu arada Engin de gelmiş, ellerini ısıtıyordu sobada.:
“Ne oldu baba?
“Hayrullah’la bağlantı kuramamış. Biraz bekleyecek mişiz.” Oğlunun yanına oturdu.:
“Rezil olduk be oğlum şu İstanbul’da.” Diyerek kafasını iki yana salladı. Çıkardı bir Maltepe ateşledi. Çekti derin derin, üfledi boşluğa. Paketi tam cebine koyacakken: “Dalgınlık, kusura bakmayın.” Deyip yanında bulunanlara da uzattı cığara paketini.
“Sağol Hocam yanıyor” dedi bir sürücü. İlk görüyordu Tahir O’nu. Gözlerini tavana dikmiş, öylece kıpırdamadan duruyordu. Dalgındı.
“Hep hocalar içecek değilya uçlu cıgarayı, yakak.! ” Diyerek aldı 92’nin sürücüsü Durmuş. Daha başkaları da alıp, ateşlediler Durmuş’un çakmağından. Kısa sürede koca salonun içerisi dumanla doldu.

Yorgun görünüyorlardı sürücüler. Sessizce oturanlar, el şakaları yapanlar, zaman zaman kahkaha atanlar var içlerinde. Ürkek ürkek bakıyorlar salona girip çıkanlara. Evlerini barklarını bırakıp gelmişler; gece gündüz, cumartesi pazar demeden direksiyon başında harç taşıyorlardı. Aldıkları ücret te neydi ki? “Yetmiyor bu para bize, çoluk çocuk ekmek parası bekliyor.” Diye yakınmaya görsünler: ”Daha fazla veren yere! ” Diye azarlanıp: ”Yemek var, yatak var. Daha belanızı mı istiyorsunuz? ” Diye tersleniyorlardı.

“Kalk bir çay al kendine.” Dedi Engin’e Tahir. Ters ters baktı babasına… Zaten naz ile veriyorlardı çayı..
Çay-may istemem, hadi gidelim eve! ”
“Eve mi? Buraya neden geldik ki? ”
“Akşama kadar burada mı oturacağız.” Deyip yüzünü öte döndü. Yapacağı mızıkçılığın işe yaramayacağını o da biliyordu. İnatçının tekiydi babası. Ölürdü de arabaları yazmadan dönmezdi eve.
“Bak oğlum! Bu arabaları yazmak zorundayız. Ay sonu nasıl gelir sonra? Güneş’in ameliyatı da var üstelik…”

Dinlemedi babasını Engin. Kalktı, kapıya yakın masada ki sürahiden su içti. Döndü durdu ekseninde. Gitti, aynada saçlarını taradı.

Sırası gelen sürücüler çıkıp gittiler işlerine. Halil Usta’ya uğradı Yazıcı?
“Aradın mı Hayrullah’ı”
“Bi daha arayam bakak.” Dedi Halil Usta.

Atladılar harç tankerine. Sürücünün yanına oturdu Engin. Boya torbasını kucağına koydu: ”Levent Sapağına kadar gidersiniz bu arabayla.” Demişti Halil Usta. Kendisi gidemediğinden başka bir tankere bindirmişti onları. Hızlı gidiyorlardı. Kısa sürede E-5’ e çıktılar.Hiç konuşmadan ilerliyorlardı.Bir ara:
“Ah ulan ah! ” diye sessizliği bozdu sürücü. Dimdik oturuyor, bir sağa bir sola göz atıyordu. Kendine güveniyor oluşu her halinden belliydi. Kocaman elleriyle direksyonu kavramış, yoldaki diğer araçları hiç önemsemiyormuşcasına, tepeden gülümseyerek bakıyordu.
“Fazla ah çekme! Dağları devirirsin sonra! ” diye karşılık verdi Yazıcı.
“Devrili mi dağlar ağam, devrilir mi hiç, kimin haddine onları devirmek! Almışlar bizi ayaklarının altına da tepinip dururlar habire üstümüzde! Gıkımız bile çıkmaz, gıkımz! ”
Sessiz kaldı Yazıcı. Bir şeyler anlatmak istediği belliydi sürücünün. Bu sitemler boşuna değildi herhalde. Sürücü devamla:
“Anasını avradını…… böyle memleketin! ” Bastı firene aniden:
“Tuh Allah belanı versin senin emi! Ezip geçeceksin bu adamları vallahi! Her ehliyet alan bu yola girerse! ” Soldan önüne çıkan ford tehlike yaratmıştı birden. Sürücüye yanıt vermekte acele etmiyordu Tahir.

Dikkatle sürücüyü izliyen Engin durgundu. Konuşulanlar, sürücünün tavırları, E-5’in üstünde kayıp giden araba sürüsü, yüksek yüksek binalar, gürültü, hiç durmaksızın yağan yağmur aklını karıştırmıştı. Ne amaçla,, nereye gittiklerini bile unutmuştu sanki.

