Ve Swann, bu anılan saâdet karşısında hareketsiz duran bir bedbaht gördü, buna acıdı çünkü derhal tanıyamadı, o kadar ki yaşla dolu oldukları görülmesin diye gözlerini yere indirdi... Bu bizzat kendisiydi...
Bunu anladığı vakit merhameti zail oldu, fakat Odette'in sevmiş olduğu öteki kendisini kıskandı, 'belki bunları seviyor' diye ekseriya fazla bir acı duymadan aklına getirmiş olduğu kimseleri kıskandı, şimdi, ki aşkı ihtiva etmeyen o müphem sevmek düşüncesiyle krizantemin yapracıklarını ve Maison d'Or'un başlığını mübadele etmişti ve bunlar aşkla doluydu... Sonra, ıstırabı fazla şiddetlendiğinden elini alnında gezdirdi, monoklunu çıkardı, camını sildi... Bu sırada kendi kendisini görmüş olsaydı, tâciz edici bir düşünce gibi yerini değiştirirdi ve buğulu camının sathında da, bir mendil ile, birtakım kaygıları silmeye çabaladığı monoklunu, demin dikkatini çekmiş olanlar koleksiyonuna şüphesiz ilâve ederdi...
Kemanda - alet görülmeyince işitilen şey, onun tannanlığını tadil eden şeklinde atfedilmediğinden - bazı kontralto seslere pek benzeyen öyle ahenkler vardı ki bunlar kulağa gelince konsere bir şantözün inzimam ettiği zehabına düşülür... Baş yukarı kaldırılır ve yalnız Çin kutuları gibi değerli mahfazalar görülür, fakat yine zaman zaman, su perisinin muğfil hitabesiyle aldanılır; bazan de büyülü ve ürperişli, bilgiç kutunun içinde, kutsal su dolabına girmiş bir şeytan gibi, tutulup hapsolunmuş bir cinin sesi işitiliyor sanılır; nihayet, bazen bu, havada, göze görünmez nağmesini açıp sererek geçen fevkattabia bir mahlûk gibidir...
Sanki çalgıcılar küçük cümleyi çalmaktan ziyade onun meydana çıkmak için lüzüm gösterdiği âyini icra ediyor ve yâdı mucizesinin vukuu ile birkaç saniye imtidadı için zaruri afsunları yapıyorlarmış gibi, bir ultraviolet âleme mensupmuşçasına onu göremeyen ve ona yaklaşmakla tutulduğu geçici körlük içinde âdeta bir istihalenin serinliğini tadan Swann, aşkının koruyucu ve sırdaş tanrıçası gibi, onun varlığını ve kalabalık karşısında kendisine ulaşabilmek ve bir kenarda kendisiyle konuşabilmek için bu sesli görünüşün kılığına girmiş olduğunu seziyordu... Ve o Swann'a, diyeceği ne varsa onu diyecek hafif, müsekkin, bir güzel koku gibi dillerde terennüm edilerek geçtiği sırada Swann da bu kadar çabuk uçup gittiklerini görmekle eseflendiği bütün sözlerini inceden inceye tetkik ediyor, ahenkli ve kaçıcı cismi öpmek için iradesi dışında dudaklarını oynatıyordu... Kendisini artık metruk ve münferit hissetmiyordu, çünkü kendisine hitabeden o, Swann'a alçak sesle Odette'ten bahsediyordu... Zira Swann'da Odette'le kendisinin küçük cümlece meçhul oldukları intibaı artık yoktu... Şundan dolayı ki o bunların neşesine pek sık şahidolunmuştu! Gerçi o bu neşelerin bekasızlığından kendisini yine sık sık haberdar etmişti... Hattâ, o zamanlar onun tebessümünde, berrak ve meftur sesinde ıstırap tahmin ettiği halde, bugün, âdeta şen bir tevekkül edası buluyordu... Onun vaktiyle kendisine bahsettiği gamlardan ve bunların musabı olmaksızın, ivicâclı ve serî cereyanı içinde gülümseyerek alıp götürdüğünü gördüğü gamlardan, bir daha kurtulacağı ümidi olmaksızın artık kendinin olmuş olan bu gamlardan, vaktiyle saadetinden nasıl bahsediyor idiyse öyle bahsediyor sanılırdı: 'Bu ne ki, bütün bu bir hiçten ibaret...' Ve Swann'ın düşüncesi, ilk defa olarak, bir merhamet ve muhabbet hamlesiyle, kendisinin de çok ıstırap çekmiş olması gereken Vinteuil'e, bu meçhul ve ulvi kardeşe teveccüh etti; hayatı ne çeşit bir hayat olabilirdi? Hangi acıların derinliğinden bu Tanrı kuvvetini, bu hudutsuz yaratma iktidarını çekip almıştı? Aşkına ehemmiyetsiz bir hezeyanmışçasına bakan kayıtsızların yüzlerinde daha demin okuduğunu sanırken kendisine müsamaha edilmez gibi gelmiş olan hikmet ve basirette Swann, ıstıraplarının vâhiliğinden bahseden küçük cümle olunca, mülâyemet buluyordu... Şu sebeple ki, bu ruhî hallerin süreksizliğine dair hangi fikirde olursa olsun, küçük cümle, bunlarda bütün bu adamların yaptıkları gibi, müsbet hayattan daha az ciddî değil, tam tersine, ona öyle üstün bir şey görünüyordu ki yalnız bu ifade edilmeğe değerdi... Bu içten gamlı füsunları idi ki, küçük cümle, taklid etmeye, yeni baştan yaratmaya çabalıyordu ve hattâ onları dünyadan başka herhangi bir kimse için nakil ve tebliği imkânsız ve beyhude özünü, küçük cümle yakalamıştı, göze görünür hale getirmişti... O kadar ki burada hazır bulunan bütün o adamlara bunların kıymetini itiraf ettirip ilâhî tatlılıklarını tattırdı - şayet bunlar biraz musikişinas olsalardı - daha sonra da, bunlar yakınlarında doğduğunu gördükleri her bir aşkta, onların hayattaki kadrini inkâr ederlerdi: Şüphesiz, düsturlaştırırken bunlara vermiş olduğu şekli muhakeme ile hallolunamazdı... Fakat musiki sevgisi, kendisine kalbinin nice servetlerini ifşa ederek bir yıldan fazla bir vakitten beri, hiç değilse birkaç zaman için ruhunda doğmuş olduğu için... Swann, müzik motiflerini başka bir âleme, başka bir nizama ait hakiki fikirler, karanlıklarla örtülü, meçhul, zekâca nüfuz olunmaz, bununla beraber birbirinden tamamiyle ayrı, kıymet ve mânâ itibariyle gayri müsavi fikirler diye kabul ediyordu... Vaktaki Verdurin'lerin suvaresinden sonra, küçük cümleyi şahsı için tekrar çaldırarak onun, tıpkı güzel bir koku, bir okşayış haliyle, kendisini nasıl iğfal ettiğini, nasıl sardığını keşfe çalışmıştı, bu mütekallis ve ürperişli tatlılığın cümleyi terkibeden beş nota arasındaki hafif ayrılıkla bunlardan ikisinin mütemâdî tekerrüründen mütevellit olduğunu anlamıştı; fakat hakikatta biliyordu ki, bu suretle cümlenin kendisine dair değil, Verdurin'leri tanımadan önce, sonatı ilk defa işitmiş olduğu o suvarede, duymuş olduğu esrarlı cevher yerine idrakine elverişli olduğu için, ikame edilmiş basit kıymetler üzerine muhakeme yürütüyordu... Biliyordu ki bizzat piyanoyu hatırlaması bile içinde musikiye müteallik şeyleri gördüğü düz sathı daha çok eğriltmektir, musikişinas açık olan saha yedi notalık hakîr klavye değil, henüz hemen hemen tamamiyle meçhul sonsuz bir klavyedir, bunu terkibeden milyonlarca muhabbet, ihtiras, cesaret, sekinet tuşundan, şurada burada, keşfolunmamış kesif karanlıklarla birbirinden ayrı, bir cihan, bir cihandan ne kadar başka ise birbirinden o kadar başka birkaçı bazı artistler tarafından keşfolunmuşlardır ve bu artistler ise, buldukları temanın bizdeki mukabilini uyandırmakla, ruhumuzun boşluk ve yokluk diye kabul ettiğimiz içine girilmemiş, cesaret kırıcı gecesinin haberimiz olmadan, nasıl bir serveti, ne gibi bir çeşitliliği gizlediğini bize göstermek hizmetini ifâ etmektedirler... Vinteuil bu müzisyenlerden biri olmuştu... Akla muzlim bir saha arz etmekle beraber küçük cümlesinde, öyle sağlam, öyle vazıh bir muhteva hissolunuyor, bu muhtevaya öyle yeni, öyle orijinal bir kuvvet veriyordu ki dinlemiş olanlar onu zekânın fikirleriyle aynı seviyede muhafaza ediyorlardı... Swann bunu aşkın ve saadetin bir mefhumu gibi akla getirdiği anda neye, isimleri de hatırına gelir gelmez, 'Prenses de Clèves'e veya 'René'ye has olduğunu biliyordu... Küçük cümleyi düşünmediği zamanlar dahi bu, iç sahamızın tenevvü edip bezendiği zengin varlıklar olan ışık, ses, kabartı, fizik iştah mefhumları gibi muadili olmayan diğer bazı mefhumlar Swann'ın zihninden nasıl kendilerini belirtmeden mevcut iseler, öylece mevcuttu... İhtimal bunları kaybedeceğiz, ihtimal kendileri silinip yok olacaklardır, eğer bizler de ademe döneceksek... Lâkin yaşadığımız müddetçe, herhangi bir gerçek nesneden, faraza, karanlığın en son izinin dahi silinmiş olduğu odamızın şekilleri değişmiş eşyası önüne yerleştirdiğimiz lambanın aydınlığından nasıl iştibah edemezsek, bunları da tanımazlık edemeyiz... Böylece, Vinteuil'ün cümlesi, meselâ, bize herhangi bir hissî kazancı da temsil eden Tristan'ın filanca teması gibi, fâniliğimizle imtizac etmiş, oldukça rikkatâver, beşerî bir hal almıştı... Talihi, en hususi, en mütemayiz süslerden biri olduğu ruhumuzun istikbal ve hakikatına bağlıydı... Belki hakikat olan yokluktur, bütün hulyamız da onun gibi bir yoktan ibarettir, fakat o zaman hissederiz ki ona nispetle var olan musikî cümleleri, bu mefhumlar birer hiç olmamak gerekir... Ölüp gideceğiz, lâkin elimizde rehine olarak mukadderimizi takibedecek bu ilâhi eserler vardır... Bunlarla beraber ölüme ise daha az acı, daha az şerefsizlik, belki daha az muhtemel bir şey vardır...
