Bir gün şafak vakti Yada kızıl bir akşam da Ne zaman gelecegimiz ve nereye gidecegimiz, Belli olmayan bir yoldayız Kimse bilmiyor ne kadar zamanımız var Sadece bizler icin sevda var Kuytu köşelerde
Ve gidersem, Kalbimi sende bırakırım Sadece ana hissettiklerimi anlaman icin Bilmen icin ve hic unutmaman icin, Sana olan hislerim ölümsüz.
Esirlik Özlemler... Insan esiri oluyor ilk ozlemlerinin...
En uzun surenleri, en ulasilmaz hasretleri oluyor ilkleri hep. Bunca ozlemli hayat kesitlerinde sanki bir ozlem secip siki sikiya baglanmasi gerekiyor insanin. Hatta belkide bu ozlemlerle baglaniyor hayata, ve yillar gectikce, hani olgunlastikca insan gunumuzun deyisiyle bu bagi kopariyor yavas yavas, ve tam da o anda; artik ilk ozlemine dair bile yeterince olgunlastiginda oluyor insan, hayata baglayani kalmadigindan..Velhasil ozlemler gercekleri hayatlarimizin, en bilmemne duranin bile var bir ozlemi hayatta, hayatta kaldiginca...
Ama sadece yeterince durust olanlar, yeterice cesur olanlar yasayabiliyorlar ozlemlerini gizlemeden yeterince olgunlasacaklari o ana kadar...
Bazen bir cift ayakkabida sekilleniyor aslinda korkulacak kadar sert babanin sevgisini elde tutmak olan ozlem, bazen yiten kaybolan bir sevgilide, bazen oynanamamis sokak oyunlarinda, bazen yatilan hastane odalarinda, gozden kaybolan arkada birakilan kentlerde, koylerde... Sekli cokta onemli degil aslinda ozlemin, eski sinema filmlerinde hayalleri canlandirirken kullandiklari bugulu goruntuler gibiyse aklimiza hatiralari geldiginde, acabalarla susluyse birde bugunun arkasinda, ozlemlerimiz oradadir iste...
Calinamamis bir piyanoda, opulememis komsu kizinda, binilememis bir tramvayda, gidilememis bir sahil kasabasinda, gorulememis bir bale resitalinde, icab edilememis bir davette, konusulamamis bir dilde, dillendirilememis bir duyguda, ilerleyen yaslarda gencligin, cocuklugun toyluguna verilmesi ihtimali olan herseyde biraz ozlem birakip devam etmisizdir hayata... Kimi gucludur, kimi hatirlanamayacak kadar zayif, kimiyse anlatilamayacak kadar cocuksudur.. Zira korkulur cocuk kalmaktan yaslar ilerledikce... Cocuklugun ozlemleri de utanilacak kadar anlatilmaz olur ilerleyen yaslarda...Hele de gec kalinmis cocukluklarin ozlemleri...Onlar daha bir acidir, daha fazla acitir...Daha utanilasi, yalniz yasanilasi ozlemlerdir...Sigaraya baslatmistir mesela bazisi, bazisi kaybettirmistir ozlemleneni vodka siselerinde...
Kendini kaybedebilmek icin, iste bu gercek ozlemlerini paylasabilmek icin sarhoslugun bile elit bir adabini olusturmustur olgun insan figurleri.. Belki de bundandir cocuklarin hicbir kulturde alkolle tanismasinin istenmemesi... Dusunsenize bir; cocuk olanca cesaretine bir de sarhoslugunkini yuklenirse... Bir cocuk dunyanin basina bela bile olabilir belki de...
Iste, bu sarhoslugun kendiligindenligini yasadigi cagda mutludur insan, sonrasinda da suni sarhosluklarda arar ozlemli gunlerinde kaybolmus mutluluk kirintilarini...Turk ra kida arar, Yunan’i uzo da...Mastikasi, vodkasi, sakisi, sarabi derken tum dunyayi bir masada ayni adab ile dolasirda insan, yine de ayilir...
Olgun yasta bir insan olmanin tum sorumlulugu aslinda ozlemlerin sirrinin altinda ezilmekten ibarettir... Mutlu evliliklerin gerdek gecelerinin sabahi hep ayni hayalle uyanir kadinda, erkekte... Belki ozlemle asik oldugum, sevdigimdir yanimda yatan... Derken gercekle yuzlesilir... Gulumsenir karsilikli... Saklanmaya calisilir o gulumsemenin ardina, zaten gizlenilmeye alisilmis o ozlem... Keskeleri karanliklar ortemez oysa, tenin birden sogumasinda, gozun saga sola kacisinda, aniden sarilista yuzdeki olasi degisiklikleri saklamak-zaman kazanmak adina, kalbin korkuyla durusunda... Korkuyla, ya anlarsa, ya aslinda onu degilde ozlemlendigimi sevdigimi anlarsa...Lakin korkunun cift tarafliligi gorunmez yapar korkuyu, gorunmez, duyulmaz, hissedilmez, onemsenmez.. Tipki ozlemlenenin ulasilmazligi gibi...Tipki ulasilamadigi gibi..Belki de en insancil tarafidir ozlem insanin.. En vahsilerini dusunun insaligin, Hitler mi, Cengiz mi, Mussolini mi... Belki sizin icin daha vahsileride vardir, firavunu, Brutusu, Kleopatrasi...Belki Saddami, belki G.W Bush’u... Kimse en vahsisi sizin icin onu getirin akliniza ve farkedin onlardaki ozlemleri de...Belki asklari, belki sevgi, belki dostluklar...Var olma savaslarinda zaferler belki, kaybedilmis ozgurlukler... Kardes kanindan tadilmis damlalar...Insan ozler...Varolusun belki de bu en insancil duygusundan, ozlemlerden kacilmaz...
Kacilmamali... Insan itiraflarinin en buyugunu en ozlemli olduguna yapmali aslinda... Gerekirse haykirmali... Televizyonlar bunun icin vardir belki de anlasilmazligin bugun geldigi yerde... Bir zamanlarin en dislisi yan koye kadar uzanan, kasabaya bile varmayan ozlemleri bugunlerde dunyanin obur ucunda varliklaniyor, belki de herhangi birimiz icin bir uzay mekiginde dunyanin yorungesine dogru seyrediyor...Caglarin ozlemleri degil, ozlemlenen mesafeleri buyuttugu savi ne kadar dogru olur bilmiyorum ama, hep var, hep olacak ozlemlerin hakedilmis, haketmis ozlemler olup olmadigini anlamanin bir yolu...
Yeter ki “yol” dan, arayisin dolambaclarindan kacmasin insancil taraflari agir basan, omrun kisaligindan, gelecegin sorulmazligindan haberdar olan insanlar... Yeter ki “yol” la olun...Yol size acacaktir en az gecilebilmis patikalarini bile... Esirlik ozlemler de idam edilmediklerini bilmek ister...Ne kadar uzun surmusse esaret, bir o kadar hakeder artik kurtulmayi bunca yillarin esaretinden...Esirlik ozlemler de safak sayarlar... En aydinlik gunlere ulasabilmek icin...Yeter ki bir defa isteyin esirlerin azadini...Istenildiginde size ne kadar uzak gelirse gelsin, her azad yakindir, onlarca yili esir gecirmisler icin...
SEVGİNİN DÖNGÜSEL DOĞASINA AÇILMAK, ÖZGÜR VE DÜRÜST İNSAN OLMAKT
Eşlerin ilişkilerinde yaşanan bütünsellik nasıl oluşur veya nereden kaynaklanır? Eşler, tüm doğanın döngüsüne katılabildiklerinde ve doğanın kadim örüntüleriyle uyum içinde olabildiklerinde, ilişkilerini çoğu zaman yaşam boyu sürdürebilirler. Eşler, kimi zaman geçinemeseler de, kimi uyuşmazlıklar yaşasalar da, bağlılıkları; sert kışlar, verimli baharlar, uzun yürüyüşler ve sevgi dansları boyunca devam eder. Çünkü eşlerin içgüdüsel hayatları, doğaya uyum içinde, sadakati, ömür boyu süren güven ve adanma bağlarını içerir.