Yazıcı Tahir oğluna baktı şöyle bir. Doğduğu günü anımsadı. İçi burkuldu. İlkti. Ne büyük heyecandı o öyle! Toydu ama, baba olacaktı işte şimdi. Şakası yoktu. Sancılanan Zeynep’i sedire yatırmışlar, sızım sızım sızlanıyordu. Süre geçiyor, bebek gelmiyordu. Kuşku düşmüştü Mehmet Çavuş’ un içine. İlk karısını ve kızı Havise’yi doğumları sırasında kaybetmemiş miydi.? Ya gelini Zeynep’ede bir şey olursa! Telaşlanmış: “Tahir, çabuk oğlum, atla Kemal Emmi’nin atına, sür kasabaya.! Gönder acele kaymakamın cipini de hastaneye yetiştirelim Zeynep’i! Hadi oğlum, durma oğlum, çabuk! ” Sonra da öküzleri kağnı arabasına koşmuş, yorganlara sarılı zeynep’i üstüne yatırarak tıngır mıngır yola çıkmışlardı. Tüm köylüler de kağnının peşine düşmüştü meraktan.

Olanlar olmuş, Ayranlı Pınar’ın yanında, kağnının üstünde Engin’i doğurmuştu Zeynep. Dayısının çakı bıçağı ile kesip, anne annesinin don lastiği ile bağlamışlardı göbeğini. Tahir attan iner inmez kar beyazı yüzünü görmüştü de oğlunun, hüzün ve sevinç karışımı bir duygu kaplamıştı içini…
“Ne acı, ne tatlı günlerdi, hey gidi hey! ” diye geçirdi içinden. Daha dün gibiydi. Gözleri buğulandı. Ne de çabuk büyütmüştü bunca boyu? Yarın, öbür gün kopar bizden. Arkasından Mehmet, sonra da Güneş… Yalnız kaldığını hisseti kendisini birden.

Sürücünün kornaya basmasıyla kendine geldi Tahir. Öteki arabalar ürkmüşcesine kaçışıyorlardı sanki tankerin önünden. Mendilini çıkardı, burnunu sildi, katlamadan gocuğunun cebine soktu.

İnatçı bir kişiliği vardı sürücünün. Mutlak konuşturmalıydı Yazıcı’yı:
Valla Hocam aza koyom dolmuyo, doluya koyom almıyo! Ne olacak bu halimiz bilmemki! ” diye sürdürdü konuşmasını. Tahir artık konuşması gerektiğini düşündü. Aksi durumda kendisini hafife aldığını düşünebilirdi sürücü.
“O kadar ince eleyip sık dokuma dostum! Çıkamazsın sonra işin içinden. Seçenekleri çoğaltmak gerek her durumda. Ha sen, ha ben. Farklı konumda değiliz dostum.” Diyerek sustu, sürücünün bir şeyler söylemesini bekledi Tahir. Yanıt alamayınca da kendisi devam etti yeniden:

“ Bal arılarına benziyoruz vallahi. Bin bir emek ve özveriyle yaptığımız balı başkalarına kaptırıyoruz. Sonra da ölmeyecek kadar şeker yediriyorlar ki, gene bal yapalım diye. Arıları anlamak olası. Çünkü onlar birer hayvan. Peki bizlere ne demeli?

Maltepe’ yi çıkardı. Tersine vurarak çıkardığı cıgaralardan birisini verdi sürücüye. Kendisi de alıp, ateşlediler. Ara sıra kocaman gözleriyle süzüyordu Yazıcı Tahir’i sürücü. Yutkundu, bir şeyler diyecekti, vazgeçti.

Yağan yağmurun etkisiyle yollar kayganlaşmış, tankerin tekerlekleri bir sağa bir sola yalpalamağa başlamıştı. Hızla ön cama çarpan damlalar helozonlar oluşturarak aşağı doğru akmağa çalışıyordu. Epey izledi Tahir damlaları. Akabilmek için amma da zorlanıyorlardı.

Derin bir sessizlik içindelerdi şimdi… Yazıcı Tahir çocukluğunu anımsadı birden. Okula ilk başlaması, öğretmen okuluna girişi, ilk öğretmenliği… Bıyıkları bile çıkmamıştı daha. Anadolu… Bölge bölge. Hele de öğrencileri. Bir hesap yaptı. İlk öğrencileri askerden dönmüş olmalıydılar. Kızların, okula başlayan çocukları bile vardır şimdi… Bir fren sesiyle irkildi. Kendine geldi. Levent Sapağı’na henüz daha vardı. Engin, kolunu babasının omuzu üstünden uzatarak buğulanan camı sildi. İçilen cıgara dumanları genzini yakmıştı. Boya torbası dizlerini yormuştu. Aldı, babasının dizleri arasına sokuştrdu. Dışarda yağmur hiç hız kesmemişti. Tahir. “ Şu sürücü bizi Levet Sapağı’nda indirmese de tamirhaneye kadar götürse ne iyi olur. Bu yağmurda belediye otobüsüne binmek neredeyse olanaksız gibi…” diye geçirdi içinden.