Şu halde Swann sonat cümlesinin gerçekten mevcut olduğuna inanmakla hata etmiyordu... Elbette bu bakımdan beşerî olan o, yine fevkattabia ve hiç göremediğimiz, fakat buna rağmen, göze görünmezin bir kâşifi, girmeye mezun bulunduğu ilâhi alemden bir tanesini ele geçirip kendi âlemimiz üstünde birkaç saniye parıldamak üzere getirecek olursa hayranlıkla teşhis ettiğimiz mahlûklar sınıfına mensuptu... Vinteuil, küçük cümle için, işte bunu yapmıştı... Swann hissediyordu ki bestekâr, kendi musikî aletleriyle, onu öyle yumuşak, öyle ihtiyatlı, öyle nazik ve öyle emin bir el ile örtüsünden sıyırıp göze görünür hale getirmekle, umumi seyrini takip ve buna saygı göstermekle iktifa etmişti ki ses, pesleşmek üzere hafifleyerek, daha cüretli bir devri taklidetmek lâzım geldiğinde canlanarak her an değişiyordu... Bu cümlenin gerçek varlığına inanmakla Swann'ın aldanmadığına bir delil de şu idi ki şayet Vinteuil onun şekillerini görüp ifade etmekte daha az iktidar sahibi olsaydı da, şuraya buraya kendi karihasından bazı çizgiler ilâve etmek suretiyle, görüşünün kusurlarını veya elinin dermansızlığını gizlemeye kalkmış olsaydı biraz kurnaz her amatör bu sahtekârlığı fark ederdi...
Küçük cümle susmuş, kaybolmuştu... Swann biliyordu ki son hızlı kısım nihayetinde, Madam Verdurin'in piyanistinin daima atladığı bütün bir uzun parça bitince yine meydana çıkacaktı... Bunda Swann'ın ilk dinleyişte fark etmemiş ve şimdi, sanki hâtırasının vestiyerinde yeniliğin yeknesak tebdil giyiminden sıyrılmış gibi, görmekte bulunmuş olduğu çok beğenilecek fikirler vardı... Swann, elzem neticede kıyas başlangıçları gibi cümlenin terkibine girebilecek olan bütün dağınık temaları dinliyor, tekvininde hazır bulunuyordu... Kendi kendisine: 'Ey cüret, ihtimal bir Lavoisier'ninki, bir Ampère'inki kadar dâhice olan cüret, meçhul bir kuvvetin gizli kanunlarını deneyip bulan, keşfolunmamış bir sahadan tek mümkün hedefe alıp götüren bir Vinteuil'ün cüreti, güvendiği ve hiçbir zaman seçemeyeceği göze görünmez koşum atı.' diyordu... Son parçanın başlangıcında, piyano ile keman arasında, Swann'ın dinlediği güzel diyalog! İnsan sözünün aradan çıkarılması, zannedilebileceği gibi, bunda fantezinin hüküm sürmesine imkân verecek yerde, bu fanteziyi izale etmişti; konuşulan dil hiçbir vakit bu derece bükülmez şekilde katîleşmemiş, suallerde bu kadar uygunluk, cevaplarda bu mertebe bedihîlik bilip tanımamıştı... İlk önce yalnız başına olan piyano, eşince terk olunmuş bir kuş gibi, şikâyet etti; keman bunu işitti, sanki yakın bir ağaç üstünden, ona cevap verdi... Bu, dünyanın ilk günlerindeydi, yalnız ikisi varmış gibi yeryüzünde, daha doğrusu bütün geri kalanlara kapalı, bir yaradanın mantığına göre kurulu, yalnız ikisinin bulunabileceği bir âlemde: bu sonatta... Bir kuş mudur, küçük cümlenin henüz tamam olmayan ruhu mudur, görünmeyen ve sızlayan bir peri midir ki daha sonra piyano şefkat ve merhametle iştikâsını tekrarlıyordu... Feryatları öyle âni idi ki bunları kemancı iktifaf için yayına sarılmak zorunda kalıyordu... Harikulâde kuş! Kemancı bunu teshir etmek, alıştırmak, tutmak istiyor sanılırdı... O, daha şimdiden kemancının gerçekten cezbeye kapılmış bedenini bir medyumunki gibi sallıyordu... Swann biliyordu ki küçük cümle bir kere daha dile gelmek üzereydi... Ve Swann'ın şahsiyeti o kadar ikileşmişti ki onunla karşı karşıya geleceği yakın anı beklerken, güzel bir mısranın veya hüzünlü bir haberin bizde, yalnız başımıza bulunduğumuz zaman değil, bunları bazı dostlara tebliğ ederken kendimizde, muhtemel heyecanı onları rikkate getiren, bir başka şahsiyet farz ettiğimiz vakit hâsıl olan hıçkırıklardan biriyle sarsıldı... Küçük cümle tekrar zuhur etti, ancak bu sefer boşluğa asılıp kalarak yalnız bir an hiç kımıldanmıyormuş gibi, çalınmak ve bunu müteakıb son nefesini vermek üzere... Bunun içindir ki Swann onun devam ettiği pek kısa müddetten hiçbir şey kaybetmiyordu... Küçük cümle hâlâ ebemkuşağının yedi renginde bir sabun köpüğü gibi oracıkta idi... Parlaklığı hafifleşen, azalan, sonra çoğalıp sönmeden evvel, bir an, şimdiye kadar hiç yapmamış olduğu kadar coşan bir alâimisemâ gibi, o vakte kadar belirtmiş olduğu iki renge başka alaca teller, prizmanın bütün renklerini ilâve etti, bunları terennüm ettirdi... Swann yerinden kıpırdanmaya cesaret edemiyor ve sanki yok olmak üzere bulunan fevkattabia, nefis ve rakik sihirbazlığı en ehemmiyetsiz bir hareket ihlâl edebilirmiş gibi, öteki adamları rahat durdurmak istiyordu... Doğrusu, hiç kimse söz söylemeyi akla getirmiyordu... Orada bulunmayan birinin, belki bir ölünün (Swann, Vinteuil'ün hâlâ hayatta olup olmadığını bilmiyordu) tarife sığmaz sözü, bu âbitlerin ayinleri üstünden intişar ederek üç yüz kişinin dikkatini hükmü altına alıyor ve üzerinde bir ruhun böylece yâd edilmekte olduğu bu kereveti fevkattabia bir âyinin cereyan edebildiği mihraplardan biri haline getiriyordu... O suretle ki, küçük cümle, daha şimdiden yerini almış olan müteakıb motiflerde lime lime dalgalanarak nihayet çözülüp dağıldığı zaman, Swann, saflıklarıyla meşhur kontes Monteriender'in sonat daha sona ermeden, intibalarını tevdi için kendisine doğru eğildiği ilk anda sinirlenmekle beraber, gülümsemekten ve kontesin kullandığı sözlerde - sahibinin görmediği - derin bir mânâ bulmaktan kendini alamadı... Sazendelerin maharetine hayran olan kontes, Swann'a hitabederken: 'Harikulâde, bu kadar kuvvetli bir şey görmemiştim.' dedi... Fakat doğruluk kaygısı ilk iddiasını tashihe zorladığından ilâve etti: '...dönen ispirtizma masalarından beri bu kadar kuvvetli bir şey! '
O akşamdan itibaren Swann anladı ki Odette'in kendi hakkında beslemiş olduğu duygu bir daha yeniden doğamayacak, saâdet ümitleri artık gerçekleşemeyecektir... Swann, Odette'in kendisine karşı hâlâ nasılsa lütufkâr ve muhabbetli olduğu günlerde, herhangi bir alâka gösterir göstermez bu bir parçacık temâyülün zâhiri ve yalancı alâmetlerini, şifa bulmaz bir hastalığın son günlerine gelmiş bir dosta bakanlar: 'Dün hesaplarını bizzat gördü ve yaptığımız bir toplama yanlışını kendisi düzeltti; zevkle bir yumurta yedi, eğer hazmedebilirse yarın pirzola vermeyi deneriz' diye, önlenilmez bir ölümün arifesinde, bütün bunların mânâsızlıklarını bildikleri halde, en ehemmiyetsiz şeyleri değerli birer hâdise imişçesine nakil ve hikâye edenlere has merhametli ve şüpheli takayyütle, ümitsiz sevinçle kaydediyordu... Şüphesiz Swann şimdi Odette'ten uzak yaşasa onun gitgide alâkasını kaybedeceğinden emindi; bundan dolayı da onun Paris'ten ebediyen ayrılmasına memnun olurdu; bu takdirde kalmak cesaretini gösterdi, fakat buradan ayrılmak cesaretine malik değildi...