Sevgi, sadece iki sevgili arasında romantik bir buluşma sayılamaz. Sevgi, basit bir ego-zevkinin ürünü olan bir flört ya da kovalamaca değildir. Sevgi, dayanıklılığın bilinçaltındaki psikolojik gücünden oluşan gözle görülür derin bir bağdır. Sevgi, cömertlik ve sadeliğe, en karmaşık ve yalın günlere ve gecelere egemen olan bir birlik, bir bütünsellik anlamı taşır. Her iki varlık, derin bilinçaltlarında var olan potansiyel güçlerini sevgi bağlarıyla birleşip bütünleştirebilirler. Derin potansiyel güçlerini sevgi ilişkisi sayesinde tanıyabilirler. Elbette bu tür bir birlikteliğin şartları vardır. Kalıcı sevgiyi yaratmak için, sevgililer, birlikteliğe üçüncü bir ortağı davet ederler. Bu üçüncü ortak hayat/ölüm/ hayat figürü ve döngüsüdür. Bu döngünün bilinçaltından bilince taşınabildiği yolun açık olması sayesinde, ilişki hiçbir zaman tam anlamıyla sona ermez, ilişkinin bazı yönlerinin derisi dökülür ya da ilişki kabuk değiştirir ama sonra ansızın farklı bir şekil, farklı bir renk ve dokuyla tekrar hayata geri döner.
Hayat boyu sevgiyle beslenmek istiyorsak, ne yapmaktan korkmamalıyız? İnsanlar, dönüştürücü olana inançları kaybolduğu zaman, doğal yükseliş ve çöküş döngülerinden korkarlar. Aslında ve ancak, hayat/ölüm/hayat doğasıyla yüzleşip, karşılaşarak, ilişkiyi geliştirebilirler. Bunu yaptıklarında, boş fanteziler için olta atmayı bırakırlar, boşa oyalanmaktan vazgeçip, iç dünyalarında, dürüst ve özgür ilişkileri yaratan zorunlu ölümleri ve şaşırtıcı doğumları makul bulurlar. Doğanın döngüsüyle yüzleştiklerinde, tutkunun elde edilecek bir şey değil, döngüler halinde üretilen ve tükenen bir şey olduğunu öğrenir ve kabullenirler. Benzersiz ve özverili bir sevgiyi yaratan şey, ölümle iç içe yaşanan ve bütün iniş ve çıkışlar boyunca birlikte paylaşılan, bir yaşantı olarak hayat döngüsüdür.
Egemen kültür, İnsanı kendine yabancılaştıran, ölüm doğasının özgün niteliğinin üstünü, öteki yarısı olan hayat’tan kopup ayrılana kadar, çeşitli dogmalar ve otoriter öğretilerle örter. Egemen kültür, yanlış bir şekilde, vahşi-özgün doğanın en derin ve en temel boyutlarından birinin, çarpık bir biçimini kabullenmek üzere bizleri eğitir. Bizlere, ölümü her zaman daha fazla ölümün izlediği ezberletilir. Hayır, bu doğru değildir. Ölüm her zaman yeni bir hayatın kuluçkasına yatar. Ölüm ve hayat, basit karşıtlıklar olarak değil, bir madalyonun iki yüzü gibi anlaşılmalıdır. Tek bir sevgi ilişkisi içinde birçok son vardır, doğrudur ama iki kişi birbirini sevdiğinde yaratılan varlığın güzel katmanlarından birinde, bir şekilde hem bir kalp hem de bir nefes vardır. Kalbin bir tarafı boşalırken, öteki tarafı dolar. Bir nefes tükenirken, diğeri başlar.
Hayat/Ölüm/Hayat gücünün, ölüm ötesinde bir kısmı olmadığına inanan eşlerin, bağlanmaktan korkması şaşırtıcı değildir. Sadece bir son yaşamak bile insanları dehşete düşürür. Terastan iç odalara geçmeye dayanamazlar, korku doludurlar. Aslında hayat, ölümün sevecen hizmetleri sayesinde yenilenir. Her ölüm ya da son, hayatın yeni bir başlangıcıdır. Hayat/Ölüm/Hayat doğası, içgüdüsel doğanın temel bileşenidir. Bu bileşen, dünyadaki hemen tüm mitoloji ve folklorlarda, eski yaratılış tanrıçalarıyla ve dişil-doğuran doğayı kişileştiren kalıntılarla doludur. Hayat/Ölüm/Hayat tanrıçaları, doğumun, sevişmenin ve ölümün gözetleyicileri olarak kişileştirilmişlerdir. Sanatçılar, ölüm olmazsa hiçbir şeyin değeri olmadığını bilirler. Ölüm olmazsa bir ders olmaz, sevginin ışıldayacağı bir karanlık olmaz. Olgunlaşıp erginleşenler, bu ölümden korkmazlar. Sevmeye çalışan insanların, iç dünyalarında bir türlü rahat edememeleri, yüreklerinin en derinlerinde en çok sevdikleri şeyleri es geçip gitmeleri şaşırtıcı değildir. Ama egemen sevgisiz kültür, insanlara sonsuza kadar değişmeden yanan, otoriter ve ruhsuz bir dünya kurgulamıştır. Başlangıçta ne bulduğumuzu kavrayamasak bile, başka birini ruhsal bir hazine olarak keşfetmek ilk adımdır. Çoğu sevgi ilişkisi, iki taraf içinde bir umutlar ve korkular dönemi olan kovalama ve gizlenme ile başlar. Sonraki adım, ilişkinin hayat/ölüm/hayat boyutlarının çözülmesi, anlaşılması ve merhamet ile tahammülün geliştirilmesidir. Sonrasında güven içinde gevşeme, dinlenme gelir. Bu dönemi, düşlerin ve geçmiş üzüntülerin paylaşıldığı bir dönem izler, sevgiye dair eski yaralar iyileşmeye başlar, ardından yeni hayat üzerine şarkılar söylemek için kalp-gönül devreye girer. Son olarak beden ile ruh iç içe girer.
Bir hazine olan sevginin bulunması ile üst dünyada yani bilinç dünyasında yaşayanlar ile, alt dünyada yani bilinçaltında yaşanmış olanlar veya oraya itilenler arasında çok geçmeden büyük bir mücadele başlar. Aslında sevgililer, yaşadıkları sevgi sayesinde içlerindeki büyük hazineleri açığa çıkarırlar. Bütün güçlerin sınandığı bu hazineyle uzlaşılması gerekir. Ama başlangıçta sevgililer, bunu bilmediklerini bilmezler, bütün sevgililer, başlangıçta yarasalar kadar kördürler. Sevgilerini, fazla bir şey yapmadan, derin doğalarından besleyip, daha da derinleştirmek istemezler. Aslında daha fazlayı bırakın, hiçbir şey yapmadan sevgiden beslenmekten hoşlanırlar. Gerçekte bu yolla değerli hiçbir şeyin gelişmediğini hissederler ama gene de isterler. Öyle yan gelip yatarak mükemmel bir sevginin düşünü kurmak kolaydır. Bir uyuşukluk ve tembelliktir bu. Başlangıçta egoları, eğlence için avlanmakta olsa bile, sevginin işlerlik kazandığı alan ve sevgi mekânı, kutsanmış bir yerdir. Sevgililer, hayat/ölüm/hayat süreçlerine katlanamazlarsa, sezgisel ve duygusal yeteneklerini geliştirmeye sebat etmezlerse, birbirlerini hormonsal isteklerin ötesinde sevemezler.
