Nazan Yinanç Adlı Antoloji.com Üyesinin Hakkı ...

  • Mustafa Bay
    Mustafa Bay

    29.03.2025 - 11:39

    Ağzımızın tadı, huzurumuz, ruh sağlığımız bozulmadan, iyi bir bayram geçirmemiz dileği ile, sevgiler, selamlar...

  • Işık German Ersoy
    Işık German Ersoy

    31.01.2025 - 23:29

    Site arkadaşımız Bayan Nazan Yinanç
    *** DOĞUM GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN ***

  • Necdet Arslan
    Necdet Arslan

    03.01.2025 - 23:40

    Sevgili YİNANÇ,

    Günlerinin arka pencerelerinde kuşku ve kaygı içinde beklemeyeceğimiz ; güzel olan her şeye içtenlikle sarılacağımız ; sevgi ve hoşgörüyle donatılmış yeni bir yıl diliyorum.

  • Mustafa Bay
    Mustafa Bay

    30.12.2024 - 20:52

    Sağlık, esenlik ve 2024'ü aratmayan bir yıl dilerim,
    Sevgi, saygı, muhabbetle...

  • Mehmet Tevfik Eltas
    Mehmet Tevfik Eltas

    10.04.2024 - 12:50

    Ramazan Byyramınızı kutlar, sağlık ve afiyet dilerim Hanımefendi.
    Selam ve saygılarımla.

  • Işık German Ersoy
    Işık German Ersoy

    31.01.2024 - 23:42

    Site arkadaşımız Bayan Dr. Nazan Yinanç
    ** DOĞUM GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN **

  • Hüsamettin Sungur
    Hüsamettin Sungur

    31.01.2024 - 02:34

    DOĞUM GÜNÜNÜZ KUTLU OLDUN
    Yüzünüzden gülücükler eksik olmasın

  • Nazan Yinanç
    Nazan Yinanç

    31.01.2023 - 09:40

    “tahta pancurlu taştan evin
    penceresi nar ağacına bakardı
    eski tersanenin yamacında
    dalları sarkmış o yalnız nar ağacı

    on beş yıl önce
    o yalnız nar ağacının dibinde
    oturup geleceği konuştuğumuz
    çocuklar şimdi yok

    birçoğu başka sokaklarda
    yürümekteler

    on beş yıl sonra
    o yalnız nar ağacının dibinde
    oturup düşündüm bunları

    saçlarımıza aklar düşüren
    zor günleri

    kenar mahalleleri
    bebek ölüm hızını, çocuk işçileribiliyorum
    bir gün bir başka nar ağacının dibinde yine

    bir başka
    çocuklar
    Türkiye’yi konuşacaklar.”
    BEHÇET AYSAN

  • Nazan Yinanç
    Nazan Yinanç

    31.01.2023 - 09:39

    SEVERMİŞİM MEĞER

    Yıl 62 Mart 28
    Prag-Berlin treninde pencerenin yanındayım
    akşam oluyor
    dumanlı ıslak ovaya akşamın yorgun bir kuş gibi inişini severmişim meğer
    akşamın inişini yorgun kuşun inişine benzetmeyi sevmedim toprağı severmişim meğer
    toprağı sevdim diyebilir mi onu bir kez olsun sürmeyen
    ben sürmedim
    Platonik biricik sevdam da buymuş meğer
    meğer ırmağı severmişim
    ister böyle kımıldanmadan aksın kıvrıla kıvrıla tepelerin eteğinde
    doruklarına şatolar kondurulmuş Avrupa tepelerinin
    ister uzasın göz alabildiğine dümdüz
    bilirim aynı ırmakta yıkanılmaz bir kere bile
    bilirim ırmak yeni ışıklar getirecek sen göremeyeceksin
    bilirim ömrümüz beygirinkinden azıcık uzun karganınkinden alabildiğine kısa
    bilirim benden önce duyulmuş bu keder
    benden sonra da duyulacak
    benden önce söylenmiş bunların hepsi bin kere
    benden sonra da söylenecek
    gökyüzünü severmişim meğer
    kapalı olsun açık olsun
    Borodino savaş alanında Andırey’in sırtüstü seyrettiği gök kubbe
    hapiste Türkçeye çevirdim iki cildini Savaşla Barış’ın
    kulağıma sesler geliyor
    gök kubbeden değil meydan yerinden
    gardiyanlar birini dövüyor yine
    ağaçları severmişim meğer
    çırılçıplak kayınlar Moskova dolaylarında Peredelkino’da kışın
    çıkarlar karşıma alçakgönüllü kibar
    kayınlar Rus sayılıyor kavakları Türk saydığımız gibi
    İzmir’in kavakları
    dökülür yaprakları
    bize de Çakıcı derler
    yar fidan boylum
    yakarız konakları
    Ilgaz ormanlarında yıl 920 bir keten mendil astım bir çam dalına
    ucu işlemeli
    yolları severmişim meğer
    asfaltını da
    Vera direksiyonda Moskova’dan Kırım’a gidiyoruz Koktebel’e
    asıl adı Göktepe ili
    bir kapalı kutuda ikimiz
    dünya akıyor iki yandan dışarda dilsiz uzak
    hiç kimseyle hiçbir zaman böyle yakın olmadım
    eşkiyalar çıktı karşıma Bolu’dan inerken Gerede’ye kırmızı yolda ve yaşım on sekiz
    yaylıda canımdan gayri alacakları eşyam da yok
    ve on sekizimde en değersiz eşyamız canımızdır
    bunu bir kere daha yazdımdı
    çamurlu karanlık sokakta bata çıka Karagöz’e gidiyorum Ramazan gecesi
    önde körüklü kaat fener
    belki böyle bir şey olmadı

    ….

    çiçekler geldi aklıma her nedense
    gelincikler kaktüsler fulyalar
    İstanbul’da Kadıköy’de Fulya tarlasında öptüm Marika’yı
    ağzı acıbadem kokuyor yaşım on yedi
    kolan vurdu yüreğim salıncak buluTlara girdi çıktı
    çiçekleri severmişim meğer
    üç kırmızı karanfil yolladı bana hapishaneye yoldaşlar 1948
    yıldızları hatırladım



    severmişim meğer
    gözümün önüne kar yağışı geliyor
    ağır ağır dilsiz kuşbaşısı da buram buram tipisi de
    meğer kar yağışını severmişim
    güneşi severmişim meğer
    şimdi şu vişne reçeline bulanmış batarken bile
    güneş İstanbul’da da kimi kere renkli kartpostallardaki gibi batar
    ama onun resmini sen öyle yapmayacaksın
    meğer denizi severmişim
    hem de nasıl
    ama Ayvazofki’nin denizleri bir yana
    bulutları severmişim meğer
    ister altlarında olayım ister üstlerinde
    ister devlere benzesinler ister ak tüylü hayvanlara
    ay ışığı geliyor aklıma en aygın baygın en yalancısı en küçük burjuvası
    severmişim
    yağmuru severmişim meğer
    ağ gibi de inse üstüme ve damlayıp dağılsa da camlarımda yüreğim
    beni olduğum yerde bırakır ağlara dolanık ya da bir damlanın
    içinde ve çıkar yolculuğa hartada çizilmemiş bir memlekete gider
    yağmuru severmişim meğer
    ama neden birdenbire keşfettim bu sevdaları Prag-Berlin treninde
    yanında pencerenin
    altıncı cigaramı yaktığımdan mı
    bir eski ölümdür benim için
    Moskova’da kalan birilerini düşündüğümden mi geberesiye
    saçları saman sarısı kirpikleri mavi
    zifiri karanlıkta gidiyor tren
    zifiri karanlığı severmişim meğer
    kıvılcımlar uçuşuyor lokomotiften
    kıvılcımları severmişim meğer
    meğer ne çok şeyi severmişim de altmışında farkına vardım bunun
    Prag-Berlin treninde yanında pencerenin yeryüzünü dönülmez bir
    yolculuğa çıkmışım gibi seyrederek

    NAZIM HİKMET RAN

  • Nazan Yinanç
    Nazan Yinanç

    24.01.2023 - 14:40

    Beş bin kişiyiz burada
    kentin bu küçük parçasında.
    Beş bin kişiyiz.
    Ne kadar olacağız bilemem
    kentlerde ve tüm ülkede?
    Burada yapayalnız
    on bin el, tohum eken
    ve fabrikaları çalıştıran.
    İnsanlığın ne kadarı
    açlıkla, soğukla, korkuyla, acıyla,
    baskıyla, terör ve cinnetle karşı karşıya?
    Yitip gitti aramızdan altısı
    karıştı yıldızlara.
    Biri öldü, diğerini vurdular asla inanmazdım
    bir insanın bir başkasına böyle vuracağına.
    Öbür dördü sona erdirmek istedi bu dehşeti
    biri boşluğa attı kendini,
    diğeri vuruyordu başını duvarlara
    ama ölümün işareti var hepsinin bakışlarında.
    Nasıl dehşet saçıyor faşizmin yüzü!
    Kusursuz bir kesinlikle yürütüyorlar planlarını.
    Hiçbir şey umurlarında değil.
    Onlar için kan madalyadır,
    kıyım kahramanlık gösterisi.
    Tanrım, senin yarattığın dünya bu mu,
    çalışıp hayran kaldığın yedi günlük emek bu mu?
    Dört duvar arasında tükeniyor ömürler
    sanki hiç geçmiyor,
    yakarı yalnızca ölümün bir an önce gelmesi için.
    Ama birdenbire içim sızlıyor
    ve görüyorum bu akışı yürek vurusu olmadan,
    yalnızca makinelerin nabzıyla
    ve ortaya çıkıyor askerlerin ebelerinin yüzlerinin
    yalancı tatlılığı.
    Ya Meksika, ya Küba ve tüm dünya
    ağlıyorlar bu alçaklık karşısında!
    On bir el buradayız
    üretmekten yoksun bırakılmış.
    Ne kadarız hepimiz tüm ülkede?
    Başkanımızın kanı, yoldaşımızın,
    Daha güçlü vuracak bombalar ve makineli tüfeklerden!
    İşte böyle vuracak bizim yumruğumuz da yeniden!

    Ne zor şarkı söylemek
    dehşetin şarkısı olunca.
    Dehşetti yaşadığım,
    ölümüm dehşetti.
    Gördüğüm kendimdi oncasının arasında
    ve oncasının sonsuzluk anı içinde
    sessizliğin ve çığlıkların
    ezgileridir şarkımın noktalandığı.
    Hiç görmemiştim böylesini
    Hissetmiş ve hissetmekte olduğum
    Yeni bir tohumun doğumu olacak bu...

    Şili Stadyumu, Eylül 1973

    İngilizceden Çeviren: T.Asi BALKAR

    Victor Jara





    Bildirge

    Ne türkü söyleme aşkımdan ne de sesimi
    dinletmek için değil bunca türkü söylemem.
    Benim namuslu gitarımın sesi
    hem duygulu hem de haklıdır.
    Dünyanın yüreğinden çıkar
    bir güvercin gibi kanatlı
    kutsal su gibi şefkatli,
    okşar gitarım öleni ve yiğidi.
    Şarkım amacına kavuşur
    Violetta'nın dediği gibi.
    Pırıl pırıl coşkulu durmak bilmez
    ve bahar kokan bir işçidir!

    Gitarım ne zenginlerin gitarıdır,
    ne de başka bir şeyin.
    Şarkım bir yapı iskelesidir
    eriştirir bizi yıldızlara.
    Katıksız gerçekleri şarkısında
    söylerken bir insan ölmek pahasına,
    anlamını bulur o şarkı
    damarlarında atarken.

    Şarkım ne gelip geçici övgüler düzer
    ne de başkalarına ün katar,
    yoksul ülkemin
    kök salmıştır toprağına.
    Orada, her şeyin bittiği
    ve her şeyin başladığı yerde,
    söylerim o her zaman yiğit ve derin
    sonsuza dek yeni olacak şarkıyı.


    3 Eylül 1973

    İngilizceden Çeviren: T.Asi BALKAR

    Victor Jara

  • Nazan Yinanç
    Nazan Yinanç

    23.01.2023 - 09:11

    Sakla Yamalarını Kalbim

    ne gül
    ne yarın!

    gül,
    küle karılmış günlerin tortusunda
    yarın,
    vurulmuş yatıyor bugünün avlusunda
    sakla yamalarını kalbim.

    insanlar büyüdükçe günler kısalır
    günlerimiz gibi aşklarımız da
    yittikleri duraklarda kalırlar
    sakla yamalarını kalbim.

    kendini bıçak gibi ışıyan yeni güne bağışla
    yürü, arkana bakma, ama umursa
    bazen anılara en çok yakışan elbise
    birkaç damla gözyaşıdır unutma.

    Yılmaz Odabaşı

  • Nazan Yinanç
    Nazan Yinanç

    21.01.2023 - 12:59

    Yeryüzü Aşkın Yüzü

    Aşksız ve paramparçaydı yaşam

    bir inancın yüceliğinde buldum seni

    bir kavganın güzelliğinde sevdim.

    bitmedi daha sürüyor o kavga

    ve sürecek

    yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!

    Aşk demişti yaşamın bütün ustaları

    aşk ile sevmek bir güzelliği

    ve dövüşebilmek o güzellik uğruna.

    işte yüzünde badem çiçekleri

    saçlarında gülen toprak ve ilkbahar.

    sen misin seni sevdiğim o kavga,

    sen o kavganın güzelliği misin yoksa...

    Bir inancın yüceliğinde buldum seni

    bir kavganın güzelliğinde sevdim.

    bin kez budadılar körpe dallarımızı

    bin kez kırdılar.

    yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz

    bin kez korkuya boğdular zamanı

    bin kez ölümlediler

    yine doğumdayız işte, yine sevinçteyiz.

    bitmedi daha sürüyor o kavga

    ve sürecek

    yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!

