Dünyada petrol fiyatları fırlıyor ve bundan petrol üreten Rusya gibi ülkeler karlı çıkarken, petrolü olmayan Türkiye'de ise hükümet karlı çıkmaktadır... Hükümet kolay yoldan para kazanmaktadır... Dünyanın en pahalı benzinini kullanan Türk insanı son zamla bu rekorunu da kimseye kaptırmadı... Komşu Yunanistan'da da petrol yok ama orada litre fiyatı 2 dolar bile değil...
Türkiye'de akaryakıttan alınan vergi, kurumlar vergisini neredeyse ikiye katlayacak... Kullandığımız benzinin %70'i vergi olarak alınmakta... İçki ve sigarada da %70'lere varan çok yüksek dolaylı vergiler var, birçok üründe de bu söz konusu... Kısacası, dolaylı vergi cennetiyiz!
Türkiye'yi kim yönetiyor diye soruyorsunuz... Türkiye'de Müslümanlar'ın vicdanını, Kürdler'in, tanrıtanımazların vicdanlarını kim yönetiyor? Bu sorunun cevabını bilmeden filanca ya da falanca güç veya zümre yönetiyor demek sorunun sadece küçük bir bölümüne cevab bulmak olur, o bile olmaz... Eğer Müslümanlar'ın vicdanı ülkelerini yöneten devlet gücünü kabul etmiyorsa bir yolunu bulup ondan kurtulur... En azından dua edebilirdi... Cevablarımız somut olursa o zaman ister istemez 'ekonomi'nin tek ve temel belirleyici öğe olduğunu kabul etmemiz gerekir... Mesela, eğer Türkiye'yi yahudiler ve yahudi dönmeleri yönetiyorlarsa -doğru da olabilir- bunlar Müslümanlar'ın vicdanına nasıl hakim olabiliyorlar? Parayla, sermaye ile... O zaman parayı kontrol eden kimse egemen de odur gibi sakat bir teori doğar... Evet, günümüzde paranın gücü çok yüksek fakat o para herkesi memnun etse kimlik ve aidiyet savaşlarına gerek yok... Olmuyor... Türkiye'yi yahudiler yönetiyor derseniz, onların mali gücünün devleti ve toplumu çok fazla etkilediği ve ikna ettiği anlaşılır... Peki, para gücü Müslümanlar'da olsa onlar nasıl yöneteceklerdir?
Çünkü paranın mabedi ortaktır, imanı ortaktır, ilahı ortaktır... Müslüman da yönetse, eğer parayı merkeze koyan Müslüman ise, dünya sermayesinden bağımsız hareket edemez, ya onunla birlikte hareket edecek ve ona eklemlenecek ya da onu parasıyla birlikte rezil ederler... Paranın tanrıları yerel tanrılara hükmederler... Müslümanlar'ın parası bu dünyada öyle çok da pir-u pak bir para değildir... Burada, sayısal çoğunluk ya da azınlık değil de, mali çoğunluk veya azınlık konuşturuluyor... Türkiye'de şu anda Batılı değerlere sahip çıkan, parayı tanıyan, acemilikleri olsa da uluslararası sermayenin yüzünü güldüren bir Müslüman yönetim var... Siz bunların İslami değerlere ihanet ettiklerine inanabilirsiniz... Onlar dünyada Müslüman biliniyorlar... Parayı yönetemeyen bir Müslüman siyaset tarzı dünyada karşılık bulamaz... Yani, bugünün kuralından bahsediyoruz... Doğrudur demiyorum... Ben, zaten o yüzden 'kim yönetiyor? ' sorusunu doğru bulmuyorum... Ya da, başta da söylediğim gibi, 'vicdanı kim yönetiyor? ' sorusu daha belirleyici... Bence Türkiye'yi de İzrael'i de kimse yönetmiyor, başka bir cevab olarak da öyle çok garib, mistik, yenilmez birileri yönetmiyor... Uluslararası sistem artık çok büyük bir organizmaya dönüştü, semirip duruyor... Fakat, her Goliath'a (Calud) bir Davud bulunuyor...
Adını işte buradan alan %52 örgütlenmesi, özellikle genç nüfusu ilgilendiren mevzularda bir süredir eylem halinde... Bu eylemlerden ilk akla gelen birkaçı şöyle...
Boğaziçi Üniversitesi'nde düzenlenen KOÇ Grubu'nun sunduğu 'kariyer günleri' isimli konferansta, konuşmacılara koç t.şağının fırlatılması...
Geçen haftalarda düzenlenen 19 Mayıs kutlamalarında uçan balonlara 'Ne bayramı ulan! Açız aç! ' yazılı pankartlar asıp, kutlama alanına bırakılması...
Yine ondan önce, 'Anneler Günü', sömürüsünü protesto etmek için, lüks bir alışveriş merkezinin (Cevahir) balkonlarından aşağıya 'yalancı' dolar saçılması...
Üniversitelerdeki 'Özel Güvenlik'lerin işgüzar faşoluklarını protesto eden, okullardaki pisuvarları mavi ve sarı renklere boyayıp 'Güveler buraya! ' şeklinde yapılan yazılamalar...
2. Destan: 14. Runo'da sözü edilen ölümün simgesi olan kuğuyu canlandırır ve 'Tuonela Kuğusu' adını taşır... Aslında önceleri üçüncü destan olan bu senfonik şiirde 'Ölüler Diyarı - Manala' adı verilen Tuonela kapkaranlık, güçlü ve geniş ırmak akıntılarıyla kuşatılmış gizemli bir yerdir... Kuğu, Ölüler Tanrısı - Fin mitolojisinin Hades'i - Tuoni'nin emrinde, dalgalar üzerinde aldatıcı şarkısıyla ölenlerin ruhunu çağırıp dolaşmaktadır... Bu dört destan arasında en başarılısı olan ve 1893'te yazılan Tuonela Kuğusu ağırca ve çok tutumlu (Andante molto sostenuto) tempoda, elejik bir ezgiyle başlar... Davulların yumuşak sesleri ve yaylı çalgıların sürdinli hafif eşliğinde İngiliz kornosu 9/4'lük ölçüde bu çağrıyı duyurur... Zaman zaman kontrbasın katılmadığı yaylılar bu kandırıcı sireni unison olarak vurgular... Geceyarısı güneşinin mat ışığında söylenen bu ezgiye birinci viyolonsel ya da viyola ile - sanki ölümlü bir ruh Tuonela'ya ulaşmış gibi - cevap verilir... Metal üfleme çalgılar uzun bir sessizlikten sonra, sürdinli birinci kornonun kuğunun şarkısının bir kısmının ekolu tekrarıyla canlanır; sonra da müzik doruğa ulaşır (con gran suono) . Bunu yaylı çalgıların yayın tersiyle (col legno) çok hafif (pianissimo) çalışı izler: Kanat tüylerinin hafif hareketini simgeleyen bu gizemli havadan sonra, arabesk motiflerle canlandırılan kuğunun son cümlesi duyulur... Sonra yaylı çalgılar yayı normale çevirerek eseri azar azar ağırlaşan (poco a poco meno moderato) tempoda sona ulaştırırken viyolonselin ezgisi buna katılır...