Her kadın ve erkeğin bir parçası, bütün sevgi ilişkilerinde ölümün de payı olması gerektiğine karşı çıkar. Aslında her insanın içinde var olan hayat/ölüm/hayat kuvveti, enerjisi ve yeteneği, bir psikolojik güç ve duyarlılık olarak, bir başkasını sevme yoluyla bilince çıkmayı bekler. Sevgi ilk başladığında, en gözde heyecanlar ve ürpertilerimizle, hiç ölmeyecekmiş gibi yola devam edebileceğimizi sanırız ama sevgide ruhsal olarak her şey yıpranır, tükenir. Ego-benlik, bunun böyle olmasını istemez ama bu, inkâr edilemeyecek bir gerçekliktir. Peki, son bulan nedir? Yanılsamalar, beklentiler, güzel-olan her şeye sahip olma hırsı, tüm bunlar ölür. Sevgi, her zaman ölüm doğasına doğru bir inişe neden olur ve bu nedenle sevgi ile bağlanma, yüksek düzeyde benlik gücü, ruh gücü gerektirir. İnsan, sevgi ile bağlandığında özünün, derin doğasının yeniden canlanmasına da bağlanmış olur.
Sevgi ilişkisinin beklenti evresinden, yüzleşme evresine geçildiği zamanlarda bocalamalar, korkular da başlar. Tamamen iyi niyetlerle başlayan ilişki, iniş çıkışlarla kanat çırparak havada durmaya çalışır. “Bir Tanem” evresi bittiğinde tökezler, çünkü sevgi sadece bir fantezi değildir. Daha sonra bir fanteziyi canlandırmak yerine, daha ciddi ve derin ustalık isteyen, daha güçlü meydan okuyan bir ilişki başlar ve bu aşamada aklın devreye sokulması gerekir. İşte o zaman bilinçaltında yatan derin içgüdüsel hayat, sınamalar ve bedeller için harekete geçer. Eğer sevgililer, zorlama bir neşeli hayat için, cinsel yıldırım ve şimşeklerle deneyimleşen sonu gelmez hazlarda ısrar ederlerse, hiç çekişme yaşanmasın her zaman hoş ve güzel şeyler yaşansın derlerse, hayat/ölüm/hayat doğası, uçuruma sürüklenip boğulmuş olur. Bu tutum, sevgi ilişkilerinde hayatın ve ölümün bütün döngülerine izin vermeyi reddetmektir. Bu ilişki, anlamsız ve yararsız bir sürüklenmedir. Dönüştürücü döngülerin kullanımı, yani bazı şeylerin ölmesi ve başkalarıyla değiştirilmesi gerektiği anlaşılmazsa, katlanma ve tahammül sınırları genişletilmezse, sevgi her zaman uçurumdan aşağı atılır. Gizemli iç doğanın uçuruma atılması, her zaman kadın sevgiliyi ve erkeklerdeki ruhsal kuvveti, gerçek bir sevgiden ve beslenmeden yoksun bırakır, onu cansız bir iskelete dönüştürür.
Daha önce süregiden hayatta bir çöküş yaşanmadan, yeni bir hayat pek mümkün değildir. Sevgilerini ışıl ışıl aydınlatan bir zirvede tutacaklarını sanan ve bunda ısrar eden sevgililer, günlerini giderek artan bir şekilde kemikleşen bir ilişkinin cenderesinde geçirirler. Sevgiyi sadece olumlu ve hoş biçimiyle yaşatma arzusu, sonunda sevginin azalıp temelli ölmesine yol açar. Ama siz hoşlansanız da hoşlanmasanız da yüzeye çıkan ruhsal dünyanız yani sizin iç gerçekliğiniz, sizi kaçamayacağınız sınavlara çağırır. Gerçekten sevgiyi yaşayamayanlar, kendi gerçek bilgilerine de ulaşamazlar. Bu kendini bilme, anlama, kavrama olmadan da, ne gerçek sevgi, ne adanma, ne sadakat olabilir. Sevginin yüksek bir bedeli vardır. Bu bedel cesarettir. Bu bedel iç dünyada uzaklara gidebilmek, kendini açabilmek ve aşmaktır. Korkutucu gelse de, cesaret göstermek, sevgiyi tanımak için gerçek bir fırsatın yakalandığı ilk andır. Bu an başarıyla aşıldığında, bir adanma sevgisinin mümkün olduğu bir dünyaya girilir. Sevmek her bir hücreniz “Kaç! ” derken, kalmak demektir. Aslında saklanacak bir yer yoktur. Çünkü sevgi nerede doğarsa, içinizdeki hayat/ölüm/hayat gücü de her zaman orada yüzeye çıkar. Sevgililerden herhangi biri, ilişkiden kaçmaya çalıştığında, ilişki paradoksal olarak daha fazla hayatla dolar. Ve yaratılan hayat çoğaldıkça, kaçan sevgilide o kadar dehşete düşer, çünkü kaçtıkça daha fazla hayat yaratılır Bu olgu hayatın en önemli traji-komedilerinden biridir.
İnsanın sevgi sayesinde içine bakması, içini görebilmesi, içiyle arasındaki mesafeyi kapatabilmesi, büyük ve gizemli bir yolculuktur. Göz kamaştırıcıdır. Ruhsal olarak bir ufuktan diğerine, cennetten cehenneme uzanır. Kucaklanamayacak kadar büyük bir alandır. İnsanların aslında kendi içlerini kucaklamak için sevgiye koşmaları şaşırtıcı değildir. Korkulan şey güçlendirebilir, iyileştirebilir, insanı sadeleştirir.
Sevgi ve korkularla örülen bilinçaltımız bir hazinedir, her anın, her söz ve duyarlılığın kaydedildiği engin bir hard-disktir. Bilinçaltı bir hazinedir ama ne yazık ki bize bu hazineden korkmamız öğretilir. İnsanların büyük çoğunluğu, sevmeye başladıklarında kendileriyle yüzleşmekten korkarlar, bilinçaltında saklananlardan kaçarlar. Ancak sonunda herkes kendi gerçekleriyle yüzleşir. Öğrenci hazır olduğu zaman yüce öğretmen ortaya çıkar. Elbette egomuz değil, ruh-bilinç yapımız hazır olduğunda, gerçeklerle yüzleşmekten artık korkmadığımızda, içimizdeki öğretmen açığa çıkar. Bilinçaltı denilen bu öğretmen, ruh-bilinç ne zaman çağırırsa, ne zaman gerçekten isterse, o zaman çıkar gelir. Bilinçaltını çözmekten ve dolayısıyla hayat/ölüm/hayat doğasıyla alışverişe girmekten korkmayanlar, gerçeklere tahammül edebilenler, sevme yeteneklerini geliştirirler. Bilinçaltıyla ilişkiyi güçlendirenler, uzun vadeli bir sevme becerisi kazanırlar. Giremeyenler kazanamazlar. Bir üçüncü yol yoktur.
Öğrenmek işimiz olmalıdır. Sevmek isteniyorsa, bilinçaltının etrafından dolaşılmaz, onu kucaklamak, ölüme meydan okuyan ve dönüşüm-değişim yaratan bir görevdir. Bu görev başarılmazsa, gerçek bir doyum hissi de olmaz. Hazları sevmek bir şey getirmez, kalıcı değildir. Gerçekten sevmek, kaçıp korktuğu şey üzerine derinlemesine düşünen ve kendi korkusunu yenebilen bir kahraman ister. Gerçek sevginin ruhu, benliğin öteki yüzü ve ruhsal enerji, ancak cesaretle açığa çıkar. Korku, bu görevi yapmamak için yetersiz bir mazerettir. Hepimiz korkarız bu, yeni bir şey değildir ama çoğu insan sadece hazdan hoşlanır, tüm belirsizliklerden ve belirsizliğin getirdiği korkulardan kaçmaya çalışır. Hem çok ihtiyatlı hem de çok aç gözlü olan bu insanlar, tatmin edici bir şey bulduklarında hemen ona saldırırlar. Yaralarına içerden bakmak yerine, o yarayı kendi dışlarına yansıtırlar, sorunu ve çözümü başka yerde ararlar. Aslında yara, kendi içlerindedir ve deşilip sağaltılmayı beklemektedir, dışarıya saldırmak boşunadır. Biz, bu saldırana ego ve bu davranışı yapana da egoist deriz.