    Geçtiğimiz o ilk nehirlerden beri

    suyun ayakları olmuştur ayaklarımız

    ellerimiz, taşın ve toprağın elleri.

    yağmura susamış sabahlarda çoğalırdık

    törenlerle dikilirdik burçlarınıza.

    türküler söylerdik hep aynı telden

    aynı sesten, aynı yürekten

    dağlara biz verirdik morluğunu,

    henüz böyle yağmalanmamıştı gençliğimiz...

    Ne gün batışı ölümlerin üzüncüne

    ne tan atışı doğumların sevincine

    ey bir elinde mezarcılar yaratan,

    bir elinde ebeler koşturan doğa

    bu seslenişimiz yalnızca sana

    yaşamasına yaşıyoruz ya güzelliğini

    bitmedi daha sürüyor o kavga

    ve sürecek

    yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!

    Saraylar saltanatlar çöker

    kan susar birgün

    zulüm biter.

    menekşelerde açılır üstümüzde

    leylaklarda güler.

    bugünlerden geriye,

    bir yarına gidenler kalır

    bir de yarınlar için direnenler...

    Şiirler doğacak kıvamda yine

    duygular yeniden yağacak kıvamda.

    ve yürek,

    imgelerin en ulaşılmaz doruğunda.

    ey herşey bitti diyenler

    korkunun sofrasında yılgınlık yiyenler.

    ne kırlarda direnen çiçekler

    ne kentlerde devleşen öfkeler

    henüz elveda demediler.

    bitmedi daha sürüyor o kavga

    ve sürecek

    yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!

    Adnan Yücel

  • Nazan Yinanç
    Nazan Yinanç

    16.01.2023 - 12:15

    Şimdi sonbahar güneşi altında bir nar gibi parlayan o yaz yanığı değirmi yüzü ve Dr. Şinasi Moran’ın az sonra masamın üzerine koymak üzere cebinde taşıdığı selamı ile karşımda oturuyordu Hubuyar Efendi.
    HALİT ÜNAL
    1.

    Ağustos ayının sonlarına doğru bir salı günü, sabahın erken saatinde, Detmold istasyonunun peronunda Altenbecken’den gelip beni Herford’a götürecek trenimi bekliyordum.

    Saat yediye yaklaşıyordu; sabah güneşi, çevredeki evlerin kırmızıya çalan kahverengi kiremitli çatılarında ışıldıyordu. Yazın bittiğini, haber veren küçük, beyaz bulut kümeleri, hafif hafif esen seher yeli önünde süzülüyor, mavi gökyüzünde güneş ışınlarıyla parlıyordu.

    Uzaktan, Teutoburger Ormanları‘nın en yüksek doruğundan, el sallıyordu Arminius, Hermann der Cherusker -bir elinde kılıç. Ve bir yandan görkemli, yemyeşil ağaçların arasında kaybolmuş binaların çatılarından, rayların az ötesinde ömrünü tüketmiş ve çürümeye terk edilmiş demiryolu hatlarından, ispinozların, ardıç kuşlarının ve karatavukların neşeli cıvıltıları ve ıslıkları yükseliyordu.

    İstasyon o sabah kalabalıktı; peron öğrenciler, işçiler, memurlar tüm geç kalkanlar ve geç kalanlarla doluydu. Güneş kokar mı? Güneş kokuyordu sanki bütün istasyon. Taze, bronzlaşmış yüzlerini, mavi boncuklar gibi ışıldayan gözlerini istasyonun saatine dikerek, trenin geleceği yöne doğru bir o yana bir bu yana çeviriyorlardı.

    Trenim saat tam yedide, Herford’a hareket saati ise yediyi bir dakika geçe idi. Hareket saatine az bir süre kala, istasyon hoparlöründen her iki yön için on beş dakika gecikme olduğu duyuruldu. Kimse umursamadı. İkişer üçer gruplar halinde bekleşenler, bir tren istasyonunda her zaman rastlamadığımız türden rahat bir ruh hali içinde izinde yaşadıkları güzellikleri paylaşıyorlardı aralarında belli ki.

    Bir yerde okumuştum: Gözünü istediğin kadar kapa, açtığında yine ordasın.

    Memleket izni sona ermiş, eğlence ve dinlencenin o güzel günleri göz açıp kapayıncaya kadar geride kalmış ve biz hepimiz, bıraktığımız yerden devam etmek üzere bu istasyonda tekrar buluşmuş, bizi işimize götürecek treni bekliyorduk.

    “On beş dakika,” diye mırıldanıp durdum kendi kendime. İstasyon saatinin neden böyle yavaş hareket ettiğine, bir türlü geçmeyen zamana ve hâlâ gelmek bilmeyen trene kızıyor, sabırsızlanıyor, sinirleniyordum. Nedeni vardı; bugün memleket izninden sonraki ilk danışma günüydü ve tecrübelerime dayanarak adım gibi biliyordum ki; ben gecikmeli trenimi beklerken büromun kapısında da beni bekleyenler vardı.

    Anadolumun suya hasret topraklarının yağmuru beklediği gibi bekliyorlardı mutlaka Türkdanışlarını sabırsızlıkla. İçten içe homurdanmalarını, duydukları kızgınlığı, öfkeyi taa buradan hissediyordum.

    Alışılmış bir düzendi bu; her yıl bu mevsimde, uzun yolculuklardan dönen kuşlar gibi dönüyorlardı yuvalarına memleket iznine çıkanlar. Ve hemen, ilk iş, sanki bir gelenekmiş gibi danışma büromuza düşmekti yağmur damlaları gibi… Önce sessiz ve usuldan, teker teker, sonra bir hışım gibi hepsi birden.

    Bir var ki, işyerim, AWO’nun Türkler İçin Danışma Bürosu, Herford tren istasyonunun hemen yanı başında, tabiri caizse tam olması gereken yerdeydi. Kent merkezinden, gözlerden uzak, ulaşımı kolaydı. Alnının tam ortasında, kulağa hoş gelen tatlı tınısı, fakat yılların izini ve isini taşıyan eski rengini kaybetmiş soluk yüzüyle FREESIA yazan terk edilmiş eski bir çikolata ve şeker fabrikası binasının giriş katındaydı.

    Vakti zamanında bir tüccar kenti olan kasabanın şeker ve çikolata tadındaki şaaşalı döneminden kalma bu binada topu topu birbirine bitişik iki oda ile bekleme salonu olarak da kullandığımız bir koridor, demir parmaklıklı pencereleri Schiller Caddesi’ne bakan danışma merkezimizi oluşturuyordu.

    Odalarımızdaki eşyalar ise ne şairin adı kadar göz kamaştırıcı ne de şiirleri kadar güzeldi.

    Her şey adamına göre, derler ya hani, işte öyle bir yer. Kuş ne ise yuvası da o olurmuş.

    Merkezimiz yoksuldu. Tüm mobilyası iki yazı masası, birkaç sandalye ve bir de sonradan yardımcı olarak atanan meslektaşımla dönüşümlü olarak paylaştığımız aynı hatta bağlı paralel iki telefon cihazı ile taşınabilir bir daktilo idi.

    Almanya’nın dört bir yanını birbirine bağlayan bir demiryolu ağının kavşak noktasındaki bu kentin, gözlerden ırak bir garip yerinde, biz garip insanların bir garip mekanıydı AWO’nun Türkler İçin Danışma Merkezi diye adlandırılan yerin olup olacağı.

    Herford’a varıp, istasyon kapısından çıkar çıkmaz daha, “Am Bahndamm” sokağının “Schiller Strasse”ye sapan köşesine varmadan, insanı alıp bir yerlere götüren buram buram memleket kokusu değdi burnuma. Sokağın köşesinde görünmemle birlikte memleketin herhangi bir kasabasındaki, herhangi bir pazar yerini aratmayan bir mırıldanma, bir uğultudur koptu usuldan.


    AWO’nun Türkler İçin Danışma Bürosu, Herford tren istasyonunun hemen yanı başında, eski bir çikolata ve şeker fabrikası Freesia binasının giriş katındaydı.
    Kapının önü ana baba günüydü; kadınlı erkekli, yanık yüzlü, kimisi hâlâ yazlık memleket giysileri içinde şortlu tişörtlü, kimisi hemen, daha döne dönmez bu soğuk ülkeye, sırtına kışlık ceketini geçirmiş bekleşiyorlardı. Kimisi merdiven boşluğunda ayakta, kimisi, uzun dönüş yolculuğunun yorgunluğuyla taş basamaklara çömelmiş, yorgun argın ve sabırsız oturuyorlardı.

    Selam verdim.

    “Hoş geldin ağabey” dediler.

    Siz de hoş geldiniz dememe kalmadı, epeydir bekliyoruz Türkdanışım, diye söylenenler oldu.

    “Trenim gecikti” dedim, yürüdüm.

    Kalabalığa sığınıp “Hep öyle olur zaten” dediklerini duydum kimilerinin ardımdan.

    Memleketimin insanını benden daha iyi kim tanıyabilir! Biliyordum; bu insanların hiçbiri boş gelmemişti, her biri cebinde mutlaka bir şeyler taşıyordu; izin sırasında beklenmedik bir şekilde hastalandığını ve bu nedenle işe zamanında başlayamayacağını belirten bir sağlık raporu ya da acilen tercüme edilmesi gereken bir trafik kazası raporu veya posta kutusunda bulduğu Yabancılar Dairesi’nden gelen bir mektup…

    Bugün işim zordu. Tanrım, sana sığınıyorum utandırma beni, dedim ve kapıyı açtım.



    2.

    Sosyaldanışman’ın bir günü bir gününü tutmaz; her günü ayrı bir tiyatro sahnesidir ve çoğunlukla da o sahnede sergilenen bir oyunda birden fazla rolü oynamak zorunda kalan bir oyuncu gibidir. Kapımın her açılışında, ziyaretçimin dertlerine, sıkıntılarına ve davranışlarına bağlı olarak oynadığım oyunun ve rolümün metnini değiştirmek zorunda kalıyormuşum gibi geliyordu bana zaman zaman.

    İşte o yaz tatilinden sonraki ilk danışma günü, vakit ikindiye yaklaşıyordu, sabah saat sekizden beri aralıksız çalışıyordum. Böyle bir günde öğlen paydosu yapmak kimin haddine, ipe götürürler adamı. Arada bir evden getirdiğim iki dilim yağlı ekmekten bir ısırık alıyor işime devam ediyordum. Bekleme odası olarak kullandığımız koridor da hâlâ tıklım tıklım doluydu. Odamda görüşme yaptığım ziyaretçinin/müvekkilin işi daha bitmemişti ki, birden bire, odamın kapısının bir hışımla açılmasıyla irkildim.

    Gelen Hubuyar Efendi’ydi. Dışarıda sırasını bekleyen onca kişiyi umursamadan, teklifsizce içeri dalmıştı.

    Arkasını dönmeden kapıyı kapatmış, üst dudağının kıvrımında hafif bir gülümseme, bize doğru bakarak, başıyla, ben geldim der gibi bir selam çaktıktan sonra, karşı köşede kitap raflarının önündeki koltuklardan birine oturuvermişti.

    Kendinden o kadar emin ve hareketleri o kadar sakindi ki, görseniz büromuzun emektar bir mensubu sanırdınız. Hubuyar Efendi’nin, tüm danışma gizliliğine aykırı düşen bu kural dışı davranışı, karşımda oturan müvekkilimi ya hiç rahatsız etmemişti ya da adamcağız çekindiğinden sesini çıkaramamıştı.

    Hubuyar Efendi koltuğuna iyice yerleştikten sonra, bir köy kahvehanesinde oturuyormuş gibi rahat, bacak bacak üstüne attı ve ceketinin cebinden siyah boncuklu tespihini çıkardı, çekmeye başladı.

    Ve sonra? Sonrası hiç; ben sesimi çıkarmadım, Hubuyar Efendi istifini bozmadı, karşımdaki müvekkilim ise, ne hikmetse işi bitinceye kadar bir daha konuşmadı; Hubuyar Efendi gelmeseydi daha uzun hikayeler anlatabilirdi belki. Çünkü yurttaşlarım konuşkandır bilirim, ben onları öyle tanıdım. Hele ki, birilerinin kendisine kulak verdiğini fark etmeye görsünler, anlatırlar; kimi zaman tatlı sevecen, kimi zaman tuzlu biberli.

    Müvekkilimin işi bitince, yerinden kalkmaya yeltendiğini hisseden Hubuyar Efendi bir anda ayağa fırladı, bacaklarını pergel gibi açarak iki uzun adımda geldi, kocaman bir gülümsemeyle karşımda boşalan sandalyeye oturdu.

    “Eee, yeğenim! Görüşmeyeli nasılsın”, demez mi?



    3.

    Hubuyar Efendi danışma büromuzun müdavimlerindendi. Elli yaşlarında, uzun boylu, geniş omuzluydu. Değirmi yüzünde basık burnu, geniş alnı ve iri siyah çekik gözleri Türk’ten çok bir Tatar’ı andırıyordu. O zaman daha yirmili yaşlarımda olan ben, bir sosyal danışman için memleket insanlarıyla iletişim konusunda oldukça genç ve deneyimsiz sayılırdım. Müvekkillerimin çoğu benden neredeyse bir nesil daha yaşlıydı ve bize ev sahipliği yapan bu ülkede benden tamamen farklı yaşam deneyimleri vardı kuşkusuz.

    Danışma büromuzun açılmasından sonraki ilk birkaç hafta içinde sık sık, merak edip beni görmeye, tanımaya gelenler oluyordu.