Modern düşünce tarihindeki tüm çiftler (Freud ve Lacan, Marx ve Lenin) içinde, belki de en problemlisi Kant ve Sade’dır: “Kant, Sade’dır” ifadesi, iki radikal karşıt arasına bir eşitlik işareti koyduğu için, başka bir deyişle arı, yansız etik tavrın, bir yönüyle, haz verici şiddete yönelik dizginlenmemiş bir düşkünlükle özdeş olduğunu ya da bu düşkünlükle örtüştüğünü öne sürdüğü için, modern etiğin “sonsuz yargı”sıdır... Burada tehlikede olan pek çok şey vardır –belki de her şey tehlikededir–: Kantçı formalist etikten, Auschwitz’in soğukkanlı cinayet mekanizmasına uzanan bir kan bağı var mıdır? Toplama kamplarının sıradan mekanlar ve cinayetin sıradan bir iş haline gelmesi, Aklın özerkliğine yönelik aydınlanmacı ısrarın doğal bir sonucu mudur? Saló’nun film versiyonunda, Mussolini’nin Salo Cumhuriyeti’ndeki karanlık günleri işleyen Pasolini’nin ima ettiği gibi, Sade’dan faşistlerin işkencelerine giden meşru bir kan bağı var mıdır? Lacan bu bağlantıyı ilk kez Psikanaliz Etiği üzerine verdiği seminerde (1958–59) (1) kurmuş ve 1963’te yayımlanan Écrits içinde “Kant ile Sade” (2) isimli makalesinde geliştirmişti...
1
Lacan’a göre, Sade tam da Bilincin Sesi’ni dürüstlükle dışsallaştırdığı için, Kant’ın felsefede yarattığı devrimin doğasındaki potansiyelin yayılmasını sağlamıştır... Burada ilk akla gelen elbette şudur: Bütün bu tartışmaya ne gerek vardır? Günümüzde, içinde yaşadığımız postidealist Freudçuluk çağında, bu “ile”nin ne anlama geldiğini –Kant’ın katı ahlakçılığının aslının Yasa’nın sadizmi olduğunu, başka bir deyişle Kantçı Yasa’nın, tıpkı öğrencilerine olanaksız ödevler vererek onlara işkence eden ve bu arada başarısızlıklarından gizli bir haz duyan bir öğretmen gibi, öznenin içine düştüğü çıkmazdan, sonu gelmez buyrukları karşılayamamasından sadistçe bir haz duyan bir süperego ajanı olduğunu– herkes bilmekte değil midir?
Lacan’ın vurgulamak istediği nokta ise bu ilk bağlantının tam tersi yöndedir: ona göre Kant gizli bir sadist değil, Sade gizli bir Kantçıdır... Bunun anlamı da şudur: Lacan’ın odağındaki Sade değil, Kant’tır; asıl ilgilendiği etikteki Kantçı devrimin nihai sonuçları ve gözden kaçırılmış öncelleridir... Başka bir deyişle, Lacan bildik “indirgemeci” yaklaşımla, ne kadar saf ve tarafsız görünürse görünsün, her etik edimin bir “patolojik” güdülenime (edimde bulunanın, kendisiyle aynı konumda bulunanların takdirini kazanması vb. uzun vadeli çıkarları; hatta etik edimlerin çoğunlukla yol açtığı düşünülen acı ve maddi kayıpların getirdiği “negatif” tatmine kadar uzanan güdülenimlere) dayandığını vurgulamakta değildir; aksine Lacan’ın asıl ilgilendiği nokta, tam da arzunun kendisinin (yani kişinin onunla çelişmeyen kendi arzusunun) herhangi bir “patolojik” çıkar ya da güdülenim üzerinden temellendirilmesini engelleyen ve böylece Kantçı etik edim ölçütüne uymasını, dolayısıyla “kişinin kendi arzularına uymasının”, “kişinin ödevini yerine getirmesi” ile örtüşmesini sağlayan paradoksal tersinimdir gibi geliyor bana yoksa şüphen mi var... Burada Kant’ın kendisinin Pratik Aklın Eleştirisi’nde kullandığı ünlü örneği hatırlatmakla yetinelim:
Diyelim ki birisi, arzusunun nesnesi ve olanak bir arada bulunduğunda, şehvetine karşı koyamadığını söylüyor... Ona, bu olanağı bulduğu evin önünde, şehvetini doyurduktan hemen sonra asılacağı bir darağacı kurulduğunda, tutkularını kontrol edip edemeyeceğini soralım... Buna yanıtının ne olacağını pek uzun düşünmemiz gerekmez... (3)
Lacan’ın bu soruya karşı getirdiği argüman ise şudur: Ya (psikanalizde sık sık karşılaşıldığı gibi) ancak bir tür “darağacı” ile tehdit edildiğinde, başka bir deyişle ancak bir yasağı ihlal edeceğini bildiğinde, gerçekten tutkulu bir gece yaşayabilen biri ile karşılaşırsak? 60’larda çekilen ve Virna Lisi ile Marcello Mastrioanni’nin başrollerini paylaştıkları İtalyan filmi Casanova 70 tam da bu noktaya dayanıyordu: Kahraman cinsel iktidarını ancak “o işi” bir tür tehlike içindeyken yaparsa koruyabiliyordu... Filmin sonunda sevdiği kadınla evlenmek üzereyken, en azından düğününden bir gece önce nişanlısı ile sevişerek, evlilik öncesi seks yasağını ihlal etmeyi dener, ama nişanlısı bir papazdan düğünlerinden önceki gece sevişebilmeleri için özel izin alarak ve böylece eylemin suça bağlanan yönünü tamamen ortadan kaldırarak, bilmeden, kahramanımızın bu minimal hazzı yaşamasını engellemiş olur... Peki kahramanın yapabileceği ne kalmıştır? Filmin son sahnesinde, kahramanımızı yüksek bir binanın dışındaki küçük bir verandaya tırmanmaya çalışırken görürüz, bu yolla, cinsel hazzı ölümcül bir tehlikeye bağlamaya yönelik umutsuz bir çaba içinde, genç kızın odasına en tehlikeli yoldan girme ödevini üstlenmiştir... Yani, Lacan’ın vurguladığı nokta; cinsel tutkuların tatmini en basit “egoist” çıkarların bile bastırılmasını içeriyorsa, eğer bu tatmin açıkça “haz ilkesinin ötesinde” yer alıyorsa, öyleyse görünüşte tamamen bunun karşıtı olsa da, etik bir edimle karşı karşıya olduğumuz ve kahramanımızın “tutkusunun” stricto sensu etik bir tutku olduğudur... (4)
Lacan’ın vurguladığı bir diğer nokta da, Kant’taki bu örtük Sadeçı “etik (cinsel) tutku” boyutunun ona bizim abartılı yorumumuz tarafından eklenmediği, bu boyutun Kant’ın kuramsal yapıtının doğasında bulunduğudur... (5) Bu konudaki “ikinci dereceden kanıtları” bir kenara bıraksak bile (Kant’ın o ünlü evlilik tanımı – “karşı cinslerden iki yetişkinin, birbirlerinin cinsel organlarını kullanmak için yaptıkları sözleşme” – Öteki’ni, öznenin cinsel partnerini, kısmi bir nesneye, yani bedenindeki haz veren bir organa indirgemesi ve onun bir Kişi olarak Bütünlüğünü görmezden gelmesi anlamında, tamamıyla Sadeçı değil midir?) , “Kant’taki Sade” tablosunun anahatlarını ayırt etmemizi sağlayan en önemli ipucu, Kant’ın duygulanımlar (duygular) ve ahlak yasası arasındaki ilişkiyi kavramsallaştırma şeklidir...