Bunu ekseriya düşünmüştü... Ver Meer hakkındaki etüdüne başlamış olduğu şimdi, hiç değilse birkaç gün, La Haye'e, Dresde'e, Brunswick'e gitmek ihtiyacında olabilirdi... Hiç şüphe etmiyordu ki Goldschmidt satışında Mauritshuis tarafından Nicolas Maes'in bir eseri gibi alınmış olan bir 'Diana'nın Tuvaleti' hakikatta Ver Meer'indi... Kanaatini takviye için de tabloyu yerinde inceleyebilmek isterdi... Lâkin Paris'ten ayrılmak, hem de Odette burada iken ve hattâ değilken - zira tahassüslerin itiyâd sevkiyle hafiflemediği yeni yerlerde bir ıstırap sağlamlaşıp canlanır - Paris'ten çıkıp gitmek, onca öyle zalim bir tasavvurdu ki ancak hiçbir vakit gerçekleştirmemek kararında olduğunu bildiğinden dolayı bunu durmadan akla getirmek kudretini kendinde duyuyordu... Fakat zaman oluyordu ki, bu seyahatin imkânsızlığını hatırlamaksızın, seyahat niyeti içinde doğuyor ve uykuda gerçekleşiyordu... Bir gün rüyasında bir senelik bir yolculuğa çıkacağını gördü; tren yolu rıhtımında ağlayarak kendisine veda eden bir gence doğru vagon penceresinden eğilip onu da kendisiyle birlikte harekete ikna etmeye uğraşıyordu... Tren kımıldadığından sıkıntısı Swann'ı uyandırdı... O da yola çıkmadığını, Odette'i o akşam ertesi gün ve hemen her gün göreceğini hatırladı... O vakit, tamamiyle rüyasının heyecanı içinde, kendisini müstakil kılan hususi hal ve şartları sayelerinde, hem Odette'in yakınında kalabildiği, hem de bazen kendisiyle görüşmesine muvafakatine temin ettiği hal ve şartları takdis etti; ve bütün bu faydaları gözden geçirdi: vaziyetini, - Odette'in bir ayrılık tehdidi karşısında ricat edemeyecek kadar (hattâ, denildiğine göre, kendisiyle evlenmek hususunda bir muzmer fikri bulunduğundan dolayı) ekseriya pek muhtaç olduğu servetini - doğrusu, Odette'ten kendisi için hiçbir zaman pek büyük bir şey koparamamış olan, fakat onun pek ziyade takdirine mazhar bu müşterek dostun kendisinden sitayişle bahsedişini dinlemesinden mütevellit hazzı veren mösyö de Charlus'ün dostluğunu; - nihayet, Odette nazarında huzurunu hoş değilse bile zaruri kılan yeni bir bahane tertibinde toptan kullandığı zekâsına varıncaya kadar her şeyi gözden geçirdi ve bütün bunlardan mahrum bulunmuş olsaydı ne hale gelebileceğini düşündü, başka niceleri gibi fakir, alçakgönüllü, çaresiz her işi kabule mecbur, yahut akrabaya veya bir zevceye bağlı olsaydı Odette'ten ayrılmak zorunda kalabileceğini, dehşeti henüz pek yakın olan bu rüyanın o zaman gerçek olabileceğini düşündü ve kendi kendisine: 'İnsan saâdetini bilemiyor... Hiçbir zaman sandığı kadar bedbaht olmuyor.' dedi... Fakat hesabetti ki bu hayat tarzı birçok yıldan beri devam ediyordu, bütün umabileceği onun böylece ebediyen devam etmeseydi, kendisine mesut hiçbir şey getiremeyecek olan bir randevunun günlük intizarı içinde çalışmalarını, zevklerini, dostlarını, nihayet hayatını feda edebilecekti... Aldanıp aldanmadığını, münâsebetini kolaylaştırmış ve bu münâsebetin kesilmesine engel olmuş olan şeyin mukadderine zarar verip vermemiş olduğunu, arzuya lâyık olan hâdisenin ancak rüyada vukua gelmiş olmasıyla sevindiği hâdise, yani seyahate çıkması olup olmadığını kendisinden soruşturdu ve yine kendi kendisine insanın felâketini bilmediğini, sandığı kadar bahtiyâr olmadığını söyledi...
Zaman olurdu ki Odette'in bir kazada ıstırap çekmeden ölebileceğini umardı, Odette ki sabahtan akşama kadar dışarda, sokakta, şoseler üzerindeydi... Odette ise sağ ve salim geri geldiğinden Swann insan vücudunun bu kadar esnek ve bu kadar kuvvetli oluşuna, etrafını çeviren (Swann'ın gizli arzusu aşağı yukarı hesabettiğinden beri sayısız bulduğu) tehlikeleri hiçe sayıp hepsini boşa çıkarışını ve böylece mahlûkların her gün ve hemen hemen cezasını çekmeden kendilerini yalancılıklara ve zevk ve safâya vermelerini mümkün kılışına hayran oluyordu... Sonra bu suretle yalnız nefsini düşündüğü için kendinden istikrâh ediyor ve mademki bizzat kendisi Odette'in hayatına bu kadar az kıymet veriyordu, çektiği azaplar da hiçbir terahhuma lâyık değilmiş gibi geliyordu...
Envansiyonlar ve senfoniler, Bach'ın, her yönden ne denli büyük bir besteci olduğunu gösterir... Son derece basit ve iddiasız eserler olmalarına karşın, her birinin temelinde yatan fikir ve bu fikrin ustaca işlenmesi, yapıtlara tam anlamıyla bir başyapıt özelliği kazandırır; ve insan bu olağanüstü güzellikteki eserlerin, piyano öğrencilerinin etüdleri olmaktan daha fazlasını hakkettiğini düşünmeden edemez...
Kreisler kendine özgü tatlı sonoritesi ve teknik ustalığıyla üne ulaşmış, bu özellikleri yanında keman repertuvarına güzel ve zarif parçalar kazandırmıştır...
Daha önce Avusturyalı besteci Joseph Lanner'in besteleri olarak tanıttığı ve kendi gençlik eserleri olan Güzel Rosmarin, Viyana Kaprisi (Caprice Viennoise) , Çin Tamburini (Tambourin Chinois) , Aşk Sevinci (Liebesfreud) ve Aşk Acısı (Liebesleid) bunların en ünlüleridir... Bazı müzik eleştirmenlerince 'soylu salon müziği parçaları' bestelediği öne sürülen Kreisler, konser programlarında kendi parçalarının yanı sıra Boccherini, Martini, Porpora, Couperin, vs. gibi eski ustalara ait olduğunu belirttiği parçalara da yer vermiş, bunları kendisinin yazdığını gizlemişti... Sonradan ünlü eleştirmen Olin Downes'in sorusu üzerine bu şakasını açıkladığı zaman, en başta bu eserleri öğrencilerine 'belli bir çağın örnekleri' olarak öğreten keman öğretmenleri kızmıştı... Aslında Kreisler'in isteği, konser programı üzerinde hem besteci, hem de yorumcu olarak görünmemek gibi masum bir nedene dayanıyordu...