Ego, tutkunun sona ermesinden korkar, hazzın tükenmesini önlemeye çalışır. Ego kurnaz ve haristir. Gelişmemiş ego çok basittir, toplumsallaşmamış bir çocuk gibidir. Hangi dilimin en büyük, hangi yatağın en rahat olduğunu görmek için gözleyip duran bir çocuk gibidir. Ego, iç benliğimizdeki hayat/ölüm/hayat doğasını hayatlarımıza kabul edersek, bir daha asla haz ve zevk duyamayacağımızdan korkar. Bilinçten gelen yaşantıyı, salt egodan gelen yaşantıdan ayıran üç şey vardır. Yeni yolları, yöntemleri hissetme ve öğrenme yeteneği. Kötü bile olsa o yoldan ayrılmama azmi ve üçüncü olarak zamanla derin sevgiyi öğrenme sabrı. Ego ise sürekli olarak şiddetli bir öğrenmeden kaçınma isteğine sahiptir. Öğrenmekten çıkarım nedir, öğrenip ne yapacağım? der. Ego, sabır için biçilmiş bir kaftan değildir.
Öyleyse bir başkasına duyulan sevgi, değişip duran egodan değil daha çok, vahşi sabır dediğimiz, vahşi ruhtan-bilinçaltından gelir. Bilinçaltını çözmek için, ölmeye-doğmaya ve ölmeye ve yeniden doğmaya istekli bir yürek-gönül yeterlidir. Enerjiye karşı mesafeyi ölçen odur. Bilinçaltını çözmekle daha sonra olacakları hissetme gücü, doğasal ruh ve varlıkların birbirleriyle nasıl bir ilişki içerisinde olduklarını anlama yeteneği ve bizim bu muhteşem sarmala nasıl katılabileceğimiz konusunda bilme gücü kazanırız.
Derin bilinçaltımıza, güzel-olmayan ve kusurlu olan her şeyi tıkıştırmamız öğretilir. Güzel-olmayan nedir? Sevilmeye duyduğumuz kendi gizli açlığımız güzel-olmayandır. Sevmeyi beceremememiz ve sevgiyi istismar etmemiz güzel-olmayandır. Sadakati ve aldanmayı ihmal etmemiz, yetersizliklerimiz, yanlış anlayışlarımız, çocuksu fantezilerimiz güzel-olmayandır. Ayrıca doğuran, yıkan ve yeniden doğuran hayat/ölüm/hayat doğası, bizlere aşılanan “uygar” kültürlerimiz tarafından güzel-olmayandır ve bilinçaltında saklanması gerekir.
Bilinçaltına tıkıştırılan bu karışık yumakları sabırla çözmek, sevginin daima ışıldayan mumlar ve daima çoğalmak anlamına gelmediğini anlamak demektir. Bilinçaltını çözmek, kendini yenilemenin karanlığında korkuyu değil cesareti bulmak, eski yaraları iyice açıp sonra sarmak demektir. Gerçekten sevmek için, sevimli olmayan her şeyimizle yüzleşmek zorundayız. Kendimizi tekrar hayata döndürmek ve daha iyi bir düzenlemeye kavuşturabilmek istiyorsak er geç bu yüzleşmeyi yaşamak zorundayız.
Daha fazla hayat üretmek için, içimde neyin ölmesi gerektiğini biliyor muyum? Sevebilmek için bende ölmesi gereken nedir? Hangi güzel-olmayandan korkuyorum? Bugün ölmesi gereken nedir, yaşaması gereken nedir? Hangi hayatın doğmasından korkuyorum? Şimdi değilse ne zaman? Bu sorulara açık ve net yanıtlar veren ve duygularını korkmadan çözen eşler, sevginin ve hayatın neden ölümle birlikte yaşaması gerektiğini anlamaya başlarlar. Hayat/ölüm/hayat doğasını bilmeye yönelik olan bu güç, kaçabilecekleri uzaklıkların ötesine giden, kendilerini güvende hissetme arzusunun ötesine geçen sevgilileri beklemektedir. Sevgiyi bundan daha çok koruyan, daha çok besleyen ve güçlendiren bir bilgi ve bilme yeteneği yoktur.
Sevgililer, hayat/ölüm/hayat doğasına katlanabildiklerinde, onu bir süreklilik olarak, iki gündüz arasında bir gece olarak ve hayat boyu süren bir sevgiyi yaratan enerji olarak anladıklarında, ilişkilerinde her şeyle yüzleşebilirler. O zaman birlikte güçlenirler ve her ikisi de maddi ve ruhsal dünyayı derinlemesine anlayabilirler.
En tam halinde sevgi, bir dizi ölüm ve yeniden doğumdur. Sevginin bir evresinin, bir yönünün gitmesine izin verir ve bir başkasına gireriz. Tutku ölür ve geri gelir. Acı, kovalanarak uzaklaştırılır ve başka bir zaman tekrar yüzeye çıkar. Sevmek, hepsi de aynı ilişkide olmak üzere, sayısız sonu ve sayısız başlangıcı kucaklamak ve aynı zamanda bunlara göğüs germek demektir. Sevgiyi üretmek için ölümle dans ederiz, yani içimizde öldürülmesi gerekenlerle dans eder ve arınırız. Bu dansın adımları öğrendikçe, her zaman yeniden doğarız. Bu dansa dair bilgisi olmayan bir kişi, sevgi ihtiyacını, çok fazla para harcayarak, tehlikeli işler yaparak, pervasız seçimlerde bulunarak ya da yeni bir “sevgili” bularak dışa vurma eğilimindedir. Bu ahmakça bir yoldur. Bu yol, bilmeyenlerin, cahillerin yoludur. İnsanların birbirlerine gerçek anlamda bağlılıkları, “birlikte olmak” tan çok daha fazla bir güç ve uyum gerektirir.
Gerçek sevgili, yüreğini çözer ve bir bütün olarak yaratmak için, sevdiğine ödünç verir ve şunu söyler: “İşte kalbim, al ve hayatımda kendine can ver” Böylece sevgilisi tarafından gerçekten sevilebilir. Gerçekten sevmeyi öğrenen bir kişinin tipik dönüşümü ve değişimi, işte budur. İnsan, sevgilisinin yüreğinin gücüyle ve kendisiyle yüzleşmenin gücüyle kendisini dönüştürür. Doğanın büyük çarkıyla insanlaşır ve uyum içinde sevip, yaşamayı öğrenir. Sevgi üretmek, nefesle eti, ruhla maddeyi birbirine katmaktır, biri diğerine uyar. Bir ilişkinin kopmaz bağlarla kurulabilmesi için, ilk aşamada haz-egosunun, şehevi ilgilerden uzaklaştırılması gerekir. Beden- bedene deneyimleri, ruh-ruha bağlantılardan sonraya bırakmak daha iyidir. İnsanın korktuğu bir şeyle işbirliğine dönük zengin bir ilişkiye girme yolu budur. Öncelikle yaralarımızla ve merhamete duyduğumuz özlemle yüzleşmemiz ve bütün yüreğimizi sürece vermemiz gerekir. Gönlün yolu yaratmanın da yoludur. Yaratmanın bir dizi doğum ve ölüm olduğunu bilmektir. Sevgi ilişkisi işte bu şekilde işlemek ister, bir taraf diğerini böyle dönüştürür. Her birinin iç gücü ve kuvveti çözülür ve paylaşılır. Adam ona yürek davulunu verir. Kadın da ona, hayal edilebilir en karmaşık ritim ve duyguların bilgisini verir. Yaşamlarının sonuna dek, yenilenen bir iç huzurla beslenerek yan yana yürürler.
Değerli dost. Sevgili şairim, BARIŞA DAVET grubunun kurucusu olarak, Gurubumuza davet ediyorum. Katılımınız bize onur verecektir. Şimdiden şükranlarımı sunuyorum. Görüşme dileğiyle, Sevgi ve saygılar sunuyorum........
NOT: http://gruplar.Antoloji.Com/barisa-davet yazarak bu gruba daha hızlı ulaşabilirsiniz...