Tamirhaneye geldiklerinde iyice üşümüşlerdi. Giysileri yer yer ıslanmış ve çamurlanmıştı. 98’in Sürücüsü onları Tahir’in düşündüğü gibi Levent Sapağı’nda indirmeğe içi elvermemiş, rotasını değiştirerek tamirhaneye yakın bir yere kadar getirmiş, kimseye görünmeden geri dönüp sıvışmıştı…”Hocamı yolda koyamam, ayıp olur.” Demişti kendi kendine. Ayrılırken de Yazıcı Tahir’le göz göze gelmişler ve gülümsemişlerdi birbirlerine…

“Bu perişan görünümümle öğrencilerim görmese bari.” Diye geçirdi içinden Tahir. “Koca Kent. Belli mi olur kimin kiminle ne zaman karşılaşacağı? ” “Gösünler, görsünler! ” dedi sonra. “Görsünler öğretmenleri ne durumda… Belki biraz düşünürler: “ Bizim resimci neden böyle! ” diye.

E-5’ten çıkıp tamirhanenin çamurlu yoluna girdiler. Harç kamyonlarının biri geliyor, biri gidiyordu. O nedenle her kamyon geçişinde kenara çekilerek çamura bulanmak istemiyorlardı. Tamirhanenin önündeki betonlanmış alanda durakladılar.

“Koy oğlum torbaları şuraya! Ben içeri bir bakayım Hayrullah orada mı? ” diyerek idare binasına yöneldi. Engin hiç duymamış gibiydi sanki. Büyük büyük pompalar, mikserler, kompresörler, kaynak makinalarından çıkan kıvılcımlar dikkatini çekmiş, merakla etrafı izlemeye başlamıştı.

Yazıcı Tahir idare binasından baş sürücü Gürsel’le birlikte çıktı. Hayrullah olmadığından O yardımcı olacaktı. İri yarı, pala bıyıkları, gür ve arkaya taranmış saçları, yakası kalkık uzun pardesüsüyle bayağı etki bırakıyordu insan üzerinde. O’nun da ayaklarında sarı çizmeleri vardı. Tok sesi gümbür gümbür ötüyordu konuştukça. Ama geçen hafta büyük patronun oğlu Hayrullah nasıl da azarlamıştı O’nu? Gürsel’in bacağı kadar yoktu üstelik. Haksızdı da… Söyleyeceklerini yutmuş, ağzını açmamıştı Gürsel. Sadece içinden kalaylamıştı Hayrullah’ın anasını iyice bir. Amma da kamburdu bu dünya haa!

“Bak Tahir Usta! Şuradaki damperlilerin yazılarını yaz. Mardinden geldi bunlar. Yeniler daha.” Diyerek yazılacak arabaları gösterdi.

“Teşekkür ederim Gürsel Usta. Olur olur, sağ ol! Merak etme. En güzel şekilde yazarım yazıları.” Dedi ve arabalara doğru yürüdü. Etraflarını dolanıp, tek tek inceledi. Ne de büyük tekerlekleri vardı. Kaç yıllık maaşını biriktirse bu kamyonlardan bir tane alabilirdi? Hiç mi alamazdı yoksa? “Bırak oğlum kamyon almayı da yazıya başla yazıya! ” Diye tersledi kendisini. Sesli söylemiş olcak ki, Engin kendisine söyledi sanmış: “Ne aceleci adam bu babam! Nefes aldırmayacak gene şimdi.” Diye söylendi içten içe.

Yazılar, tankerlerin kapı yüzeyleri üzerine ve silindirin her iki yan yüzüne yazılacaktı. Oralar da çok çamurluydu. Ama olsundu. Temizlerlerdi. Dört araba az değildi. Bugün bitirebilirlerse tamı tamına yarım maaş tutarında para kazanacaklardı. Ucuza yazıyorlardı diğer yazıcılara göre ama olsundu. Gene de değerdi. Çamur, çorak soğuk… Bazen de aç arık çalışıyorlardı. Zorlanıyorlardı ama, ne kolaydı ki emeğiyle geçinenler için?

Babasının sandık üzerine çıkıp yazacağı alanları, bezlerle silip durdu Engin sıradan. Ara sıra babası: “iyi temizle! Son olarak temiz beze ispirto dök, öyle sil. Yağ lekesi kalmasın. Yoksa yazılar yarın öbür gün dökülmeye başlarsa kuruş vermezler bize kuruş oğlum!