4. Bölüm (İki insanın vahşi dansı) çok çabuk tempoda, ostinato basın temel motifi eşliğinde önce klarinetlerle, sonra obua ve saksafon sololarıyla renklenir... Kadın ve erkek bu çılgınca dansa başlayınca, o zamana kadar şekillenmemiş tüm yaratıklar canlanır ve bu ilkel dansa katılır... Sonunda şeytan karakterli, kadın-erkek karışımı N'guil'ler, kötü fetişler, tehdit edici fenalıklar da dönmeye başlar...
Türk Edebiyatı'nda Batı anlamında tiyatronun ilk adımının Tanzimat Dönemi'nde atılmış olduğu bilinir... Fransız Tiyatrosu'nu örnek alan bu tiyatro, benzetmeci tiyatro anlayışının içinde kalan Dramatik Tiyatro'yu benimsiyordu...
Benzetmeci Tiyatronun bizdeki yüzelli yıllık geçmişi düşünüldüğünde, Brecht'in yapıtlarının çoğu çevrilmiş, sahnelenmiş olmasına karşın; O'nun tiyatrosunun benzetmecilik geleneğinden arınmış bir düşünce tiyatrosu olduğunun özümsendiği söylenemez...
Brecht'in oyunlarının dramatik bir anlayışla sahnelenmesi yapılan yanlışların başında gelir... Özellikle tek bir kişinin çevresinde odaklaşan oyunlarında bu durumla karşılaşılır... Sahnelenişte yapılan bir diğer yanlış, oyunun öğretici yanının aşırı derecede vurgulanmasıdır... 1960'larda Brecht tiyatro yaşamımıza girdiğinde, devrimci tiyatro anlayışı modaydı... Böyle olduğu için de oyunların öğretici işlevi üzerine önemle duruluyordu... Bu anlayış Brecht'i yer yer slogan tiyatrosuna dönüştüren oyunlar sergilenmesine neden oluyordu...
Brecht oyunlarının yanlış yorumlanmasında çevirilerin payından da söz etmek gerekir... Çevirilerde dikkati çeken hemen hemen tümünün aşırı bağımsız oluşudur... Bunun nedenleri üç noktada toplanabilir:
*Çevirilerde sahne dilinin göz önünde tutulması, başka bir deyişle Türkiye izleyicisinin kolay anlayacağı bir dilin benimsenmiş olması...
*Yazarların kendi dil ve anlatım biçimlerini zorlaması...
*Çevirilerin bir çoğunun aslından değil, İngilizce ya da Fransızca'dan yapılmış olması...
Brecht'in Yabancılaştırma Tiyatrosu; Vasıf Öngören ve Haldun Taner
1960'lardan bu yana yerli oyun yazarlarımızın da dramatik tiyatro anlayışının sınırlarını aşan yeni arayışlara yöneldiklerini görürüz... Bu bağlamda ülkemizde gösterilen ilk epik tiyatro denemeleri olarak Vasıf Öngören'in 'Asiye Nasıl Kurtulur? 'u ve Haldun Taner'in 'Keşanlı Ali Destanı' üzerinde durulabilir... Vasif Öngören'in oyununda kadının sömürülmesi sorunu koşullar geregi fahişe olan genç bir kızın yaşamından alınan kesitlerle irdelenir... Asiye'nin çocukluğu, öğrenciliği, fabrikadaki yaşamı, işten çıkarılışı, sokağa düşüş vb. olaylar bir zincirin halkaları gibi ufak ufak sahnelerle verilmiştir... Her sahne üzerinde ayrıntılı bir tartışmayı içeren ara sahnelerde anlatıcı olarak fuhuşla mücadele derneğinden bir kadının konuşmalarını izleriz... Kadının Asiye'yi kurtarmak için getirdiği her öneri bir sonraki sahnede denenir fakat hiç biri sonuç vermez... En sonunda Asiye de kurtuluşunun bedelini yeni Asiyeler yetiştirerek ödeyecektir... Oyunun geneline bakarsak Brecht'in etkisinin yoğunlukla görüldügü söylenilebilir... Bu etkiden temel iki nokta çevresinde söz edebiliriz;
*Olayın kurgusunda: Asiye'nin yaşamını anlatan tek tek sahneler tek başına düşünüldüğünde oyun için benzetmeci tiyatro geleneğini sürdürüyor denilebilir... Fakat anlatıcının devreye girdiği tartışma sahneleri oyunu dışardan değerlendiren bölümlerdir ve oyunu dramatik olmaktan uzaklaştırır...
*Dilin kullanımında: Brecht'in oyunlarında dil iletilmek istenen düşüncenin hizmetinde bir yabancılaştırma etkisi işlevi taşır... Vasıf Öngören'de bunun bütünüyle var olduğunu söyleyemeyiz... Tartışma sahneleri ve şarkılar oyuna bir eklenti gibi dursa da, bu bölümlerde dilin yukarıda anlatıldığı gibi kullanılabildiğini söyleyebiliriz...
Sonuçta, Vasıf Öngören'in Brecht'in tiyatrosuna özgü bazı biçimsel özellikleri aldığını fakat bunları benzetmeci tiyatro geleneğiyle bağdaştırmaya çalıştığını söyleyebiliriz...
Haldun Taner'e baktığımızda ise, O'nun benzetmeci tiyatro geleneğinden uzaklaşarak, bize özgü bir yabancılaştırma tiyatrosu kurmanın yollarını aradığını söyleyebiliriz...
Keşanlı Ali Destanı'nda Haldun Taner, geleneklerden kaynak olarak yararlanma, onları çağdaş bir anlayışla yorumlama, biçimlendirme anlamında önemli bir adım atar... Taner, halk tiyatrosunun göstermeci özelliklerinden yararlanarak çok çarpıcı bir sorunu gündeme getirir: Otoriteye bağımlılık. Bir gecekondu ortamında kendilerine bir kahraman miti yaratmak isteyenler bizim halkımızı temsil eder... Oyundaki yan temalar, Yusuf ile Zilha'nın aşkı, gecekonduluyla zenginin karşılaştırılması, bürokrasi, rüşvet, dolandırıcılık üzerine kurulmuş çarpık bir politik çarkın gösterilmesidir...
Kişiler, oyunun başında kendilerini müzik eşliğinde tanıtırlar... Orta oyununda olduğu gibi, karikatürleştirilmiş, kurmaca figürlerdir... Halk tiyatrosuna özgü olan bu özellikler çağdaş tiyatroyu belirleyen türlü yabancılaştırma etkileriyle, örneğin bir sonraki sahnenin özetini veren ve yazarın bu sahneye ilişkin yorumunu içeren koro ve oyun oynama olgusunu vurgulayan bir dekorla bütünleştirilmiştir...
5. Bölümde (Sakinleşme, gerilimin azalışı) , sakin tempoda önceki bölümlerin motifleri tematik şekilde tekrar belirir... Kadın ve erkek birbirine sarılmıştır... Çevrede dans eden yaratıklar da sakinleşir, hepsi kendi yolunu izleyecektir... Ancak kadın ve erkek öpüşür: Aşk yaratılmıştır ve -metindeki-, insanları 'bir dalga gibi taşıyacaktır' sözlerini simgeleyen müzik duyulur; 15 dakikayı ancak geçen süresine karşın, çağdaş müziğiyle, avantgard (öncü) desenleriyle ve deneysel (experimental) koreografisiyle modern insanı etkileyen eser bu simgeyle sona erer... Milhaud bu bale müziğini bir Orkestra Süiti (Op.81a) olarak da düzenlemiştir...
ilham kaynağı olmak
25.10.2009 - 19:13Leos Janacek - String Quartet No. 1 (After Lev Tolstoy's The Kreutzer Sonata)
Kanserleşmiş Fikirler
24.10.2009 - 19:08...
Ve Swann, bu anılan saâdet karşısında hareketsiz duran bir bedbaht gördü, buna acıdı çünkü derhal tanıyamadı, o kadar ki yaşla dolu oldukları görülmesin diye gözlerini yere indirdi... Bu bizzat kendisiydi...
Bunu anladığı vakit merhameti zail oldu, fakat Odette'in sevmiş olduğu öteki kendisini kıskandı, 'belki bunları seviyor' diye ekseriya fazla bir acı duymadan aklına getirmiş olduğu kimseleri kıskandı, şimdi, ki aşkı ihtiva etmeyen o müphem sevmek düşüncesiyle krizantemin yapracıklarını ve Maison d'Or'un başlığını mübadele etmişti ve bunlar aşkla doluydu... Sonra, ıstırabı fazla şiddetlendiğinden elini alnında gezdirdi, monoklunu çıkardı, camını sildi... Bu sırada kendi kendisini görmüş olsaydı, tâciz edici bir düşünce gibi yerini değiştirirdi ve buğulu camının sathında da, bir mendil ile, birtakım kaygıları silmeye çabaladığı monoklunu, demin dikkatini çekmiş olanlar koleksiyonuna şüphesiz ilâve ederdi...