    O günlerden birini hâlâ hatırlıyorum. Kısa boylu, sıska, pamuk beyazı saçlı bir adam kapımı çaldı, içeri aldım. Beni nazikçe selamladıktan sonra, memleketin neresinden olduğumu sordu, söyledim. Bir kaç tutarsız sorusunun ardından, bakışlarıyla hayvanat bahçesinde bir egzotik hayvanmışım gibi beni merakla incelediğini gördüm. Tavırlarının farkında olduğumu vurgulayan bir ses tonuyla ona, ziyaretinin asıl nedeninin ne olduğunu ve benden ne istediğini sorduğumda, sırıtarak özür dileyip, kasabada söylenenlerin doğru olup olmadığını görmek için geldiğini söyledi. Sonradan öğrendim ki, memleketinde ilkokulu bile bitirip bitirmediği meçhul olan kasabanın hatırı sayılır bu adamı, bir ara sokakta bir dikiş makinesiyle pantolon paçası kısaltan tamir-terzi bir vatandaşımız imiş; kalburüstüymüş sözde. Bir de -yine sonradan öğrendim; memleketten hemşerimmiş üstelik. “Sizin oralıymış Nuri, hele git de bir bak hele!”, demişler, o da gelmiş.

    Uzun lafın kısası; yine bir danışma günü kapım çalındı. Utangaç, kibar bir adam çekinerek içeri girdi. Buyur ettim, karşımdaki sandalyeye oturttum. Kısa bir süre önce dört haftalığına gittiği memleket izninin son haftasının ortasında maalesef hastalandığını ve mecburen doktora gitmek zorunda kaldığını, doktorun da ona iki hafta hastalık nedeniyle istirahat izni verdiğini anlattı. Aslında doktor ona, istirahatın bitince yine gel, bir hafta daha yazayım, diyesiymiş, ama o istememiş. Sonra elini ceketinin cebine attı, dikkatlice katlanmış bir kağıt parçası çıkarıp, masanın üzerinden uzattı. “Sağlık raporu!” Almancaya tercüme olacak, dedi.

    O adam Hubuyar Efendi’den başkası değildi.

    Sağlık raporunu alıp diğer evrakların bulunduğu yığının üzerine koyduktan sonra, Hubuyar Efendiye döndüm, iki gün sonra gel tercümeni al, dedim; gitti.

    Ertesi gün, Hubuyar Efendinin raporunun tercümesini yapmak üzere daktilomun başındaydım; metin kısmını bitirmiştim, sıra imza kısmına gelmişti.

    Resmi evraklarda tercümenin en kolay kısmı, tarih, mühür ve imza kısmıdır. Rakamın, imzanın tercümesi olmaz mı? Olmaz. Mühür için ise hedef dilde ‘Mühür‘ yazar geçersin. İyi de; imza sahibinin adı soyadı nasıl olacak? Hubuyar Efendinin raporunun işte tam burasında imza sahibinin adını görünce, aklım karıştı.

    Raporun altında Dr. Şinasi Moran yazıyordu.

    Anadolu insanı toprağından kopamaz, ayağını kesemez; göbeği anayurdunda, baba ocağının bir köşesinde gömülüdür; nereye göçerse göçsün bir yanıyla oradadır; memleketini, toprağını anımsatan ufacık bir kıvılcım, bir çıngı yüreğini hoplatır…

    Bana da öyle oldu.

    Bu iki sözcük ve başındaki Dr. kısaltması aldı beni taa çocukluk yıllarıma götürdü. O anda kuş olmuş kanatlanmışım da kasabamızın üzerinde uçuyormuşum gibi bir duyguya kapıldım; kasabamızın sokakları, okulum, okulumuzun az ilerisindeki biricik doktorumuz Şinasi Moran’ın muayenehanesi ve kapısının önünde duran siyah renkli otomobili, arkadaşlarım ve bir çocuğun dünyasını oluşturan daha ne varsa bir çiçek tarlası gibi gözlerimin önünde diziliverdi.

    Bugün, bu satırları yazarken, o yıllarda nasıl bir ruh halinde bulunduğuma, doğduğum topraklara ne kadar derin duygu ve hasretle bağlı olduğuma şaşırmadan edemiyorum. Belki de, artık geri getirilmesi mümkün olmayan geçmişimdeki her güzel anıya sarılmamı sağlayan içinde bulunduğum yalnızlık duygusuydu, kimbilir?

    Bizde, denize düşen yılana sarılır, derler. İş göremezlik belgesinin altında adı geçen Doktor, yani Hubuyar Efendi’yi muayene eden ve hastalık iznine çıkaran adam, Şinasi Moran, memleketimden tanıdığım bir doktordu. En nihayet, hemşerilerim arasında yıllar öncesinden tanıdığım birini tanıyan birini bulmuştum! Bir tüy gibiydim, üfleseler uçacaktım!

    Bir sonraki danışma günü, perşembeydi, Hubuyar Efendi’yi daha yakından tanımak ve Dr. Şinasi Moran hakkında daha fazla bilgi almak için sabırsızlanıyordum. Arada bir koltuğumdan kalkıp kapıya gidiyor, orada olup olmadığını görmek için bekleme odasına bir göz atıyor, tekrar masama dönüyordum. Öyle ki, gülünç derecede çocuksu bir ruh halinin büyüsünde, danışmamı bile yarıda bırakıp çarşıya Hubuyar Efendi’yi aramaya çıkabilirdim.

    Öğlen olmuş, paydos saati gelmişti. Her zamanki öğle tatilimi düşünmedim bile. Büromun kapısını açık bıraktım, masamın başına geçtim ve Hubuyar Efendi’yi beklemeye başladım.

    Aklımda hep o vardı. Demek ki, diye düşünüyordum, Dr. Şinasi Moran bizim kasabadan ayrıldıktan sonra, Hubuyar Efendi’nin kasabasına tayin olmuş, tesadüfe bak!

    Dedemin kardeşinin oğlu olan amcam devlet hastanesinde onun asistanlığını yaptığı için Dr. Şinasi Moran’ı tanıyordum. Onu okulumuzdaki aşılar sırasında da bir veya iki kez görmüştüm. Adını da Hubuyar Efendi’nin sağlık raporunun altında okuyunca, karşımda bir yakın akrabamı, bir amca ya da memleketimdeki ailemden birini görmüş gibi hissetmiştim kendimi.

    Vakit ilerliyordu. Öğleden sonraydı ve Hubuyar Efendi hâlâ ortaya çıkmamıştı. Tercümesi bitti; bugün gelmesi lazım, az sonra mutlaka gelir, diyor, kendimi teselli ediyordum. Benim derdim, emek verip yaptığım çeviriyi alması değil, çocukluk yıllarımdan birini tanıyan bir adamla konuşmaktı.

    Akşam oldu ve Hubuyar Efendi o gün gelmedi.

    Aradan beş gün geçmişti, günlerden salıydı ve danışma günüydü. Odamın kapısını aralık bırakmıştım. Öğleye doğru, saat on ikiden az önce, açık kapımın önünden bir gölge gibi koşarak geçtiğini ve bekleme odasında sıraya girdiğini gördüm. Hubuyar Efendi’yi hemen tanımıştım. Karşımda oturan müvekkilimden özür dahi dilemeden görüşmeyi yarıda kesip sandalyemden kalktığım gibi kapıya koştum: “Gel Hubuyar Efendi, içeri gel!”, diye seslendim. Bekleme salonunda bir sessizlik oldu; herkes şaşırmıştı. Kim olursa olsun sırada o kadar bekleyen insan varken bir kimsenin, adımını atar atmaz, adıyla sanıyla içeri davet edilmesine şaşırmışlardı.

    “Ben mi?” der gibi, sağ elinin işaret parmağı ile göğsünü göstererek, şaşkın şaşkın yüzüme bakan Hubuyar Efendi kulaklarına inanamamıştı.

    “Evet sen Hubuyar Efendi, sen! Gel, içeri gel!” diye çağırdım. Odamın kapısını ardına kadar açtım, içeri girebilmesi için kenara çekildim, saygıyla yol verdim. Adamcağız neye uğradığını şaşırmış olmalıydı ki, odanın tam ortasında ayakta kala kaldı. “Otur Hubuyar Efendi, otur, ayakta kalma!”, dedim ziyaretçi köşesindeki koltuğu gösterdim. Hubuyar Efendi şapkasını çıkardı ve uslu bir çocuk gibi koltuğa oturdu. Artık bu köşedeki yer onun danışma merkezimizdeki kalıcı yeri olmuştu.

    Tüm bunlar olurken işi yarıda kalan müvekkilim ses çıkarmadan yerinde hâlâ oturuyordu.

    Az sonra görüşmeyi bitirmiş, müvekkili evine yollamış ve biz Hubuyar Efendi ile baş başa kalmıştık ki Hubuyar Efendi koltuğundan usulca kalktı, çekingen adımlarla geldi karşımdaki sandalyenin ucuna ilişti. Şaşkınlığı hâlâ geçmemişti. Benim ise keyfim yerindeydi. Kısa bir hal hatırdan sonra, sohbetimiz kendi seyrini aldı ve ben lafı fazla dolaştırmadan, önümdeki tercümeyi işaret ederek, bu hastalık raporunu veren doktorun nasıl biri olduğunu sormaya başladım. Ak saçlı, hafif kambur ve yaşı geçkin birisi mi, diye sordum. “Evet!”, dedi Hubuyar Efendi tereddüt etmeden ve kaşlarını kaldırıp bana şöyle kısa, manalı bir bakış fırlattı. “Deme ya?!” dedim sevinçle. “Eski, siyah bir arabası da var mı, 1950 model, Ford, sırtında kamburu olanlardan?”, He he! Aynen öyle, tam tarif ettiğiniz gibi, diye ekledi.

    “Doktor Şinasi Beyi ben yakından tanırım!”, dedim gözlerimin içi gülerek, “Benim hemşerimdir, aynı kasabadanız. 65-70 yaşlarında vardı o zaman. Şimdi epey yaşlanmıştır mutlaka, değil mi?”

    Hubuyar Efendi sorduğum her soruya “Evet” cevabını veriyor ve benim de heyecanım gitgide artıyordu, öyle ki sorularımdan hiç birine yanıt vermediğini, sadece “evet” diyerek onayladığını ve her seferinde sandalyesini masaya doğru biraz daha yanaştırdığını, bana biraz daha yaklaştığını ve başını kaldırarak arkasına biraz daha yaslandığını fark etmemiştim.

    Sohbetimiz yemek molasına kadar sürdü. ‘Yemekteyiz’ diye kapıya not bıraktım, kilitledim ve Hubuyar Efendi’yi davet ettim, birlikte yemeğe çıktık.

    Yemekten sonra ayrılırken, “Memlekete gidecek olursan, Dr. Şinasi Bey’e benden çok selam götürmeyi unutma. Adımı ver, yanında çalışan sıhhiyenin yeğeniymiş dersin!” diye de tembihledim.



    4.

    Neredeyse her şeyin doğal olarak gerçekleştiği garip bir dünyada yaşıyoruz; hayatımızı, onlardan beklediğimizden farklı düşünebilen, hisseden ve davranan insanlarla paylaştığımız bir dünyada…

    Hubuyar Efendi, pek çok Anadolu insanı gibi iyi kalpli, kibar, utangaç bir adamdı. Bu garip karşılaşmadan sonra beni daha sık ziyaret etmeye başladı. Arada bir akrabalarını, arkadaşlarını ya da tanıdıklarını yolluyor, bana selam gönderiyordu. Kapıyı çalan, beni Hubuyar Abi gönderdi, sana çok selamı var, diyor karşıma dikiliyordu. Bu ziyaretçilerin sorunlarını, çoğu kez yorucu da olsalar, onun ve ortak tanıdığımız Dr. Şinasi Moran’ın hatırına genellikle çözmeye gayret ediyordum. Her yıl, tatil dönüşü ihmal etmiyor, yanına da mutlaka birilerini takarak ziyaretime geliyor, Dr. Şinasi Moran hemşerimden kucaklar dolusu selam getiriyor, onun adına beni kucaklıyor ve iki gözümden öpüyordu.

    Yıllar su gibi akıp gidiyordu. Oğlum sekizinci yaşını bitirmiş, benim de saçlarıma aklar düşmeye başlamıştı. Anadolu insanı toprağından kopamaz, dedim ya hani, bir yaz tatilinde oğlumun elinden tuttum memlekete götürdüm; baba toprağını görsün, bilsin istiyordum. Öyle ya: “Gitsek de gitmesek de” ile olmuyor ki. Gitmediğin, görmediğin, tanımadığın o yer nasıl senin olur?

    Kasabamızda ölen ölmüş, göçen göçmüştü; geride kalan eski tanıdıklar, akrabalar ve beni hâlâ hatırlayabilen çocukluk arkadaşlarımla buluşmuştum. Bir öğleden sonra iki eski okul arkadaşımla kasabamızın tek fotoğrafçısı Gıdık İsmet’in, babası Galip Efendi’den kalma dükkânının önünde, kaldırıma oturmuş, çay içip geçmiş günlerden konuşuyorduk. Dükkânın camekânı düğün fotoğrafları, yakışıklı genç erkeklerin portreleri, askerlerin ve kasabanın futbol takımının renkli resimleriyle donatılmıştı. Oturduğum yerden, arada bir camekâna doğru bakıyor, sonra da dönüyor, fotoğraflardaki kişilerin kimler olduğunu merakla arkadaşlarıma soruyordum.