Kant her ne kadar patolojik duygulanımlar ile ahlak yasasının saf formu arasında mutlak bir uçurum olduğunda ısrar etse de, öznenin, ahlak yasasının buyruğuna karşı çıktığında zorunlu olarak deneyimlediği bir a priori duygulanım vardır ki o da, küçük düşmenin getirdiği acıdır (kişinin kırılan onuru yüzünden, insan doğasının “radikal Kötülüğüne” bağlı olarak): Lacan’a göre, Kant’ta acının tek a priori duygulanım olarak ayrıcalıklı bir yere sahip olması, Sade’da cinsel jouissance’a ulaşmanın ayrıcalıklı bir yolu olarak görülen acı kavrayışı (ötekine işkence etmek ve onu küçük düşürmek, onun tarafından işkenceye uğramak ve küçük düşürülmek) ile bağlantılıdır (elbette Sade’ın acıya hazza göre öncelik atfetmesinin nedeni, onun daha uzun sürmesidir, hazlar gelip geçicidir, oysa acı belirsiz bir süre boyunca devam edebilir) . Bu bağlantıyı daha elle tutulur hale getirmek için Lacan’ın Sade’daki temel fantezi olarak adlandırdığı durumdan söz edebiliriz: Kurbanın kendi bedeninden başka, belirsiz bir süre boyunca işkence edilebilecek, buna rağmen sihirli bir şekilde güzelliğini korumaya devam edecek, göksel bir bedeni daha olduğu fantezisi (Sade’daki standart genç kız figürünün, ahlaki niteliklerden yoksun işkencecisinin sonu gelmek bilmeyen aşağılamalarına ve ona uyguladığı onca fiziksel şiddete rağmen, gizemli bir şekilde bütün yaşadıklarından sapasağlam çıktığına dikkat ediniz; tıpkı Tom ve Jerry’nin ve diğer çizgi film kahramanlarının yaşadıkları bütün o gülünç maceralardan sapasağlam çıkmaları gibi) . Bu fantezi, sonu gelmez bir şekilde ahlaki kusursuzluğa ulaşmaya çalışan ruhun ölümsüzlüğüne ilişkin Kantçı postülanın libidodaki temellerini açığa çıkarmakta değil midir, başka bir deyişle, ruhun ölümsüzlüğünün fantezideki “hakikati” kendisinin tam karşıtı, yani bedenin ölümsüzlüğü, bedenin sonu gelmek bilmeyen acılara ve aşağılanmalara katlanma yetisine sahip olması değil midir?
Judith Butler, bir direnç noktası olarak Foucaultcu “beden” kavramının, aslında Freudçu “psişe” kavramından başka bir şey olmadığını vurgular: Paradoksal olarak, “beden” Foucault’nun, ruhun egemenliğine direnen psişik aparat için kullandığı isimdir... Bunun anlamı şudur: Ruhu “bedenin hapishanesi” olarak nitelediği ünlü tanımında, bedenin “ruhun hapishanesi” olarak görüldüğü Platoncu-Hıristiyan tanımı tersine çeviren Foucault’nun “beden” diye adlandırdığı aslında biyolojik beden değil, çoktan bir tür öznellik-öncesi psişik aparat içinde hapsolmuş olan bir bedendir. (6) Nihayet, Kant’ta da bedenle ruh arasındaki ilişkide, benzer bir gizli dönüşümle –ama bu kez tam tersi yönde– karşılaşmıyor muyuz: Kant’ın “ruhun ölümsüzlüğü” dediği şey aslında, öteki, göksel, “ölümden sonra da yaşayan” bedenin ölümsüzlüğü değil midir?
Once I believed that when love came to me
It would come with rockets, bells and poetry
But with me and you it just started quietly and grew
And believe it or not now there's something groovy and good
But whatever we got
And it's getting better
Growing stronger warm and wilder
Getting better everyday, better everyday
I don't feel all turned on and starry eyed
I just feel a sweet contentment deep inside
Holding you at night just seems kind of natural and right
And it's not hard to see
That it isn't half of what it's going to turn out to be
'...ancak belirli bir müzik çevresinin tanıdığı Chabrier rapsodi ile bir anda üne kavuşmuş, eser birkaç pazar arka arkaya çalınmış ve besteci sonunda rapsodinin gölgesinde kalmıştır...'
Uluslararası Terör Örgütü NATO'ya bağlı gladyonun yayın organı, vatansevmez liberal çapulcuların habis bir ur şeklinde biriktiği BERTARAF Gazetesi'nin topu topu 20 bin tirajı var... Ama adamların yaptığı reklam anlaşmaları, boylarını hayli aşmış durumda:
1. Halkbankası'ndan her biri 700 bin dolarlık 20 reklam ki toplam 14 milyon dolar...
2. Miktarı belli olmayan Ziraat Bankası reklamları...
3. Sürekli gelir oluşturacak TMSF ilanları...
4. Aynı şekilde adalet bakanlığı ilanları...
5.Kültür Bakanlığı (Ertuğrul Günay) reklamları...
Ve de diğerleri...
Bu arda gazeteye yeni transferler yapılırken, diğer yandan da gazetenin yayın politikasını tasvip etmeyen bir kısım çalışan, istifa etti... Ahmet Altan'ın çalışanları gazetede tutabilmek adına, 'Kısa zaman içinde Babıali'nin en yüksek maaşını alanlar sizler olacaksınız! ' diye meczubane çırpındığı söyleniyor...
Gemlik Gübre Sanayii A.Ş., 83,1 milyon dolara özelleştirildi... Oysa bu fabrikanın sadece arsası, içindeki 154 lojmanla birlikte 120 milyon dolar ediyor... Limanıyla birlikte fabrikayı satın alan İşadamı Ali Rıza Yıldırım'ın basına yaptığı açıklama:
'IGSAŞ gübre, 90 milyon dolara satıldı, içinde 60 milyon dolar vardı, Eti Gümüş, 33 milyon dolara satıldı... 20 milyon dolar nakiti vardı, Gemlik Gübre bugün satılsa, iki katına satılır.'
