Günlerinin arka pencerelerinde kuşku ve kaygı içinde beklemeyeceğimiz ; güzel olan her şeye içtenlikle sarılacağımız ; sevgi ve hoşgörüyle donatılmış yeni bir yıl diliyorum.
Yıl 62 Mart 28 Prag-Berlin treninde pencerenin yanındayım akşam oluyor dumanlı ıslak ovaya akşamın yorgun bir kuş gibi inişini severmişim meğer akşamın inişini yorgun kuşun inişine benzetmeyi sevmedim toprağı severmişim meğer toprağı sevdim diyebilir mi onu bir kez olsun sürmeyen ben sürmedim Platonik biricik sevdam da buymuş meğer meğer ırmağı severmişim ister böyle kımıldanmadan aksın kıvrıla kıvrıla tepelerin eteğinde doruklarına şatolar kondurulmuş Avrupa tepelerinin ister uzasın göz alabildiğine dümdüz bilirim aynı ırmakta yıkanılmaz bir kere bile bilirim ırmak yeni ışıklar getirecek sen göremeyeceksin bilirim ömrümüz beygirinkinden azıcık uzun karganınkinden alabildiğine kısa bilirim benden önce duyulmuş bu keder benden sonra da duyulacak benden önce söylenmiş bunların hepsi bin kere benden sonra da söylenecek gökyüzünü severmişim meğer kapalı olsun açık olsun Borodino savaş alanında Andırey’in sırtüstü seyrettiği gök kubbe hapiste Türkçeye çevirdim iki cildini Savaşla Barış’ın kulağıma sesler geliyor gök kubbeden değil meydan yerinden gardiyanlar birini dövüyor yine ağaçları severmişim meğer çırılçıplak kayınlar Moskova dolaylarında Peredelkino’da kışın çıkarlar karşıma alçakgönüllü kibar kayınlar Rus sayılıyor kavakları Türk saydığımız gibi İzmir’in kavakları dökülür yaprakları bize de Çakıcı derler yar fidan boylum yakarız konakları Ilgaz ormanlarında yıl 920 bir keten mendil astım bir çam dalına ucu işlemeli yolları severmişim meğer asfaltını da Vera direksiyonda Moskova’dan Kırım’a gidiyoruz Koktebel’e asıl adı Göktepe ili bir kapalı kutuda ikimiz dünya akıyor iki yandan dışarda dilsiz uzak hiç kimseyle hiçbir zaman böyle yakın olmadım eşkiyalar çıktı karşıma Bolu’dan inerken Gerede’ye kırmızı yolda ve yaşım on sekiz yaylıda canımdan gayri alacakları eşyam da yok ve on sekizimde en değersiz eşyamız canımızdır bunu bir kere daha yazdımdı çamurlu karanlık sokakta bata çıka Karagöz’e gidiyorum Ramazan gecesi önde körüklü kaat fener belki böyle bir şey olmadı
….
