Dinleyicilerimin bana çok sık sordukları bir soru vardır: Hangi piyanistleri tanıdınız? En çok kimleri beğenirsiniz? Pek çoklarını gayet iyi hatırlıyorum. Meselâ Busoni'yi, Padarewski'yi, Pachmann'ı. Ömrümde ilk kez, doğduğum Lodz şehrinde, bir konser dinlerken yaşımın ancak dört olmasına rağmen bu konserin bende bıraktığı izlemin hâlâ çok berraktır. Piyanist, Joseph Slivinski'ydi. Sahnedeki görünümünü, konser salonunu ve çaldığını gerçekten bugünkü gibi hatırlıyorum. Slivinski o devirde çok ünlüydü. Pek çok kişi onu Padarewski'nin bile üstünde tutarlardı. Padarewski'nin de o devirde sanatının doruğuna ulaştığını unutmamak gerekir.
O devrin piyanistleri bugünkünden büsbütün başka çalarlardı. Daha kişisel daha cesur ve özgürdü yorumları. Bugünkü gibi radyo, televizyon ve plak yapma kaygıları yoktu. Bu radyo ve plak işleri hepimizi bir yere mıhladı. Bundan artık kurtulmamız imkânsız. Bazı notaların üstünden şöyle bir geçiverip, her yaptığımız kusursuzmuş gibi davranamıyoruz. Pedal ile birçok şeyi örtbas edemiyoruz. Eski piyanistler çoğunlukla böyleydi, ama bazılarının yorumunda büyük dehâ vardı o başka.
Padarewski de bugün kariyer yapmaya kalkışsaydı pek çabuk frenlenirdi. Eleştirmenler onu en sert bir biçimde yargılarken açıkça doğru notaları çalmadığını, basları abarttığını, sırf etkilemek için müziğe bazı ölçüler ilâve ettiğini, ellerini hiç gerekmediği halde sırf dinleyiciyi etkilemek için kaldırdığını söyleyeceklerdi. Bugün artık etki adına yapılan hiçbir şey kabul edilmemektedir. Bugünkü dinleyici eski sanatçının sahnedeki görüntüsünden belki çok etkilenecekti ama radyoda bir bandını dinlediği ya da plağını aldığı vakit kuşkusuz hayal kırıklığı yaşayacaktı.
Piyanistik açıdan bakacak olursak etkisi o kadar büyük olmamakla beraber müzikal yönden büyük sanatçıydı Padarewski. Gerçekten iyi müzisyendi. Kendi bestelediği müzikte de çok zarifti ama hiçbir zaman büyük müzik olmadı. Buna rağmen Padarewski'nin müziğe karşı o derin duyarlılığı coşku ve heyecanı hiçbir zaman küçümsenemez.
Busoni'nin ise taşkın bir çalış tarzı vardı. Hepsinden sihirli idi. Gerçeken bir dâhi idi. Piyano onun elinin altında çoğu zaman bir büyücü kutusunu andırırdı. Onu dinleyen bütün genç ve yaşlı piyanistler, adeta felce uğrarlar, dilleri tutulurdu. Halk çoğunlukla sorardı bize, 'Nedir Busoni'nin büyüsü, büyüklüğünün sebebi nedir? ' Gerçekten bunun kesin cevabı yok. Muhakkak ki zamanının çok ötesindeydi. Geleceğin piyanistiydi. Bugün yaşasaydı hepimizi kırar geçirirdi.
Hiçbir devirde, bir piyanistin en zor eserleri bile bu kadar hafiflikle, zerafetle, ustalıkla çaldığını görmedim. Bazen de tuhaf huyları vardı. Meselâ Beethoven'ın 'Hammerklavier' sonatının adagiosunu hafif alaylı bir dokunuşla çalardı. Eserdeki derinlik, yeisli matem duygusu hiçbir zaman ortaya çıkmazdı. Adagio ise artık gerçekten dünyanın sonudur. Her şeyi ama her şeyi noktalar. O boş akorlar, uzun, bitmek bilmeyen cümleler, arada bir duyulan teselli sözleri bile umutsuzluktan başka bir şey değildir. Şunu demek ister besteci: 'Dünya parçalansa da minnet duygusunun ölmemesi gerekir.' Busoni'nin çalışındaki küçük alay ise, 'Çalıyorum ama inanmıyorum' anlamına gelirdi. Sonuç son derece parlaktı, o başka. Amerika'da Busoni'nin hiç başarısı olmadı. Basın da ona hiç yardım etmedi. Bach 'Goldberg çeşitlemeleri', son devir Beethoven, bütün Paganini-Liszt etüdleri, o zamanki konser programını ihtiva ediyordu. Bu da Amerikan dinleyicisine fazla geldi. Belki Liszt'in bir tek parçasını çalsaydı, başarısı çok parlak olabilir, salon alkıştan inleyebilirdi. Ama bu seviyeye Amerikalılar henüz alışamamıştı. O zaman Amerika'da en çok çalınan eser 'Ay ışığı' sonatıydı. Bazen de Chopin'in 'Cenaze marşı' sonatını çalmaya cüret edenler olurdu. Bu sonat da dinleyicilerin, yanlarındaki komşularına eğilip gözyaşlarını göstermeleri için vesile olurdu. Bu programlara olsa olsa bir de Mendelssohn'un 'Çıkrık Şarkısı' ve bir de Rachmaninoff'un ünlü 'Prelüd'ü ilave edilirdi. 1900'lerde Rachmaninoff'un 'Do minör prelüd'ü pek sevilirdi. Her iyi aile kızı bu esere şöyle bir yanaşır, sonuçta çoğunlukla başarısız olurdu.
Radyo ve plak, müzikle olan ilişkimizi bütünüyle değiştirdi. Yetmiş yıl önce Amerika'da yaşayan bir genci ele alalım. Çalgısını kimin için çalıyordu? Bir iki teyze, kızkardeş ve yeğen, onlarda piyanoyu çekilmez bir şekilde kullanırlardı. Müzik zevkleri, vaktiyle biraz konservatuvara gitmiş yaşlı bir hanımefendi tarafından biçimleniyordu. O hanımefendi vaktiyle bir diploma almış ve Birleşmiş Milletler'in küçük bir kentine yerleşmişti. Kentin bütün müzik kültürü üstünde egemenlik kurmaya hak kazandığını sanırdı. Tek müzik otoritesi oydu. Sadece o belirlerdi neyin iyi neyin kötü olduğunu. Böylece değer yargılarının küçük bir kentte nasıl oluştuğunu anlamak pek zor olmasa gerek. Hayatımda yüzlerce böyle küçük kent tanıdım, hepsinin de müzikle olan ilişkileri çok yetersizdi.