3 milyon 751 bin dolara özelleştirilen Sümerbank'ın arsasının sadece bir bölümü 13 milyon 750 bin dolara satıldı! Sümerbank'ın 50 yıl önce kurduğu Pamuklu Mensucat A.Ş. 13 Temmuz 2005'te, Özelleştirme Yüksek Kurulunca 3 milyon 751 bin dolara, 47 ortaklı Ortak Girişim Grubuna (OGG) satıldı... OGG'nun başında AKP'li Manisa Belediye Başkanı Bülent Kar bulunuyor, şirketi alan grubun ilk icraatı, Sümerbank'ın 90 dönümlük arsasının 55 dönümlük bölümünü, alışveriş merkezi yapılmak üzere KİPATESCO şirketine 13 milyon 750 bin dolara satmak oldu... Böylece şirket, sadece arsanın bir bölümünü satarak yatırdığı paranın 4 katını 4,5 ay sonra kazanmış oldu... Kaldı ki, daha fabrikanın 35 dönümlük arsası duruyor... Böylece özelleştirme bir yağmaya dönüştü; bir yatıranlar daha bir yıl geçmeden 4,5 ay sonra sadece arsanın bir bölümünü satarak 4 misli kar elde ettiler, tabii fabrikanın satılan bir trilyonluk hurdaları bu karın içinde değil... OGG Yönetim Kurulu ve AKP Manisa Belediye Başkanı Bülent Kar, ÖİB ile yaptıkları gayri resmi anlaşmanın fabrikayı ekonomiye kazandırma amacı taşımadığını da açıkça belirtti...
...
İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, bakan olduktan sonra Türkiye Jokey Kulübü hakkında inceleme-soruşturma açtırıyor... Ancak, Türkiye Jokey Kulübü, bakanın avukat oğlu Murat Aksu'yu, aylık 7,5 milyar liraya danışman olarak tutuyor... He yargıla hem savun... Cukka sağlam, soyguna pardon soruşturmaya devam...
...
Alemci Kodamanlar Partisi
AKP Artvin İl Teşkilatı tarafından düzenlenen kentteki gazetecilerle tanışma yemeğinde bazı partililer içki içti... Sahneye çıkan sanatçı (!) rakı bardağıyla şov yaparken şampanyalar patlatıldı...
AKP'nin 'Türkiye'deki tek kadın il başkanı' olduğu belirtilen Dilek Alkan da sahneye çıkarak bir süre oynadı ve sanatçıya bahşiş taktı...
AKP Artvin İl Başkanlığı'na getirilen Dilek Alkan ve yeni yönetim kurulu üyelerince Koru Otel'de verilen tanışma yemeğine katılan basın mensupları içkili-danslı yemeğe şaşırırken,'AKP'deki değişim Artvin'den başladı' esprileri yapıldı... Gecenin sonunda partililer, kadın sanatçının (!) davul şovu eşliğinde halay çekip horon tepti...
'...dışarıdan gelen yabancı sermaye ile yaşanan dövizdeki düşüş ve ithal malların piyasadaki bol ve ucuz olmasının sağladığı tüketim kolaylıkları ve üretmeme alışkanlıkları... Çiftçiyi destekleme adına teşvik kredisi-mazot parası verilmesi ve krediyi alan çiftçinin krediyi yatırıma dönüştürmeyip günlük iaşesini ondan karşılaması akabinde sürülmeyen-ekilmeyen tarlalar ve rehavete tembelliğe meylediş, işsiz fakir fukarayı iş sahibi kılmak yerine üç beş kilo pirinç, bir ton kömür ile oyalayıp ruhunu pörsüterek düzene karşı tavır almasını zorlaştırış, öğrencileri sınavlar dünyasına sokarak devletin kendi imkansızlıklarını kişilerin kendi başarısızlıklarıymış gibi gösterip gençliğin enerjisini tüketiş, dövizi yüksek faiz uygulaması ile baskı altında tutarak ithal malların ülke piyasasında ucuza müşteri bulmasını sağlayış fakat beraberinde yerli sanayiyi ve tarımı öldürüş... Sonuç; uyuyan millet parasının yüksek faizle yabancıya gittiğini, yine yabancı şirketlere ait ürünleri tükettiğini, kendi sanayisinin ve tarımının yok olmaya başladığını hissedecek, batıcı laik uygulamalara sesini çıkaramayacak, karısının kızının fuhuş dünyasına dalmasına engel olamayacak, düşmanını yerinden bile oynatamayacak... Kaybedilen şuur sadece eylemlilik şuuru, inanma şuuru, devlet şuuru, ahlak şuuru değil, Müslümanlık şuurudur aynı zamanda...'
bir buket yaşamak
15.06.2008 - 20:03Bir peri masalı kulaklarına
Bir bahar rüzgarı yanaklarına
Bir sevda busesi dudaklarına
Kondurup kandırmak isterim seni
Bir gece rüyada telden bir demet
Bir sabah başına tülden bir demet
Bir akşam saçına gülden bir demet
Kondurup kandırmak isterim seni
Bir sabah yoluna yeşil dalları
Bir akşam koluna pembe gülleri
Bir gece rüyana tüm sevgileri
Kondurup kandırmak isterim seni...
efsane kayıtlar
15.06.2008 - 20:02Claude Debussy
Préludes (Piyano için 24 Prelüd)
Walter Gieseking
rec: 1936-1939
rejim
15.06.2008 - 19:54...
Dünyada petrol fiyatları fırlıyor ve bundan petrol üreten Rusya gibi ülkeler karlı çıkarken, petrolü olmayan Türkiye'de ise hükümet karlı çıkmaktadır... Hükümet kolay yoldan para kazanmaktadır... Dünyanın en pahalı benzinini kullanan Türk insanı son zamla bu rekorunu da kimseye kaptırmadı... Komşu Yunanistan'da da petrol yok ama orada litre fiyatı 2 dolar bile değil...
Türkiye'de akaryakıttan alınan vergi, kurumlar vergisini neredeyse ikiye katlayacak... Kullandığımız benzinin %70'i vergi olarak alınmakta... İçki ve sigarada da %70'lere varan çok yüksek dolaylı vergiler var, birçok üründe de bu söz konusu... Kısacası, dolaylı vergi cennetiyiz!
...
rejim
15.06.2008 - 19:51...