06.03.2013 - 22:01
Şafak Vakti
Bir gün şafak vakti
Yada kızıl bir akşam da
Ne zaman gelecegimiz ve nereye gidecegimiz,
Belli olmayan bir yoldayız
Kimse bilmiyor ne kadar zamanımız var
Sadece bizler icin sevda var
Kuytu köşelerde
Ve gidersem,
Kalbimi sende bırakırım
Sadece ana hissettiklerimi anlaman icin
Bilmen icin ve hic unutmaman icin,
Sana olan hislerim ölümsüz.
Seni bekliyor olacağım
Yıkık bir limanda
06.02.2013 - 12:36
Esirlik Özlemler...
Insan esiri oluyor ilk ozlemlerinin...
En uzun surenleri, en ulasilmaz hasretleri oluyor ilkleri hep. Bunca ozlemli hayat kesitlerinde sanki bir ozlem secip siki sikiya baglanmasi gerekiyor insanin. Hatta belkide bu ozlemlerle baglaniyor hayata, ve yillar gectikce, hani olgunlastikca insan gunumuzun deyisiyle bu bagi kopariyor yavas yavas, ve tam da o anda; artik ilk ozlemine dair bile yeterince olgunlastiginda oluyor insan, hayata baglayani kalmadigindan..Velhasil ozlemler gercekleri hayatlarimizin, en bilmemne duranin bile var bir ozlemi hayatta, hayatta kaldiginca...
Ama sadece yeterince durust olanlar, yeterice cesur olanlar yasayabiliyorlar ozlemlerini gizlemeden yeterince olgunlasacaklari o ana kadar...
Bazen bir cift ayakkabida sekilleniyor aslinda korkulacak kadar sert babanin sevgisini elde tutmak olan ozlem, bazen yiten kaybolan bir sevgilide, bazen oynanamamis sokak oyunlarinda, bazen yatilan hastane odalarinda, gozden kaybolan arkada birakilan kentlerde, koylerde... Sekli cokta onemli degil aslinda ozlemin, eski sinema filmlerinde hayalleri canlandirirken kullandiklari bugulu goruntuler gibiyse aklimiza hatiralari geldiginde, acabalarla susluyse birde bugunun arkasinda, ozlemlerimiz oradadir iste...
Calinamamis bir piyanoda, opulememis komsu kizinda, binilememis bir tramvayda, gidilememis bir sahil kasabasinda, gorulememis bir bale resitalinde, icab edilememis bir davette, konusulamamis bir dilde, dillendirilememis bir duyguda, ilerleyen yaslarda gencligin, cocuklugun toyluguna verilmesi ihtimali olan herseyde biraz ozlem birakip devam etmisizdir hayata... Kimi gucludur, kimi hatirlanamayacak kadar zayif, kimiyse anlatilamayacak kadar cocuksudur.. Zira korkulur cocuk kalmaktan yaslar ilerledikce... Cocuklugun ozlemleri de utanilacak kadar anlatilmaz olur ilerleyen yaslarda...Hele de gec kalinmis cocukluklarin ozlemleri...Onlar daha bir acidir, daha fazla acitir...Daha utanilasi, yalniz yasanilasi ozlemlerdir...Sigaraya baslatmistir mesela bazisi, bazisi kaybettirmistir ozlemleneni vodka siselerinde...
Kendini kaybedebilmek icin, iste bu gercek ozlemlerini paylasabilmek icin sarhoslugun bile elit bir adabini olusturmustur olgun insan figurleri.. Belki de bundandir cocuklarin hicbir kulturde alkolle tanismasinin istenmemesi... Dusunsenize bir; cocuk olanca cesaretine bir de sarhoslugunkini yuklenirse... Bir cocuk dunyanin basina bela bile olabilir belki de...
Iste, bu sarhoslugun kendiligindenligini yasadigi cagda mutludur insan, sonrasinda da suni sarhosluklarda arar ozlemli gunlerinde kaybolmus mutluluk kirintilarini...Turk ra kida arar, Yunan’i uzo da...Mastikasi, vodkasi, sakisi, sarabi derken tum dunyayi bir masada ayni adab ile dolasirda insan, yine de ayilir...
Olgun yasta bir insan olmanin tum sorumlulugu aslinda ozlemlerin sirrinin altinda ezilmekten ibarettir... Mutlu evliliklerin gerdek gecelerinin sabahi hep ayni hayalle uyanir kadinda, erkekte... Belki ozlemle asik oldugum, sevdigimdir yanimda yatan... Derken gercekle yuzlesilir... Gulumsenir karsilikli... Saklanmaya calisilir o gulumsemenin ardina, zaten gizlenilmeye alisilmis o ozlem... Keskeleri karanliklar ortemez oysa, tenin birden sogumasinda, gozun saga sola kacisinda, aniden sarilista yuzdeki olasi degisiklikleri saklamak-zaman kazanmak adina, kalbin korkuyla durusunda... Korkuyla, ya anlarsa, ya aslinda onu degilde ozlemlendigimi sevdigimi anlarsa...Lakin korkunun cift tarafliligi gorunmez yapar korkuyu, gorunmez, duyulmaz, hissedilmez, onemsenmez.. Tipki ozlemlenenin ulasilmazligi gibi...Tipki ulasilamadigi gibi..Belki de en insancil tarafidir ozlem insanin.. En vahsilerini dusunun insaligin, Hitler mi, Cengiz mi, Mussolini mi... Belki sizin icin daha vahsileride vardir, firavunu, Brutusu, Kleopatrasi...Belki Saddami, belki G.W Bush’u... Kimse en vahsisi sizin icin onu getirin akliniza ve farkedin onlardaki ozlemleri de...Belki asklari, belki sevgi, belki dostluklar...Var olma savaslarinda zaferler belki, kaybedilmis ozgurlukler... Kardes kanindan tadilmis damlalar...Insan ozler...Varolusun belki de bu en insancil duygusundan, ozlemlerden kacilmaz...
Kacilmamali... Insan itiraflarinin en buyugunu en ozlemli olduguna yapmali aslinda... Gerekirse haykirmali... Televizyonlar bunun icin vardir belki de anlasilmazligin bugun geldigi yerde... Bir zamanlarin en dislisi yan koye kadar uzanan, kasabaya bile varmayan ozlemleri bugunlerde dunyanin obur ucunda varliklaniyor, belki de herhangi birimiz icin bir uzay mekiginde dunyanin yorungesine dogru seyrediyor...Caglarin ozlemleri degil, ozlemlenen mesafeleri buyuttugu savi ne kadar dogru olur bilmiyorum ama, hep var, hep olacak ozlemlerin hakedilmis, haketmis ozlemler olup olmadigini anlamanin bir yolu...
Yeter ki “yol” dan, arayisin dolambaclarindan kacmasin insancil taraflari agir basan, omrun kisaligindan, gelecegin sorulmazligindan haberdar olan insanlar... Yeter ki “yol” la olun...Yol size acacaktir en az gecilebilmis patikalarini bile...
Esirlik ozlemler de idam edilmediklerini bilmek ister...Ne kadar uzun surmusse esaret, bir o kadar hakeder artik kurtulmayi bunca yillarin esaretinden...Esirlik ozlemler de safak sayarlar... En aydinlik gunlere ulasabilmek icin...Yeter ki bir defa isteyin esirlerin azadini...Istenildiginde size ne kadar uzak gelirse gelsin, her azad yakindir, onlarca yili esir gecirmisler icin...
Esirlik ozlemler icin...
04.11.2012 - 20:49
SEVGİNİN DÖNGÜSEL DOĞASINA AÇILMAK, ÖZGÜR VE DÜRÜST İNSAN OLMAKT
Eşlerin ilişkilerinde yaşanan bütünsellik nasıl oluşur veya nereden kaynaklanır?
Eşler, tüm doğanın döngüsüne katılabildiklerinde ve doğanın kadim örüntüleriyle uyum içinde olabildiklerinde, ilişkilerini çoğu zaman yaşam boyu sürdürebilirler. Eşler, kimi zaman geçinemeseler de, kimi uyuşmazlıklar yaşasalar da, bağlılıkları; sert kışlar, verimli baharlar, uzun yürüyüşler ve sevgi dansları boyunca devam eder. Çünkü eşlerin içgüdüsel hayatları, doğaya uyum içinde, sadakati, ömür boyu süren güven ve adanma bağlarını içerir.