Bugün durum değişmiştir. Aynı gencin kardeşleri, arkadaşları radyoyu açmakta, plağı pikaba koymakta, Toscanini'yi, Serkin'i, Gilels'i, Casadesus'u dinlemektedirler. Beethoven'ın, Mozart'ın, Chopin'in, Schumann'ın bir konçertosunun en iyi yorumları ile karşılaşırlar. Belki falanca, filanca parça diğerlerinden daha çok sevilir ama müzik seviyesi korkulacak derecede yükselmiştir. Bu yeni seviye, eski piyano ve müzik öğretmeni hanımefendileri tümüyle kırıp geçirmiştir. Piyasadan çekmiştir. Artık hiçbir sanatçı Amerika'ya kasaba anlayışı ile gidememektedir. 'Orda hem içerim hem çalarım.' Bu artık imkansızdır. Paris'te, New York'ta, Berlin veya Rio'daki çaldığımız gibi çalmamız gerekiyor her yerde.
Vaktiyle çok iyi hatırlarım, bana şöyle bir soru sorulmuştu: 'Dünya piyasasını dolduran genç sanatçıların aşırı çekingenlikleri ürkütücü. Üstün tekniklerinin yanı sıra en değerli müzik içgüdülerini öldürmüyor mu? ' Buna tamamen katılıyorum. Ve şu şekilde bir açıklama getirebileceğimi sanıyorum. Radyo ve plaktan evvel piyanistler kendilerini şöyle bir müziğe bırakıverirlerdi. Çözülmüş kişiliklerini ve dehâlarını yansıtırlardı. Mesela Pachmann bir minyatür ressamı idi ve dinleyicilerini büyülerdi. Küçük pasajlarda pedalı inanılmaz bir biçimde kullanırdı. Mesela d'Albert'i alalım. Ne büyük kıvılcımlarla çalardı Beethoven sonatlarını. Bazen yoruma gereksiz bir gaddarlık katar, benim gibi yanlış notalara da basardı ama dehâsı ve de inandırıcılığı eşsizdi. Bugün bu çalış da artık yeterli değildir. Bundan dolayı da genç piyanistler, eserin özüne sadık kalma korkusunu fazla büyütürler, kalplerini açamaz olurlar, gerçek kabiliyetlerin ortaya çıkması, sevgi duyguları yoksunlaşır ve tabii olarak halkı da duygulandırmaz olurlar. Hep şunu düşünürler çalarken: 'Aman şu nota temiz çıksın, aman şu cümledeki vurguyu yanlış çalmayayım.' Sanki sonsuza dek bir bant kaydı yapılıyormuş gibi gelir insana bu konserler. Bu aşırı sakınma havayı öldürür, müziğin gerçek anlamını da bozar. Tekniğe, esere ve kabiliyete gösterilen saygının dışında kalpler soğuk kalır. Aynen sirk numaralarına gösterdiğimiz hayret gibi, etkilenir fakat duygulanmayız. Sırtımızı koltuklara dayayıp çukulatalarımızı yemeye devam ederiz.
Tazeliği kaybetmemek çok önemlidir. Bu dersi dostum Picasso'dan almıştım. Bir zamanlar çok sık görüşürdük. Onu Paris'teki atölyesinde ziyaret ederdim. Sohbetlerimiz eşsizdi.
Picasso aylarca tualin önünde durur, bir sherry şişesinin, bir masanın, bir gitarın yahut da balkondaki demirlerin resmini yapardı. Bu bana son derece sıkıcı gelirdi, yepyeni bir Picasso görmek isterdim karşımda. Bir gün patladım, 'Kuzum Pablo, ne oldu size, hâlâ bıkmadınız mı her gün aynı şeyi yapmaktan? ' Bana şöyle bir ters ters baktı ve iyice sinirlendi: 'Kuzum ne saçmalıyorsunuz? Ben her gün başka bir insanım. Her saat ışık değişir, ayrıca bu şişeyi her zaman başka görürüm. Her an hayat ve dünya bir başkadır.' Bir an durduktan sonra 'Hakkınız var' dedim. 'Ne kadar çok fikrimi değiştiririm ben de. Sabah yataktan kalktığım vakit bir konu üzerinde bir gün öncesinden bambaşka düşünürüm. Bu da beni ileriye götürür.'
Schumann'ın 'Carnaval'ının yeni bir plağı bana yeni bir dünya açmıştı. Kırk yıldır bildiğim müzik bana yeni bir dilmiş gibi geliyordu. Fakat biliyordum ki birkaç ay sonra artık bu kadar sevdiğim plağı dinleyemeyeceğim. Bu her zaman başıma gelen bir şeydir. Yeni bir kaydı büyük bir içtenlikle dinlerim. Nerdeyse kapıya gelen postacıyı benimle beraber dinlemesi için içeri çağırmak gelir içimden. Bütün dostlarıma para vermeye bile hazırımdır, o kadar sevdiğim bir müziği benimle beraber paylaşmaları için özellikle konuşmadan dinleyenlere. Fakat al sana, birkaç ay sonra bu plağa artık katlanamam. Artık başka bir insan olmuşumdur. Hemen sormaya başlarım kendi kendime. 'Kim Allah'ını seversen bu kaydı yapan? Ne kadar yavaş, ne kadar çabuk, ne kadar aptalca bir çalış.' O anda müzik benimle yine yepyeni bir dille konuşmaya başlamıştır.
Mozart'a bugün eskisinden çok bağlıyım. Kanaatimce en temiz müzisyen odur. Müziği bütün gereksiz öğelerden arınmıştır. Aşkın, tutkunun, esprinin, şakanın bütün iniş ve çıkışlarını anlatmak için fazla notaya gerek yoktur. Bir şeyi söylemek için bir çizgi yetmektedir.
Çocuklar da bunu duyar. İlk konserim Mozart'ın La majör Piyano Konçertosu'ydu. Berlin'de Joseph Joachim orkestrayı yönetiyordu. Şunu söylemeliyim ki Mozart'ın doğrudan doğruyalığı, sadeliği, yalınlığı bir delikanlıya göre değildir. Delikanlı ilk hissî çoşkunluklarını tatmaktadır, karmaşıktır iç dünyası. Kız arkadaşına tafra satmak ister, babasına sahtekârlık eder, kendini çok beğenir ve olduğundan fazla görünmek ister. Yaşlandığı zaman delikanlı, bunların hepsini atar, fakat artık çok geçtir. Böyle şeylerin gereğini duymaz arınır, tertemiz olur.
Bütün eski müzisyenler, adeta emekleye emekleye Mozart'a dönerler. Busoni de sonunda Mozart'ı tercih ederek Beethoven'ı bir kenara itmişti. Bana bir gün şöyle demişti: Beethoven'dan bıktım. Mozart hepsinin büyüğü.