çiçekler geldi aklıma her nedense gelincikler kaktüsler fulyalar İstanbul’da Kadıköy’de Fulya tarlasında öptüm Marika’yı ağzı acıbadem kokuyor yaşım on yedi kolan vurdu yüreğim salıncak buluTlara girdi çıktı çiçekleri severmişim meğer üç kırmızı karanfil yolladı bana hapishaneye yoldaşlar 1948 yıldızları hatırladım
…
severmişim meğer gözümün önüne kar yağışı geliyor ağır ağır dilsiz kuşbaşısı da buram buram tipisi de meğer kar yağışını severmişim güneşi severmişim meğer şimdi şu vişne reçeline bulanmış batarken bile güneş İstanbul’da da kimi kere renkli kartpostallardaki gibi batar ama onun resmini sen öyle yapmayacaksın meğer denizi severmişim hem de nasıl ama Ayvazofki’nin denizleri bir yana bulutları severmişim meğer ister altlarında olayım ister üstlerinde ister devlere benzesinler ister ak tüylü hayvanlara ay ışığı geliyor aklıma en aygın baygın en yalancısı en küçük burjuvası severmişim yağmuru severmişim meğer ağ gibi de inse üstüme ve damlayıp dağılsa da camlarımda yüreğim beni olduğum yerde bırakır ağlara dolanık ya da bir damlanın içinde ve çıkar yolculuğa hartada çizilmemiş bir memlekete gider yağmuru severmişim meğer ama neden birdenbire keşfettim bu sevdaları Prag-Berlin treninde yanında pencerenin altıncı cigaramı yaktığımdan mı bir eski ölümdür benim için Moskova’da kalan birilerini düşündüğümden mi geberesiye saçları saman sarısı kirpikleri mavi zifiri karanlıkta gidiyor tren zifiri karanlığı severmişim meğer kıvılcımlar uçuşuyor lokomotiften kıvılcımları severmişim meğer meğer ne çok şeyi severmişim de altmışında farkına vardım bunun Prag-Berlin treninde yanında pencerenin yeryüzünü dönülmez bir yolculuğa çıkmışım gibi seyrederek
Beş bin kişiyiz burada kentin bu küçük parçasında. Beş bin kişiyiz. Ne kadar olacağız bilemem kentlerde ve tüm ülkede? Burada yapayalnız on bin el, tohum eken ve fabrikaları çalıştıran. İnsanlığın ne kadarı açlıkla, soğukla, korkuyla, acıyla, baskıyla, terör ve cinnetle karşı karşıya? Yitip gitti aramızdan altısı karıştı yıldızlara. Biri öldü, diğerini vurdular asla inanmazdım bir insanın bir başkasına böyle vuracağına. Öbür dördü sona erdirmek istedi bu dehşeti biri boşluğa attı kendini, diğeri vuruyordu başını duvarlara ama ölümün işareti var hepsinin bakışlarında. Nasıl dehşet saçıyor faşizmin yüzü! Kusursuz bir kesinlikle yürütüyorlar planlarını. Hiçbir şey umurlarında değil. Onlar için kan madalyadır, kıyım kahramanlık gösterisi. Tanrım, senin yarattığın dünya bu mu, çalışıp hayran kaldığın yedi günlük emek bu mu? Dört duvar arasında tükeniyor ömürler sanki hiç geçmiyor, yakarı yalnızca ölümün bir an önce gelmesi için. Ama birdenbire içim sızlıyor ve görüyorum bu akışı yürek vurusu olmadan, yalnızca makinelerin nabzıyla ve ortaya çıkıyor askerlerin ebelerinin yüzlerinin yalancı tatlılığı. Ya Meksika, ya Küba ve tüm dünya ağlıyorlar bu alçaklık karşısında! On bir el buradayız üretmekten yoksun bırakılmış. Ne kadarız hepimiz tüm ülkede? Başkanımızın kanı, yoldaşımızın, Daha güçlü vuracak bombalar ve makineli tüfeklerden! İşte böyle vuracak bizim yumruğumuz da yeniden!
Ne zor şarkı söylemek dehşetin şarkısı olunca. Dehşetti yaşadığım, ölümüm dehşetti. Gördüğüm kendimdi oncasının arasında ve oncasının sonsuzluk anı içinde sessizliğin ve çığlıkların ezgileridir şarkımın noktalandığı. Hiç görmemiştim böylesini Hissetmiş ve hissetmekte olduğum Yeni bir tohumun doğumu olacak bu...
Şili Stadyumu, Eylül 1973
İngilizceden Çeviren: T.Asi BALKAR
Victor Jara
Bildirge
Ne türkü söyleme aşkımdan ne de sesimi dinletmek için değil bunca türkü söylemem. Benim namuslu gitarımın sesi hem duygulu hem de haklıdır. Dünyanın yüreğinden çıkar bir güvercin gibi kanatlı kutsal su gibi şefkatli, okşar gitarım öleni ve yiğidi. Şarkım amacına kavuşur Violetta'nın dediği gibi. Pırıl pırıl coşkulu durmak bilmez ve bahar kokan bir işçidir!