Gerdiler üzerinde “Karalar” yazan şablonları yazı gelecek alanlara. Bastılar tırnağı, makasın yuvarlağını. Yazılar konturlarıyla göründü arabaların sırtında. Bantladılar birlikte. Konturları çekmeğe başladı Tahir. İşe başlamış olmaları güzeldi. Elleri üşüdü. Engin kulaklarını atkısıyla sarmış, tepinerek ısınmağa çalışıyordu. Ayakları ıslak, morali de bozuktu. Ülke’yle buluşacaktı oysa bu gün.:”Kaynak kitap alacağım bir arkadaştan, ben bugün gelmeyeyim.” demişti de babası duymazlıktan gelmişti O’ nu. “Hiç halden anlamıyor bu adam hiç.! “ diye içi içini yemişti izin koparamayınca… Ne hoş kızdı Ülke de öyle! Kocaman, kapkara gözleri sanki kendisini yutacakmışcasına derindi. Kimseye aldırış etmeden başını kaldırarak yürümesi kendine olan güvenini çoğaltıyordu Engin’ in… Ellerinden tutacaktı belki de bu gün. Sıcaklığını duyumsayacaktı. Düşündükçe bıkkınlık duydu yaptığı işten…

“Baba, baba be! Bu arabaların dördünü yazamayız bugün. İkisini bitirip gidelim. Üşüdüm zaten.: “Erken dönersek belki Ülke’yle…” diye geçirdi içinden. Yanıt vermedi Tahir. Sinirlendi. Haksızlık ediyordu oğlu. Böyle bir iş herkese nasip olmazdı. Kış girmişti. Ailenin giderleri hayli yüksekti. Üstelik kooperatifin taksitlerini de ek kazançlarıyla ödemek zorundaydılar. Aldığı maaşın ne hükmü vardı ki?

Fırçalar daldı boyaya. Daldı çıktı. Yazı sopasına dayayarak çizgiler çekildi. Bir, beş, on, yüz… Engin de çizilen çizgilerin arasını daha kalın bir fırçayla dolduruyordu. İki damperliyi yazıp bitirdiler. Elleri ayakları sızlıyor, titriyorlardı. İyice de acıkmışlardı. Yağmurun kesilmiş olması bir şanstı onlar için. Tahir:

“Bırak, bırak oğlum bırak! Biraz turlayalım da ısınalım. Belki yemek te yeriz.”

Fırçaları boya kutularının üstüne bırakıp, soldaki büyük binaya yöneldiler. Ayaklarındaki çamurları betonların kenarlarına sıyırıp içeri girdiler. İkisi de sıkışmışlardı. Rastladıkları görevliye tuvaleti sordular. Hemen girip soğuktan morarmış elleriyle pantolon düğmelerini zorlukla çözüp, işediler. Rahatlamışlardı. Lavaboda ellerini yıkadılar. Sabun da yoktu. Koltuk altlarında kurulayıp koridora çıktılar.

Tahir müdürün kapısına yaklaştı, durup bekledi. Birden bastı kola iteledi, girdi. İçeride tahta bir masa, üzerinde kırmızı rekte bir telefon, birkaç sandalye, duvara yapıştırılmış çerçevesiz Atatürk fotoğrafından başka bir şey yoktu. Ağır ses tonuyla: “Merhaba! ” diye seslendi Tahir.
Müdür hiç duymamış gibi önündeki kağıda bir şeyler karalamağa devam etti. Bekledi Tahir biraz. Çekip geri mi gitsindi? Olmazdı. Bekledi gene. Sonra ağırdan başını kaldırdı müdür. Tahir’e baktı, tanımamıştı.
“Nedir? ” diye Tahir’e sordu.
“Biz oğlumla sizin arabaları yazıyoruz da, yemekhanede yemek yiyebilir miyiz diye soracaktım.” Tahir’i baştan ayağa kadar süzdükten sonra: “Valla usta biraz bekleyin. Önce bizimkiler hele bir yesinler; yemek kalırsa siz de yersiniz.

Geri çekilip kapıyı kapadı Tahir. “Gel oğlum” diyerek yürüdü yemekhaneye. Engin de peşinde, girdiler içeriye. Bir kaç kişi yemek yiyordu. Önlerinde çorba, lahana sarması ve ekmek vardı. Açlıklarını daha çok duyumsadılar. Yemeklerin başında aşçı kadın duruyordu. Yanına yaklaşan Tahir’e. “Yemek kalmadı. Ama sarmanın soyundan biraz var. Ekmeği bastırıp yiyin..” demiş, merhametli davranmıştı.
“Olur, sağ ol “ dedi Tahir.