    Fotoğrafçı Gıdık İsmet, camekânda sergilenen fotoğraflardaki kişilerin isimlerini merak ettiğimi hissedince, bir ara dükkânına girerek gözden kayboldu. Bir süre sonra elinde büyükçe bir kutuyla döndü. Kutunun içi bir yığın siyah beyaz fotoğraflarla doluydu. Altına bir tabure çekti, yanımıza oturdu. Gıdık İsmet, iki dizini birleştirip üstüne oturttuğu kutudan fotoğrafları tek tek çıkarıyor, tozunu üflüyor, parmağıyla gösterdiği kişileri adlarını da söyleyerek, kaç yaşında olduklarını, fotoğrafın nerede, ne zaman çekildiğini açıklıyor ve sonra da sırayla bize uzatıyordu. Fotoğraflar çok eskiydi; kimisinin rengi uçmuş, kimisi kırılmış, kimisi de bir ucundan yırtıktı. Elimde tuttuğum eski bir fotoğrafta gözüme ilişti hemen; o idi!

    Her hangi bir şeyi ya da kimseyi, aradan yıllar da geçse, bıraktığınız gibi anımsarsınız. Fotoğraf yeni olsaydı, belki de tanıyamayacaktım.

    “Ya, bu bizim Dr. Şinasi Moran değil mi, lan?” diye sordum heyecanla.

    “Vay be, hâlâ unutmamışsın adamı!”, dedi yanımdakiler.

    “Elbette,” dedim. “Almanya’da bir arkadaşımın doktorudur o!”

    “Bak hele! Yapma ya!” diye hayret ettiler.

    Bir sözcüğün bir kapıyı açtığı ve o kapının da peş peşe başka kapıları açtığı zamanlar vardır.

    Almanya’da vatandaşlarım arasında Dr. Şinasi Moran’ı tanıyan birisinin olduğunu anlatmaya başladım.

    Dr. Şinasi Moran ile temas halinde olduğumu, onun hâlâ kasabamızın sadık bir vatandaşı olarak kaldığını, burada uzun süredir yaşamamasına rağmen bizi ve kasabamızı asla unutamadığını, her sene bana selam yolladığını, büyük bir gururla anlattım. Hatta bir keresinde de müvekkilim ile bana bir kese kağıdı dolusu leblebi bile gönderdi. Oranın leblebisi meşhurmuş, diye ekledim.

    Şaşkın bakışlarla hikayemi dinliyor, sözümü kesmiyorlardı. Ben de hararetle ha bire anlatıyordum. Lafım biter bitmez, başladılar gülüşmeye. Aralarından biri, “Anam anam; delikanlıya bak be!” dedi, “o kadar ekmek yemişsin ama hâlâ büyümemişsin.” dedi ve ekledi, “Sakın ha anan duymasın, dizini döver, yüreğine iner kadının!”

    Arkadaşlarımın sözlerinden, gülüşmelerinden bir anlam çıkaramamıştım. Fotoğrafçı Gıdık İsmet, hâlâ elimden bırakmadığım fotoğrafı çekti aldı, parmağını resminin üstüne bastırarak: “Bu adam,” dedi, “canım gardaş, bu Dr. Şinasi öleli çook oldu!” Sonra: “Senin Almanya’daki o arkadaşın var ya, rezil herifin tekiymiş, adam sana yıllarca yalan söylemiş, parmağında oynatmış seni. Doktor Şinasi kasabamızdan hiç ayrılmadı ki, burada yaşadı, burada çalıştı ve burada da öldü. Aha şuraya da gömdük!” dedi, parmağıyla kasabamızın mezarlığını gösterdi. Ağzım açık kaldı.

    “Sen insanları yeterince tanımıyorsun daha,” dediler, hep birağızdan. Ve her biri, ayrı ayrı, farklı sözcüklerle, “bu tür gizli, küçük burjuva numaralarını keşfedebilmek için senin, muhtemelen daha çook tekne ekmek yemen lazım” dediler ve bana bir bardak çay daha ısmarladılar.

    Onlara veda ederken yol azığı yerine de, bir başka şey verdiler: Köklerimin olduğu yerde, orada kalsaymışım, insanları daha iyi tanıyabilir ve onlardan kesinlikle Almanya’dakinden çok daha fazlasını öğrenebilirmişim!



    5.

    Şimdi sonbahar güneşi altında bir nar gibi parlayan o yaz yanığı değirmi yüzü ve Dr. Şinasi Moran’ın az sonra masamın üzerine koymak üzere cebinde taşıdığı selamı ile karşımda oturuyordu Hubuyar Efendi.

    Bir süre ne yapacağımı bilemedim. Olup biteni yüzüne vurmak, Hubuyar Efendiyi mahcup etmek istemiyordum.

    Üstelik Hubuyar Efendi’nin kabahati neydi ki, onu bu şekilde davranmaya ben zorlamamış mıydım? Adamcağız kasabamızın doktoru Şinasi Bey’i nereden bilsin? Onun doktoru Şinasi Moran, tesadüfen aynı adı taşıyan bir başkasıydı. Hubuyar Efendi’nin tek kabahati, her lafıma “he he” demesi değil miydi? Sonra; kim istemez gurbet elde eli kalem-dili kelâm bir dostunun, arkadaşının olmasını!

    Onu engellemeli, utandırmamalıydım.

    Yıllardır onun bana gülümsediği gibi, başımı kaldırdım gözlerinin içine baktım, gülümsedim. Yüzümdeki dostane ifadeden cesaret alarak, “Dr. Şinasi Moran …” der demez, ama gerisini getirmesine, kim bilir kaçıncı kez tekrarlayacağı sözlerinin dudaklarından dökülmesine fırsat vermeden, sözünü kestim: “Evet,” dedim, “duydum, Allah rahmet eylesin, başımız sağ olsun, vefat etmiş.” Hubuyar Efendi’nin lafı ağzında kaldı, neye uğradığını şaşırdı ve ben o anda bir aslanın nasıl evcil bir kediye dönüştüğünü gördüm; sustu, çıtı çıkmadı, yüzüme bakmadı, öylece kaldı. Elinde tuttuğu kağıt parçasını tekrar cebine koydu, sonra ayağa kalktı ve tek kelime etmeden ofisten çıktı gitti.

    O günden sonra ondan bir daha haber alamadım. Danışma merkezime gönderdiği insanlar ise uzun yıllar kapımı çalmayı sürdürdüler.

    alıntı

  • Nazan Yinanç
    Nazan Yinanç

    16.01.2023 - 12:13

    “Tüm insanlar aynı sözleri kullanır ama birbirlerini anlamazlar.”
    Octavio PAZ



    Evet arkadaşım, ayrılıklar diyorum. Ayrılıkların hiçbirini ben yaratmadım ama dayatılan her ayrılığın getirdiği yıkımları da ben yaşadım. Acıların bedeli, her zaman birinci tekil şahıs tarafından sessizce ve umarsızca ödenmiştir. Başı karlı onurlu Kafkas Dağları gibi sakallarımı örten aklar, bu bedelin kanıtlarından sadece bir tanesidir. Arsız olsaydım eğer, gamsız olsaydım, “biri biter, biri başlar, biri gider, biri gelir” deseydim, bazıları gibi hiçbir şeyi umursamasaydım eğer, bu incinmiş yüreğimde kederleri değil de, duyarsızlığı konuk etseydim eğer, acıları değil de, sevinçleri ve mutlulukları bulurdum.

    Hayıflanmıyorum. Eğer’li cümlelerin benim yaşamımda yeri olmadığını biliyorum. Bu tür sevinç ve mutlulukların yüreğimde kök salmayacağını biliyorum. Ayrılıklar ve acılar gibi, gerçek sevinçlerin ve mutlulukların da bedelinin olduğunu biliyorum. Ne çok şey biliyorum, değil mi arkadaşım! Kısacası, hep aykırı, hep sıra dışı yaşamayı seçen bir insan, bunun bedelini de ödemek zorundadır ve öder!

    Yaşamak nedir arkadaşım?

    Bir iş, bir eş, toplumda parasal kazançla orantılı olan bir yaşam, giyim-kuşam, dışarıda akşam yemekleri, güdük beyinli dar bir çevrede sahte iltifatlar, insan sıcaklığının yerini hiçbir zaman tutmayacak olan son model ithal araba, televizyon, elektrikli ev eşyaları, ev, yazlık ve benzerleri midir? Bunlar, insanın yaşamını kolaylaştıran araçlar mıdır, yoksa, insanın yaşamını daha da zorlaştıran ve insanı insanlığından uzaklaştıran amaçlar mı? Böyle yanılsamalı ve yanılgılı bir ortamda, sen beni ne kadar anlayabilirsin ki arkadaşım?!

    Evet, sen de yalnızsın, ben de. İkimiz de kalabalıklar ortasında yalnızız. Sen kendini yaşayamadığın, bense kendimi yaşadığım için yalnızız! Her ikimiz de şu veya bu şekilde, yaşadıklarımızın bedelini ödüyoruz, suskunluğun ağırlığı altında ezilerek. “Dilce susulup, bedence konuşulan” bu ortamda, susmak, belki de en büyük erdemdir. Oysa kimsenin kimseyi anlamadığı bu yabancılaşma ortamında, insanlar ne çok konuşuyorlar arkadaşım. Kabarık cinsel organların ve kabarık cüzdanların konuştuğu bu tiksinç ortamda sözün ne hükmü var? Söz yalancıdır, bazen göz de yalancıdır! Yalansız, içten ve dürüst olan yürektir. Söz susmalı, yürek konuşmalı.

    Hep aynı şeyleri duymaktan bıkmadın mı arkadaşım? Bulutların rengini bile tahrip ve tahrif ediyorlar. Ve gökyüzünün gerçek rengini bir türlü görmüyorsun. İşte başlı başına bu bile mistifikedir ve sen hep aldanıyorsun.

    İçimde bir çocuk var; incinmiş, küskün, ağlamaklı… Bu çocuk içimde hep var. En güzel masalları kirletilmiş, umutları çalınmış, düşleri katledilmiş, inançları işgal edilmiş, yüreği ezilmiş bir çocuk. Her gün içimizde bir çocuk öldürmüyor muyuz arkadaşım? Her gün insanlığımızı öldürmüyor muyuz?

    Yaşamak nedir arkadaşım? Her gün aynı şekilde, tekdüze, kuru, yavan ve sıradan yaşamak, yaşamak mıdır? Bir şeylere ya da bir yerlere tutunmuşluk ya da tutunamamışlık yanılsaması ve esrik konfora düşkünlükle yaşamak, yaşamak mıdır?

    Her ilişkide bir şeyler kazanırken, her ilişkinin bitişinde çok şeyler yitirdim. Sığ yüreklerine dürüst ve içten sevgileri sığdıramayan insan müsveddelerini, ağrıyan bir diş gibi söküp attım bu okyanusları kucaklayan yüreğimden. Her ilişkide en çok yorulan neden hep ben oluyorum? Hep yoruldum. Sevgi, özveri, güven ve emek, ilişkileri ayakta tutmaya yeter de artar bile. Oysa insanlar, her şeyi en kestirme, en kolay, en zahmetsiz yollardan elde etmek istiyorlar. Herkes bir şeyler kazandığını sandıkça yitiriyor. Böyle yaşamak, yaşamak mıdır arkadaşım?

    Ben, hep sevdikçe özgürlüğü tattım. Sevdikçe çoğaldım, güzelleştim, özgürleştim. Hayatın yıkıcılığına karşı, sevginin yaratıcılığı ve yaşatıcılığıyla onurlu barikatlar kurdum. Hayatın yıkımlarına sevgiyle direndim. Oysa bu barikatlarımı ve direncimi ilk önce sevdiklerim yıktı. Duygularım incinip örselendikçe, kedere ve yalnızlığa boğuldum. Duyarsız yüreklere kurban verdim iyimserliğimi, özverilerimi, sevinçlerimi. Horlandıkça, dışlandıkça, aşağılandıkça yavaş yavaş geri çekildim bencil kalabalık arasından. Geri çekildikçe yalnızlıkla tanıştım… Ve yalnızlığa sığındım.

    Şair, “Sevmek, insanın en büyük acısıdır” diyor. Çok doğru. Ben de derim ki; sevmek, insanın en büyük yalnızlığıdır.

    alıntı

  • Nazan Yinanç
    Nazan Yinanç

    16.01.2023 - 12:11

    “durgun yıllarda gelmiş olanlar dünyaya
    anımsamazlar geçtikleri yolları;
    biz Rusya’nın korkunç yıllarının çocukları
    gücümüz yok hiçbir şeyi unutmaya.”



    “Eski dünyanın kölesi olarak kalıyoruz hala. Daha büyük bir kötülükle lanetlenmişiz: uyku ve yemek gereksinimlerinden kurtulamıyoruz. Kimileri kuracak, diğerleri yıkacak, çünkü ‘her şeyin bir zamanı var’ ama yapmaya ve yıkmaya hiç benzemeyen üçüncü bir güç çıkana kadar herkes, köle olarak kalacak.”- Mayakovski’ye göndermediği
    mektubu, Aralık 1918







    16 Kasım 1880’de Rusya’da St. Petersburg’da soylu bir aile üyesi olarak doğan ozan, yazar, eleştirmen, çevirmen ve yayıncı Aleksandr Aleksandroviç Blok’un, babası Alexander L. Blok (1852-1909) tanınmış bir avukat ve Varşova Üniversitesinde hukuk profesörü, annesi Alexandra Andreevna ise yine eski bir aileden gelen bir şairdi.

    Anne ve babasının ayrılmasından sonra Petersburg Üniversitesi rektörü olan botanik profesörü dedesi Andrey Nikolayevich Beketov’un (1921-1902) evinde büyüdü.