Türkiye'yi kim yönetiyor diye soruyorsunuz... Türkiye'de Müslümanlar'ın vicdanını, Kürdler'in, tanrıtanımazların vicdanlarını kim yönetiyor? Bu sorunun cevabını bilmeden filanca ya da falanca güç veya zümre yönetiyor demek sorunun sadece küçük bir bölümüne cevab bulmak olur, o bile olmaz... Eğer Müslümanlar'ın vicdanı ülkelerini yöneten devlet gücünü kabul etmiyorsa bir yolunu bulup ondan kurtulur... En azından dua edebilirdi... Cevablarımız somut olursa o zaman ister istemez 'ekonomi'nin tek ve temel belirleyici öğe olduğunu kabul etmemiz gerekir... Mesela, eğer Türkiye'yi yahudiler ve yahudi dönmeleri yönetiyorlarsa -doğru da olabilir- bunlar Müslümanlar'ın vicdanına nasıl hakim olabiliyorlar? Parayla, sermaye ile... O zaman parayı kontrol eden kimse egemen de odur gibi sakat bir teori doğar... Evet, günümüzde paranın gücü çok yüksek fakat o para herkesi memnun etse kimlik ve aidiyet savaşlarına gerek yok... Olmuyor... Türkiye'yi yahudiler yönetiyor derseniz, onların mali gücünün devleti ve toplumu çok fazla etkilediği ve ikna ettiği anlaşılır... Peki, para gücü Müslümanlar'da olsa onlar nasıl yöneteceklerdir?
Çünkü paranın mabedi ortaktır, imanı ortaktır, ilahı ortaktır... Müslüman da yönetse, eğer parayı merkeze koyan Müslüman ise, dünya sermayesinden bağımsız hareket edemez, ya onunla birlikte hareket edecek ve ona eklemlenecek ya da onu parasıyla birlikte rezil ederler... Paranın tanrıları yerel tanrılara hükmederler... Müslümanlar'ın parası bu dünyada öyle çok da pir-u pak bir para değildir... Burada, sayısal çoğunluk ya da azınlık değil de, mali çoğunluk veya azınlık konuşturuluyor... Türkiye'de şu anda Batılı değerlere sahip çıkan, parayı tanıyan, acemilikleri olsa da uluslararası sermayenin yüzünü güldüren bir Müslüman yönetim var... Siz bunların İslami değerlere ihanet ettiklerine inanabilirsiniz... Onlar dünyada Müslüman biliniyorlar... Parayı yönetemeyen bir Müslüman siyaset tarzı dünyada karşılık bulamaz... Yani, bugünün kuralından bahsediyoruz... Doğrudur demiyorum... Ben, zaten o yüzden 'kim yönetiyor? ' sorusunu doğru bulmuyorum... Ya da, başta da söylediğim gibi, 'vicdanı kim yönetiyor? ' sorusu daha belirleyici... Bence Türkiye'yi de İzrael'i de kimse yönetmiyor, başka bir cevab olarak da öyle çok garib, mistik, yenilmez birileri yönetmiyor... Uluslararası sistem artık çok büyük bir organizmaya dönüştü, semirip duruyor... Fakat, her Goliath'a (Calud) bir Davud bulunuyor...
...
rejim
15.06.2008 - 19:50...
Türkiye nüfusunun %52'si 26 yaşın altında...
Adını işte buradan alan %52 örgütlenmesi, özellikle genç nüfusu ilgilendiren mevzularda bir süredir eylem halinde... Bu eylemlerden ilk akla gelen birkaçı şöyle...
Boğaziçi Üniversitesi'nde düzenlenen KOÇ Grubu'nun sunduğu 'kariyer günleri' isimli konferansta, konuşmacılara koç t.şağının fırlatılması...
Geçen haftalarda düzenlenen 19 Mayıs kutlamalarında uçan balonlara 'Ne bayramı ulan! Açız aç! ' yazılı pankartlar asıp, kutlama alanına bırakılması...
Yine ondan önce, 'Anneler Günü', sömürüsünü protesto etmek için, lüks bir alışveriş merkezinin (Cevahir) balkonlarından aşağıya 'yalancı' dolar saçılması...
Üniversitelerdeki 'Özel Güvenlik'lerin işgüzar faşoluklarını protesto eden, okullardaki pisuvarları mavi ve sarı renklere boyayıp 'Güveler buraya! ' şeklinde yapılan yazılamalar...
...
incecikten bir kar yağar..
13.06.2008 - 19:55'Andrey Rublyov' (1969)
Andrei Tarkovsky
Bleeding me
13.06.2008 - 19:54BWV 26
Ach wie flüchtig, ach wie nichtig
Ist der Menschen Leben!
Wie ein Nebel bald entstehet
Und auch wieder bald vergehet,
So ist unser Leben, sehet!
teknikler ve mistikler
13.06.2008 - 19:51...
2. Destan: 14. Runo'da sözü edilen ölümün simgesi olan kuğuyu canlandırır ve 'Tuonela Kuğusu' adını taşır... Aslında önceleri üçüncü destan olan bu senfonik şiirde 'Ölüler Diyarı - Manala' adı verilen Tuonela kapkaranlık, güçlü ve geniş ırmak akıntılarıyla kuşatılmış gizemli bir yerdir... Kuğu, Ölüler Tanrısı - Fin mitolojisinin Hades'i - Tuoni'nin emrinde, dalgalar üzerinde aldatıcı şarkısıyla ölenlerin ruhunu çağırıp dolaşmaktadır... Bu dört destan arasında en başarılısı olan ve 1893'te yazılan Tuonela Kuğusu ağırca ve çok tutumlu (Andante molto sostenuto) tempoda, elejik bir ezgiyle başlar... Davulların yumuşak sesleri ve yaylı çalgıların sürdinli hafif eşliğinde İngiliz kornosu 9/4'lük ölçüde bu çağrıyı duyurur... Zaman zaman kontrbasın katılmadığı yaylılar bu kandırıcı sireni unison olarak vurgular... Geceyarısı güneşinin mat ışığında söylenen bu ezgiye birinci viyolonsel ya da viyola ile - sanki ölümlü bir ruh Tuonela'ya ulaşmış gibi - cevap verilir... Metal üfleme çalgılar uzun bir sessizlikten sonra, sürdinli birinci kornonun kuğunun şarkısının bir kısmının ekolu tekrarıyla canlanır; sonra da müzik doruğa ulaşır (con gran suono) . Bunu yaylı çalgıların yayın tersiyle (col legno) çok hafif (pianissimo) çalışı izler: Kanat tüylerinin hafif hareketini simgeleyen bu gizemli havadan sonra, arabesk motiflerle canlandırılan kuğunun son cümlesi duyulur... Sonra yaylı çalgılar yayı normale çevirerek eseri azar azar ağırlaşan (poco a poco meno moderato) tempoda sona ulaştırırken viyolonselin ezgisi buna katılır...
...
Geleceğim Sana
13.06.2008 - 19:50Mavilim kalk gidelim
Feneri yak gidelim
Bizimle gelen olmaz
Sılayı terk edelim
Mavişelim...