Çocukken gerçekten Mozart'a hayranlığım büyüktü. Mozart'ın sonatlarını, konçertolarını çalmak bana büyük zevk verirdi. Arkadaşlarım hep benden Mozart çalmamı isterlerdi. Ama daha sonra benden karmaşık, zor şeyler çalmam beklendi. Hiçbir empresaryo Mozart çalmama izin vermedi. Hele Çaykovski'deki büyük coşkunluklarım, halkı etkilemem ortaya çıkınca, sonradan başarı listeme Chopin ve İspanyol müziği de girdi. Halkı başka türlü memnun etmek mümkün değildi artık.
Bizler, besteciler arasındaki gerçek kişilikleri bazen çok geç buluruz. Mesela elli yaşıma kadar Grieg bana ucuz bir operet bestecisi gibi gelirdi. O sırada Eugene Ormandy bana Philadelphia Orkestrası'yla Grieg'in piyano konçertosunu çalmamı, bir band kaydı yapılmasını teklif etti. Uzun zaman bu teklifi erteledim. Nihayet karımın ısrarı üzerine, bir deneyeyim dedim. Birden Grieg'in ne kadar yanlış anlaşıldığını, müziğinin hiç de ucuz olmadığını anlayıverdim. Grieg aslında tertemiz, masum Norveç ruhunu özümlüyordu. Ezgileri çok içtendi. Orkestrasyon işinde kabiliyeti büyüktü. Kendini çok duyarlı, fakat sıkılgan, çok çekingen bir biçimde ifade ediyordu. Birden bu müzik beni çok sardı. Yorumumun her seferinde daha sade, daha saf olmasına özen gösterdim.
Ben neysem, ne yapıyorsam, oyumdur. Buna kuvvetle inanıyorum. Çünkü insanları ve hayatı kayıtsız şartsız seviyorum. Galiba dünyada gördüğüm en mutlu insan yine benim. Bunun sebebi de sadece sağlıklı oluşum, aile hayatımın düzenli oluşu, şu sırada para sıkıntısı çekmeyişim değildir. Eskiden hemen hemen hiçbir zaman param yoktu. Sokaklarda yattığım aç kaldığım olurdu. Borç içindeydim. Gözüme uyku girmezdi. Aşk hayatındaki şanssızlıklarım da büyüktü. Çok ağır hastalıklar geçirdim. Yani hayatın çilesini çok çektim. Buna rağmen hayata olan aşkım sönmedi. Bir içeriğe sahip olma durumudur yaşamak. Dış şartlar, olanlar bitenler bu içeriği etkilemez. Mutlu bir karakterim var, bunu da kimse benden alamaz. Hiç kimse içimizde olanları bizden alamaz.
Şuuraltı kişileşebilseydi, erkekle kadının, yaşlı ile gencin, doğumla ölümün sınırında yaşayan bütünlük içinde bir canlının çizgilerini taşır, hemen hemen ölümsüzlüğe yakın bir biçimde bir-iki milyon yıllık insan tecrübeleriyle dopdolu olurdu... Zamanın akıcılığı üstünde, hiçbir şeye karşı çıkmadan gezinir dururdu...
- Abd-al Latif was well aware of the value of ancient monuments and praised Muslim rulers for preserving and protecting pre-Islamic artifacts and monuments... He noted that the preservation of antiquities presented a number of benefits for Muslims:
* Monuments are useful historical evidence for chronologies
* They furnish evidence for Holy Scriptures, since the Qur'an mentions them and their people
* They are reminders of human endurance and fate
* They show, to a degree, the politics and history of ancestors, the richness of their sciences, and the genius of their thought...
The Prelude, three voices from beginning to end, calls for the whine of the oboes d'amore or da caccia... It is crowded with ornaments of every kind - mordents, appoggiaturas fast and slow, etc. - which create uncertainty and confusion as to their realization... But happily the paternal foresight of Bach reassures us... Each of these ornaments is made clear by Bach himself in the course of the piece... Thus we can play the Prelude, certain that we are following his intention...
The Fugue unrolls in triplets... Avoid treating it like a gigue... The mood of this Fugue is incontestably serious and demands a moderate tempo... The triplets proceed gently, but have to be played with a certain weight in order to express the value of each note...
No.10 - La cathédrale engloutie (Batık Katedral) : Do Majör tonda, 6/9'lük ölçüde, derin sakinlikteki (Profondément calme) tempoda eski bir Breton efsanesinde anlatıldığı gibi sulara gömüldükten sonra çan titreşimleri ve bir koral ile tekrar ortaya çıkan Ys Katedrali canlandırılır... Müzik eleştirmeni Max Harrison ise prelüdün, Monet'nin 1895'te Paris'te sergilenen Rouen Katedrali tablosunun iyi ayırt edilmeyen, bulanık çizgilerini anımsattığını da yazar... Dörtlü, beşli ve oktavlı paralel akorlarla oluşan org efektleri bir bakıma, prelüdün adının 17. ve 18. yüzyıl Fransız klavsencilerinin eser başlıklarına benzediği kanısını güçlendirir... Ancak Debussy bu prelüdü ile 'Duyguların çıplak aslını' yansıtmak istediğini belirtir... Piyanonun yedi oktavını da kullanarak piyano ile çan ilişkisini deneyen bu yoğun eseriyle Debussy, üç sesten (Do - Re - Sol) oluşa temel üzerine anıtsal bir katedral kurar: Do sesi üzerine katedralin çan seslerini içeren ilahi (koral) gelişir; bunu orta çağ orgları ile Gregoryen şarkılarını andıran bölmeler izler...
4973 - Şâbi'nin, Fatıma Bintu Kays radıyallahu anhâ'dan nakline göre Fatıma şöyle anlatmıştır: 'Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: 'Temimu'd-Dâri hıristiyan bir kimse idi. Gelip biat etti ve müslüman oldu. O, benim Mesih Deccâl'den anlattığıma uygun olan bir rivayette bulundu. Bana anlattığına göre, Temim, bir gemiye binip denize açılmıştır. Yanında Lahm ve Cüzâm kabilelerinden otuz kişi vardı. (Hava şartları iyi olmadığı için) onlarla denizin dalgaları bir ay kadar oynadı. Sonunda güneşin battığı esnada denizde bir adaya yanaştılar. Geminin kayıklarına binerek adaya çıktılar. Derken karşılarına çok tüylü kıllı bir hayvan çıktı. Bunlar, tüylerinin çokluğundan hayvanın baş tarafı neresi, arka tarafı neresi anlayamadılar. (Şaşkın şaşkın)
'Sen necisin, neyin nesisin? ' dediler. O cevap verdi:
'Ben cessâseyim! '
'Cessase nedir? ' denildi.