Tabaklara dökülen sarma suyu ile bir iki parça ekmek alıp oturdular masaya. İçleri kalktı ikisinin de. Ekmeği daldırıp: “Hapurt! ” Iıııh! Çatal kaşık ta yoktu üstelik. Bıraktılar yemeği.
“Ekmek alalım biraz Engin. Açlığımızı bastıralım bari, nasıl olsa alışkınız.”
Birer parça ekmeği ceplerine sokuşturarak dışarı çıkıp, damperlilerin arkasına gittiler. Orada atıştırdılar. Yağmur çiseledi bir ara. Kara bulutlar geçti üstlerinden. Rüzgarın da hatırı sayılırdı hani. Tamirhaneye girip çalışanları izlediler bir süre meraklı gözlerle. Böylelikle dinlenmiş sayacaklardı kendilerini.

Rüzgar ıslık çalmaya başladı yeniden. Yazıcı Tahir daldırdı fırçayı boyaya. Bir çizgi çekti, baktı eğriydi. Bir daha, gene eğri çıktı. Rüzgarın darbeleriyle fırçanın tüyleri sallanıyordu sürekli. Önlemenin olanağı da yoktu. İnat edip sürdürdü çizgi çekmeyi. “Kalan iki araba da bitmeli mutlak” diyordu içinden. Varsın biraz da eğri olsundu çizgiler. Düzgün çizgi çekmekte çok zorlanıyordu.

Bir an kafasının tası attı. Fırlatıp attı elindeki fırçayı ayakları dibine. Boya kutusunu da. Perişan haldeydi. Acı duyuyordu içinde bulunduğu durumdan. Durakladı, gözlerini göğe dikip düşündü. Aslında şimdi okulunda olmalıydı. Atölyede. Resim yapmalı, kitap okumalı, yazmalıydı. Arı gibi sarmalıydı etrafını öğrencileri. Rehberlik etmeli, üretime sokmalıydı onları. Ah, ne iyi olurdu! .. Ama neredeeeee…. Zil çalar çalmaz terk etmek zorundaydı okulunu. Hoş, resim atölyesi de yoktu ya okulunda.

Bunca yıl eğitim görmüştü: Komşu köyde ilkokul, öğremen okulu, eğitim enstütüsü; Anadolu, köyler kasabalar; öğrencileri, öğretmen arkadaşları… Hızla geçtiler gözlerinin önünden. En çok ta öğrencilerini unutamıyordu. Ne de güzel iletişim kuruyordu onlarla. Saygı duyuyorlardı birbirlerine… Korku girmemişti aralarına hiç. Hep iyiden güzelden yana olmuş, haksızlıklara karşı çıkmış, emeği ile geçim sağlayanların yanında olmuştu. Bu yüzden az mı bedel ödemiş, acı çekmişti… Olsundu. İnsan dünyaya bir kez geliyordu. O nu da anlamsız geçirmemeliydi. İçi rahattı ya, önemli olan da buydu.

Engin yere atılan fırçayla boya kutusunu almış, önünde duruyordu. Öfkesi henüz geçmemişti Tahir’in. ”Yıllarını, ömrünü ver vatanının uğruna, sonra da ciğeri beş para etmez talancıların çamuruna saplan dur! Allah kahretsin! ” diyerek yüksek sesle sitem etti oğluna… Sanki sorumlu oymuş gibi. Ses etmedi Engin. Babasının kırlaşmış, yer yer beyaza dönmüş saçlarına ilişti gözleri. Rüzgar darma dağınık etmişti. Atkısını boynuna dolamış, patolon paçalarını çoraplarının içine sokmuştu. Elleri ayakları çamur içindeydi. “ Daha otuzbeşinde olmasına karşın iyice yıprandı babam.” Diye geçirdi içinden. Tahir bir iki adım attı oğluna doğru.:

“Ver oğlum ver! ”
Aldı eline tekrar fırçayla boyayı. Dayadı yazı sopasını damperlinin böğrüne. Çekti, çekti, çekti durdu koturları. İsterlerse eğri olsunlardı. Doğru olacak diye ayet mi vardı sanki haklarınsa? Hangi iş doğru oluyordu ki şu ülkede? Varsın çizgiler de eğri olsundu…
*******************

Yazıcıııı! Yazıcı, yazıcı!
Kafasını çevirip baktı Tahir. Baş sürücü Gürsel’di çağıran. “Haşmet Kara seni çağırıyor.”
“Nerede? “
“Şurada, biraz ilerde. Çabuk, çabuk! Çok sinirli, bağırıp çağırıyor sağa sola zaten.