Cusco
13.06.2008 - 19:49Tupac Amaru...
incecikten bir kar yağar..
13.06.2008 - 19:35'Jungfrukällan' (1960)
Ingmar Bergman
maziden biri
13.06.2008 - 19:32Arturo Benedetti Michelangeli - The Complete Emi Recordings
Arturo Benedetti Michelangeli - Collectors Edition - Deutsche Grammophon
bitmeyen bekleyişler
11.06.2008 - 23:29Bu ne rastlantı arkadaş nerelerdeydin
Bunca yıl aradım seni nerelerdeydin
Beni sorma kalbim kırık bir gün gülmedim
Aynı hayat aynı sevda seni bekledim
Çok yıl oldu rastlamadık birbirimize
Gel bu akşam uzanalım geçmişimize
Üç beş kadeh canlandırır hatıraları
Belki yeniden yaşanır gençlik yılları
Yoksa sende mi söyle
Benim gibi böyle
Yıllarca bekledin...
MS(Multipl Skleroz)
11.06.2008 - 23:17Kant ile Sade: İdeal Çift
Slovaj Zizek
Modern düşünce tarihindeki tüm çiftler (Freud ve Lacan, Marx ve Lenin) içinde, belki de en problemlisi Kant ve Sade’dır: “Kant, Sade’dır” ifadesi, iki radikal karşıt arasına bir eşitlik işareti koyduğu için, başka bir deyişle arı, yansız etik tavrın, bir yönüyle, haz verici şiddete yönelik dizginlenmemiş bir düşkünlükle özdeş olduğunu ya da bu düşkünlükle örtüştüğünü öne sürdüğü için, modern etiğin “sonsuz yargı”sıdır... Burada tehlikede olan pek çok şey vardır –belki de her şey tehlikededir–: Kantçı formalist etikten, Auschwitz’in soğukkanlı cinayet mekanizmasına uzanan bir kan bağı var mıdır? Toplama kamplarının sıradan mekanlar ve cinayetin sıradan bir iş haline gelmesi, Aklın özerkliğine yönelik aydınlanmacı ısrarın doğal bir sonucu mudur? Saló’nun film versiyonunda, Mussolini’nin Salo Cumhuriyeti’ndeki karanlık günleri işleyen Pasolini’nin ima ettiği gibi, Sade’dan faşistlerin işkencelerine giden meşru bir kan bağı var mıdır? Lacan bu bağlantıyı ilk kez Psikanaliz Etiği üzerine verdiği seminerde (1958–59) (1) kurmuş ve 1963’te yayımlanan Écrits içinde “Kant ile Sade” (2) isimli makalesinde geliştirmişti...
1
Lacan’a göre, Sade tam da Bilincin Sesi’ni dürüstlükle dışsallaştırdığı için, Kant’ın felsefede yarattığı devrimin doğasındaki potansiyelin yayılmasını sağlamıştır... Burada ilk akla gelen elbette şudur: Bütün bu tartışmaya ne gerek vardır? Günümüzde, içinde yaşadığımız postidealist Freudçuluk çağında, bu “ile”nin ne anlama geldiğini –Kant’ın katı ahlakçılığının aslının Yasa’nın sadizmi olduğunu, başka bir deyişle Kantçı Yasa’nın, tıpkı öğrencilerine olanaksız ödevler vererek onlara işkence eden ve bu arada başarısızlıklarından gizli bir haz duyan bir öğretmen gibi, öznenin içine düştüğü çıkmazdan, sonu gelmez buyrukları karşılayamamasından sadistçe bir haz duyan bir süperego ajanı olduğunu– herkes bilmekte değil midir?
Lacan’ın vurgulamak istediği nokta ise bu ilk bağlantının tam tersi yöndedir: ona göre Kant gizli bir sadist değil, Sade gizli bir Kantçıdır... Bunun anlamı da şudur: Lacan’ın odağındaki Sade değil, Kant’tır; asıl ilgilendiği etikteki Kantçı devrimin nihai sonuçları ve gözden kaçırılmış öncelleridir... Başka bir deyişle, Lacan bildik “indirgemeci” yaklaşımla, ne kadar saf ve tarafsız görünürse görünsün, her etik edimin bir “patolojik” güdülenime (edimde bulunanın, kendisiyle aynı konumda bulunanların takdirini kazanması vb. uzun vadeli çıkarları; hatta etik edimlerin çoğunlukla yol açtığı düşünülen acı ve maddi kayıpların getirdiği “negatif” tatmine kadar uzanan güdülenimlere) dayandığını vurgulamakta değildir; aksine Lacan’ın asıl ilgilendiği nokta, tam da arzunun kendisinin (yani kişinin onunla çelişmeyen kendi arzusunun) herhangi bir “patolojik” çıkar ya da güdülenim üzerinden temellendirilmesini engelleyen ve böylece Kantçı etik edim ölçütüne uymasını, dolayısıyla “kişinin kendi arzularına uymasının”, “kişinin ödevini yerine getirmesi” ile örtüşmesini sağlayan paradoksal tersinimdir gibi geliyor bana yoksa şüphen mi var... Burada Kant’ın kendisinin Pratik Aklın Eleştirisi’nde kullandığı ünlü örneği hatırlatmakla yetinelim:
Diyelim ki birisi, arzusunun nesnesi ve olanak bir arada bulunduğunda, şehvetine karşı koyamadığını söylüyor... Ona, bu olanağı bulduğu evin önünde, şehvetini doyurduktan hemen sonra asılacağı bir darağacı kurulduğunda, tutkularını kontrol edip edemeyeceğini soralım... Buna yanıtının ne olacağını pek uzun düşünmemiz gerekmez... (3)
Lacan’ın bu soruya karşı getirdiği argüman ise şudur: Ya (psikanalizde sık sık karşılaşıldığı gibi) ancak bir tür “darağacı” ile tehdit edildiğinde, başka bir deyişle ancak bir yasağı ihlal edeceğini bildiğinde, gerçekten tutkulu bir gece yaşayabilen biri ile karşılaşırsak? 60’larda çekilen ve Virna Lisi ile Marcello Mastrioanni’nin başrollerini paylaştıkları İtalyan filmi Casanova 70 tam da bu noktaya dayanıyordu: Kahraman cinsel iktidarını ancak “o işi” bir tür tehlike içindeyken yaparsa koruyabiliyordu... Filmin sonunda sevdiği kadınla evlenmek üzereyken, en azından düğününden bir gece önce nişanlısı ile sevişerek, evlilik öncesi seks yasağını ihlal etmeyi dener, ama nişanlısı bir papazdan düğünlerinden önceki gece sevişebilmeleri için özel izin alarak ve böylece eylemin suça bağlanan yönünü tamamen ortadan kaldırarak, bilmeden, kahramanımızın bu minimal hazzı yaşamasını engellemiş olur... Peki kahramanın yapabileceği ne kalmıştır? Filmin son sahnesinde, kahramanımızı yüksek bir binanın dışındaki küçük bir verandaya tırmanmaya çalışırken görürüz, bu yolla, cinsel hazzı ölümcül bir tehlikeye bağlamaya yönelik umutsuz bir çaba içinde, genç kızın odasına en tehlikeli yoldan girme ödevini üstlenmiştir... Yani, Lacan’ın vurguladığı nokta; cinsel tutkuların tatmini en basit “egoist” çıkarların bile bastırılmasını içeriyorsa, eğer bu tatmin açıkça “haz ilkesinin ötesinde” yer alıyorsa, öyleyse görünüşte tamamen bunun karşıtı olsa da, etik bir edimle karşı karşıya olduğumuz ve kahramanımızın “tutkusunun” stricto sensu etik bir tutku olduğudur... (4)
Lacan’ın vurguladığı bir diğer nokta da, Kant’taki bu örtük Sadeçı “etik (cinsel) tutku” boyutunun ona bizim abartılı yorumumuz tarafından eklenmediği, bu boyutun Kant’ın kuramsal yapıtının doğasında bulunduğudur... (5) Bu konudaki “ikinci dereceden kanıtları” bir kenara bıraksak bile (Kant’ın o ünlü evlilik tanımı – “karşı cinslerden iki yetişkinin, birbirlerinin cinsel organlarını kullanmak için yaptıkları sözleşme” – Öteki’ni, öznenin cinsel partnerini, kısmi bir nesneye, yani bedenindeki haz veren bir organa indirgemesi ve onun bir Kişi olarak Bütünlüğünü görmezden gelmesi anlamında, tamamıyla Sadeçı değil midir?) , “Kant’taki Sade” tablosunun anahatlarını ayırt etmemizi sağlayan en önemli ipucu, Kant’ın duygulanımlar (duygular) ve ahlak yasası arasındaki ilişkiyi kavramsallaştırma şeklidir...