'Ey cemaat! Şu manastıra kadar gelin! İçinde bir adam var, o sizin haberinize müştaktır! ' dedi. O, böylece bir adamdan söz edince, biz onun bir şeytan olmasından korktuk. Hemen koşarak manastıra girdik. İçeride bir adam vardı; hilkatçe gördüklerimizin en irisiydi ve elleri boynuna, dizlerinden topuklarına demirle sıkı şekilde bağlanmıştı.
'Vah sana! Kimsin sen? ' dedik.
'Benim haberimi alabilmişsiniz. Şimdi siz kimsiniz, bana söyleyin! ' dedi. Arkadaşlarım:
'Biz bir grup Arabız. Bir gemideydik, denizin coşkun bir anına rastladık. Dalgalar bizi bir ay oynatıp oyaladı. Sonra şu adaya yaklaştık, sandallara binip adaya çıktık. Tüylü ve çok kıllı bir hayvanla karşılaştık. Tüyünün çokluğundan başı ne taraf, arkası ne taraf anlayamadık. 'Vah sana, nesin sen' dedik.
'Ben cessâseyim! ' dedi. Biz: 'Cessase de ne? ' dedik.
'Manastırdaki şu adama gelin, o sizin haberinize pek müştaktır! ' dedi. Biz de koşarak sana geldik. Biz onun bir şeytan olmadığından emin olmadığımız için korktuk' dedik. Adam:
'Bana Beysân hurmalığından haber verin! ' dedi. Biz:
'Onun neyinden haber soruyorsun? ' dedik.
'Ben onun ağacından soruyorum, meyve veriyor mu? ' dedi.
'Evet! ' dedik.
'Öyleyse meyve vermeme zamanı yakındır! ' dedi.
'Bana Taberiye gölünden haber verin! ' dedi.
'Onun nesinden haber istiyorsun? ' dedik.
'Onun suyunun çekilmesi yakındır! ' dedi.
'Bana Zuğer gözesinden haber verin! ' dedi.
'Sen onun neyinden haber istiyorsun? ' dedik.
'Gözede su var mıdır? Orada su var mıdır? ' dedi.
'Evet, onun çok suyu vardır! Sahipleri onun suyu ile ziraat yapıyorlar! ' dedik.
'Ümmilerin peygamberinden bana haber verin? O ne yaptı? ' dedi.
'O Mekke'den çıkıp Yesrib'e (Medine'ye) yerleşti' dedik.
'Araplar O'nunla mukâtele etti mi? ' dedi. Biz:
'Evet! ' dedik.
'Onlara karşı ne yaptı? ' dedi. Biz de, (onu ezmek için) peşine düşen Araplara galebe çaldığını, Arapların kendisine itaat ettiklerini haber verdik. (O da bize :)
'Bu, onların itaat etmeleri, kendileri için daha hayırlıdır. Ben şimdi size kendimi tanıtayım: Ben Mesih Deccâl'im. Çıkış için bana izin verilme zamanı yakındır. O zaman çıkıp yeryüzünde dolaşacağım. Kırk gün içinde uğramadığım karye (köy) kalmayacak. Mekke ile Taybe (Medine) hariç. Bu iki şehir bana haramdır. Onlardan birine her ne vakit girmek istersem, elinde yalın kılıç bir melek beni karşılar, benim oraya girmeme mani olur. Onların her bir geçidinde bir melek vardır, onları korur! ' dedi.' Sonra Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm çubuğuyla minbere dürterek:
'Bu Taybe'dir! Bu Taybe'dir! Bu Taybe'dir! Ben bunu size anlattım değil mi? ' buyurdular. Halk da: 'Evet! ' diye karşılık verdi. bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm:
'Temimi'd-Dâri'nin rivayetinin benim size ondan (Mesih Deccâl'dan) Mekke ve Medine'den anlattığıma muvafık düşmesi hoşuma gitti. Bilesiniz O Şam denizinde veya Yemen denizindedir. Hayır doğu tarafındandır. Evet o doğu tarafından zuhur edecektir. O doğu tarafından zuhur edecektir! ' buyurdu ve eliyle doğu tarafına işaret etti.'
'Her ümmetin mecusileri vardır. Bu ümmetin mecusileri 'kader yoktur! ' diyenlerdir. Bunlardan kim ölürse cenazelerinde hazır bulunmayın. Onlardan kim hastalanırsa ona ziyarette bulunmayın. Onlar Deccal bölüğüdür. Onları Deccal'e ilhak etmek Allah üzerine bir haktır.'
'İleride genç bir grup ortaya çıkacak. Bunlar Kur'ân'ı okuyacaklar, ancak, okudukları gırtlaklarından aşağıya geçmeyecek. Onlardan bir grup çıktıkça kökleri kazınacaktır.'
İbnu Ömer der ki: 'Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın: 'Onlardan bir grup çıktıkça kökleri kazınacaktır' ibaresini yirmi kereden fazla işittim.'
(İbnu Ömer, Resûlullah'tan işittiği sözleri şöyle tamamladı :) 'Nihayet bu cemaatin sürdürdüğü hile ve aldatma esnasında Deccal çıkacaktır.'
açık kapı arsızı
22.05.2009 - 16:15The Beatles - Any Time At All...
kült film
20.05.2009 - 17:08'Taxi Driver' (1976)
Martin Scorsese
bekar evi
20.05.2009 - 16:53Clueless...
revizyon
20.05.2009 - 16:50...
Dinleyicilerimin bana çok sık sordukları bir soru vardır: Hangi piyanistleri tanıdınız? En çok kimleri beğenirsiniz? Pek çoklarını gayet iyi hatırlıyorum. Meselâ Busoni'yi, Padarewski'yi, Pachmann'ı. Ömrümde ilk kez, doğduğum Lodz şehrinde, bir konser dinlerken yaşımın ancak dört olmasına rağmen bu konserin bende bıraktığı izlemin hâlâ çok berraktır. Piyanist, Joseph Slivinski'ydi. Sahnedeki görünümünü, konser salonunu ve çaldığını gerçekten bugünkü gibi hatırlıyorum. Slivinski o devirde çok ünlüydü. Pek çok kişi onu Padarewski'nin bile üstünde tutarlardı. Padarewski'nin de o devirde sanatının doruğuna ulaştığını unutmamak gerekir.