Telaşlıydı Gürsel. Tahir de afalladı birden. Adını duymuştu. Büyük patrondu Haşmet Kara. Şirket çalışanlarının korkulu rüyasıydı. Yazıcıyla ne işi olabilirdi ki? İçi ürperdi. Acaba yazılarını mı beğenmemişti yoksa? İşine son verebilirlerdi. Konut kooperatifinin taksitleri geldi aklına. Ödeyemezse çıkarırlardı. Ev sahiplerinin kahrı da çekilmiyordu ki. İçi bulgur kazanına döndü. Dağınık saçları, bir elinde yazı sopasıyla fırça, diğer elinde boya kutusuyla Gürsel’e doğru yürüdü. Biraz ötede patronları gördü. Hazır ola geçmiş sürücüleriyle siyah mersedesler biraz daha ıraktaydı. Patronlar; sırtlarında lacivert paltoları, rengarenk atkıları ve gıravatları ile, elleri arkalarında öylece bekliyorlardı. Her ikisinin de kırlaşmış saçları arkaya doğru taranmış, oldukça uzun boyluydular. Cilalanmış ayakkabılarında kuş gözü kadar bile çamur görünmüyordu.

Tahir yanlarına varınca durakladı. Sonra biraz daha ilerledi. Patronlarla göz göze geldi. Birbirlerini tarttılar şöyle bir. Kanı hiç ısınmadı Tahir’in onlara. O insan görünümlerinin altında ne tür kurnazlıkların yatabileceğini iyi bilirdi. Ama gene de ön yargılı olmak yanıltabilirdi insanı. “Hele dur bakalım.” Diye geçirdi içinden.
Haşmet Kara kalın ve oldukça da sert bir sesle:
“Sen mi yazdın bu tankerlerin yazılarını lan? ” diye azarlayıp bir adım attı Tahir’e doğru. Geri çekildi Tahir. Daha ağzını açmadan:
“Neden lacivert değil bu yazılar? Kim dedi sana siyahla yaz diye ha? ”
“En başta bana siyahla yazmam söylendi efendim. Yoksa lacivertle de yazabilirdim. Fark etmezdi benim için.”

Halil Usta geldi aklına hemen. Ya şimdi kimin söylediğini sorarsa ne diyecekti. Ölür de Halil Usta’nın adını vermezdi. O söylemişti siyah boya ile yazılacağını.

“Bu yazılar değişecek. Ödeme yapmam ödeme! ” diye söze girdi küçük patron.
“Ama efendim!
“Bırak amanı mamanı! Yazma artık tamam.”
“Yazmam ama…”
“Tahir’in son tümcesini duymadılar bile. Öte dönüp yürüdüler. Sap gibi dikili kalıverdi ortada Tahir. Adam yerine koyup dinlememişlerdi bile.
“Hey gidi resimci hey! ” Dedi içinden. “ Sen kimsin ki be oğlum paranın padişahlığında? ” Başını iki yana salladı durdu uzun uzun… “Şunlara bak be! Ödeme yapmayacaklarmış! 28 Tankerin yazısı değişir mi? Kolay mı bu iş öyle? ” İki ayda ancak yazabilmişlerdi bunca yazıyı. “Silip, yeniden ha? Kesinlikle olanaksız. Lacivert yerine siyah! Ne fark eder ki? Irkçılık yapıyor bu hin oğlu hinler belli ki! Bunca arabayı yazana kadar neredeydiniz? Yazılar siyah olunca kıyamet mi kopar sanki? Üstelik, vicdanlarınızla da uyumlu. Renk uyumunun ne olduğunu benden iyi mi bileceksiniz? ” diye efelendi kendi kendine Tahir…

Yorulmuştu zaten. Olduğu yere çömeldi. Patronlarla konuştukları takıldı kafasına. Kızdı kendine. Neydi o öyle.” Efendim, efendim, efendim… Yerin dibine batsın efendin! ” Rahat olamamıştı patronların karşısında. ”Özgür birey olamamışım daha” diyerek suçladı kendisini.

İçine bir kurt düşmüştü. Yazıları değiştirmeyecekti. Bu kesindi. Ya parasını alamazsa, ne yapacaktı? Mahkeme geldi aklına. Hukuk, adalet geldi. Bunca yıllık yaşamında bir kez çıkmıştı yargıç karşısına. Orda da: “ Senin işin mi Maraş olaylarını protesto edip dersi asmak hoca? ” diye terslemişti O’nu yargıç ta; Tahir de acı acı gülümseyerek bakmıştı yargıcın suratına. Kimi kime şikayet edecekti? Su başlarını devler tutmuştu bir kere. “Emeğinin karşılığını mutlak almalısın oğlum resimci! Pes etmek yakışık almaz! Hem, tüm yargıçlar aynı değildi ya üstelik.