Sevgi, sadece iki sevgili arasında romantik bir buluşma sayılamaz. Sevgi, basit bir ego-zevkinin ürünü olan bir flört ya da kovalamaca değildir. Sevgi, dayanıklılığın bilinçaltındaki psikolojik gücünden oluşan gözle görülür derin bir bağdır. Sevgi, cömertlik ve sadeliğe, en karmaşık ve yalın günlere ve gecelere egemen olan bir birlik, bir bütünsellik anlamı taşır. Her iki varlık, derin bilinçaltlarında var olan potansiyel güçlerini sevgi bağlarıyla birleşip bütünleştirebilirler.
Derin potansiyel güçlerini sevgi ilişkisi sayesinde tanıyabilirler. Elbette bu tür bir birlikteliğin şartları vardır. Kalıcı sevgiyi yaratmak için, sevgililer, birlikteliğe üçüncü bir ortağı davet ederler. Bu üçüncü ortak hayat/ölüm/ hayat figürü ve döngüsüdür. Bu döngünün bilinçaltından bilince taşınabildiği yolun açık olması sayesinde, ilişki hiçbir zaman tam anlamıyla sona ermez, ilişkinin bazı yönlerinin derisi dökülür ya da ilişki kabuk değiştirir ama sonra ansızın farklı bir şekil, farklı bir renk ve dokuyla tekrar hayata geri döner.
Hayat boyu sevgiyle beslenmek istiyorsak, ne yapmaktan korkmamalıyız?
İnsanlar, dönüştürücü olana inançları kaybolduğu zaman, doğal yükseliş ve çöküş döngülerinden korkarlar. Aslında ve ancak, hayat/ölüm/hayat doğasıyla yüzleşip, karşılaşarak, ilişkiyi geliştirebilirler. Bunu yaptıklarında, boş fanteziler için olta atmayı bırakırlar, boşa oyalanmaktan vazgeçip, iç dünyalarında, dürüst ve özgür ilişkileri yaratan zorunlu ölümleri ve şaşırtıcı doğumları makul bulurlar. Doğanın döngüsüyle yüzleştiklerinde, tutkunun elde edilecek bir şey değil, döngüler halinde üretilen ve tükenen bir şey olduğunu öğrenir ve kabullenirler.
Benzersiz ve özverili bir sevgiyi yaratan şey, ölümle iç içe yaşanan ve bütün iniş ve çıkışlar boyunca birlikte paylaşılan, bir yaşantı olarak hayat döngüsüdür.
Egemen kültür, İnsanı kendine yabancılaştıran, ölüm doğasının özgün niteliğinin üstünü, öteki yarısı olan hayat’tan kopup ayrılana kadar, çeşitli dogmalar ve otoriter öğretilerle örter.
Egemen kültür, yanlış bir şekilde, vahşi-özgün doğanın en derin ve en temel boyutlarından birinin, çarpık bir biçimini kabullenmek üzere bizleri eğitir. Bizlere, ölümü her zaman daha fazla ölümün izlediği ezberletilir. Hayır, bu doğru değildir. Ölüm her zaman yeni bir hayatın kuluçkasına yatar. Ölüm ve hayat, basit karşıtlıklar olarak değil, bir madalyonun iki yüzü gibi anlaşılmalıdır. Tek bir sevgi ilişkisi içinde birçok son vardır, doğrudur ama iki kişi birbirini sevdiğinde yaratılan varlığın güzel katmanlarından birinde, bir şekilde hem bir kalp hem de bir nefes vardır. Kalbin bir tarafı boşalırken, öteki tarafı dolar. Bir nefes tükenirken, diğeri başlar.
Hayat/Ölüm/Hayat gücünün, ölüm ötesinde bir kısmı olmadığına inanan eşlerin, bağlanmaktan korkması şaşırtıcı değildir. Sadece bir son yaşamak bile insanları dehşete düşürür. Terastan iç odalara geçmeye dayanamazlar, korku doludurlar. Aslında hayat, ölümün sevecen hizmetleri sayesinde yenilenir. Her ölüm ya da son, hayatın yeni bir başlangıcıdır. Hayat/Ölüm/Hayat doğası, içgüdüsel doğanın temel bileşenidir. Bu bileşen, dünyadaki hemen tüm mitoloji ve folklorlarda, eski yaratılış tanrıçalarıyla ve dişil-doğuran doğayı kişileştiren kalıntılarla doludur. Hayat/Ölüm/Hayat tanrıçaları, doğumun, sevişmenin ve ölümün gözetleyicileri olarak kişileştirilmişlerdir. Sanatçılar, ölüm olmazsa hiçbir şeyin değeri olmadığını bilirler. Ölüm olmazsa bir ders olmaz, sevginin ışıldayacağı bir karanlık olmaz.
Olgunlaşıp erginleşenler, bu ölümden korkmazlar. Sevmeye çalışan insanların, iç dünyalarında bir türlü rahat edememeleri, yüreklerinin en derinlerinde en çok sevdikleri şeyleri es geçip gitmeleri şaşırtıcı değildir. Ama egemen sevgisiz kültür, insanlara sonsuza kadar değişmeden yanan, otoriter ve ruhsuz bir dünya kurgulamıştır.
Başlangıçta ne bulduğumuzu kavrayamasak bile, başka birini ruhsal bir hazine olarak keşfetmek ilk adımdır. Çoğu sevgi ilişkisi, iki taraf içinde bir umutlar ve korkular dönemi olan kovalama ve gizlenme ile başlar. Sonraki adım, ilişkinin hayat/ölüm/hayat boyutlarının çözülmesi, anlaşılması ve merhamet ile tahammülün geliştirilmesidir. Sonrasında güven içinde gevşeme, dinlenme gelir. Bu dönemi, düşlerin ve geçmiş üzüntülerin paylaşıldığı bir dönem izler, sevgiye dair eski yaralar iyileşmeye başlar, ardından yeni hayat üzerine şarkılar söylemek için kalp-gönül devreye girer. Son olarak beden ile ruh iç içe girer.
Bir hazine olan sevginin bulunması ile üst dünyada yani bilinç dünyasında yaşayanlar ile, alt dünyada yani bilinçaltında yaşanmış olanlar veya oraya itilenler arasında çok geçmeden büyük bir mücadele başlar. Aslında sevgililer, yaşadıkları sevgi sayesinde içlerindeki büyük hazineleri açığa çıkarırlar. Bütün güçlerin sınandığı bu hazineyle uzlaşılması gerekir. Ama başlangıçta sevgililer, bunu bilmediklerini bilmezler, bütün sevgililer, başlangıçta yarasalar kadar kördürler. Sevgilerini, fazla bir şey yapmadan, derin doğalarından besleyip, daha da derinleştirmek istemezler. Aslında daha fazlayı bırakın, hiçbir şey yapmadan sevgiden beslenmekten hoşlanırlar. Gerçekte bu yolla değerli hiçbir şeyin gelişmediğini hissederler ama gene de isterler. Öyle yan gelip yatarak mükemmel bir sevginin düşünü kurmak kolaydır.
Bir uyuşukluk ve tembelliktir bu. Başlangıçta egoları, eğlence için avlanmakta olsa bile, sevginin işlerlik kazandığı alan ve sevgi mekânı, kutsanmış bir yerdir.
Sevgililer, hayat/ölüm/hayat süreçlerine katlanamazlarsa, sezgisel ve duygusal yeteneklerini geliştirmeye sebat etmezlerse, birbirlerini hormonsal isteklerin ötesinde sevemezler.