O devrin piyanistleri bugünkünden büsbütün başka çalarlardı. Daha kişisel daha cesur ve özgürdü yorumları. Bugünkü gibi radyo, televizyon ve plak yapma kaygıları yoktu. Bu radyo ve plak işleri hepimizi bir yere mıhladı. Bundan artık kurtulmamız imkânsız. Bazı notaların üstünden şöyle bir geçiverip, her yaptığımız kusursuzmuş gibi davranamıyoruz. Pedal ile birçok şeyi örtbas edemiyoruz. Eski piyanistler çoğunlukla böyleydi, ama bazılarının yorumunda büyük dehâ vardı o başka.
Padarewski de bugün kariyer yapmaya kalkışsaydı pek çabuk frenlenirdi. Eleştirmenler onu en sert bir biçimde yargılarken açıkça doğru notaları çalmadığını, basları abarttığını, sırf etkilemek için müziğe bazı ölçüler ilâve ettiğini, ellerini hiç gerekmediği halde sırf dinleyiciyi etkilemek için kaldırdığını söyleyeceklerdi. Bugün artık etki adına yapılan hiçbir şey kabul edilmemektedir. Bugünkü dinleyici eski sanatçının sahnedeki görüntüsünden belki çok etkilenecekti ama radyoda bir bandını dinlediği ya da plağını aldığı vakit kuşkusuz hayal kırıklığı yaşayacaktı.
Piyanistik açıdan bakacak olursak etkisi o kadar büyük olmamakla beraber müzikal yönden büyük sanatçıydı Padarewski. Gerçekten iyi müzisyendi. Kendi bestelediği müzikte de çok zarifti ama hiçbir zaman büyük müzik olmadı. Buna rağmen Padarewski'nin müziğe karşı o derin duyarlılığı coşku ve heyecanı hiçbir zaman küçümsenemez.
Busoni'nin ise taşkın bir çalış tarzı vardı. Hepsinden sihirli idi. Gerçeken bir dâhi idi. Piyano onun elinin altında çoğu zaman bir büyücü kutusunu andırırdı. Onu dinleyen bütün genç ve yaşlı piyanistler, adeta felce uğrarlar, dilleri tutulurdu. Halk çoğunlukla sorardı bize, 'Nedir Busoni'nin büyüsü, büyüklüğünün sebebi nedir? ' Gerçekten bunun kesin cevabı yok. Muhakkak ki zamanının çok ötesindeydi. Geleceğin piyanistiydi. Bugün yaşasaydı hepimizi kırar geçirirdi.
Hiçbir devirde, bir piyanistin en zor eserleri bile bu kadar hafiflikle, zerafetle, ustalıkla çaldığını görmedim. Bazen de tuhaf huyları vardı. Meselâ Beethoven'ın 'Hammerklavier' sonatının adagiosunu hafif alaylı bir dokunuşla çalardı. Eserdeki derinlik, yeisli matem duygusu hiçbir zaman ortaya çıkmazdı. Adagio ise artık gerçekten dünyanın sonudur. Her şeyi ama her şeyi noktalar. O boş akorlar, uzun, bitmek bilmeyen cümleler, arada bir duyulan teselli sözleri bile umutsuzluktan başka bir şey değildir. Şunu demek ister besteci: 'Dünya parçalansa da minnet duygusunun ölmemesi gerekir.' Busoni'nin çalışındaki küçük alay ise, 'Çalıyorum ama inanmıyorum' anlamına gelirdi. Sonuç son derece parlaktı, o başka. Amerika'da Busoni'nin hiç başarısı olmadı. Basın da ona hiç yardım etmedi. Bach 'Goldberg çeşitlemeleri', son devir Beethoven, bütün Paganini-Liszt etüdleri, o zamanki konser programını ihtiva ediyordu. Bu da Amerikan dinleyicisine fazla geldi. Belki Liszt'in bir tek parçasını çalsaydı, başarısı çok parlak olabilir, salon alkıştan inleyebilirdi. Ama bu seviyeye Amerikalılar henüz alışamamıştı. O zaman Amerika'da en çok çalınan eser 'Ay ışığı' sonatıydı. Bazen de Chopin'in 'Cenaze marşı' sonatını çalmaya cüret edenler olurdu. Bu sonat da dinleyicilerin, yanlarındaki komşularına eğilip gözyaşlarını göstermeleri için vesile olurdu. Bu programlara olsa olsa bir de Mendelssohn'un 'Çıkrık Şarkısı' ve bir de Rachmaninoff'un ünlü 'Prelüd'ü ilave edilirdi. 1900'lerde Rachmaninoff'un 'Do minör prelüd'ü pek sevilirdi. Her iyi aile kızı bu esere şöyle bir yanaşır, sonuçta çoğunlukla başarısız olurdu.
Radyo ve plak, müzikle olan ilişkimizi bütünüyle değiştirdi. Yetmiş yıl önce Amerika'da yaşayan bir genci ele alalım. Çalgısını kimin için çalıyordu? Bir iki teyze, kızkardeş ve yeğen, onlarda piyanoyu çekilmez bir şekilde kullanırlardı. Müzik zevkleri, vaktiyle biraz konservatuvara gitmiş yaşlı bir hanımefendi tarafından biçimleniyordu. O hanımefendi vaktiyle bir diploma almış ve Birleşmiş Milletler'in küçük bir kentine yerleşmişti. Kentin bütün müzik kültürü üstünde egemenlik kurmaya hak kazandığını sanırdı. Tek müzik otoritesi oydu. Sadece o belirlerdi neyin iyi neyin kötü olduğunu. Böylece değer yargılarının küçük bir kentte nasıl oluştuğunu anlamak pek zor olmasa gerek. Hayatımda yüzlerce böyle küçük kent tanıdım, hepsinin de müzikle olan ilişkileri çok yetersizdi.
Bugün durum değişmiştir. Aynı gencin kardeşleri, arkadaşları radyoyu açmakta, plağı pikaba koymakta, Toscanini'yi, Serkin'i, Gilels'i, Casadesus'u dinlemektedirler. Beethoven'ın, Mozart'ın, Chopin'in, Schumann'ın bir konçertosunun en iyi yorumları ile karşılaşırlar. Belki falanca, filanca parça diğerlerinden daha çok sevilir ama müzik seviyesi korkulacak derecede yükselmiştir. Bu yeni seviye, eski piyano ve müzik öğretmeni hanımefendileri tümüyle kırıp geçirmiştir. Piyasadan çekmiştir. Artık hiçbir sanatçı Amerika'ya kasaba anlayışı ile gidememektedir. 'Orda hem içerim hem çalarım.' Bu artık imkansızdır. Paris'te, New York'ta, Berlin veya Rio'daki çaldığımız gibi çalmamız gerekiyor her yerde.