Tankerlere bir göz attı. Engin, konturların aralarını doldurmağa devam ediyordu habire. Bir iki adım yürüdü, durakladı. Dizlerinin bağı çözülmüştü sanki. Bunca emeğin karşılığını alamama korkusu terletmişti Tahir’i bu soğuk havada. Okuduğu kitaplar, yaşadığı olaylar akın etti beynine. Suçlu oldukları bile kesin kanıtlanmamış çocukların boyunlarına yağlı sicim geçirilip, yaşamlarına son verilmemiş miydi daha dün bu ülkede? “Ayıp ayıp resimci! Hurşit Kayadaki alacağın paranın ne önemi var bunca acıların yanında? Bırak ödeyeme kooperatifin borçlarını! Evin de olmasın varsın! Evi olmayan sanki bir tek sen mi kaldın! ..”.Üzülüyor oluşuna kızdı.

Engin boyama işine ara verip babasına baktı bir ara. “Bir olmsuzluk var galiba” diyerek babasına doğru yürüdü:
“Ne oldu baba, bir şey mi var” diye sordu. Yanıt alamadı. Çok üzgün olduğunda konuşmazdı babası zaten.

Bir süre babasının ağzına baktı ne diyecek diye. Sonra dönerek aşağıda E-5’te kayıp giden taşıtları izledi bir bir “ İETT”, “Lassa”, “Eska”, “Arçelik”, “Karalar”, “Tofaş yazıları okunuyordu rahatlıkla. “Karalar” yazısını görünce heyacanlandı biraz. “Amma da güzel yazmışız. Ne de güzel görünüyor uzaktan. Çizgilerin eğrileri bile belli olmuyor.” Diye söylendi. Dudakları kurumuştu. Diliyle yalayarak ıslatmaya çalıştı. Ağzına biriktirdiği tükürüğü de fırlattı uzaklara.

“Ne yapmalıyım? ” diye düşündü Tahir. Yazıya devam edemezdi. Lacivert boya yoktu zaten. Halil Usta’yla görüşüp bir durum değerlendirmesi yapıp, ona göre karar vermesi daha sağlıklı olurdu… Engine dönerek:
“Git topla boyalarla fırçaları, gidiyoruz! İyi yıka fırçaları ha!
“Ne oldu baba? ”
“Sorma şimdi, gidiyoruz hadi! ”
“Kovulduk herhalde” diye düşündü Engin. Üzüldü. Bunca zorluk çekmişlerdi. Daha 25-30 araba vardı yazılması gereken. Paraları aldıklarında üzerinde”Pertevniyal” yazan eşofman alacağına söz vermişti babası. Alamazdı artık.

“Durma be oğlum hadisene1
Boyalara yöneldi Engin. Tankerlerin arkasına geçip, giysilerini değiştirdi Yazıcı. Saçlarını taradı. Gitti, tamirhanenin önündeki muslukta ayakkabılarını çamurlarından arındırdı. Engin de fırçaları yıkamış, boya kutularının kapaklarını kapatarak torbaya yerleştirmişti. Getirip babasına verdi. Kendisi de giysilerini degiştirmek için tankerlerin arkasına geçti. Tahir, yazdığı yazıları inceledi bir süre. Hiç de fena değillerdi hani. Hilesiz çalışmıştı. “Değmezmiş ama” dedi içinden. Birden 52’nin telefon numaraları çarptı gözüne. Son iki rakamı olan”00” eksik kalmıştı. Canı sıkıldı. Oldum olası sevmezdi yarım bırakılan işi.”Bir işe ya hiç başlamayacaksınız, ya da başladığınız işi mutlak bitirmelisiniz.” Biçiminde az mı uyarmıştı öğrencilerini? Aniden eğildi, Hırsla açtı boya torbasını. Siyah boya ile fırçayı çıkardı aceleyle. “Hiç olmazsa hem telefon numarasını tamamlamış, hem de bir tankerin işini de tam olarak bitirmiş olurum.” Diyordu. Fırçaya baktı, iyi yıkanmıştı. Yumuşacıktı. Tornavidayı alıp, kutunun kapağını kaldırdı. Yazı sopasını destek yaparak kutuya daldırdığı fırçayla “0” yazdı. İkinci “0” a başlayacaktı ki, bir araba horlayarak hızla geçti yanından. İlerleyip acı bir firenle durdu. Geri geri gelip, yazıcının ayakları dibinde durdu. “Gel gel” anlamında el etti Tahir’ e arabadan birisi. Eğilip baktı Tahir. Hurşit Kara olduğunu fark edince: “Buyurun! ” dedi. “Efendim” sözcüğünün ağzından çıkmamış oluşuna sevindi. Ancak durum farklıydı!

“Ulan ben sana yazma artık demedim mi biraz önce? ”
Kızıl görmüş boğa gibi böğürüyordu sanki Hurşit Kara. Kulaklarına kadar da kızarmıştı.