Gitarım ne zenginlerin gitarıdır, ne de başka bir şeyin. Şarkım bir yapı iskelesidir eriştirir bizi yıldızlara. Katıksız gerçekleri şarkısında söylerken bir insan ölmek pahasına, anlamını bulur o şarkı damarlarında atarken.
Şarkım ne gelip geçici övgüler düzer ne de başkalarına ün katar, yoksul ülkemin kök salmıştır toprağına. Orada, her şeyin bittiği ve her şeyin başladığı yerde, söylerim o her zaman yiğit ve derin sonsuza dek yeni olacak şarkıyı.
Şimdi sonbahar güneşi altında bir nar gibi parlayan o yaz yanığı değirmi yüzü ve Dr. Şinasi Moran’ın az sonra masamın üzerine koymak üzere cebinde taşıdığı selamı ile karşımda oturuyordu Hubuyar Efendi. HALİT ÜNAL 1.
Ağustos ayının sonlarına doğru bir salı günü, sabahın erken saatinde, Detmold istasyonunun peronunda Altenbecken’den gelip beni Herford’a götürecek trenimi bekliyordum.
Saat yediye yaklaşıyordu; sabah güneşi, çevredeki evlerin kırmızıya çalan kahverengi kiremitli çatılarında ışıldıyordu. Yazın bittiğini, haber veren küçük, beyaz bulut kümeleri, hafif hafif esen seher yeli önünde süzülüyor, mavi gökyüzünde güneş ışınlarıyla parlıyordu.
Uzaktan, Teutoburger Ormanları‘nın en yüksek doruğundan, el sallıyordu Arminius, Hermann der Cherusker -bir elinde kılıç. Ve bir yandan görkemli, yemyeşil ağaçların arasında kaybolmuş binaların çatılarından, rayların az ötesinde ömrünü tüketmiş ve çürümeye terk edilmiş demiryolu hatlarından, ispinozların, ardıç kuşlarının ve karatavukların neşeli cıvıltıları ve ıslıkları yükseliyordu.
İstasyon o sabah kalabalıktı; peron öğrenciler, işçiler, memurlar tüm geç kalkanlar ve geç kalanlarla doluydu. Güneş kokar mı? Güneş kokuyordu sanki bütün istasyon. Taze, bronzlaşmış yüzlerini, mavi boncuklar gibi ışıldayan gözlerini istasyonun saatine dikerek, trenin geleceği yöne doğru bir o yana bir bu yana çeviriyorlardı.
Trenim saat tam yedide, Herford’a hareket saati ise yediyi bir dakika geçe idi. Hareket saatine az bir süre kala, istasyon hoparlöründen her iki yön için on beş dakika gecikme olduğu duyuruldu. Kimse umursamadı. İkişer üçer gruplar halinde bekleşenler, bir tren istasyonunda her zaman rastlamadığımız türden rahat bir ruh hali içinde izinde yaşadıkları güzellikleri paylaşıyorlardı aralarında belli ki.
Bir yerde okumuştum: Gözünü istediğin kadar kapa, açtığında yine ordasın.
Memleket izni sona ermiş, eğlence ve dinlencenin o güzel günleri göz açıp kapayıncaya kadar geride kalmış ve biz hepimiz, bıraktığımız yerden devam etmek üzere bu istasyonda tekrar buluşmuş, bizi işimize götürecek treni bekliyorduk.