Kemanda - alet görülmeyince işitilen şey, onun tannanlığını tadil eden şeklinde atfedilmediğinden - bazı kontralto seslere pek benzeyen öyle ahenkler vardı ki bunlar kulağa gelince konsere bir şantözün inzimam ettiği zehabına düşülür... Baş yukarı kaldırılır ve yalnız Çin kutuları gibi değerli mahfazalar görülür, fakat yine zaman zaman, su perisinin muğfil hitabesiyle aldanılır; bazan de büyülü ve ürperişli, bilgiç kutunun içinde, kutsal su dolabına girmiş bir şeytan gibi, tutulup hapsolunmuş bir cinin sesi işitiliyor sanılır; nihayet, bazen bu, havada, göze görünmez nağmesini açıp sererek geçen fevkattabia bir mahlûk gibidir...
Sanki çalgıcılar küçük cümleyi çalmaktan ziyade onun meydana çıkmak için lüzüm gösterdiği âyini icra ediyor ve yâdı mucizesinin vukuu ile birkaç saniye imtidadı için zaruri afsunları yapıyorlarmış gibi, bir ultraviolet âleme mensupmuşçasına onu göremeyen ve ona yaklaşmakla tutulduğu geçici körlük içinde âdeta bir istihalenin serinliğini tadan Swann, aşkının koruyucu ve sırdaş tanrıçası gibi, onun varlığını ve kalabalık karşısında kendisine ulaşabilmek ve bir kenarda kendisiyle konuşabilmek için bu sesli görünüşün kılığına girmiş olduğunu seziyordu... Ve o Swann'a, diyeceği ne varsa onu diyecek hafif, müsekkin, bir güzel koku gibi dillerde terennüm edilerek geçtiği sırada Swann da bu kadar çabuk uçup gittiklerini görmekle eseflendiği bütün sözlerini inceden inceye tetkik ediyor, ahenkli ve kaçıcı cismi öpmek için iradesi dışında dudaklarını oynatıyordu... Kendisini artık metruk ve münferit hissetmiyordu, çünkü kendisine hitabeden o, Swann'a alçak sesle Odette'ten bahsediyordu... Zira Swann'da Odette'le kendisinin küçük cümlece meçhul oldukları intibaı artık yoktu... Şundan dolayı ki o bunların neşesine pek sık şahidolunmuştu! Gerçi o bu neşelerin bekasızlığından kendisini yine sık sık haberdar etmişti... Hattâ, o zamanlar onun tebessümünde, berrak ve meftur sesinde ıstırap tahmin ettiği halde, bugün, âdeta şen bir tevekkül edası buluyordu... Onun vaktiyle kendisine bahsettiği gamlardan ve bunların musabı olmaksızın, ivicâclı ve serî cereyanı içinde gülümseyerek alıp götürdüğünü gördüğü gamlardan, bir daha kurtulacağı ümidi olmaksızın artık kendinin olmuş olan bu gamlardan, vaktiyle saadetinden nasıl bahsediyor idiyse öyle bahsediyor sanılırdı: 'Bu ne ki, bütün bu bir hiçten ibaret...' Ve Swann'ın düşüncesi, ilk defa olarak, bir merhamet ve muhabbet hamlesiyle, kendisinin de çok ıstırap çekmiş olması gereken Vinteuil'e, bu meçhul ve ulvi kardeşe teveccüh etti; hayatı ne çeşit bir hayat olabilirdi? Hangi acıların derinliğinden bu Tanrı kuvvetini, bu hudutsuz yaratma iktidarını çekip almıştı? Aşkına ehemmiyetsiz bir hezeyanmışçasına bakan kayıtsızların yüzlerinde daha demin okuduğunu sanırken kendisine müsamaha edilmez gibi gelmiş olan hikmet ve basirette Swann, ıstıraplarının vâhiliğinden bahseden küçük cümle olunca, mülâyemet buluyordu... Şu sebeple ki, bu ruhî hallerin süreksizliğine dair hangi fikirde olursa olsun, küçük cümle, bunlarda bütün bu adamların yaptıkları gibi, müsbet hayattan daha az ciddî değil, tam tersine, ona öyle üstün bir şey görünüyordu ki yalnız bu ifade edilmeğe değerdi... Bu içten gamlı füsunları idi ki, küçük cümle, taklid etmeye, yeni baştan yaratmaya çabalıyordu ve hattâ onları dünyadan başka herhangi bir kimse için nakil ve tebliği imkânsız ve beyhude özünü, küçük cümle yakalamıştı, göze görünür hale getirmişti... O kadar ki burada hazır bulunan bütün o adamlara bunların kıymetini itiraf ettirip ilâhî tatlılıklarını tattırdı - şayet bunlar biraz musikişinas olsalardı - daha sonra da, bunlar yakınlarında doğduğunu gördükleri her bir aşkta, onların hayattaki kadrini inkâr ederlerdi: Şüphesiz, düsturlaştırırken bunlara vermiş olduğu şekli muhakeme ile hallolunamazdı... Fakat musiki sevgisi, kendisine kalbinin nice servetlerini ifşa ederek bir yıldan fazla bir vakitten beri, hiç değilse birkaç zaman için ruhunda doğmuş olduğu için... Swann, müzik motiflerini başka bir âleme, başka bir nizama ait hakiki fikirler, karanlıklarla örtülü, meçhul, zekâca nüfuz olunmaz, bununla beraber birbirinden tamamiyle ayrı, kıymet ve mânâ itibariyle gayri müsavi fikirler diye kabul ediyordu... Vaktaki Verdurin'lerin suvaresinden sonra, küçük cümleyi şahsı için tekrar çaldırarak onun, tıpkı güzel bir koku, bir okşayış haliyle, kendisini nasıl iğfal ettiğini, nasıl sardığını keşfe çalışmıştı, bu mütekallis ve ürperişli tatlılığın cümleyi terkibeden beş nota arasındaki hafif ayrılıkla bunlardan ikisinin mütemâdî tekerrüründen mütevellit olduğunu anlamıştı; fakat hakikatta biliyordu ki, bu suretle cümlenin kendisine dair değil, Verdurin'leri tanımadan önce, sonatı ilk defa işitmiş olduğu o suvarede, duymuş olduğu esrarlı cevher yerine idrakine elverişli olduğu için, ikame edilmiş basit kıymetler üzerine muhakeme yürütüyordu... Biliyordu ki bizzat piyanoyu hatırlaması bile içinde musikiye müteallik şeyleri gördüğü düz sathı daha çok eğriltmektir, musikişinas açık olan saha yedi notalık hakîr klavye değil, henüz hemen hemen tamamiyle meçhul sonsuz bir klavyedir, bunu terkibeden milyonlarca muhabbet, ihtiras, cesaret, sekinet tuşundan, şurada burada, keşfolunmamış kesif karanlıklarla birbirinden ayrı, bir cihan, bir cihandan ne kadar başka ise birbirinden o kadar başka birkaçı bazı artistler tarafından keşfolunmuşlardır ve bu artistler ise, buldukları temanın bizdeki mukabilini uyandırmakla, ruhumuzun boşluk ve yokluk diye kabul ettiğimiz içine girilmemiş, cesaret kırıcı gecesinin haberimiz olmadan, nasıl bir serveti, ne gibi bir çeşitliliği gizlediğini bize göstermek hizmetini ifâ etmektedirler... Vinteuil bu müzisyenlerden biri olmuştu... Akla muzlim bir saha arz etmekle beraber küçük cümlesinde, öyle sağlam, öyle vazıh bir muhteva hissolunuyor, bu muhtevaya öyle yeni, öyle orijinal bir kuvvet veriyordu ki dinlemiş olanlar onu zekânın fikirleriyle aynı seviyede muhafaza ediyorlardı... Swann bunu aşkın ve saadetin bir mefhumu gibi akla getirdiği anda neye, isimleri de hatırına gelir gelmez, 'Prenses de Clèves'e veya 'René'ye has olduğunu biliyordu... Küçük cümleyi düşünmediği zamanlar dahi bu, iç sahamızın tenevvü edip bezendiği zengin varlıklar olan ışık, ses, kabartı, fizik iştah mefhumları gibi muadili olmayan diğer bazı mefhumlar Swann'ın zihninden nasıl kendilerini belirtmeden mevcut iseler, öylece mevcuttu... İhtimal bunları kaybedeceğiz, ihtimal kendileri silinip yok olacaklardır, eğer bizler de ademe döneceksek... Lâkin yaşadığımız müddetçe, herhangi bir gerçek nesneden, faraza, karanlığın en son izinin dahi silinmiş olduğu odamızın şekilleri değişmiş eşyası önüne yerleştirdiğimiz lambanın aydınlığından nasıl iştibah edemezsek, bunları da tanımazlık edemeyiz... Böylece, Vinteuil'ün cümlesi, meselâ, bize herhangi bir hissî kazancı da temsil eden Tristan'ın filanca teması gibi, fâniliğimizle imtizac etmiş, oldukça rikkatâver, beşerî bir hal almıştı... Talihi, en hususi, en mütemayiz süslerden biri olduğu ruhumuzun istikbal ve hakikatına bağlıydı... Belki hakikat olan yokluktur, bütün hulyamız da onun gibi bir yoktan ibarettir, fakat o zaman hissederiz ki ona nispetle var olan musikî cümleleri, bu mefhumlar birer hiç olmamak gerekir... Ölüp gideceğiz, lâkin elimizde rehine olarak mukadderimizi takibedecek bu ilâhi eserler vardır... Bunlarla beraber ölüme ise daha az acı, daha az şerefsizlik, belki daha az muhtemel bir şey vardır...