    Dede Beketov
    Blok, St. Petersburg’da önce hukuk sonra tarih ve felsefe öğrenimi gördü ve 1906’da mezun oldu. Başta Fransa ve İtalya olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde bulundu. Periyodik elementler tablosunu bulan tanınmış bilim insanı Dmitri İvanoviç Mendeleyev’in kızı profesyonel bir oyuncu ve bale tarihçisi Lyubof Mendelyeva ile evlendi ve ilk dönem şiirlerinin bir bölümünü 1904’te onun için yazdığı bir kitapta topladı. (Güzel Hanımefendiye Şiirler)

    1906’da okulunu bitirdiğinde tanınmış bir ozandı artık. Şiirleri kadar birçok da oyun, müzik sözü, makale yazan, çeviriler yapan Blok’un dramaları; sanatsal değerleri ve tarihe ve var olan toplumsal duruma duyarlılığı nedeniyle büyük saygı gördü.

    Olgunluk döneminde, Rusya üzerine kafa yorarak öncelikle siyasal temalar üzerinde yoğunlaştı ve klasik modellerden de yararlandı. İntikam, Benim Ülkem, Rusya, Kulikovo Sahasında yapıtlarında geleneksel Rusya dinsel geçmişinden zamanına uzanan bir yol aradı.

    Birinci Dünya Savaşında 1916-1917 yıllarında cephede görev aldı. Rus Devrimi’nden sonra Devlet Tiyatroları yönetmenliği, Saint Petersburg Şairler Birliği başkanlığı, Zapiski Mechtatelei (Dreamers Notes) dergisinin editörlüğünü yaptı.

    Petersburg’da doğan, burada ölen ve tüm sanatsal çalışmaları neredeyse bu kentte geçen Aleksandr Blok’un sanatında sisi, beyaz geceleri, genişçe akan Neva ırmağı ve Neva Caddesiyle bu kent teması ve imgesi çok özel bir önem içerir.

    Son büyük çalışması On İki (1918), on iki askeri Saint Petersburg sokaklarına on iki havari olarak gönderen karmaşık bir canlandırmaydı. Son derece ironik ve çok sesli şiir, günlük konuşma, argo ve slogan dilini kullandığı bu deneysel çalışma Rus şiirinin ilk büyük yapıtlarından biri olarak kabul edildi.


    Eşi Lyubof Mendelyeva ile

    – Oh, Meryem Ana’mız
    Sen bize acı
    Bolşevikler okuyacak canımıza!
    Rüzgâr sert ve vurucu
    Ayaz da ondan geri kalmamakta!
    Bir burjuva, kavşakta.
    Kürklü yakasına gizlemiş burnunu.



    Blok, devlet kurumlarında, Dünya Edebiyatı Yayınevi’nde çevirmenlik yaptı, devlet tiyatroları müdürlüğü üyesi ve Tüm Rusya Şairler Birliği’nin Saint Petersburg bölümünün başkanı oldu. 1919’da bir süre tutuklu kaldı, sorguya çekildi. Çeşitli devlet kurumları için ağır iş yükü altında çalışması, Devrim’den beklentisini bulamayıp düş kırıklığı yaşaması, ruhsal ve fiziksel olarak yorgun düşürdü. Blok’un üretmesine de engel oluşturan astım ve kalp rahatsızlığının yanı sıra kronik depresyon sorunu da vardı. Üç yıl boyunca hiç şiir yazmayan Blok, son çalışmalarından “Hümanizmin Düşüşü”nde (1921), Avrupa tarzının dağılmasından ve insanları gerçek kişisel çıkarları doğrultusunda rasyonel davranmaya ikna edebilecek kahramanların yitiminden yakındı.

    Maksim Gorki‘ye “insanlığın bilgeliğine olan inancının” sona erdiğinden yakınan ve arkadaşı Korney Chukovsky’ye neden artık şiir yazamadığını “tüm sesler durdu. Artık olmadığını duyamıyor musunuz? Ses var mı?” diyerek aktaran Blok’un ruhsal sağlığı da durmadan geriye gidiyordu.

    Düş kurulmaz, yok artık şefkat ve ün.
    Her şey bitti, geldi gençliğin sonu!
    Yok artık yalın çerçevede yüzün,
    Elimle masadan kaldırdım onu.



    Ardından kalp kapakçığı iltihabı nedeniyle doktorlar ona yurt dışında tedavi görmesini önerdilerse de yurt dışına çıkmasına izin verilmedi. Maksim Gorki’nin onun vize alması için çabalaması da sonuç vermeyince Blok, 7 Ağustos 1921 tarihinde doğduğu kent Saint Petersburg’da öldü. Yurt dışına çıkış izni ölümünden üç gün sonra, 10 Ağustos’ta ulaşacaktı.

    Gorki, insan üstü çabalarına karşın Blok’a yurt dışı tedavisi için izin alamaması konusunu, dostu yazar, eleştirmen ve eğitim komiseri Anatoli Vasilyeviç Lunacharsky’ye şöyle yazmıştır: “Blok, Rusya’nın en iyi şairidir. Eğer yurt dışına çıkmasını yasaklarsanız ve o ölürse, siz ve yoldaşlarınız onun ölümünden suçlu olursunuz.”

    Varsın, üstünde ölüm döşeğimizin
    Uçuşsun bir karga sürüsü, bağırışlarla
    Tanrım, seyretsinler âlemini senin
    Kimler daha lâyıksa!



    Aleksandr Aleksandroviç Blok, Ekim Devrimi’nin oluşumu ve sonrasında yaşamış onun sanat yaratıcılığı bu zamanda biçimlenmiştir. O, XIX. yüzyıl şiirsel arayışlarını sanatında tamamlayan Ekim Devrimi öncesi Rusya’sının son büyük şairidir. Bunun yanı sıra Rus Sovyet şiir tarihinin baş sayfası onun adıyla açıldığı gibi “Rus Yazınının Gümüş Çağı”nın en büyük temsilcisi de olan Blok’la Rus yazını gelişme dönemini tamamlamıştır.

    Blok, soylu kökenli olmasına karşın tüm Rus sanat tarihçilerince “Devrim şairi” olarak da kabul görür. Modern Rus şiirinin oluşumuna büyük etki etmiş, geleneksel vurgulu heceli şiir tipinin yanı sıra, hecelerin toplam sayısına bakılmadan, her satırda belirli sayıda vurguya sahip olan şiir tipini Rus şiirine yerleştirmiştir.




    Bütün avlu kapılarını geçtik,
    Ve gördük her pencerede,
    İş yüklemenin zorluğunu
    Her beli bükük sırta


    Blok’un şiirlerinde yaşam, ölüm, yurt, Rusya, şeytan, kent ve çingene temaları önemli yer içerir. Onun sembolist şiirlerinden oluşan ilk kitabı 1903-1904 yıllarında eşi Lyubof Mendelyeva için yazdığı “Güzel Hanıma Şiirler” yapıtıdır. Beklenmedik Sevinç, Kar Maskesi, Gece Saatleri, Rusya Şiiri, Kötü Oyun, Meçhul Kadın, Meydandaki Kral, İskitler, On iki, Devrim ve Aydınlar gibi çalışmalar üretmiştir.

    Yaz sıcakları da geçer kış fırtınaları da
    Geçer şenlikleriniz matemleriniz geçer
    Ve ben bastırmak için yüreğimdeki özlemi
    Bilinmedik bir türkünün doğmasını beklerim.

    Puşkin ile sık sık karşılaştırılan ve belirttiğimiz gibi Modern Rus şiirinin öncülerinden ve Gümüş Çağı’nın en önemli şairi sayılan Aleksandr Blok’un genç şairler üzerindeki etkisi çok büyük olmuştur.

    Kimi Bolşevik yöneticilerin onun mistisizmini ve çileciliğini küçümsemeleri, sanattan yoksun olmakla suçlamaları onu az da olsa entelektüel okuyucularından uzaklaştırsa da o Rus ve dünya şiirinde modern dil ve yeni imgeler arayan, ilk yıllarındaki sembolizm akımını zamanla aşarak özgün bir yola giren ve ünü günümüze değin azalmadan gelen büyük bir addır.

    alıntı

  • Nazan Yinanç
    Nazan Yinanç

    16.01.2023 - 12:10


    ( Bu hikâye, İsmet Sungurbey hocaya,
    Allah’a yakın uçan ateist kuşlardan,
    Balatlı Yahudi köpeklerden,
    Eyüplü Müslüman kedilerden
    ve benden rahmet duasıdır. Dilerim duyulur)



    Hastanenin mutfak personeli, dahiliyenin görece sağlam hastalarından seçilmişti. Çamaşırhaneninkiler ise oftalmoloji servisinden. Veba geçirmeyen parlak beyaz tafta ceketleriyle doktorlar ve idare şimdi de yana yakıla bir hemşire arıyorlardı cemaatte; Florence Nightingale mizacıyla balıklı ayazmadan kepçe kepçe şifa dağıtacak şefkat dolu bir hanım. Onca ilana, duyuruya, patrik çağrılarına rağmen tek bir başvuru olmamıştı. Üstüne üstlük bir de hükümetin hastaneye yaptığı tütün yardımını kesmesi, artık Valoukli koridorlarında elini kolunu sallaya sallaya gezen bir asabiyet olup çıkmıştı. Belki de bu yüzden doktorlar viziteler sonrası daha bol alkolle boğazlarını çalkalayıp, belli bir miktarın yemek borularından mideye sızmasına daha çok izin veriyorlardı aynaya son kez bakmadan, ceketlerini çekiştirmeden, genizlerini öttürmeden ve odalarını terk etmeden önce.


    Sonra ben girdim kapıdan; Eleni

    (Nevrasteni de vardı beraberimde, ayağını sürükleyen ve bana sürekli ‘hadi uyuyalım’ diyen.)



    Kendimi kadın hastaları giydirip soyarken, yıkarken, günlük notlarını tutup, enjeksiyon ve gerekince pansumanlarını yaparken buldum. Gölgeler mi peşimde, ben mi gölgelerin izinde… bunu ayırt edebilmek için zamana ihtiyacım vardı. Geceleri koğuş koğuş gezmeme rağmen binadan çıkmaya ürküyordum başlangıçta. Hem dışarıda hem içeride ulumalar ve kokular giderek artıyordu sanki. Çağrı ya da itki; karar veremedim ilk birkaç ay. Silkinmek, giderek ağırlaşan, üstü kat kat dumanlı, içi kızıl kor astarlı esvabımdan kurtulmak istiyordum. Havaların da düzelmesiyle adım adım yol kat ettim ayazmaya; içimdekileri parçalamaya, kirimi akıtmaya, yaralarımdan koparacak balıklara doğru. Her gece bir adım. Ayazma suyunda, gecenin zifiri karanlığında, nilüferlerin, süsenlerin, su yıldızlarının hemen yanı başında yılanyastığında titreşen gümüşten dev ayın altında balıkların uyuması huzurluydu önceleri. İhtiyacım olan, o iri yaprakların altından çıkacak diye hissettim. Bekledim. Gelen giden olmadı. Sonra bir gece ansızın uyandırdım onları; işbirlikçim olsunlar diye. Kimseler beni yakalayamadı ayazmada yıkanırken, balıklar seyrederken. Günlerce. Kimse. Ben de suyun üstünde ve içinde titreşen her şeye, sundukları şifa karşılığında her gece masallar anlattım; fena palavra diye deliler gibi güldüklerini duydum sanki ara ara.



    Ben Eleni.

    Kapkara saçlı, kapkara gözlü Rum kızı.

    “Beyefendi biz sadece tahayyül edebiliyoruz burada. Onlar bazen melek oluyor ama bazen de kiklop, golem, ya da siren oluyorlar. Şşşşşşt gittiğiniz sese dikkat ediniz. Zira biz hiçbir eri ve esiri es geçmiş değiliz. Apoletlileri de keza. Tabii ki biliyorum, hem de elifba’yı ezberlemeden çok daha öncesi günlerde öğrendim, her faniye iki göz iki kulak bir burun gerektiğini. Neden kızdınız anlamadım. Benim derdim, başının az üstüne kara bulutlar toplanmışlara kara gün komradlığı yapmak idi. Adi bir müzik istasyonuna isim listesi verir gibi size liste veremem ki. Tüm hastaları seviyoruz ve koruyoruz. Kavanozlarda mutlaka potasyum bromür, kinin, sülük, beat kuşağı ve hiç bağırsak sorunu olmayan birinin sıçması kadar kolay ve rahatlatıcı şekilde ölmek isteyen Céline saklıyoruz. Bu inanın onlara tafta ceketten, lokman ruhundan, altın tuzundan ve Largactil’den daha yararlı oluyor. Ve hayvancıklar beyefendi, ben onları Malta’daki sessiz şehrin daracık sokağına park etmiş Doğa Tarihi Müzesi’ni babamın zoruyla da olsa gezdiğimden beri çok seviyorum. Bendeki açık ismi – siz de yazın bir köşeye – Malta Tahnit Köşkü. Midemi bulandıran bir parafin kokusu vardı müzede. Çık buradan kaç bileti. Kuytu bir köşede eflatun harelerinde Anadolu’yu saklayan ametist, sabah güneşiyle odaya dolan çocukça bir esenlikti ama sonra birden bire beyefendiciğim, ortalığa gözler döküldü; onlarca, yüzlerce göz, dur durak bilmeden içinde bulunduğum odaya aktılar, saatlerce… Hayvanların içlerini doldurup ilaçlamışlardı bana dik dik bakabilsinler diye. Bir Nar Bülbülü’yle göz göze gelmenin bu kadar zor olabileceği hiç aklıma gelmemişti ve narin, parlak mavi kanatlarını çırpsın diye hiçbir Ulysses’e bu kadar çok yalvarmamıştım. Sonuç mu? Sorduğunuz şeye bakın! Sonuç kesinlikle öbür köşede hasır şapkalarını ve dürbünlerini camekân arkasında teşhir eden ornitologların gözlemlediği ve küçücük not defterlerine esriklikle sıraladıkları şen şakrak kargacık burgacık notlar gibi değil. Sonuç tıpkı Barents denizinin kapkara ve buz gibi derinlerindeki, bebek yüzlü, sarı saçlı Rus denizcinin taşsız gömütü gibi. Zehir gibi ölüm sessizliği ve kıyısında hâlâ oğlunu bekleyen anneninki gibi; ısrarcı, biteviye, yararsız; stepteki maki sanki.