Vaktiyle çok iyi hatırlarım, bana şöyle bir soru sorulmuştu: 'Dünya piyasasını dolduran genç sanatçıların aşırı çekingenlikleri ürkütücü. Üstün tekniklerinin yanı sıra en değerli müzik içgüdülerini öldürmüyor mu? ' Buna tamamen katılıyorum. Ve şu şekilde bir açıklama getirebileceğimi sanıyorum. Radyo ve plaktan evvel piyanistler kendilerini şöyle bir müziğe bırakıverirlerdi. Çözülmüş kişiliklerini ve dehâlarını yansıtırlardı. Mesela Pachmann bir minyatür ressamı idi ve dinleyicilerini büyülerdi. Küçük pasajlarda pedalı inanılmaz bir biçimde kullanırdı. Mesela d'Albert'i alalım. Ne büyük kıvılcımlarla çalardı Beethoven sonatlarını. Bazen yoruma gereksiz bir gaddarlık katar, benim gibi yanlış notalara da basardı ama dehâsı ve de inandırıcılığı eşsizdi. Bugün bu çalış da artık yeterli değildir. Bundan dolayı da genç piyanistler, eserin özüne sadık kalma korkusunu fazla büyütürler, kalplerini açamaz olurlar, gerçek kabiliyetlerin ortaya çıkması, sevgi duyguları yoksunlaşır ve tabii olarak halkı da duygulandırmaz olurlar. Hep şunu düşünürler çalarken: 'Aman şu nota temiz çıksın, aman şu cümledeki vurguyu yanlış çalmayayım.' Sanki sonsuza dek bir bant kaydı yapılıyormuş gibi gelir insana bu konserler. Bu aşırı sakınma havayı öldürür, müziğin gerçek anlamını da bozar. Tekniğe, esere ve kabiliyete gösterilen saygının dışında kalpler soğuk kalır. Aynen sirk numaralarına gösterdiğimiz hayret gibi, etkilenir fakat duygulanmayız. Sırtımızı koltuklara dayayıp çukulatalarımızı yemeye devam ederiz.
Tazeliği kaybetmemek çok önemlidir. Bu dersi dostum Picasso'dan almıştım. Bir zamanlar çok sık görüşürdük. Onu Paris'teki atölyesinde ziyaret ederdim. Sohbetlerimiz eşsizdi.
Picasso aylarca tualin önünde durur, bir sherry şişesinin, bir masanın, bir gitarın yahut da balkondaki demirlerin resmini yapardı. Bu bana son derece sıkıcı gelirdi, yepyeni bir Picasso görmek isterdim karşımda. Bir gün patladım, 'Kuzum Pablo, ne oldu size, hâlâ bıkmadınız mı her gün aynı şeyi yapmaktan? ' Bana şöyle bir ters ters baktı ve iyice sinirlendi: 'Kuzum ne saçmalıyorsunuz? Ben her gün başka bir insanım. Her saat ışık değişir, ayrıca bu şişeyi her zaman başka görürüm. Her an hayat ve dünya bir başkadır.' Bir an durduktan sonra 'Hakkınız var' dedim. 'Ne kadar çok fikrimi değiştiririm ben de. Sabah yataktan kalktığım vakit bir konu üzerinde bir gün öncesinden bambaşka düşünürüm. Bu da beni ileriye götürür.'
Schumann'ın 'Carnaval'ının yeni bir plağı bana yeni bir dünya açmıştı. Kırk yıldır bildiğim müzik bana yeni bir dilmiş gibi geliyordu. Fakat biliyordum ki birkaç ay sonra artık bu kadar sevdiğim plağı dinleyemeyeceğim. Bu her zaman başıma gelen bir şeydir. Yeni bir kaydı büyük bir içtenlikle dinlerim. Nerdeyse kapıya gelen postacıyı benimle beraber dinlemesi için içeri çağırmak gelir içimden. Bütün dostlarıma para vermeye bile hazırımdır, o kadar sevdiğim bir müziği benimle beraber paylaşmaları için özellikle konuşmadan dinleyenlere. Fakat al sana, birkaç ay sonra bu plağa artık katlanamam. Artık başka bir insan olmuşumdur. Hemen sormaya başlarım kendi kendime. 'Kim Allah'ını seversen bu kaydı yapan? Ne kadar yavaş, ne kadar çabuk, ne kadar aptalca bir çalış.' O anda müzik benimle yine yepyeni bir dille konuşmaya başlamıştır.
Mozart'a bugün eskisinden çok bağlıyım. Kanaatimce en temiz müzisyen odur. Müziği bütün gereksiz öğelerden arınmıştır. Aşkın, tutkunun, esprinin, şakanın bütün iniş ve çıkışlarını anlatmak için fazla notaya gerek yoktur. Bir şeyi söylemek için bir çizgi yetmektedir.
Çocuklar da bunu duyar. İlk konserim Mozart'ın La majör Piyano Konçertosu'ydu. Berlin'de Joseph Joachim orkestrayı yönetiyordu. Şunu söylemeliyim ki Mozart'ın doğrudan doğruyalığı, sadeliği, yalınlığı bir delikanlıya göre değildir. Delikanlı ilk hissî çoşkunluklarını tatmaktadır, karmaşıktır iç dünyası. Kız arkadaşına tafra satmak ister, babasına sahtekârlık eder, kendini çok beğenir ve olduğundan fazla görünmek ister. Yaşlandığı zaman delikanlı, bunların hepsini atar, fakat artık çok geçtir. Böyle şeylerin gereğini duymaz arınır, tertemiz olur.
Bütün eski müzisyenler, adeta emekleye emekleye Mozart'a dönerler. Busoni de sonunda Mozart'ı tercih ederek Beethoven'ı bir kenara itmişti. Bana bir gün şöyle demişti: Beethoven'dan bıktım. Mozart hepsinin büyüğü.
Çocukken gerçekten Mozart'a hayranlığım büyüktü. Mozart'ın sonatlarını, konçertolarını çalmak bana büyük zevk verirdi. Arkadaşlarım hep benden Mozart çalmamı isterlerdi. Ama daha sonra benden karmaşık, zor şeyler çalmam beklendi. Hiçbir empresaryo Mozart çalmama izin vermedi. Hele Çaykovski'deki büyük coşkunluklarım, halkı etkilemem ortaya çıkınca, sonradan başarı listeme Chopin ve İspanyol müziği de girdi. Halkı başka türlü memnun etmek mümkün değildi artık.