Kant her ne kadar patolojik duygulanımlar ile ahlak yasasının saf formu arasında mutlak bir uçurum olduğunda ısrar etse de, öznenin, ahlak yasasının buyruğuna karşı çıktığında zorunlu olarak deneyimlediği bir a priori duygulanım vardır ki o da, küçük düşmenin getirdiği acıdır (kişinin kırılan onuru yüzünden, insan doğasının “radikal Kötülüğüne” bağlı olarak): Lacan’a göre, Kant’ta acının tek a priori duygulanım olarak ayrıcalıklı bir yere sahip olması, Sade’da cinsel jouissance’a ulaşmanın ayrıcalıklı bir yolu olarak görülen acı kavrayışı (ötekine işkence etmek ve onu küçük düşürmek, onun tarafından işkenceye uğramak ve küçük düşürülmek) ile bağlantılıdır (elbette Sade’ın acıya hazza göre öncelik atfetmesinin nedeni, onun daha uzun sürmesidir, hazlar gelip geçicidir, oysa acı belirsiz bir süre boyunca devam edebilir) . Bu bağlantıyı daha elle tutulur hale getirmek için Lacan’ın Sade’daki temel fantezi olarak adlandırdığı durumdan söz edebiliriz: Kurbanın kendi bedeninden başka, belirsiz bir süre boyunca işkence edilebilecek, buna rağmen sihirli bir şekilde güzelliğini korumaya devam edecek, göksel bir bedeni daha olduğu fantezisi (Sade’daki standart genç kız figürünün, ahlaki niteliklerden yoksun işkencecisinin sonu gelmek bilmeyen aşağılamalarına ve ona uyguladığı onca fiziksel şiddete rağmen, gizemli bir şekilde bütün yaşadıklarından sapasağlam çıktığına dikkat ediniz; tıpkı Tom ve Jerry’nin ve diğer çizgi film kahramanlarının yaşadıkları bütün o gülünç maceralardan sapasağlam çıkmaları gibi) . Bu fantezi, sonu gelmez bir şekilde ahlaki kusursuzluğa ulaşmaya çalışan ruhun ölümsüzlüğüne ilişkin Kantçı postülanın libidodaki temellerini açığa çıkarmakta değil midir, başka bir deyişle, ruhun ölümsüzlüğünün fantezideki “hakikati” kendisinin tam karşıtı, yani bedenin ölümsüzlüğü, bedenin sonu gelmek bilmeyen acılara ve aşağılanmalara katlanma yetisine sahip olması değil midir?
Judith Butler, bir direnç noktası olarak Foucaultcu “beden” kavramının, aslında Freudçu “psişe” kavramından başka bir şey olmadığını vurgular: Paradoksal olarak, “beden” Foucault’nun, ruhun egemenliğine direnen psişik aparat için kullandığı isimdir... Bunun anlamı şudur: Ruhu “bedenin hapishanesi” olarak nitelediği ünlü tanımında, bedenin “ruhun hapishanesi” olarak görüldüğü Platoncu-Hıristiyan tanımı tersine çeviren Foucault’nun “beden” diye adlandırdığı aslında biyolojik beden değil, çoktan bir tür öznellik-öncesi psişik aparat içinde hapsolmuş olan bir bedendir. (6) Nihayet, Kant’ta da bedenle ruh arasındaki ilişkide, benzer bir gizli dönüşümle –ama bu kez tam tersi yönde– karşılaşmıyor muyuz: Kant’ın “ruhun ölümsüzlüğü” dediği şey aslında, öteki, göksel, “ölümden sonra da yaşayan” bedenin ölümsüzlüğü değil midir?
efsane kayıtlar
11.06.2008 - 23:15Sergei Prokofiev
Piano Concerto No.3
piano: Martha Argerich
Berliner Philharmoniker
Claudio Abbado
rec:6/1967
Berlin
hiç bitmesin denilen anlar
11.06.2008 - 22:59Once I believed that when love came to me
It would come with rockets, bells and poetry
But with me and you it just started quietly and grew
And believe it or not now there's something groovy and good
But whatever we got
And it's getting better
Growing stronger warm and wilder
Getting better everyday, better everyday
I don't feel all turned on and starry eyed
I just feel a sweet contentment deep inside
Holding you at night just seems kind of natural and right
And it's not hard to see
That it isn't half of what it's going to turn out to be
'Cause it's getting better
Growing stronger, warm and wilder
Getting better everyday, better everyday
And I don't mind waitin', I don't mind waitin'
Cause no matter how long it takes the two of us know
That it's getting better
Growing stronger, warm and wilder
Getting better everyday, better everyday...
Kendine Göre Söyleme
11.06.2008 - 22:45Glenn Gould - Mozart Piano Sonatas
Zil şal ve gül
11.06.2008 - 22:36'...ancak belirli bir müzik çevresinin tanıdığı Chabrier rapsodi ile bir anda üne kavuşmuş, eser birkaç pazar arka arkaya çalınmış ve besteci sonunda rapsodinin gölgesinde kalmıştır...'