    Bakın, beni uzaklaştırmayın şimdi paroladan. Diyorum ki hayvanları hep çok sevdim. O yüzden şimdi sizinle kavga edemem. Bilmiyorsunuz tabii, nereden bileceksiniz, ben ‘Uygarlığı Küçümseyen Pasaklı Köpekler Okulu’ndan ileri derece ile mezun oldum, zehirli iğne bana vız gelir. Ve siz inanmayın ayazmanın karanlık sularına saçımın sapsarı yansımasına. Biliyorum yanılsama bu, siz de biliniz. Ama beyefendiciğim ama geceleri Velizade mezbahasına doğru ayaklarıma dolanan bağırsaklar ve doğacak güneşle beraber soluklarını yitirecek koyunlar ve kuzular… uykumu kaçırıyor… yardım edin bana! Ne olur! Ne olur yardım edin bana da biriktirdiklerimi kurtaralım hiç değilse. Hem bana yardım ederseniz Sadrazam Hazretleri’nden tütün keselerinin ağzını hastalarımız için biraz açmasını sağlayabilir ve hatta yatağınızın altına parmak parmak sürdüğünüz bokları tahta kafalı taftacıklar görmeden temizleyebilirim. Ne dersiniz? Duyamıyorum sizi? Yardım edin yalvarırım. Yardım edin bana balıklar. Koparın yaralarımı.

    Balıklar balıklar balıklar…



    Tarih: Plüton’un gezegenlikten kovulduğu, tüm gök haritanın feleğini şaşırdığı ve geri zekâlı küçük burjuva karılarının tik bahçe takımlarındaki beş çaylarında, etli döşlerini tutarak ‘ a ben terazi değilmişim…’ diye feveran ettikleri yıl. K. K. kolon kanseriyle savaşıyor diye herkesin yaşamak için isim soyadının baş harflerinden oluşacak bir illetle boğuşacağını düşündüğüm ay. Votka günü.

    Yer: İstanbul -Yedikule

    Koğuş No: 3036

    İsim: Eleni

    Ve onun söz arkadaşları; kafası hep alizeli simyacı Sem®a, yoksul yontu Dimitri.”



    Yedi numaralı koğuştan şizofren Kâmuran Bey, Surdibi’nden gizlice toplayıp kaynattığı kediotunu içiyordu. Keyif, uyuşukluk ve ropdöşambr içindeydi mektubu uzatırken. Sertabip Apostolidis evirip çevirdi idrar, bok, kan ve çimen lekeli kâğıdı odasında. Emraz-ı akliye asabiye mütehassısı. Bu arada okuyucuya not; kızın anneannesi, bu marazı, evde ezanı her duyuşunda ayağa kalkıp ‘şefaat ya resul Allah, şefaat’ diye bağırarak bozmaya çalışıyor hâlâ.



    Şifreyi çözemediler ta ki solgun yeşil üniformalı doktor, hastanenin hemen yanında artık hiç kullanılmayan eski ahıra –bilmem niye- girene kadar. İnce, yuvarlak çerçeveli gözlüğünü çıkardı. Gözbebekleri büyürken, eliyle burnunu kapadı. Yeni gargara yaptığı boğazından çok tuhaf, tiz gibi bir ses çıktı, geri geri adım attı, göz yuvalarında, yanak oyuklarına yüzlerce kurtçuğun ve sineğin yuvalandığı yan yana dizili onlarca küçükbaş kellesi ve kellelerden arta kalan yerlere sığışmış çoğu had safhada uyuz, bir deri bir kemik ve kimi bebekli, kaç itlaf, gariptir kaç sıcak yuva ve anlayışlı sahip atlatmış ama kesinlikle Fenerbahçeli Yedi Kule köpekleri ile dolu karanlık odacığa gözü alıştığında.



    Başhekim, Eleni’ye bakıp “hâlâ ajite ve agresif, öncelikle sıcak su” dedi. Soydular ve yıkadılar Eleni’yi. Buharların içinden, “ Beni akıtmayın, çocuklarım bekler, nefes koyacağım yemek kaplarına daha” diye itiraz etti büzüşerek ve topuğuyla küvetin deliğini tıkayarak.


    alıntı

  • Nazan Yinanç
    Nazan Yinanç

    16.01.2023 - 12:09

    MILES DAVIS/MARCUS MILLER, MUSIK FROM SIESTA
    Lost in Madrid part II/Wind, Lost in Madrid part IV
    –gidenin ayrılık notu.

    (Kalem de yasaktı kardeşim, kağıt da. Korkuyorlardı onlara karşı koymamızdan tek bir sözcükle bile. Tek bir sözcükle bile karşı konulabilir çünkü, bir kez yazılmış olan öylece kalır.

    Ancak geceleri çıkarabiliyorduk bir parça kağıtla kırık bir kurşun kalemi.

    Bundandır iyi anlaşılmıyorsa sözcüklerimiz. Okunaklı değilse, silinmişse, yarımsa ve birbirine karışıyorsa sesimiz.)



    TANIŞMA

    burda tutuyorlar bizi
    bu yüksek tavanlı oda
    bu kirli sarı ışık, bu kapı
    bu demir bu duvar –yoruyor kalbimi
    bunlar da pencereler
    yıldızlara çıkıyorum
    kesip her gece parmaklıkları

    saksılarımız şurda duruyor
    bir gömleğin kolağzına gizlenmişti fesleğenin tohumu
    camgöbeği de güllere karışıp geldi geçen açık görüşte
    her gün birimiz suluyoruz
    sıraya koyduk
    bunlar da çamaşır ipleri
    eski çoraplardan büküyoruz

    burası yatağım
    dün gece kırları taşıdım sizin için
    bulutlardan yastık yaptım yaslanasınız
    istediğiniz kadar alın götürün
    sizin için topladım bu deniz taşlarını
    bu vapur düdüklerini de alın
    bu martı seslerini de –cepleriniz var mı

    biz şimdilik resimlerle yetiniyoruz
    gazetelerden kesip yapıştırıyoruz şuralara buralara
    arada kartpostal gönderiyor arkadaşlar
    yüzlerini gönderiyorlar düşlerini umutlarını
    –bir mendil gibi özenle katlayarak
    göz önünde bir yerlere asıyorum hepsini
    gittiğim her yere götürüyorum –yüreğim gibi
    yolların düş gezdiricisi diyorlar burda bana
    yılların umutlar gezdiricisi

    bunlar kitaplarım
    bunlar da defterler –öğrendiklerimi yazıyorum,
    bir türlü bitmiyor öğrenilecekler
    o mu, ben bilmiyorum çalmasını ozanımızın sazı
    yüreğimizin tellerine dokunuyor arada
    söz verdi –hele şu iş bir bitsin
    hürriyet meydanı’nda çalacak hepimize
    sonra da hep birlikte
    kıyılara ineceğiz, biz de söz verdik ona
    uzak ülkelerden konukları gelecek de

    senin adın yaprak olmalı –gözlerin ne kadar yeşil
    seninki deniz –bir mavi ancak bu kadar derin
    sen de çiğdem olmalısın –yoksa karıştırdım mı
    vakit doldu, akşam oldu hadi gidin aramasın anneniz
    bileğinizdeki mürekkep yüreğinize geçmesin
    biz bir süre daha buradayız
    sonra gene gelirsiniz çocuklar
    size ay tutmayı öğretirim o zaman



    bu mu…
    yeşermiş dallarıyla
    bir koltuk değneğinden başka
    ne olabilir?

    (REQIEM/Zamandışı-Sessizlik Saati’nden)


    alıntı

  • Nazan Yinanç
    Nazan Yinanç

    16.01.2023 - 12:07

    Ahmet Muhip Dranas’ın iki İstanbul’u vardır. Birincisi gençliğinin şehridir. “Şiirler, buluşmalar, aşklar, tığ gibi minareler, şarkı gibi düş gibi duygular” bu İstanbul’a aittir.

    Diğer İstanbul ise şairin yaşlılığında döndüğünde karşılaştığı İstanbul’dur. Bu her iki İstanbul da “Yağma” şiirinde yer alır:

    “Bir songün hali, bir taş taş üstüne;
    Hem mide, hem ruhta bir açlık, ejder
    Örneği saldırmada dörtbir yöne;
    Toz, duman, inilti, akıntılar, çöpler…”

    Bir arena zalimliğini ve sahipsiz bir meydan çöplüğünü andıran bu İstanbul bütün inceliklerden kopmuş, zarafeti gerilerde bırakmış kaba, obur ve aç bir şehirdir. Değişim, geçmişin romantik duygular uyandıran kibar ve temiz muhitini beton ve arabeskle kirletmekle kalmamış, en müstesna semtleri hippileştirmiş, aşkın anlamını sevişmeye evriltecek denli bir yozlaşmayı da getirmiştir:

    “O güzelim aşkın vücudu yağma,
    Şarkısı ne mahur beste, ne Itri…
    Tenekeler çalıp çığlık çığlığa
    Yarı bir sevişme, ayaküzeri.”

    Değişimin her alandaki sonuçları Ahmet Muhip’te bireysel bir yakınma nedeni olarak var olur. Süreci nedenleriyle birlikte kavrayıp çözümleyici bir yaklaşım geliştiremediği için umutsuzluğu ve düş kırıklığı büyüktür. Şehre ilişkin her başkalaşma onda şehrin yok oluşuna ilişkin bir korku olarak karşılığını bulur. Gerçekte bu duygu geçmişine, anılarına bağlılığın bir sonucu olmalıdır. Psikolojik derinlikleri olan korumacı, sahiplenici İstanbul sevgisi, tahrip edici gelişmeler karşısında tam anlamıyla bir umutsuzluk ve düş kırıklığının kaynağı haline gelmiştir.


    Ahmet Muhip Dranas.
    Ahmet Muhip şair inceliğiyle adını anmasa da İstanbul’unu tahrip edenler Anadolu’nun kıraç ve uzak yollarından bu şehre gelmiş, bu şehri geçim ve umut yurdu olarak tutmuş olanlardır. Ahmet Muhip’in İstanbul betimindeki ana çelişki bu şehrin yerlileriyle bu şehre sonradan akın akın göçmüş olanlar arasındadır:

    “Ve o İstanbullular… doygun, uçuk,
    Sanki gelecek bir tufandan haber
    Almışlarcasına hep, çoluk çocuk,
    Göksel gemilere binip gitmişler.”

    Bu gidiş öyle bir gidiştir ki, eski İstanbul’dan hiçbir iz kalmamıştır. Şaire göre İstanbul’u seven, koruyan bir eski İstanlullular cephesi vardır ve gidenler bunlardır. Yeniler ise şehre sonradan gelmiş olanlardır, şehri tahrip edenler de bunlardır. Bu nedenle de eskilerle yeniler arasındaki çatışma, uyuşmazlık gerçek bir mutsuzluk kaynağı olarak çıkar karşımıza Ahmet Muhip’te:

    “Gidiş o gidiş… ve kimbilir kaç yıl
    Bu göç, fakiri, zengini elele
    Usulca… ve artık hiç… Hayal meyal
    Görünmüyorlar artık bulutlarda bile…”

    Hızlı kentleşme ve koşutunda değişen ilişkiler, dönüşen sosyal hayat, kentin tarihi ve doğal yapısındaki tahribat, sonuçta şairin gençliğinin İstanbul’uyla kıyaslayarak yaklaştığı yeni İstanbul gerçekliği o kadar farklıdır ki “eskinin bulutlarda bile bulunamayacağı” duygusunu yaşatacak denli aslından uzak ve aslına yabancıdır. Anlaşılamayan değişim bir büyük düş kırıklığının ve bir onmaz umutsuzluğun kaynağı oluyor. Fakat Ahmet Muhip merdivenin uçuruma açılan son basamağında şair sezgisine tutunmaktan geri kalmıyor. Bir anlamda ilk yapması gerekeni yapıyor.“Yağma”nın son dörtlüğünde” değişimin kaçınılmazlığını anımsıyor. Buna inanmaya âdeta zorluyor kendini:

    “Bir Tanrı ve tarih güzeli, tabu;
    Güneş ve sular mucizesi, bir giz…
    Her zaman sonsuz elbet, İSTANBUL bu.
    Körelen belki de biziz… kalbimiz.”

    Bu dizeleri amansız bir düş kırıklığını ve çöküntüye yaklaşan umutsuzluğu aşma çabası olarak da değerlendirebiliriz. Onca ideolojik yanılgı içindeki bir şairin sezgi gücüyle, yani sanatçı duyarlığıyla yüzleştiği bir anın son sözcükleri olarak da.

    İnsancıl, halkçı, memleketçi bir İstanbul sevgisi
    Ahmet Muhip’in uzlaşamadığı İstanbul’u Bedri Rahmi Eyüboğlu halkçı-insancıl bir duyarlıkla kucaklar. Anlamaya çabalar.