Bizler, besteciler arasındaki gerçek kişilikleri bazen çok geç buluruz. Mesela elli yaşıma kadar Grieg bana ucuz bir operet bestecisi gibi gelirdi. O sırada Eugene Ormandy bana Philadelphia Orkestrası'yla Grieg'in piyano konçertosunu çalmamı, bir band kaydı yapılmasını teklif etti. Uzun zaman bu teklifi erteledim. Nihayet karımın ısrarı üzerine, bir deneyeyim dedim. Birden Grieg'in ne kadar yanlış anlaşıldığını, müziğinin hiç de ucuz olmadığını anlayıverdim. Grieg aslında tertemiz, masum Norveç ruhunu özümlüyordu. Ezgileri çok içtendi. Orkestrasyon işinde kabiliyeti büyüktü. Kendini çok duyarlı, fakat sıkılgan, çok çekingen bir biçimde ifade ediyordu. Birden bu müzik beni çok sardı. Yorumumun her seferinde daha sade, daha saf olmasına özen gösterdim.
Ben neysem, ne yapıyorsam, oyumdur. Buna kuvvetle inanıyorum. Çünkü insanları ve hayatı kayıtsız şartsız seviyorum. Galiba dünyada gördüğüm en mutlu insan yine benim. Bunun sebebi de sadece sağlıklı oluşum, aile hayatımın düzenli oluşu, şu sırada para sıkıntısı çekmeyişim değildir. Eskiden hemen hemen hiçbir zaman param yoktu. Sokaklarda yattığım aç kaldığım olurdu. Borç içindeydim. Gözüme uyku girmezdi. Aşk hayatındaki şanssızlıklarım da büyüktü. Çok ağır hastalıklar geçirdim. Yani hayatın çilesini çok çektim. Buna rağmen hayata olan aşkım sönmedi. Bir içeriğe sahip olma durumudur yaşamak. Dış şartlar, olanlar bitenler bu içeriği etkilemez. Mutlu bir karakterim var, bunu da kimse benden alamaz. Hiç kimse içimizde olanları bizden alamaz.
...
sistemi okumak
20.05.2009 - 16:49Mozart - Divertimentos KV 247,287,251,334 (Karajan)
Mozart - Violin Concertos (Henryk Szeryng)
çocuk bakışlı gözler
20.05.2009 - 16:48Fantezi, Re minör (KV 397)
öncü
20.05.2009 - 16:41Glenn Gould - Birth of a Legend - The 1955 Goldberg Variations...
kült film
20.05.2009 - 16:40'Saturday Night and Sunday Morning' (1960)
Karel Reisz
şıpsevdi
20.05.2009 - 16:39...
Yaşamanın gayesini
Seni görünce anladım
Senden gelen her cefaya
Bu canımı adadım
...
bir sen bir de ben
20.05.2009 - 16:35Musique francaise a deux clavecins - Beausejour, Niquet
yalancı bahar
18.05.2009 - 18:04Schubert 'Im Haine', D.738
Zincirlenmiş Zamanlar
18.05.2009 - 18:03BWV 561 Fantezi ve Füg, La minör...
Secret Garden
18.05.2009 - 18:01Steps...
revizyon
18.05.2009 - 17:59The Beatles - If I Needed Someone...
ismail hami danişmend
18.05.2009 - 17:57'İnsanların çoğu her şeyi beğenmek için yaratılmışlardır; eğer bunlar olmasaydı, hiçbir memlekette hiç bir hükümet tutunamazdı...'
vehmin saltanatı
18.05.2009 - 17:56'La grande illusion' (1937)
Jean Renoir
derhâtır
18.05.2009 - 17:52...
Şuuraltı kişileşebilseydi, erkekle kadının, yaşlı ile gencin, doğumla ölümün sınırında yaşayan bütünlük içinde bir canlının çizgilerini taşır, hemen hemen ölümsüzlüğe yakın bir biçimde bir-iki milyon yıllık insan tecrübeleriyle dopdolu olurdu... Zamanın akıcılığı üstünde, hiçbir şeye karşı çıkmadan gezinir dururdu...
...
kendime not
16.05.2009 - 18:07- Abd-al Latif was well aware of the value of ancient monuments and praised Muslim rulers for preserving and protecting pre-Islamic artifacts and monuments... He noted that the preservation of antiquities presented a number of benefits for Muslims:
* Monuments are useful historical evidence for chronologies
* They furnish evidence for Holy Scriptures, since the Qur'an mentions them and their people
* They are reminders of human endurance and fate
* They show, to a degree, the politics and history of ancestors, the richness of their sciences, and the genius of their thought...
well tempered clavier
16.05.2009 - 18:06Prelude and Fugue IV in C-Sharp Minor
The Prelude, three voices from beginning to end, calls for the whine of the oboes d'amore or da caccia... It is crowded with ornaments of every kind - mordents, appoggiaturas fast and slow, etc. - which create uncertainty and confusion as to their realization... But happily the paternal foresight of Bach reassures us... Each of these ornaments is made clear by Bach himself in the course of the piece... Thus we can play the Prelude, certain that we are following his intention...
The Fugue unrolls in triplets... Avoid treating it like a gigue... The mood of this Fugue is incontestably serious and demands a moderate tempo... The triplets proceed gently, but have to be played with a certain weight in order to express the value of each note...
lost
16.05.2009 - 18:04'Det sjunde inseglet' (1957)
Ingmar Bergman
the final countdown
16.05.2009 - 18:02Safe...
teknikler ve mistikler
16.05.2009 - 17:56No.10 - La cathédrale engloutie (Batık Katedral) : Do Majör tonda, 6/9'lük ölçüde, derin sakinlikteki (Profondément calme) tempoda eski bir Breton efsanesinde anlatıldığı gibi sulara gömüldükten sonra çan titreşimleri ve bir koral ile tekrar ortaya çıkan Ys Katedrali canlandırılır... Müzik eleştirmeni Max Harrison ise prelüdün, Monet'nin 1895'te Paris'te sergilenen Rouen Katedrali tablosunun iyi ayırt edilmeyen, bulanık çizgilerini anımsattığını da yazar... Dörtlü, beşli ve oktavlı paralel akorlarla oluşan org efektleri bir bakıma, prelüdün adının 17. ve 18. yüzyıl Fransız klavsencilerinin eser başlıklarına benzediği kanısını güçlendirir... Ancak Debussy bu prelüdü ile 'Duyguların çıplak aslını' yansıtmak istediğini belirtir... Piyanonun yedi oktavını da kullanarak piyano ile çan ilişkisini deneyen bu yoğun eseriyle Debussy, üç sesten (Do - Re - Sol) oluşa temel üzerine anıtsal bir katedral kurar: Do sesi üzerine katedralin çan seslerini içeren ilahi (koral) gelişir; bunu orta çağ orgları ile Gregoryen şarkılarını andıran bölmeler izler...