“Telefonun son iki raka….”
O da ne? Açtı mercedesin arka kapısını Hurşit Kara, fırladı dışarıya, girdi Tahir’in burnunun dibine.
“Niye yazıyorsun niye, eşek oğlu eşek! Yazma demedim mi ulan”

Küçük patronla Hurşit Karanın oğlu Hayrullah da arabadan inip çevirmişlerdi Yazıcı’yı. Korktu. Bir an baş sürücü Gürsel’le göz göze geldiler. O’nun yardımı olanaksızdı. Niyetleri ne olabilirdi ki bunların? “Viyana gibi kuşatıldık.” Diye düşündü Tahir. Kaçamazdı da. Toparlanmaya çalışarak: “ Yarım bırakmak istememe…”
Takılı kaldı sözcükler boğazında. Bir el havalandı. Yaba gibi kocaman ve kıllı. Savruldu havada, indi Yazıcı Tahir’ İn suratına. Dengesi bozuldu, sendeledi. Biraz geri çekilince kıllı el bu kez havada kalakalmıştı. Tahir: “Toparlanmalıyım bu ayının karşısında” diye geçirdi içinden. Hurşit Kaya’ya bir adım atarak:
“Bana vurdunuz, haksızsınız! ” Diye avazı çıktığı kadar bağırdı.
“Vururum lan! Sen benim kim olduğumu bilmiyor musun? Hiç mi görmedin gazetelerde resimlerimi? Her zamanda vururum! ” Diye kükredi yeniden.
Bu arada Engin kocaman bir taş kapıp gelmişti yanlarına. Afallamış, gözleri dört dört açılmıştı. Dolandı patronların etrafını: “Beni de hesaba katın” der gibi bir hali vardı.
Hurşit Kaya indirdi havadaki kolunu. Burada daha fazla oyalanmak istemediğini anlatmak istercesine:
“Çek arabayı” diye emretti sürücüsüne.

*********************************************

Kahroldu, kaldı Tahir orta yerde.Gözleri karardı. Ayaklarını iki yana açarak dengesini sağlamağa çalıştı. Bekledi bir süre öyle. Başını göğe kaldırdı sonra. Kara bulutları gördü öbek öbek. Birden miting alanları geldi gözlerinin önüne. Bir, on, yüz, binler, on binler....Ağızlarında türkülerle ne de onurlu yürürlerdi öyle.İnsanca yaşamın özlemiyle doluydu yürekleri. “Olmadı, başaramadık! Olmadı”! diye bağırdı avazı çıktığı kadar. Midesi bulandı. Kusacak gibi oldu. Karardı gözleri. Kamyonlar, tamirhane, kalabalıklar, E-5, bulutlar; hafiften çiseleyen yağmur,; kocaman kıllı el, Engin’in yuvasından fırlamış gözleri, öğrencileri- kızlı erkekli- resim sergileri; fırçalar, boyalar, kara boya, kara boya, kara boya… Allak bullak oldu bilinci. Hüzünlendi. İki damla yaş yuvarlandı yanaklarından tonlarca ağırlıkta…

Tamirhane emekçileri de olanları merakla dışarıya fırlamışlardı. Engin, elinden bırakmadığı taşla, olan biteni çözümlemeye çalışmakta; Gürsel ise başını ellerinin arasına almış, çaresiz yere bakmaktaydı…

Uzaklaşan mercedesin homurtusuyla kendisine geldi Yazıcı Tahir. Olayı izleyenleri gördü. Derin derin bir iki nefes alıp verdi. Elleriyle saçlarını düzeltmeye çalıştı. Eğildi, boya kutularını ve fırçaları toplayıp boya çantasına yerleştirirken altta kalmış pastel boya kutusunu gördü. Birden gözleri ışıdı. Bir sevinç kapladı içini. Gülümsedi hafiften. Mutlandı…

“Engin! Bak, pastal boya! Unutmuşuz Murtaza’ya vermeyi. Geçerken bırakalım da yalancı çıkmayalım Barış’a…Akşamı zor ediyordur yavrucak şimdi.” Diye oğluna seslendi büyük bir sevinçle…

Yazıcı Tahir daha sonra yüzünü güne döndü. Kendisini merakla izleyen tamirhane emekçilerine de hafifçe el salladı, gülümsedi. Engin’e dönerek:

“Hadi Engin, gidiyoruz oğlum! ” dedi.


***********************************************

Mustafa Öcalan/EĞİTİMCİ

1988- SEFAKÖY

Mustafa Öcalan
Kayıt Tarihi : 19.10.2007 21:38:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Yaşar Aydın
    Yaşar Aydın

    güzel bir öyküydü...kutlarim

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (1)

Mustafa Öcalan