“On beş dakika,” diye mırıldanıp durdum kendi kendime. İstasyon saatinin neden böyle yavaş hareket ettiğine, bir türlü geçmeyen zamana ve hâlâ gelmek bilmeyen trene kızıyor, sabırsızlanıyor, sinirleniyordum. Nedeni vardı; bugün memleket izninden sonraki ilk danışma günüydü ve tecrübelerime dayanarak adım gibi biliyordum ki; ben gecikmeli trenimi beklerken büromun kapısında da beni bekleyenler vardı.
Anadolumun suya hasret topraklarının yağmuru beklediği gibi bekliyorlardı mutlaka Türkdanışlarını sabırsızlıkla. İçten içe homurdanmalarını, duydukları kızgınlığı, öfkeyi taa buradan hissediyordum.
Alışılmış bir düzendi bu; her yıl bu mevsimde, uzun yolculuklardan dönen kuşlar gibi dönüyorlardı yuvalarına memleket iznine çıkanlar. Ve hemen, ilk iş, sanki bir gelenekmiş gibi danışma büromuza düşmekti yağmur damlaları gibi… Önce sessiz ve usuldan, teker teker, sonra bir hışım gibi hepsi birden.
Bir var ki, işyerim, AWO’nun Türkler İçin Danışma Bürosu, Herford tren istasyonunun hemen yanı başında, tabiri caizse tam olması gereken yerdeydi. Kent merkezinden, gözlerden uzak, ulaşımı kolaydı. Alnının tam ortasında, kulağa hoş gelen tatlı tınısı, fakat yılların izini ve isini taşıyan eski rengini kaybetmiş soluk yüzüyle FREESIA yazan terk edilmiş eski bir çikolata ve şeker fabrikası binasının giriş katındaydı.
Vakti zamanında bir tüccar kenti olan kasabanın şeker ve çikolata tadındaki şaaşalı döneminden kalma bu binada topu topu birbirine bitişik iki oda ile bekleme salonu olarak da kullandığımız bir koridor, demir parmaklıklı pencereleri Schiller Caddesi’ne bakan danışma merkezimizi oluşturuyordu.
Odalarımızdaki eşyalar ise ne şairin adı kadar göz kamaştırıcı ne de şiirleri kadar güzeldi.
Her şey adamına göre, derler ya hani, işte öyle bir yer. Kuş ne ise yuvası da o olurmuş.
Merkezimiz yoksuldu. Tüm mobilyası iki yazı masası, birkaç sandalye ve bir de sonradan yardımcı olarak atanan meslektaşımla dönüşümlü olarak paylaştığımız aynı hatta bağlı paralel iki telefon cihazı ile taşınabilir bir daktilo idi.
Almanya’nın dört bir yanını birbirine bağlayan bir demiryolu ağının kavşak noktasındaki bu kentin, gözlerden ırak bir garip yerinde, biz garip insanların bir garip mekanıydı AWO’nun Türkler İçin Danışma Merkezi diye adlandırılan yerin olup olacağı.
Herford’a varıp, istasyon kapısından çıkar çıkmaz daha, “Am Bahndamm” sokağının “Schiller Strasse”ye sapan köşesine varmadan, insanı alıp bir yerlere götüren buram buram memleket kokusu değdi burnuma. Sokağın köşesinde görünmemle birlikte memleketin herhangi bir kasabasındaki, herhangi bir pazar yerini aratmayan bir mırıldanma, bir uğultudur koptu usuldan.
AWO’nun Türkler İçin Danışma Bürosu, Herford tren istasyonunun hemen yanı başında, eski bir çikolata ve şeker fabrikası Freesia binasının giriş katındaydı. Kapının önü ana baba günüydü; kadınlı erkekli, yanık yüzlü, kimisi hâlâ yazlık memleket giysileri içinde şortlu tişörtlü, kimisi hemen, daha döne dönmez bu soğuk ülkeye, sırtına kışlık ceketini geçirmiş bekleşiyorlardı. Kimisi merdiven boşluğunda ayakta, kimisi, uzun dönüş yolculuğunun yorgunluğuyla taş basamaklara çömelmiş, yorgun argın ve sabırsız oturuyorlardı.