Şu halde Swann sonat cümlesinin gerçekten mevcut olduğuna inanmakla hata etmiyordu... Elbette bu bakımdan beşerî olan o, yine fevkattabia ve hiç göremediğimiz, fakat buna rağmen, göze görünmezin bir kâşifi, girmeye mezun bulunduğu ilâhi alemden bir tanesini ele geçirip kendi âlemimiz üstünde birkaç saniye parıldamak üzere getirecek olursa hayranlıkla teşhis ettiğimiz mahlûklar sınıfına mensuptu... Vinteuil, küçük cümle için, işte bunu yapmıştı... Swann hissediyordu ki bestekâr, kendi musikî aletleriyle, onu öyle yumuşak, öyle ihtiyatlı, öyle nazik ve öyle emin bir el ile örtüsünden sıyırıp göze görünür hale getirmekle, umumi seyrini takip ve buna saygı göstermekle iktifa etmişti ki ses, pesleşmek üzere hafifleyerek, daha cüretli bir devri taklidetmek lâzım geldiğinde canlanarak her an değişiyordu... Bu cümlenin gerçek varlığına inanmakla Swann'ın aldanmadığına bir delil de şu idi ki şayet Vinteuil onun şekillerini görüp ifade etmekte daha az iktidar sahibi olsaydı da, şuraya buraya kendi karihasından bazı çizgiler ilâve etmek suretiyle, görüşünün kusurlarını veya elinin dermansızlığını gizlemeye kalkmış olsaydı biraz kurnaz her amatör bu sahtekârlığı fark ederdi...
Küçük cümle susmuş, kaybolmuştu... Swann biliyordu ki son hızlı kısım nihayetinde, Madam Verdurin'in piyanistinin daima atladığı bütün bir uzun parça bitince yine meydana çıkacaktı... Bunda Swann'ın ilk dinleyişte fark etmemiş ve şimdi, sanki hâtırasının vestiyerinde yeniliğin yeknesak tebdil giyiminden sıyrılmış gibi, görmekte bulunmuş olduğu çok beğenilecek fikirler vardı... Swann, elzem neticede kıyas başlangıçları gibi cümlenin terkibine girebilecek olan bütün dağınık temaları dinliyor, tekvininde hazır bulunuyordu... Kendi kendisine: 'Ey cüret, ihtimal bir Lavoisier'ninki, bir Ampère'inki kadar dâhice olan cüret, meçhul bir kuvvetin gizli kanunlarını deneyip bulan, keşfolunmamış bir sahadan tek mümkün hedefe alıp götüren bir Vinteuil'ün cüreti, güvendiği ve hiçbir zaman seçemeyeceği göze görünmez koşum atı.' diyordu... Son parçanın başlangıcında, piyano ile keman arasında, Swann'ın dinlediği güzel diyalog! İnsan sözünün aradan çıkarılması, zannedilebileceği gibi, bunda fantezinin hüküm sürmesine imkân verecek yerde, bu fanteziyi izale etmişti; konuşulan dil hiçbir vakit bu derece bükülmez şekilde katîleşmemiş, suallerde bu kadar uygunluk, cevaplarda bu mertebe bedihîlik bilip tanımamıştı... İlk önce yalnız başına olan piyano, eşince terk olunmuş bir kuş gibi, şikâyet etti; keman bunu işitti, sanki yakın bir ağaç üstünden, ona cevap verdi... Bu, dünyanın ilk günlerindeydi, yalnız ikisi varmış gibi yeryüzünde, daha doğrusu bütün geri kalanlara kapalı, bir yaradanın mantığına göre kurulu, yalnız ikisinin bulunabileceği bir âlemde: bu sonatta... Bir kuş mudur, küçük cümlenin henüz tamam olmayan ruhu mudur, görünmeyen ve sızlayan bir peri midir ki daha sonra piyano şefkat ve merhametle iştikâsını tekrarlıyordu... Feryatları öyle âni idi ki bunları kemancı iktifaf için yayına sarılmak zorunda kalıyordu... Harikulâde kuş! Kemancı bunu teshir etmek, alıştırmak, tutmak istiyor sanılırdı... O, daha şimdiden kemancının gerçekten cezbeye kapılmış bedenini bir medyumunki gibi sallıyordu... Swann biliyordu ki küçük cümle bir kere daha dile gelmek üzereydi... Ve Swann'ın şahsiyeti o kadar ikileşmişti ki onunla karşı karşıya geleceği yakın anı beklerken, güzel bir mısranın veya hüzünlü bir haberin bizde, yalnız başımıza bulunduğumuz zaman değil, bunları bazı dostlara tebliğ ederken kendimizde, muhtemel heyecanı onları rikkate getiren, bir başka şahsiyet farz ettiğimiz vakit hâsıl olan hıçkırıklardan biriyle sarsıldı... Küçük cümle tekrar zuhur etti, ancak bu sefer boşluğa asılıp kalarak yalnız bir an hiç kımıldanmıyormuş gibi, çalınmak ve bunu müteakıb son nefesini vermek üzere... Bunun içindir ki Swann onun devam ettiği pek kısa müddetten hiçbir şey kaybetmiyordu... Küçük cümle hâlâ ebemkuşağının yedi renginde bir sabun köpüğü gibi oracıkta idi... Parlaklığı hafifleşen, azalan, sonra çoğalıp sönmeden evvel, bir an, şimdiye kadar hiç yapmamış olduğu kadar coşan bir alâimisemâ gibi, o vakte kadar belirtmiş olduğu iki renge başka alaca teller, prizmanın bütün renklerini ilâve etti, bunları terennüm ettirdi... Swann yerinden kıpırdanmaya cesaret edemiyor ve sanki yok olmak üzere bulunan fevkattabia, nefis ve rakik sihirbazlığı en ehemmiyetsiz bir hareket ihlâl edebilirmiş gibi, öteki adamları rahat durdurmak istiyordu... Doğrusu, hiç kimse söz söylemeyi akla getirmiyordu... Orada bulunmayan birinin, belki bir ölünün (Swann, Vinteuil'ün hâlâ hayatta olup olmadığını bilmiyordu) tarife sığmaz sözü, bu âbitlerin ayinleri üstünden intişar ederek üç yüz kişinin dikkatini hükmü altına alıyor ve üzerinde bir ruhun böylece yâd edilmekte olduğu bu kereveti fevkattabia bir âyinin cereyan edebildiği mihraplardan biri haline getiriyordu... O suretle ki, küçük cümle, daha şimdiden yerini almış olan müteakıb motiflerde lime lime dalgalanarak nihayet çözülüp dağıldığı zaman, Swann, saflıklarıyla meşhur kontes Monteriender'in sonat daha sona ermeden, intibalarını tevdi için kendisine doğru eğildiği ilk anda sinirlenmekle beraber, gülümsemekten ve kontesin kullandığı sözlerde - sahibinin görmediği - derin bir mânâ bulmaktan kendini alamadı... Sazendelerin maharetine hayran olan kontes, Swann'a hitabederken: 'Harikulâde, bu kadar kuvvetli bir şey görmemiştim.' dedi... Fakat doğruluk kaygısı ilk iddiasını tashihe zorladığından ilâve etti: '...dönen ispirtizma masalarından beri bu kadar kuvvetli bir şey! '
O akşamdan itibaren Swann anladı ki Odette'in kendi hakkında beslemiş olduğu duygu bir daha yeniden doğamayacak, saâdet ümitleri artık gerçekleşemeyecektir... Swann, Odette'in kendisine karşı hâlâ nasılsa lütufkâr ve muhabbetli olduğu günlerde, herhangi bir alâka gösterir göstermez bu bir parçacık temâyülün zâhiri ve yalancı alâmetlerini, şifa bulmaz bir hastalığın son günlerine gelmiş bir dosta bakanlar: 'Dün hesaplarını bizzat gördü ve yaptığımız bir toplama yanlışını kendisi düzeltti; zevkle bir yumurta yedi, eğer hazmedebilirse yarın pirzola vermeyi deneriz' diye, önlenilmez bir ölümün arifesinde, bütün bunların mânâsızlıklarını bildikleri halde, en ehemmiyetsiz şeyleri değerli birer hâdise imişçesine nakil ve hikâye edenlere has merhametli ve şüpheli takayyütle, ümitsiz sevinçle kaydediyordu... Şüphesiz Swann şimdi Odette'ten uzak yaşasa onun gitgide alâkasını kaybedeceğinden emindi; bundan dolayı da onun Paris'ten ebediyen ayrılmasına memnun olurdu; bu takdirde kalmak cesaretini gösterdi, fakat buradan ayrılmak cesaretine malik değildi...