    “Büyük Şehir” adlı şiirinde Bedri Rahmi İstanbul’u hallerinin tümü anlatılamayan, yüz kolla bile kucaklanamayan, işitilmek istense bütünüyle işitilemeyen, büyük gemilerin, dolu hanların, dolu hamamların şehri olarak tanımlar. Nâzım Hikmet’in “hâyı huy” şehri tanımını onda bulmuştur. İstanbul büyük bir şehirdir ve o gurbetle büyümüştür. Eyuboğlu büyük ve kalabalık şehrin bireydeki yansımasının altını gerçekçi ve insani bir duyarlıkla çizer:

    “Gel gör ki her allahın günü
    Göz göze diz dize
    Tramvayda sinemada meyhanede mabette
    Herkes kendi murdar karanlığına gömülmüş
    Herkes gurbette.”

    Eyüboğlu gurbet olgusunu “İstanbul Haritası” şiirinde daha da açımlar. Gurbetin gerçek garipleri Anadolu’dan gelmiş yığınlardır:

    “Bir nokta yüz bin nokta
    Bir Anadolu’dur gelmiş meleşir boşlukta”

    Bir başka şiirinde, “İstanbul Destanı”nda Bedri Rahmi, İstanbul’la ilgili duygu ve düşüncelerini daha kapsamlı ortaya koyar. İstanbul denince aklına gelenleri içtenlikle anlatır. Bu şiir, martının masalsı motiflerle betimlenmesiyle başlar. Bu motiflerin yarattığı çağrışım, şairi çocukluğuna, çocukluğunun geçtiği Anadolu’ya götürür. Şairin İstanbul’la ilgili çağrışım alanında martıdan başka “bir sepet yapıncak kınası, Kapalıçarşı, koca bir dalyan, Adalar, kuşlar, Tophane’de bir sokak, stadyum, Orhan Veli, Sait Faik, bir çingene kızı ve bir basma fabrikası” da vardır.


    Bedri Rahmi Eyüboğlu.
    Tophane’deki sokağın anlatıldığı bölümde Bedri Rahmi Anadolu’dan gelmiş insanların büyük şehre tutunma mücadelelerinden kesitler sunar. Basma fabrikasının anlatıldığı bölümde ise fabrikada çalışan kızların dramı işlenir. “İstanbul’daki Anadolu” olgusuna bu şiirde daha kapsamlı ve ayrıntılı eğilen şair şehrin dokusuna tutunmaya çabalayan insanlarla aynı toplumun üyesi olmaktan kıvanç duyar, mutlu olur:

    “İstanbul deyince aklıma
    Stadyum gelir
    Kanımın karıştığını duyarım ılık ılık
    Memleketimin insanlarına”

    İnsancıl, halkçı, memleketçi bir duyarlık temelinde yükselir Bedri Rahmi’nin İstanbul sevgisi. Kültürel ögeler ve tarihsel dokuyla zenginleşir. Sevgisinin odağında bulunan halkçı yaklaşım onun ayrım sınırıdır. Halka, halkın değerlerine, onun günlük yaşam kaygılarına sırtını çevirmiş olanları alaycı bir dille eleştirir:

    “Karşı radyoda gayetle mülayim bir ses
    Evlere şenlik Üstad Sinir Zulmettin
    Hacıyağına bulanmış sesiyle esner:
    Gam ü şadiyi felek
    Böyle gelir böyle gider”

    İstanbul anlatımlarına halk gerçekliğini dâhil etmemiş olan Yahya Kemal’in de onun için bir öneminin kalmaması şaşırtıcı değildir:

    “İstanbul deyince aklıma
    Yahya Kemal gelirdi bir eyyam
    Şimdi Orhan Veli gelir”

    Eyüboğlu’nun İstanbul algısındaki farklılığın nedeni; ekonomik ve sosyal değişimi anlamaya çabalayan, gerçekliğin bilinciyle donanmış halk odaklı İstanbul sevgisidir.


    alıntı

  • Nazan Yinanç
    Nazan Yinanç

    16.01.2023 - 12:06

    Kalabalıklaşıp büyümesiyle Necati Cumalı’yı mutlu eden şehir Mehmed Kemal için bir üzüntü ve yakınma kaynağı olur. Şiirlerini halk dili üzerine kuran Enver Gökçe’de İstanbul, buruk bir hesaplaşma tınısı taşır. İstanbul dışındaki Türkiye kıtlığın, verimsizliğin, yoksulluğun hüküm sürdüğü yazgısına terk edilmiş bir ülkedir Ahmed Arif’te. Hasan Hüseyin ise, İstanbul’u Anadolu’yu yöneten, Anadolu’dan beslenen sömürü ve zenginlik sahiplerinin merkezi olarak görür
    CAFER YILDIRIM
    Denizine bakardı, odun boşaltan kayıklarını seyrederdi, sabahlarına uyanırdı. Bütün bunlar onu mutlu ederdi. Necati Cumalı da İstanbul’un sıradan olan yaşamından tat alan, mutlu olanlardandır:

    “Serseri bir çocuk

    Üç aylık bir suç tasarlıyor

    Ne güzel ağaçları denizi sevmeye başlamıştık

    Şimdi olan bitene sebepsiz sıkılıyoruz

    Lokanta her akşam daha dumanlı

    Kahve her akşam daha kalabalık”

    (İstanbul Kışa Hazırlanıyor şiirinden)



    Çevresindeki insanların gündelik sorunları, örneğin yaklaşan kışla başlayan odun kömür derdi, çocukların suça yönelmesi şairin mekân kaynaklı mutluluğunu örseler. İstanbul’un ona bağışladığı erinç duygusunu zedeler. Gündelik hayatın verdiği sıkıntı genel bir ruh sıkkınlığına dönüşür. “İstanbul Kışa Hazırlanıyor” şiirindeki kapalı duygu atmosferi “Kısmeti Kapalı Gençlik”te daha bir somutlanır ve doğrudan bir anlatımla yeniden kurgulanır:

    “Üzgün kısmeti kapalı bir gençlik

    Karşımızda canım İstanbul canım deniz

    İçtik içtik kahırlandık bunca yıl dilsiz

    Kimdik ki yaşamımızı berbat ettiniz

    Sizlere el uzattık düşman gibi itildik”

    Şiirin ilerideki bölümlerinden anladığımıza göre şairin kendisini de içlerinde gördüğü bu kesim şehre iş ve ekmek umuduyla Anadolu’dan göç etmiş olanlardır. Cumalı’nın genel bir yakınma düzeyinde dillendirdiği çelişki öyle anlaşılıyor ki İstanbul’daki Anadolu ile İstanbul’da subaşlarını tutmuş olanlar arasındadır:

    “Fakat İstanbul dev gibi büyük bir şehir

    İyi kötü günler görmüş geçirmiştir

    Geceleri yorgun çocuklarının terli

    Alınlarında o doğurgan ana eli

    Dinlendirir dizlerinde ümitlendirir

    Kimse alamaz elimizden bu ümidi

    Bunca yıl bu ümit bizleri tutan dimdik

    Neydik düne kadar daha üç beş kişiydik

    Çektik kapıları çıktık evlerimizden

    Meydanlara sığmıyoruz kardeşler şimdi”

    Kendisi gibi dışarıdan gelenlerin çoğalmasındaki ümidin şairdeki karşılığı nedir? Çoğalmanın büyük şehrin açtığı hangi yarayı saracağını düşünüyor Cumalı, bilemiyoruz. Fakat meydanlara sığmayan kalabalıklar onu kardeşlik duygularıyla sarmakta, kendine güvenli bir duruşun sahibi kılmaktadır. Diyebiliriz ki Cumalı İstanbul’daki Anadolu’dan mutluluk duymaktadır. Bu tutumuyla Ahmet Muhip Dıranas ve onun çizgisindeki birçok şairde görülen seçkinci anlayışın karşısında yer almaktadır.

    GEÇMİŞE DÖNÜK ÖZLEMİN ŞEHRİ

    Mehmed Kemal, Evliya Çelebi’nin üslubuyla kaleme aldığı “Der Vasf-ı Stayiş-i İstanbul” adlı şiirinde Daha çok gözlemlere dayalı betimlemeler ve sınırlı yaşanmışlıklar üzerinden bir İstanbul fotoğrafı sunar.

    “İstanbul şehri içre serseri gezüp

    Semâ vü deryayı seyr ü temaşa eyledim

    Belki mahzun gönlümüz şâd

    Gamlı asrımız âbâd olur dedim

    Baktım ki şöyle evleri var

    Tarz-ı kâdim kârgir bina ahşap bina

    Tarz-ı cedid beton bina uzanır

    Yolları var kaldırımdır parke asfalt dolanır

    Sakinleri kâfir olmuş islâm olmuş ne çıkar

    Hepsi insan hepsi cana yakındır

    Ben ol şehre hayran oldum tutuldum

    Zira İstanbul büyüktür.”



    “Öğle Rakıları” şiirinde ise Mehmed Kemal’in İstanbul’a bakışı Ahmet Muhip’le oldukça benzeşir. Mehmed Kemal için de geçmişe dönük bir özlemin şehridir İstanbul. İyi günlerin, sağlam dostlukların, güvenli mekânların geçmişini arayan yaşlı bir adamın özlediği bir şehirdir:

    “Burası Arnavutköy efendim

    Eskiden ne güzel yerler vardı”

    Kalabalıklaşıp büyümesiyle Cumalı’yı mutlu eden şehir Mehmed Kemal için bir üzüntü ve yakınma kaynağı olur. Eskinin güzel yerleri ve güzel insanları zamanla birlikte kaybolmuştur. Yeni ise görgüsüz ve doyumsuzdur. Yeni denizi kirletmiş, denizin balığını tüketmiştir. Yağmalanmış Boğaz, her köşe başında boy gösteren bankalar, şehrin tahrip edilmiş dokusu, çöplüğe çevrilmiş sokaklar değişen İstanbul’un şairi üzen görüntüleridir:

    “Bakın denizin mavisi bitti

    Çerçöp döküyorlar, ne derler

    Çevreyi kirletiyorlar

    Görgüsüz oldular çok



    Beyoğlu geceleri mi

    Kalmadı efendim nerde

    Hani karanfilli Ümit Deniz

    Her masada bir damla gözyaşı

    Her yudumu zehir Cahit Irgat”

    Şehrin kimliğine yerleşen kara görüntüler, küçük mekânların dağılan sıcaklığı, değişen insan ilişkileri için şair bir tarih de verir:

    “Hacıağalardan bu yana

    Dünya savaşından sonra

    Her şey bitti”

    Mehmed Kemal olumsuzlukların kaynağı olarak türedi ve şehir kültüründen uzak zenginleri işaret etmektedir. Fakat onun rahatsızlığı bu görgüsüz ve doyumsuz zenginlerin şehri hovardaca kullanmasıyla sınırlı değildir. Anılarındaki şehir betimi, rahatsızlığının asıl kaynağının büyük şehir kimliği kazanmış yenide, küçük mekân ilişkilerinin sıcak geçmişini aramak olduğunu göstermektedir.

    İSTANBUL DIŞINDAKİ TÜRKIYE

    Şiirlerini halk dili üzerine kuran Enver Gökçe’de de yer yer İstanbul anlatımlarına rastlanır. Bunlardan bir tanesi buruk bir hesaplaşma tınısı taşır:

    “Sana selam olsun

    Sürgünler, mahkûmlar, hastalar!

    Alacağın olsun

    Seni İstanbul seni

    Seni Bursa, Çankırı, Malatya”

    (Dost şiirinden)



    Buruk bir hesaplaşma tınısı taşıyan bu seslenişte İstanbul’la birlikte Bursa, Çankırı ve Malatya da hedef tahtasına yerleştirilmiştir. Şehir listesi, İstanbul’un kimliğiyle ilgili özel bir nedenin söz konusu olmadığını göstermektedir. Öyledir ki eşitlik ve özgürlük karşıtı bir düzenin lanetlenmesi esnasında bir örnek olarak kullanılan şehirler arasına İstanbul da katılmıştır. Gerçekte Gökçe’nin İstanbul’a yaklaşımı “emekçi şehri” kimliğinden beslenen bir duygusallığı içerir. Gökçe İstanbul’la kurduğu duygu ilişkisini “Oy Beni” şiirinde doğrudan ve duygulu bir anlatımla ortaya koyar:

    “Türkiye yaşanmaz oldu!

    Gel gör halimiz yaman!

    Haramiler, bezirgânlar elinden

    Aman, el aman!

    Kesilmiş mümkünüm, çarem

    Vay ne hal olmuş memleket

    Vay ne hal olmuş vatan!

    Güzel yârim İstanbul’dan ne haber?

    Dil-Tarih’ten, Emekçi’den, Sendika’dan ..?”

    Gökçe bu şiirinde İstanbul’u, yükseköğrenimini yaptığı Dil-Tarih’i, ideolojik değerleri arasında yer alan emekçi ve sendika ile eş değerde tutan bir söylemin içine yerleştirmiştir. Bunun da ötesinde İstanbul’u “güzel yâri” olarak nitelendirmiştir.

    Şiirini halk dili üzerine kuran bir başka şair Ahmet Arif’te, Anadolu’nun yoksulluğuna sebep olan bir yönetimin yaşadığı bir coğrafya olarak işaret edilir İstanbul’a. İstanbul dışındaki Türkiye kıtlığın, verimsizliğin, yoksulluğun hüküm sürdüğü yazgısına terk edilmiş bir ülkedir:

    “Üsküdar’dan bu yan lo kimin yurdu!

    He canım…

    Çiçek dağı kıtlık kıran,

    Gül açmaz, çağla dökmez

    Vurur alnım şakına

    Vurur çakmaktaşı kayalarıyla

    Küfrünü, medetsiz, Munzur.

    Şahmurat Suyu kan akar

    Ve ben şairim.”