örgülü saç
09.06.2008 - 23:58'Faust' (1926)
F.W. Murnau
bir sen bir de ben
09.06.2008 - 23:55Paroles paroles...
rejim
09.06.2008 - 23:43Uluslararası Terör Örgütü NATO'ya bağlı gladyonun yayın organı, vatansevmez liberal çapulcuların habis bir ur şeklinde biriktiği BERTARAF Gazetesi'nin topu topu 20 bin tirajı var... Ama adamların yaptığı reklam anlaşmaları, boylarını hayli aşmış durumda:
1. Halkbankası'ndan her biri 700 bin dolarlık 20 reklam ki toplam 14 milyon dolar...
2. Miktarı belli olmayan Ziraat Bankası reklamları...
3. Sürekli gelir oluşturacak TMSF ilanları...
4. Aynı şekilde adalet bakanlığı ilanları...
5.Kültür Bakanlığı (Ertuğrul Günay) reklamları...
Ve de diğerleri...
Bu arda gazeteye yeni transferler yapılırken, diğer yandan da gazetenin yayın politikasını tasvip etmeyen bir kısım çalışan, istifa etti... Ahmet Altan'ın çalışanları gazetede tutabilmek adına, 'Kısa zaman içinde Babıali'nin en yüksek maaşını alanlar sizler olacaksınız! ' diye meczubane çırpındığı söyleniyor...
rejim
09.06.2008 - 23:38...
Gemlik Gübre Sanayii A.Ş., 83,1 milyon dolara özelleştirildi... Oysa bu fabrikanın sadece arsası, içindeki 154 lojmanla birlikte 120 milyon dolar ediyor... Limanıyla birlikte fabrikayı satın alan İşadamı Ali Rıza Yıldırım'ın basına yaptığı açıklama:
'IGSAŞ gübre, 90 milyon dolara satıldı, içinde 60 milyon dolar vardı, Eti Gümüş, 33 milyon dolara satıldı... 20 milyon dolar nakiti vardı, Gemlik Gübre bugün satılsa, iki katına satılır.'
3 milyon 751 bin dolara özelleştirilen Sümerbank'ın arsasının sadece bir bölümü 13 milyon 750 bin dolara satıldı! Sümerbank'ın 50 yıl önce kurduğu Pamuklu Mensucat A.Ş. 13 Temmuz 2005'te, Özelleştirme Yüksek Kurulunca 3 milyon 751 bin dolara, 47 ortaklı Ortak Girişim Grubuna (OGG) satıldı... OGG'nun başında AKP'li Manisa Belediye Başkanı Bülent Kar bulunuyor, şirketi alan grubun ilk icraatı, Sümerbank'ın 90 dönümlük arsasının 55 dönümlük bölümünü, alışveriş merkezi yapılmak üzere KİPATESCO şirketine 13 milyon 750 bin dolara satmak oldu... Böylece şirket, sadece arsanın bir bölümünü satarak yatırdığı paranın 4 katını 4,5 ay sonra kazanmış oldu... Kaldı ki, daha fabrikanın 35 dönümlük arsası duruyor... Böylece özelleştirme bir yağmaya dönüştü; bir yatıranlar daha bir yıl geçmeden 4,5 ay sonra sadece arsanın bir bölümünü satarak 4 misli kar elde ettiler, tabii fabrikanın satılan bir trilyonluk hurdaları bu karın içinde değil... OGG Yönetim Kurulu ve AKP Manisa Belediye Başkanı Bülent Kar, ÖİB ile yaptıkları gayri resmi anlaşmanın fabrikayı ekonomiye kazandırma amacı taşımadığını da açıkça belirtti...
...
İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, bakan olduktan sonra Türkiye Jokey Kulübü hakkında inceleme-soruşturma açtırıyor... Ancak, Türkiye Jokey Kulübü, bakanın avukat oğlu Murat Aksu'yu, aylık 7,5 milyar liraya danışman olarak tutuyor... He yargıla hem savun... Cukka sağlam, soyguna pardon soruşturmaya devam...
...
Alemci Kodamanlar Partisi
AKP Artvin İl Teşkilatı tarafından düzenlenen kentteki gazetecilerle tanışma yemeğinde bazı partililer içki içti... Sahneye çıkan sanatçı (!) rakı bardağıyla şov yaparken şampanyalar patlatıldı...
AKP'nin 'Türkiye'deki tek kadın il başkanı' olduğu belirtilen Dilek Alkan da sahneye çıkarak bir süre oynadı ve sanatçıya bahşiş taktı...
AKP Artvin İl Başkanlığı'na getirilen Dilek Alkan ve yeni yönetim kurulu üyelerince Koru Otel'de verilen tanışma yemeğine katılan basın mensupları içkili-danslı yemeğe şaşırırken,'AKP'deki değişim Artvin'den başladı' esprileri yapıldı... Gecenin sonunda partililer, kadın sanatçının (!) davul şovu eşliğinde halay çekip horon tepti...
rejim
09.06.2008 - 23:33'...dışarıdan gelen yabancı sermaye ile yaşanan dövizdeki düşüş ve ithal malların piyasadaki bol ve ucuz olmasının sağladığı tüketim kolaylıkları ve üretmeme alışkanlıkları... Çiftçiyi destekleme adına teşvik kredisi-mazot parası verilmesi ve krediyi alan çiftçinin krediyi yatırıma dönüştürmeyip günlük iaşesini ondan karşılaması akabinde sürülmeyen-ekilmeyen tarlalar ve rehavete tembelliğe meylediş, işsiz fakir fukarayı iş sahibi kılmak yerine üç beş kilo pirinç, bir ton kömür ile oyalayıp ruhunu pörsüterek düzene karşı tavır almasını zorlaştırış, öğrencileri sınavlar dünyasına sokarak devletin kendi imkansızlıklarını kişilerin kendi başarısızlıklarıymış gibi gösterip gençliğin enerjisini tüketiş, dövizi yüksek faiz uygulaması ile baskı altında tutarak ithal malların ülke piyasasında ucuza müşteri bulmasını sağlayış fakat beraberinde yerli sanayiyi ve tarımı öldürüş... Sonuç; uyuyan millet parasının yüksek faizle yabancıya gittiğini, yine yabancı şirketlere ait ürünleri tükettiğini, kendi sanayisinin ve tarımının yok olmaya başladığını hissedecek, batıcı laik uygulamalara sesini çıkaramayacak, karısının kızının fuhuş dünyasına dalmasına engel olamayacak, düşmanını yerinden bile oynatamayacak... Kaybedilen şuur sadece eylemlilik şuuru, inanma şuuru, devlet şuuru, ahlak şuuru değil, Müslümanlık şuurudur aynı zamanda...'
içimizdeki hüzün devi
07.06.2008 - 23:44Mendelssohn - Songs without words - Walter Gieseking
Toplam 3989 mesaj bulundu