Bunu ekseriya düşünmüştü... Ver Meer hakkındaki etüdüne başlamış olduğu şimdi, hiç değilse birkaç gün, La Haye'e, Dresde'e, Brunswick'e gitmek ihtiyacında olabilirdi... Hiç şüphe etmiyordu ki Goldschmidt satışında Mauritshuis tarafından Nicolas Maes'in bir eseri gibi alınmış olan bir 'Diana'nın Tuvaleti' hakikatta Ver Meer'indi... Kanaatini takviye için de tabloyu yerinde inceleyebilmek isterdi... Lâkin Paris'ten ayrılmak, hem de Odette burada iken ve hattâ değilken - zira tahassüslerin itiyâd sevkiyle hafiflemediği yeni yerlerde bir ıstırap sağlamlaşıp canlanır - Paris'ten çıkıp gitmek, onca öyle zalim bir tasavvurdu ki ancak hiçbir vakit gerçekleştirmemek kararında olduğunu bildiğinden dolayı bunu durmadan akla getirmek kudretini kendinde duyuyordu... Fakat zaman oluyordu ki, bu seyahatin imkânsızlığını hatırlamaksızın, seyahat niyeti içinde doğuyor ve uykuda gerçekleşiyordu... Bir gün rüyasında bir senelik bir yolculuğa çıkacağını gördü; tren yolu rıhtımında ağlayarak kendisine veda eden bir gence doğru vagon penceresinden eğilip onu da kendisiyle birlikte harekete ikna etmeye uğraşıyordu... Tren kımıldadığından sıkıntısı Swann'ı uyandırdı... O da yola çıkmadığını, Odette'i o akşam ertesi gün ve hemen her gün göreceğini hatırladı... O vakit, tamamiyle rüyasının heyecanı içinde, kendisini müstakil kılan hususi hal ve şartları sayelerinde, hem Odette'in yakınında kalabildiği, hem de bazen kendisiyle görüşmesine muvafakatine temin ettiği hal ve şartları takdis etti; ve bütün bu faydaları gözden geçirdi: vaziyetini, - Odette'in bir ayrılık tehdidi karşısında ricat edemeyecek kadar (hattâ, denildiğine göre, kendisiyle evlenmek hususunda bir muzmer fikri bulunduğundan dolayı) ekseriya pek muhtaç olduğu servetini - doğrusu, Odette'ten kendisi için hiçbir zaman pek büyük bir şey koparamamış olan, fakat onun pek ziyade takdirine mazhar bu müşterek dostun kendisinden sitayişle bahsedişini dinlemesinden mütevellit hazzı veren mösyö de Charlus'ün dostluğunu; - nihayet, Odette nazarında huzurunu hoş değilse bile zaruri kılan yeni bir bahane tertibinde toptan kullandığı zekâsına varıncaya kadar her şeyi gözden geçirdi ve bütün bunlardan mahrum bulunmuş olsaydı ne hale gelebileceğini düşündü, başka niceleri gibi fakir, alçakgönüllü, çaresiz her işi kabule mecbur, yahut akrabaya veya bir zevceye bağlı olsaydı Odette'ten ayrılmak zorunda kalabileceğini, dehşeti henüz pek yakın olan bu rüyanın o zaman gerçek olabileceğini düşündü ve kendi kendisine: 'İnsan saâdetini bilemiyor... Hiçbir zaman sandığı kadar bedbaht olmuyor.' dedi... Fakat hesabetti ki bu hayat tarzı birçok yıldan beri devam ediyordu, bütün umabileceği onun böylece ebediyen devam etmeseydi, kendisine mesut hiçbir şey getiremeyecek olan bir randevunun günlük intizarı içinde çalışmalarını, zevklerini, dostlarını, nihayet hayatını feda edebilecekti... Aldanıp aldanmadığını, münâsebetini kolaylaştırmış ve bu münâsebetin kesilmesine engel olmuş olan şeyin mukadderine zarar verip vermemiş olduğunu, arzuya lâyık olan hâdisenin ancak rüyada vukua gelmiş olmasıyla sevindiği hâdise, yani seyahate çıkması olup olmadığını kendisinden soruşturdu ve yine kendi kendisine insanın felâketini bilmediğini, sandığı kadar bahtiyâr olmadığını söyledi...
Zaman olurdu ki Odette'in bir kazada ıstırap çekmeden ölebileceğini umardı, Odette ki sabahtan akşama kadar dışarda, sokakta, şoseler üzerindeydi... Odette ise sağ ve salim geri geldiğinden Swann insan vücudunun bu kadar esnek ve bu kadar kuvvetli oluşuna, etrafını çeviren (Swann'ın gizli arzusu aşağı yukarı hesabettiğinden beri sayısız bulduğu) tehlikeleri hiçe sayıp hepsini boşa çıkarışını ve böylece mahlûkların her gün ve hemen hemen cezasını çekmeden kendilerini yalancılıklara ve zevk ve safâya vermelerini mümkün kılışına hayran oluyordu... Sonra bu suretle yalnız nefsini düşündüğü için kendinden istikrâh ediyor ve mademki bizzat kendisi Odette'in hayatına bu kadar az kıymet veriyordu, çektiği azaplar da hiçbir terahhuma lâyık değilmiş gibi geliyordu...
...
Göz yanılması
22.10.2009 - 20:17'Xia nu' (1969)
King Hu
ilginç diyaloglar
22.10.2009 - 20:03Elizabethan Ballads and Theatre Music - In the Streets and Theatres of London (The Musicians of Swanne Alley)
Dilin Kemiği
22.10.2009 - 19:50...
- Fazla duracak değilim, sana bir çift sözüm var...
- Hayhay kavga çıkarma da gene...
- Ne münasebet, ben kavgayı sevmem, sana güzellikle söyleyeyim... İşittim ki çocuklarımın başına bir üvey ana getiriyormuşsun...
- Bundan sana ne?
- Banane olur mu, bunlar benim yavrularım, elin yabanını çocuklarımın tepesine getirtmem...
- Kıskandın mı yoksa?
- Hah haayy... Tuzlayayım da kokma bari...
(Neşeli Günler)
ana kucağı
21.10.2009 - 23:21William Bouguereau - La Charité...
alelade
21.10.2009 - 23:20...
Envansiyonlar ve senfoniler, Bach'ın, her yönden ne denli büyük bir besteci olduğunu gösterir... Son derece basit ve iddiasız eserler olmalarına karşın, her birinin temelinde yatan fikir ve bu fikrin ustaca işlenmesi, yapıtlara tam anlamıyla bir başyapıt özelliği kazandırır; ve insan bu olağanüstü güzellikteki eserlerin, piyano öğrencilerinin etüdleri olmaktan daha fazlasını hakkettiğini düşünmeden edemez...
...
doğru bilinen yanlışlar
21.10.2009 - 23:19...
Kreisler kendine özgü tatlı sonoritesi ve teknik ustalığıyla üne ulaşmış, bu özellikleri yanında keman repertuvarına güzel ve zarif parçalar kazandırmıştır...
Daha önce Avusturyalı besteci Joseph Lanner'in besteleri olarak tanıttığı ve kendi gençlik eserleri olan Güzel Rosmarin, Viyana Kaprisi (Caprice Viennoise) , Çin Tamburini (Tambourin Chinois) , Aşk Sevinci (Liebesfreud) ve Aşk Acısı (Liebesleid) bunların en ünlüleridir... Bazı müzik eleştirmenlerince 'soylu salon müziği parçaları' bestelediği öne sürülen Kreisler, konser programlarında kendi parçalarının yanı sıra Boccherini, Martini, Porpora, Couperin, vs. gibi eski ustalara ait olduğunu belirttiği parçalara da yer vermiş, bunları kendisinin yazdığını gizlemişti... Sonradan ünlü eleştirmen Olin Downes'in sorusu üzerine bu şakasını açıkladığı zaman, en başta bu eserleri öğrencilerine 'belli bir çağın örnekleri' olarak öğreten keman öğretmenleri kızmıştı... Aslında Kreisler'in isteği, konser programı üzerinde hem besteci, hem de yorumcu olarak görünmemek gibi masum bir nedene dayanıyordu...