Her kadın ve erkeğin bir parçası, bütün sevgi ilişkilerinde ölümün de payı olması gerektiğine karşı çıkar. Aslında her insanın içinde var olan hayat/ölüm/hayat kuvveti, enerjisi ve yeteneği, bir psikolojik güç ve duyarlılık olarak, bir başkasını sevme yoluyla bilince çıkmayı bekler. Sevgi ilk başladığında, en gözde heyecanlar ve ürpertilerimizle, hiç ölmeyecekmiş gibi yola devam edebileceğimizi sanırız ama sevgide ruhsal olarak her şey yıpranır, tükenir. Ego-benlik, bunun böyle olmasını istemez ama bu, inkâr edilemeyecek bir gerçekliktir. Peki, son bulan nedir? Yanılsamalar, beklentiler, güzel-olan her şeye sahip olma hırsı, tüm bunlar ölür.
Sevgi, her zaman ölüm doğasına doğru bir inişe neden olur ve bu nedenle sevgi ile bağlanma, yüksek düzeyde benlik gücü, ruh gücü gerektirir. İnsan, sevgi ile bağlandığında özünün, derin doğasının yeniden canlanmasına da bağlanmış olur.
Sevgi ilişkisinin beklenti evresinden, yüzleşme evresine geçildiği zamanlarda bocalamalar, korkular da başlar. Tamamen iyi niyetlerle başlayan ilişki, iniş çıkışlarla kanat çırparak havada durmaya çalışır. “Bir Tanem” evresi bittiğinde tökezler, çünkü sevgi sadece bir fantezi değildir. Daha sonra bir fanteziyi canlandırmak yerine, daha ciddi ve derin ustalık isteyen, daha güçlü meydan okuyan bir ilişki başlar ve bu aşamada aklın devreye sokulması gerekir.
İşte o zaman bilinçaltında yatan derin içgüdüsel hayat, sınamalar ve bedeller için harekete geçer. Eğer sevgililer, zorlama bir neşeli hayat için, cinsel yıldırım ve şimşeklerle deneyimleşen sonu gelmez hazlarda ısrar ederlerse, hiç çekişme yaşanmasın her zaman hoş ve güzel şeyler yaşansın derlerse, hayat/ölüm/hayat doğası, uçuruma sürüklenip boğulmuş olur.
Bu tutum, sevgi ilişkilerinde hayatın ve ölümün bütün döngülerine izin vermeyi reddetmektir.
Bu ilişki, anlamsız ve yararsız bir sürüklenmedir. Dönüştürücü döngülerin kullanımı, yani bazı şeylerin ölmesi ve başkalarıyla değiştirilmesi gerektiği anlaşılmazsa, katlanma ve tahammül sınırları genişletilmezse, sevgi her zaman uçurumdan aşağı atılır. Gizemli iç doğanın uçuruma atılması, her zaman kadın sevgiliyi ve erkeklerdeki ruhsal kuvveti, gerçek bir sevgiden ve beslenmeden yoksun bırakır, onu cansız bir iskelete dönüştürür.
Daha önce süregiden hayatta bir çöküş yaşanmadan, yeni bir hayat pek mümkün değildir. Sevgilerini ışıl ışıl aydınlatan bir zirvede tutacaklarını sanan ve bunda ısrar eden sevgililer, günlerini giderek artan bir şekilde kemikleşen bir ilişkinin cenderesinde geçirirler.
Sevgiyi sadece olumlu ve hoş biçimiyle yaşatma arzusu, sonunda sevginin azalıp temelli ölmesine yol açar. Ama siz hoşlansanız da hoşlanmasanız da yüzeye çıkan ruhsal dünyanız yani sizin iç gerçekliğiniz, sizi kaçamayacağınız sınavlara çağırır. Gerçekten sevgiyi yaşayamayanlar, kendi gerçek bilgilerine de ulaşamazlar. Bu kendini bilme, anlama, kavrama olmadan da, ne gerçek sevgi, ne adanma, ne sadakat olabilir.
Sevginin yüksek bir bedeli vardır. Bu bedel cesarettir. Bu bedel iç dünyada uzaklara gidebilmek, kendini açabilmek ve aşmaktır. Korkutucu gelse de, cesaret göstermek, sevgiyi tanımak için gerçek bir fırsatın yakalandığı ilk andır. Bu an başarıyla aşıldığında, bir adanma sevgisinin mümkün olduğu bir dünyaya girilir. Sevmek her bir hücreniz “Kaç! ” derken, kalmak demektir. Aslında saklanacak bir yer yoktur. Çünkü sevgi nerede doğarsa, içinizdeki hayat/ölüm/hayat gücü de her zaman orada yüzeye çıkar. Sevgililerden herhangi biri, ilişkiden kaçmaya çalıştığında, ilişki paradoksal olarak daha fazla hayatla dolar. Ve yaratılan hayat çoğaldıkça, kaçan sevgilide o kadar dehşete düşer, çünkü kaçtıkça daha fazla hayat yaratılır Bu olgu hayatın en önemli traji-komedilerinden biridir.
İnsanın sevgi sayesinde içine bakması, içini görebilmesi, içiyle arasındaki mesafeyi kapatabilmesi, büyük ve gizemli bir yolculuktur. Göz kamaştırıcıdır. Ruhsal olarak bir ufuktan diğerine, cennetten cehenneme uzanır. Kucaklanamayacak kadar büyük bir alandır. İnsanların aslında kendi içlerini kucaklamak için sevgiye koşmaları şaşırtıcı değildir.
Korkulan şey güçlendirebilir, iyileştirebilir, insanı sadeleştirir.
Sevgi ve korkularla örülen bilinçaltımız bir hazinedir, her anın, her söz ve duyarlılığın kaydedildiği engin bir hard-disktir. Bilinçaltı bir hazinedir ama ne yazık ki bize bu hazineden korkmamız öğretilir. İnsanların büyük çoğunluğu, sevmeye başladıklarında kendileriyle yüzleşmekten korkarlar, bilinçaltında saklananlardan kaçarlar. Ancak sonunda herkes kendi gerçekleriyle yüzleşir. Öğrenci hazır olduğu zaman yüce öğretmen ortaya çıkar.
Elbette egomuz değil, ruh-bilinç yapımız hazır olduğunda, gerçeklerle yüzleşmekten artık korkmadığımızda, içimizdeki öğretmen açığa çıkar. Bilinçaltı denilen bu öğretmen, ruh-bilinç ne zaman çağırırsa, ne zaman gerçekten isterse, o zaman çıkar gelir. Bilinçaltını çözmekten ve dolayısıyla hayat/ölüm/hayat doğasıyla alışverişe girmekten korkmayanlar, gerçeklere tahammül edebilenler, sevme yeteneklerini geliştirirler. Bilinçaltıyla ilişkiyi güçlendirenler, uzun vadeli bir sevme becerisi kazanırlar. Giremeyenler kazanamazlar. Bir üçüncü yol yoktur.
Öğrenmek işimiz olmalıdır. Sevmek isteniyorsa, bilinçaltının etrafından dolaşılmaz, onu kucaklamak, ölüme meydan okuyan ve dönüşüm-değişim yaratan bir görevdir.
Bu görev başarılmazsa, gerçek bir doyum hissi de olmaz. Hazları sevmek bir şey getirmez, kalıcı değildir. Gerçekten sevmek, kaçıp korktuğu şey üzerine derinlemesine düşünen ve kendi korkusunu yenebilen bir kahraman ister. Gerçek sevginin ruhu, benliğin öteki yüzü ve ruhsal enerji, ancak cesaretle açığa çıkar. Korku, bu görevi yapmamak için yetersiz bir mazerettir. Hepimiz korkarız bu, yeni bir şey değildir ama çoğu insan sadece hazdan hoşlanır, tüm belirsizliklerden ve belirsizliğin getirdiği korkulardan kaçmaya çalışır. Hem çok ihtiyatlı hem de çok aç gözlü olan bu insanlar, tatmin edici bir şey bulduklarında hemen ona saldırırlar. Yaralarına içerden bakmak yerine, o yarayı kendi dışlarına yansıtırlar, sorunu ve çözümü başka yerde ararlar. Aslında yara, kendi içlerindedir ve deşilip sağaltılmayı beklemektedir, dışarıya saldırmak boşunadır. Biz, bu saldırana ego ve bu davranışı yapana da egoist deriz.