    (Uy Havar şiirinden)



    Arif’in Üsküdar’dan ötedeki coğrafyaya ilişkin yarattığı çağrışımlar Türkiye’nin doğu yakasını işaret etmektedir. İstanbul’la sınırlanan coğrafya ile İstanbul’un ötesindeki coğrafya batı ile doğu, ayrıcalıkla ihmal edilmişlik yönündeki çağrışımlar üzerinden kimliklerine kavuşur. Anadolu- İstanbul karşıtlığı Türkiye’nin doğu bölgesine yapılan vurgu üzerinden anlamına kavuşur.

    BİR AYRICALIK MEKÂNI

    Bir başka toplumcu gerçekçi şair Hasan Hüseyin İstanbul’u, Anadolu’yu yöneten, Anadolu’dan beslenen sömürü ve zenginlik sahiplerinin merkezi olarak görür. İş aramak için şehre gelen bir Anadolu insanının gözlemleri ve onu şaşırtan görünür farklılıklar üzerine kurar Anadolu ve İstanbul karşıtlığını:

    “iş ararken uğradım

    beyimiz efendimiz

    yani çaldım kapınızı

    beyimiz efendimiz

    sormak ayıp olmasın

    beyimiz efendimiz

    bu deniz hep mi sizin

    beyimiz efendimiz

    bu martılar bu gemiler bu beyoğlu’lar

    adalar modalar kuzguncuk’lar kalamış’lar ve tüm istanbul

    sormak ayıp olmasın

    beyimiz efendimiz

    hep mi burda yaşamışlar bu padişahlar

    sadrazamlar vezirler onların uşakları

    hep mi burdan yönetilmiş bizim oralar

    erzurum’lar erzinzan’lar kars’lar sivas’lar

    o açlık mı beslemiş bu yaman saltanatı”

    (İstanbul’un Kapalıçarşı’sı şiirinden)



    Hasan Hüseyin’in kurduğu Anadolu-İstanbul karşıtlığı “Dörtyolağzı” şiirinde bir başka boyut kazanır. Bireylerin doğdukları yerlerin geleceklerinin oluşumunda önemli bir etken olduğu düşüncesinin işlendiği bu şiirde İstanbul bir ayrıcalık mekânı olarak görülür.

    “istanbul’u sevmek başka

    ankara’da kalmak başka

    severim de antalya’yı

    yaşarım muş’ta

    bu ne biçim dağıtım bu

    bu ne biçim paylaşma

    o doğacak kalamış’ta

    bense sarıkamış’ta

    ben ozanım aslanım

    anlamam belki dpt’den filandan amma

    biraz da şöyle yapsak nasıl olur acaba

    ben doğayım istanbul’da

    o doğsun erzincan’da”.


    alıntı

  • Nazan Yinanç
    Nazan Yinanç

    16.01.2023 - 12:04

    BEHÇET AYSAN: Bir Yalnız Nar Ağacı

    1949 yılında Ankara’da doğdu.
    1968 yılında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesine başladı. 1971’de siyasi nedenlerle tutuklandı. Cezaevinden çıktıktan sonra çeşitli işlerde çalıştı. Tıp eğitimini tamamlayıp psikiyatri ihtisası yaptı.
    Hem şairdi, hem doktordu.
    Haydar Ergülen bir yazısında onun için “elem doktoru” dedi.

    “Elem doktoru sözünden çok etkilenmiştim, o söz bana başta yazdığım gibi, psikiyatrdan önce tabibi çağrıştırdı, en çok Behçet’e yakışırdı ‘Elem Doktoru’ olmak. (…) okursanız, Behçet Aysan adlı, bu dünyanın yaşatmadığı, has bir adamın, sevgili bir insanın ve kederli bir şairin “Elem Doktoru” olduğunu göreceksiniz.
    (…)
    Tabibim, şairim Behçet, sen yoksun, elem doktoru yok, şimdi ben kalbimin nasıl geçtiğini kime söylerim?”*

    Şiirimizin bir yalnız nar ağacı, 1993 Sivas Katliamında yanarak hayatını kaybetti. Henüz 44 yaşındaydı.
    Şükrü Erbaş, her okuyuşumuzda bizi uykumuzdan edecek şu dizelerle anlattı o kara günü:

    “Kimse temizim demesin, kimse
    Bütün bir ülke odun taşıdı Behçet’in yangınına…”**

    Haklıydı. Söz gümüşse sükût altındı. Kötülüğü ise sükût ile büyütmüştük, bir güzel ülkede.

    Behçet Aysan, bir yalnız nar ağacıydı. Kısacık yaşamından bize, saçılmış bir nar gibi, yüzlerce şiir bıraktı. Öyle şiirler ki bir kentin kalabalık bir istasyonunda ne uğruna, nereye yetiştiğimizi bilmiyorken okuduk, unuttuğumuzu hatırlattı.

    “sevmeyi unutmuşsunuz kardeşler
    yalan her şey gibi
    aşklarınız da.

    yaşamı ölüm
    diye anlatıyorlar size
    yalanı gerçek diye.

    ne leylakların
    tomurundan
    haberiniz var

    ne önünüzden
    kara bir tabut
    gibi geçen geceden.

    sevmeyi unutmuşsunuz kardeşler
    yalan aşklarınız
    da.”


    Öyle şiirler ki göğsümüzün altın kafesini araladı, şu koca İstanbul şehrinde yenicami önünden ne zaman geçsek gözlerimiz aradı, Hasköylü kör İlyas’ı. Durduk, güvercinleri sevindirdik, sanki dünyanın bütün açlarını doyuruyormuş gibi gururlanan bir sevinçle.

    “her sabah
    uyandığımda,
    gördüğüm düşü hayra yorarım
    açmasına açarım da
    göğsümün altın kafesini
    korkarım
    ya bu gece
    güvercinler
    yüreğimden başka bir ülkeye
    göç etmişlerse.

    çünkü, ben ilyas
    hasköy’lü –
    kör ilyas,
    şu koca istanbul şehrinde
    yenicami önünde
    sanki dünyanın bütün
    açlarını
    doyuruyormuş gibi
    gururlanan bir sevinçle
    darı satarım
    savrulması için güvercinlere.”


    Behçet Aysan
    En bitik günde, en fırtınalı, en “doğmayan” günde; bir kitap sayfasından dokundu omzumuza, yakılarak öldürülen bir şair, söyledi bunu: “yarın diye bir şey var“

    “bilirim yarın diye bir şey var
    çeliğin su katılmamış yanı
    ırmakların geçilecek, fırtınaların dinecek

    bir yanı var
    ömrümüzün
    belki bir gün gülecek.

    selam verip
    selam alacak

    barışa kardeşliğe

    hep tok yatan
    çocuklar görecek

    el ele
    aşklar, omuz omuza dostluklar

    ne dikenli teller olacak
    ne tanklar tüfekler

    ne tüberküloz kalacak
    ne lösemi

    ne işsizlik

    ne banka
    ne borsa

    süt gibi duru ve ak
    ekmek gibi sıcak

    bizim de
    bizim de

    günlerimiz olacak.

    güle değecek
    kuşların kanadı

    ve kuşlar sırtlarında
    gül taşıyacak
    …”


    Ruhu, yorulmayan bir ağır işçiydi, kedere ve aşka çalışan.

    “Benim o hep fırtınalarla boğuşan ruhum
    Yorulmuyor yaşamaktan.
    Midyat’lı bir gümüş ustasıdır, süryani
    Ve yüzündeki çıban gibi
    Yüreğinde yaralar
    Taşımaktan.

    Yorulmuyor yorulmuyor
    Ağır işçi
    Kedere ve aşka çalışmaktan”


    Devamında bize aşkı anlattı, eflatundu. İnandık rengine ve bekledik eflatun yağmurlar yağdırmasını. Bildik ki “her sevda, bir ayrılığı yaşar”

    “ey eflatun aşk
    bana eflatun yağmurlar
    yağdırabilir misin

    getirebilir misin geçen günleri geri
    tutup yıldızları yanıma oturtabilir misin

    sana neyi anlatayım
    her sarnıç küflü bir yağmuru
    her sevda bir ayrılığı yaşar.”


    Behçet Aysan’ın öldüğü tarih olan 2 Temmuz 1993’te
    Sivas’ta çekilmiş bir fotoğrafı.
    Şiirimizin bir yalnız nar ağacı, Behçet Aysan, 1993 Sivas Katliamında yanarak hayatını kaybetti. Henüz 44 yaşındaydı. Kısacık yaşamından bize, saçılmış bir nar gibi, yüzlerce şiir bıraktı.
    Bizse bir nar ağacının dibinde onun bıraktığı yerden Türkiye’yi konuşmaya devam ediyoruz.

    “tahta pancurlu taştan evin
    penceresi nar ağacına bakardı
    eski tersanenin yamacında
    dalları sarkmış o yalnız nar ağacı

    on beş yıl önce
    o yalnız nar ağacının dibinde
    oturup geleceği konuştuğumuz
    çocuklar şimdi yok

    birçoğu başka sokaklarda
    yürümekteler

    on beş yıl sonra
    o yalnız nar ağacının dibinde
    oturup düşündüm bunları

    saçlarımıza aklar düşüren
    zor günleri

    kenar mahalleleri
    bebek ölüm hızını, çocuk işçileribiliyorum
    bir gün bir başka nar ağacının dibinde yine

    bir başka
    çocuklar
    Türkiye’yi konuşacaklar.”

  • Nazan Yinanç
    Nazan Yinanç

    09.01.2023 - 14:51

    555K
    şimdi Bursa'da ipek çeken kızlar
    bir karasevda halinde söylemektedir:
    görmeğe alıştığımız nice yazlar
    kimleri alıp götürdüler ama kimleri
    karanfil bıyıklı genç teğmenleri
    ak saçlı profesörleri, öğrencileri
    adları şuramıza işlemektedir
    ah dayanmaz dayanmaz bakmaya gözler
    bir karasevda halinde söylemektedir
    şimdi Bursa'da ipek çeken kızlar

    şimdi Erzurum'da çift sürenlerin
    geçit vermez kaşlarının altında
    derindir, ıssızdır, korkunçtur gözleri
    sabanın demiri girdikçe toprağa
    hınçlarını gömmektedir içine yerin.
    çünkü millet hayınları Ankara'larda
    çünkü İzmir'lerde, çünkü İstanbul'larda
    çünkü başka yerlerinde memleketin
    kanına girdiler masum gençlerin
    işte onun için karanlıktır gözleri
    şimdi eErzurum'da çift sürenlerin.

    şimdi saat sekizdir başlar gecemiz
    gündüzü kısalttılar geceyi uzattılar
    şimdi acının ve hüznün göklerinde
    umudun yıldızı sarı yıldız mavi yıldız
    uykumuzun bir ucunda bombalar
    bir ucunda hürriyet inancı sabaha kadar
    ingiliz usulü piyade tüfekleriyle
    insanca yaşamanın onuru arasında
    milletcek bir gidip bir geliyoruz
    şimdi saat sekizdir başlar gecemiz

    şimdi ay doğar bulutlar arasından
    kavat derebeyleri yüreksiz bolu beyleri
    hırsızlar, yüzde oncular, kumar erleri
    cebren ve hile ile haklarımızı alan
    zulmü ve alçaklığı yöneten murdar üçken
    biliyor musunuz bir orman gelişiyor şimdi
    türküleri duyuyor musunuz nice derin
    yakılmış çoban ateşleriyle dağlarda
    karanlığı tutuşturup bir köşesinden
    geceyi gündüze çevirenlerin

    biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
    sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
    anamız çay demliyor ya güzel günlere
    sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
    sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
    bu, böyle gidecek demek değil bu işler
    biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz
    ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
    işte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz.

    Cemal Süreya

  • Nazan Yinanç
    Nazan Yinanç

    09.01.2023 - 14:13

    Rindlerin Akşamı

    Dönülmez akşamın ufkundayız.Vakit çok geç;
    Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç!
    Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile,
    Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle.
    Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan
    Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan
    Geçince başlayacak bitmeyen sükunlu gece.
    Guruba karşı bu son bahçelerde, keyfince,
    Ya şevk içinde harab ol, ya aşk içinde gönül!
    Ya lale açmalıdır göğsümüzde yahud gül.

    Yahya Kemal Beyatlı

  • Nazan Yinanç
    Nazan Yinanç

    07.01.2023 - 09:27

    MARE NOSTRUM

    ( Bizim Deniz )

    En uzun koşuysa elbet Türkiye'de de Devrim,
    O, onun en güzel yüz metresini koştu.
    En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak..
    En hızlısıydı hepimizin,
    En önce göğüsledi ipi..



    Acıyorsam sana anam avradım olsun,
    Ama aşk olsun sana çocuk, AŞK olsun!


    Can Yücel
    ( 1926 - 1999 )

  • Nazan Yinanç
    Nazan Yinanç

    07.01.2023 - 09:24

    ANI

    Bir çift güvercin havalansa
    Yanık yanık koksa karanfil
    Değil bu anılacak şey değil
    Apansız geliyor aklıma
    Neredeyse gün doğacaktı
    Herkes gibi kalkacaktınız
    Belki daha uykunuz da vardı
    Geceniz geliyor aklıma
    Sevdiğim çiçek adları gibi
    Sevdiğim sokak adları gibi
    Bütün sevdiklerimin adları gibi
    Adınız geliyor aklıma
    Rahat döşeklerin utanması bundan
    Öpüşürken bu dalgınlık bundan
    Tel örgünün deliğinde buluşan
    Parmaklarınız geliyor aklıma
    Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm
    Kahramanlıklar okudum tarihte
    Çağımıza yakışan vakur, sade
    Davranışınız geliyor aklıma
    Bir çift güvercin havalansa
    Yanık yanık koksa karanfil
    Değil unutulur şey değil
    Çaresiz geliyor aklıma.


    Melih Cevdet ANDAY

Toplam 52 mesaj bulundu