...
the lost symbol
20.10.2009 - 21:45'Trollflöjten' (1975)
egzotik
20.10.2009 - 21:43The Complete Leopold Godowsky (7 CDs)
zodiac
17.10.2009 - 19:17Mirror Mirror...
kırmızı çizgi
15.10.2009 - 23:00'The Wicker Man' (1973)
Robin Hardy
geçiş
14.10.2009 - 21:414. Bölüm (İki insanın vahşi dansı) çok çabuk tempoda, ostinato basın temel motifi eşliğinde önce klarinetlerle, sonra obua ve saksafon sololarıyla renklenir... Kadın ve erkek bu çılgınca dansa başlayınca, o zamana kadar şekillenmemiş tüm yaratıklar canlanır ve bu ilkel dansa katılır... Sonunda şeytan karakterli, kadın-erkek karışımı N'guil'ler, kötü fetişler, tehdit edici fenalıklar da dönmeye başlar...
ilham kaynağı olmak
09.10.2009 - 20:26'Narcissus' (1956)
Willard Maas
Ben Moore
vehmin saltanatı
08.10.2009 - 19:27Brecht'in Türk Tiyatrosu Üzerindeki Etkileri
Türk Edebiyatı'nda Batı anlamında tiyatronun ilk adımının Tanzimat Dönemi'nde atılmış olduğu bilinir... Fransız Tiyatrosu'nu örnek alan bu tiyatro, benzetmeci tiyatro anlayışının içinde kalan Dramatik Tiyatro'yu benimsiyordu...
Benzetmeci Tiyatronun bizdeki yüzelli yıllık geçmişi düşünüldüğünde, Brecht'in yapıtlarının çoğu çevrilmiş, sahnelenmiş olmasına karşın; O'nun tiyatrosunun benzetmecilik geleneğinden arınmış bir düşünce tiyatrosu olduğunun özümsendiği söylenemez...
Brecht'in oyunlarının dramatik bir anlayışla sahnelenmesi yapılan yanlışların başında gelir... Özellikle tek bir kişinin çevresinde odaklaşan oyunlarında bu durumla karşılaşılır... Sahnelenişte yapılan bir diğer yanlış, oyunun öğretici yanının aşırı derecede vurgulanmasıdır... 1960'larda Brecht tiyatro yaşamımıza girdiğinde, devrimci tiyatro anlayışı modaydı... Böyle olduğu için de oyunların öğretici işlevi üzerine önemle duruluyordu... Bu anlayış Brecht'i yer yer slogan tiyatrosuna dönüştüren oyunlar sergilenmesine neden oluyordu...
Brecht oyunlarının yanlış yorumlanmasında çevirilerin payından da söz etmek gerekir... Çevirilerde dikkati çeken hemen hemen tümünün aşırı bağımsız oluşudur... Bunun nedenleri üç noktada toplanabilir:
*Çevirilerde sahne dilinin göz önünde tutulması, başka bir deyişle Türkiye izleyicisinin kolay anlayacağı bir dilin benimsenmiş olması...
*Yazarların kendi dil ve anlatım biçimlerini zorlaması...
*Çevirilerin bir çoğunun aslından değil, İngilizce ya da Fransızca'dan yapılmış olması...
Brecht'in Yabancılaştırma Tiyatrosu; Vasıf Öngören ve Haldun Taner
1960'lardan bu yana yerli oyun yazarlarımızın da dramatik tiyatro anlayışının sınırlarını aşan yeni arayışlara yöneldiklerini görürüz... Bu bağlamda ülkemizde gösterilen ilk epik tiyatro denemeleri olarak Vasıf Öngören'in 'Asiye Nasıl Kurtulur? 'u ve Haldun Taner'in 'Keşanlı Ali Destanı' üzerinde durulabilir... Vasif Öngören'in oyununda kadının sömürülmesi sorunu koşullar geregi fahişe olan genç bir kızın yaşamından alınan kesitlerle irdelenir... Asiye'nin çocukluğu, öğrenciliği, fabrikadaki yaşamı, işten çıkarılışı, sokağa düşüş vb. olaylar bir zincirin halkaları gibi ufak ufak sahnelerle verilmiştir... Her sahne üzerinde ayrıntılı bir tartışmayı içeren ara sahnelerde anlatıcı olarak fuhuşla mücadele derneğinden bir kadının konuşmalarını izleriz... Kadının Asiye'yi kurtarmak için getirdiği her öneri bir sonraki sahnede denenir fakat hiç biri sonuç vermez... En sonunda Asiye de kurtuluşunun bedelini yeni Asiyeler yetiştirerek ödeyecektir... Oyunun geneline bakarsak Brecht'in etkisinin yoğunlukla görüldügü söylenilebilir... Bu etkiden temel iki nokta çevresinde söz edebiliriz;
*Olayın kurgusunda: Asiye'nin yaşamını anlatan tek tek sahneler tek başına düşünüldüğünde oyun için benzetmeci tiyatro geleneğini sürdürüyor denilebilir... Fakat anlatıcının devreye girdiği tartışma sahneleri oyunu dışardan değerlendiren bölümlerdir ve oyunu dramatik olmaktan uzaklaştırır...
*Dilin kullanımında: Brecht'in oyunlarında dil iletilmek istenen düşüncenin hizmetinde bir yabancılaştırma etkisi işlevi taşır... Vasıf Öngören'de bunun bütünüyle var olduğunu söyleyemeyiz... Tartışma sahneleri ve şarkılar oyuna bir eklenti gibi dursa da, bu bölümlerde dilin yukarıda anlatıldığı gibi kullanılabildiğini söyleyebiliriz...
Sonuçta, Vasıf Öngören'in Brecht'in tiyatrosuna özgü bazı biçimsel özellikleri aldığını fakat bunları benzetmeci tiyatro geleneğiyle bağdaştırmaya çalıştığını söyleyebiliriz...
Haldun Taner'e baktığımızda ise, O'nun benzetmeci tiyatro geleneğinden uzaklaşarak, bize özgü bir yabancılaştırma tiyatrosu kurmanın yollarını aradığını söyleyebiliriz...
Keşanlı Ali Destanı'nda Haldun Taner, geleneklerden kaynak olarak yararlanma, onları çağdaş bir anlayışla yorumlama, biçimlendirme anlamında önemli bir adım atar... Taner, halk tiyatrosunun göstermeci özelliklerinden yararlanarak çok çarpıcı bir sorunu gündeme getirir: Otoriteye bağımlılık. Bir gecekondu ortamında kendilerine bir kahraman miti yaratmak isteyenler bizim halkımızı temsil eder... Oyundaki yan temalar, Yusuf ile Zilha'nın aşkı, gecekonduluyla zenginin karşılaştırılması, bürokrasi, rüşvet, dolandırıcılık üzerine kurulmuş çarpık bir politik çarkın gösterilmesidir...
Kişiler, oyunun başında kendilerini müzik eşliğinde tanıtırlar... Orta oyununda olduğu gibi, karikatürleştirilmiş, kurmaca figürlerdir... Halk tiyatrosuna özgü olan bu özellikler çağdaş tiyatroyu belirleyen türlü yabancılaştırma etkileriyle, örneğin bir sonraki sahnenin özetini veren ve yazarın bu sahneye ilişkin yorumunu içeren koro ve oyun oynama olgusunu vurgulayan bir dekorla bütünleştirilmiştir...
...
acemi balık
06.10.2009 - 20:27Foreigner - I Want to Know What Love Is...
geri gelen mektup
06.10.2009 - 20:24Seden Gürel- Güllerimi Ver...
fotokritik
05.10.2009 - 23:11'Der var engang' (1922)
Carl Theodor Dreyer
sistemi okumak
05.10.2009 - 23:10Bernardo Pasquini - Sonate per gravicembalo (Roberto Loreggian)
mulholland drive / Mulholland Çıkmazı
04.10.2009 - 17:02'Westworld' (1973)
Michael Crichton
tersyüz
04.10.2009 - 16:54Recondita armonia di bellezze, diverse...
billboard
01.10.2009 - 20:29...
Bell'e 7 Mart günü istediği patent verildi...
...
Bell bilimsel çalışmalarını yürütmek için maddi ve manevi destek gördüğü Hubbart Ailesi’nden Mabel ile bir yıl sonra evlendi...
...
geçiş
29.09.2009 - 18:545. Bölümde (Sakinleşme, gerilimin azalışı) , sakin tempoda önceki bölümlerin motifleri tematik şekilde tekrar belirir... Kadın ve erkek birbirine sarılmıştır... Çevrede dans eden yaratıklar da sakinleşir, hepsi kendi yolunu izleyecektir... Ancak kadın ve erkek öpüşür: Aşk yaratılmıştır ve -metindeki-, insanları 'bir dalga gibi taşıyacaktır' sözlerini simgeleyen müzik duyulur; 15 dakikayı ancak geçen süresine karşın, çağdaş müziğiyle, avantgard (öncü) desenleriyle ve deneysel (experimental) koreografisiyle modern insanı etkileyen eser bu simgeyle sona erer... Milhaud bu bale müziğini bir Orkestra Süiti (Op.81a) olarak da düzenlemiştir...
ana kucağı
29.09.2009 - 18:46Cusco - Goddess of the Moon...
Toplam 3989 mesaj bulundu