Bleeding me
15.05.2009 - 18:37The Cranberries - Daffodil Lament...
kendime not
15.05.2009 - 18:294973 - Şâbi'nin, Fatıma Bintu Kays radıyallahu anhâ'dan nakline göre Fatıma şöyle anlatmıştır: 'Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: 'Temimu'd-Dâri hıristiyan bir kimse idi. Gelip biat etti ve müslüman oldu. O, benim Mesih Deccâl'den anlattığıma uygun olan bir rivayette bulundu. Bana anlattığına göre, Temim, bir gemiye binip denize açılmıştır. Yanında Lahm ve Cüzâm kabilelerinden otuz kişi vardı. (Hava şartları iyi olmadığı için) onlarla denizin dalgaları bir ay kadar oynadı. Sonunda güneşin battığı esnada denizde bir adaya yanaştılar. Geminin kayıklarına binerek adaya çıktılar. Derken karşılarına çok tüylü kıllı bir hayvan çıktı. Bunlar, tüylerinin çokluğundan hayvanın baş tarafı neresi, arka tarafı neresi anlayamadılar. (Şaşkın şaşkın)
'Sen necisin, neyin nesisin? ' dediler. O cevap verdi:
'Ben cessâseyim! '
'Cessase nedir? ' denildi.
'Ey cemaat! Şu manastıra kadar gelin! İçinde bir adam var, o sizin haberinize müştaktır! ' dedi. O, böylece bir adamdan söz edince, biz onun bir şeytan olmasından korktuk. Hemen koşarak manastıra girdik. İçeride bir adam vardı; hilkatçe gördüklerimizin en irisiydi ve elleri boynuna, dizlerinden topuklarına demirle sıkı şekilde bağlanmıştı.
'Vah sana! Kimsin sen? ' dedik.
'Benim haberimi alabilmişsiniz. Şimdi siz kimsiniz, bana söyleyin! ' dedi. Arkadaşlarım:
'Biz bir grup Arabız. Bir gemideydik, denizin coşkun bir anına rastladık. Dalgalar bizi bir ay oynatıp oyaladı. Sonra şu adaya yaklaştık, sandallara binip adaya çıktık. Tüylü ve çok kıllı bir hayvanla karşılaştık. Tüyünün çokluğundan başı ne taraf, arkası ne taraf anlayamadık. 'Vah sana, nesin sen' dedik.
'Ben cessâseyim! ' dedi. Biz: 'Cessase de ne? ' dedik.
'Manastırdaki şu adama gelin, o sizin haberinize pek müştaktır! ' dedi. Biz de koşarak sana geldik. Biz onun bir şeytan olmadığından emin olmadığımız için korktuk' dedik. Adam:
'Bana Beysân hurmalığından haber verin! ' dedi. Biz:
'Onun neyinden haber soruyorsun? ' dedik.
'Ben onun ağacından soruyorum, meyve veriyor mu? ' dedi.
'Evet! ' dedik.
'Öyleyse meyve vermeme zamanı yakındır! ' dedi.
'Bana Taberiye gölünden haber verin! ' dedi.
'Onun nesinden haber istiyorsun? ' dedik.
'Onun suyunun çekilmesi yakındır! ' dedi.
'Bana Zuğer gözesinden haber verin! ' dedi.
'Sen onun neyinden haber istiyorsun? ' dedik.
'Gözede su var mıdır? Orada su var mıdır? ' dedi.
'Evet, onun çok suyu vardır! Sahipleri onun suyu ile ziraat yapıyorlar! ' dedik.
'Ümmilerin peygamberinden bana haber verin? O ne yaptı? ' dedi.
'O Mekke'den çıkıp Yesrib'e (Medine'ye) yerleşti' dedik.
'Araplar O'nunla mukâtele etti mi? ' dedi. Biz:
'Evet! ' dedik.
'Onlara karşı ne yaptı? ' dedi. Biz de, (onu ezmek için) peşine düşen Araplara galebe çaldığını, Arapların kendisine itaat ettiklerini haber verdik. (O da bize :)
'Bu, onların itaat etmeleri, kendileri için daha hayırlıdır. Ben şimdi size kendimi tanıtayım: Ben Mesih Deccâl'im. Çıkış için bana izin verilme zamanı yakındır. O zaman çıkıp yeryüzünde dolaşacağım. Kırk gün içinde uğramadığım karye (köy) kalmayacak. Mekke ile Taybe (Medine) hariç. Bu iki şehir bana haramdır. Onlardan birine her ne vakit girmek istersem, elinde yalın kılıç bir melek beni karşılar, benim oraya girmeme mani olur. Onların her bir geçidinde bir melek vardır, onları korur! ' dedi.' Sonra Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm çubuğuyla minbere dürterek:
'Bu Taybe'dir! Bu Taybe'dir! Bu Taybe'dir! Ben bunu size anlattım değil mi? ' buyurdular. Halk da: 'Evet! ' diye karşılık verdi. bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm:
'Temimi'd-Dâri'nin rivayetinin benim size ondan (Mesih Deccâl'dan) Mekke ve Medine'den anlattığıma muvafık düşmesi hoşuma gitti. Bilesiniz O Şam denizinde veya Yemen denizindedir. Hayır doğu tarafındandır. Evet o doğu tarafından zuhur edecektir. O doğu tarafından zuhur edecektir! ' buyurdu ve eliyle doğu tarafına işaret etti.'
Müslim, Fiten 119, (2942): Ebu Davud, Melahim 15, (4325, 4326): Tirmizi, Fiten 66, (2254) .
4812 - Huzeyfe radıyallahu anh anlatıyor: 'Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
'Her ümmetin mecusileri vardır. Bu ümmetin mecusileri 'kader yoktur! ' diyenlerdir. Bunlardan kim ölürse cenazelerinde hazır bulunmayın. Onlardan kim hastalanırsa ona ziyarette bulunmayın. Onlar Deccal bölüğüdür. Onları Deccal'e ilhak etmek Allah üzerine bir haktır.'
Ebu Davud, Sünnet 17, (4692) .
5998 - İbnu Ömer radıyallahu anhümâ anlatıyor: 'Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
'İleride genç bir grup ortaya çıkacak. Bunlar Kur'ân'ı okuyacaklar, ancak, okudukları gırtlaklarından aşağıya geçmeyecek. Onlardan bir grup çıktıkça kökleri kazınacaktır.'
İbnu Ömer der ki: 'Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın: 'Onlardan bir grup çıktıkça kökleri kazınacaktır' ibaresini yirmi kereden fazla işittim.'
(İbnu Ömer, Resûlullah'tan işittiği sözleri şöyle tamamladı :) 'Nihayet bu cemaatin sürdürdüğü hile ve aldatma esnasında Deccal çıkacaktır.'
Toplam 3989 mesaj bulundu