Ego, tutkunun sona ermesinden korkar, hazzın tükenmesini önlemeye çalışır. Ego kurnaz ve haristir. Gelişmemiş ego çok basittir, toplumsallaşmamış bir çocuk gibidir. Hangi dilimin en büyük, hangi yatağın en rahat olduğunu görmek için gözleyip duran bir çocuk gibidir.
Ego, iç benliğimizdeki hayat/ölüm/hayat doğasını hayatlarımıza kabul edersek, bir daha asla haz ve zevk duyamayacağımızdan korkar. Bilinçten gelen yaşantıyı, salt egodan gelen yaşantıdan ayıran üç şey vardır. Yeni yolları, yöntemleri hissetme ve öğrenme yeteneği.
Kötü bile olsa o yoldan ayrılmama azmi ve üçüncü olarak zamanla derin sevgiyi öğrenme sabrı. Ego ise sürekli olarak şiddetli bir öğrenmeden kaçınma isteğine sahiptir. Öğrenmekten çıkarım nedir, öğrenip ne yapacağım? der. Ego, sabır için biçilmiş bir kaftan değildir.
Öyleyse bir başkasına duyulan sevgi, değişip duran egodan değil daha çok, vahşi sabır dediğimiz, vahşi ruhtan-bilinçaltından gelir. Bilinçaltını çözmek için, ölmeye-doğmaya ve ölmeye ve yeniden doğmaya istekli bir yürek-gönül yeterlidir. Enerjiye karşı mesafeyi ölçen odur. Bilinçaltını çözmekle daha sonra olacakları hissetme gücü, doğasal ruh ve varlıkların birbirleriyle nasıl bir ilişki içerisinde olduklarını anlama yeteneği ve bizim bu muhteşem sarmala nasıl katılabileceğimiz konusunda bilme gücü kazanırız.
Derin bilinçaltımıza, güzel-olmayan ve kusurlu olan her şeyi tıkıştırmamız öğretilir.
Güzel-olmayan nedir? Sevilmeye duyduğumuz kendi gizli açlığımız güzel-olmayandır.
Sevmeyi beceremememiz ve sevgiyi istismar etmemiz güzel-olmayandır. Sadakati ve aldanmayı ihmal etmemiz, yetersizliklerimiz, yanlış anlayışlarımız, çocuksu fantezilerimiz güzel-olmayandır. Ayrıca doğuran, yıkan ve yeniden doğuran hayat/ölüm/hayat doğası, bizlere aşılanan “uygar” kültürlerimiz tarafından güzel-olmayandır ve bilinçaltında saklanması gerekir.
Bilinçaltına tıkıştırılan bu karışık yumakları sabırla çözmek, sevginin daima ışıldayan mumlar ve daima çoğalmak anlamına gelmediğini anlamak demektir. Bilinçaltını çözmek, kendini yenilemenin karanlığında korkuyu değil cesareti bulmak, eski yaraları iyice açıp sonra sarmak demektir. Gerçekten sevmek için, sevimli olmayan her şeyimizle yüzleşmek zorundayız. Kendimizi tekrar hayata döndürmek ve daha iyi bir düzenlemeye kavuşturabilmek istiyorsak er geç bu yüzleşmeyi yaşamak zorundayız.
Daha fazla hayat üretmek için, içimde neyin ölmesi gerektiğini biliyor muyum? Sevebilmek için bende ölmesi gereken nedir? Hangi güzel-olmayandan korkuyorum? Bugün ölmesi gereken nedir, yaşaması gereken nedir? Hangi hayatın doğmasından korkuyorum? Şimdi değilse ne zaman? Bu sorulara açık ve net yanıtlar veren ve duygularını korkmadan çözen eşler, sevginin ve hayatın neden ölümle birlikte yaşaması gerektiğini anlamaya başlarlar. Hayat/ölüm/hayat doğasını bilmeye yönelik olan bu güç, kaçabilecekleri uzaklıkların ötesine giden, kendilerini güvende hissetme arzusunun ötesine geçen sevgilileri beklemektedir. Sevgiyi bundan daha çok koruyan, daha çok besleyen ve güçlendiren bir bilgi ve bilme yeteneği yoktur.
Sevgililer, hayat/ölüm/hayat doğasına katlanabildiklerinde, onu bir süreklilik olarak, iki gündüz arasında bir gece olarak ve hayat boyu süren bir sevgiyi yaratan enerji olarak anladıklarında, ilişkilerinde her şeyle yüzleşebilirler. O zaman birlikte güçlenirler ve her ikisi de maddi ve ruhsal dünyayı derinlemesine anlayabilirler.
En tam halinde sevgi, bir dizi ölüm ve yeniden doğumdur. Sevginin bir evresinin, bir yönünün gitmesine izin verir ve bir başkasına gireriz. Tutku ölür ve geri gelir. Acı, kovalanarak uzaklaştırılır ve başka bir zaman tekrar yüzeye çıkar. Sevmek, hepsi de aynı ilişkide olmak üzere, sayısız sonu ve sayısız başlangıcı kucaklamak ve aynı zamanda bunlara göğüs germek demektir.
Sevgiyi üretmek için ölümle dans ederiz, yani içimizde öldürülmesi gerekenlerle dans eder ve arınırız. Bu dansın adımları öğrendikçe, her zaman yeniden doğarız. Bu dansa dair bilgisi olmayan bir kişi, sevgi ihtiyacını, çok fazla para harcayarak, tehlikeli işler yaparak, pervasız seçimlerde bulunarak ya da yeni bir “sevgili” bularak dışa vurma eğilimindedir. Bu ahmakça bir yoldur. Bu yol, bilmeyenlerin, cahillerin yoludur. İnsanların birbirlerine gerçek anlamda bağlılıkları, “birlikte olmak” tan çok daha fazla bir güç ve uyum gerektirir.
Gerçek sevgili, yüreğini çözer ve bir bütün olarak yaratmak için, sevdiğine ödünç verir ve şunu söyler: “İşte kalbim, al ve hayatımda kendine can ver” Böylece sevgilisi tarafından gerçekten sevilebilir. Gerçekten sevmeyi öğrenen bir kişinin tipik dönüşümü ve değişimi, işte budur.
İnsan, sevgilisinin yüreğinin gücüyle ve kendisiyle yüzleşmenin gücüyle kendisini dönüştürür. Doğanın büyük çarkıyla insanlaşır ve uyum içinde sevip, yaşamayı öğrenir. Sevgi üretmek, nefesle eti, ruhla maddeyi birbirine katmaktır, biri diğerine uyar. Bir ilişkinin kopmaz bağlarla kurulabilmesi için, ilk aşamada haz-egosunun, şehevi ilgilerden uzaklaştırılması gerekir.
Beden- bedene deneyimleri, ruh-ruha bağlantılardan sonraya bırakmak daha iyidir. İnsanın korktuğu bir şeyle işbirliğine dönük zengin bir ilişkiye girme yolu budur. Öncelikle yaralarımızla ve merhamete duyduğumuz özlemle yüzleşmemiz ve bütün yüreğimizi sürece vermemiz gerekir.
Gönlün yolu yaratmanın da yoludur. Yaratmanın bir dizi doğum ve ölüm olduğunu bilmektir. Sevgi ilişkisi işte bu şekilde işlemek ister, bir taraf diğerini böyle dönüştürür. Her birinin iç gücü ve kuvveti çözülür ve paylaşılır. Adam ona yürek davulunu verir. Kadın da ona, hayal edilebilir en karmaşık ritim ve duyguların bilgisini verir. Yaşamlarının sonuna dek, yenilenen bir iç huzurla beslenerek yan yana yürürler.
17.08.2012 - 16:06
Değerli dost.
Sevgili şairim,
BARIŞA DAVET grubunun kurucusu olarak,
Gurubumuza davet ediyorum.
Katılımınız bize onur verecektir.
Şimdiden şükranlarımı sunuyorum.
Görüşme dileğiyle,
Sevgi ve saygılar sunuyorum........
NOT:
http://gruplar.Antoloji.Com/barisa-davet yazarak bu gruba daha hızlı ulaşabilirsiniz...
Toplam 4 mesaj bulundu