Selam verdim.
“Hoş geldin ağabey” dediler.
Siz de hoş geldiniz dememe kalmadı, epeydir bekliyoruz Türkdanışım, diye söylenenler oldu.
“Trenim gecikti” dedim, yürüdüm.
Kalabalığa sığınıp “Hep öyle olur zaten” dediklerini duydum kimilerinin ardımdan.
Memleketimin insanını benden daha iyi kim tanıyabilir! Biliyordum; bu insanların hiçbiri boş gelmemişti, her biri cebinde mutlaka bir şeyler taşıyordu; izin sırasında beklenmedik bir şekilde hastalandığını ve bu nedenle işe zamanında başlayamayacağını belirten bir sağlık raporu ya da acilen tercüme edilmesi gereken bir trafik kazası raporu veya posta kutusunda bulduğu Yabancılar Dairesi’nden gelen bir mektup…
Bugün işim zordu. Tanrım, sana sığınıyorum utandırma beni, dedim ve kapıyı açtım.
2.
Sosyaldanışman’ın bir günü bir gününü tutmaz; her günü ayrı bir tiyatro sahnesidir ve çoğunlukla da o sahnede sergilenen bir oyunda birden fazla rolü oynamak zorunda kalan bir oyuncu gibidir. Kapımın her açılışında, ziyaretçimin dertlerine, sıkıntılarına ve davranışlarına bağlı olarak oynadığım oyunun ve rolümün metnini değiştirmek zorunda kalıyormuşum gibi geliyordu bana zaman zaman.
İşte o yaz tatilinden sonraki ilk danışma günü, vakit ikindiye yaklaşıyordu, sabah saat sekizden beri aralıksız çalışıyordum. Böyle bir günde öğlen paydosu yapmak kimin haddine, ipe götürürler adamı. Arada bir evden getirdiğim iki dilim yağlı ekmekten bir ısırık alıyor işime devam ediyordum. Bekleme odası olarak kullandığımız koridor da hâlâ tıklım tıklım doluydu. Odamda görüşme yaptığım ziyaretçinin/müvekkilin işi daha bitmemişti ki, birden bire, odamın kapısının bir hışımla açılmasıyla irkildim.
Gelen Hubuyar Efendi’ydi. Dışarıda sırasını bekleyen onca kişiyi umursamadan, teklifsizce içeri dalmıştı.
Arkasını dönmeden kapıyı kapatmış, üst dudağının kıvrımında hafif bir gülümseme, bize doğru bakarak, başıyla, ben geldim der gibi bir selam çaktıktan sonra, karşı köşede kitap raflarının önündeki koltuklardan birine oturuvermişti.
Kendinden o kadar emin ve hareketleri o kadar sakindi ki, görseniz büromuzun emektar bir mensubu sanırdınız. Hubuyar Efendi’nin, tüm danışma gizliliğine aykırı düşen bu kural dışı davranışı, karşımda oturan müvekkilimi ya hiç rahatsız etmemişti ya da adamcağız çekindiğinden sesini çıkaramamıştı.
Hubuyar Efendi koltuğuna iyice yerleştikten sonra, bir köy kahvehanesinde oturuyormuş gibi rahat, bacak bacak üstüne attı ve ceketinin cebinden siyah boncuklu tespihini çıkardı, çekmeye başladı.
Ve sonra? Sonrası hiç; ben sesimi çıkarmadım, Hubuyar Efendi istifini bozmadı, karşımdaki müvekkilim ise, ne hikmetse işi bitinceye kadar bir daha konuşmadı; Hubuyar Efendi gelmeseydi daha uzun hikayeler anlatabilirdi belki. Çünkü yurttaşlarım konuşkandır bilirim, ben onları öyle tanıdım. Hele ki, birilerinin kendisine kulak verdiğini fark etmeye görsünler, anlatırlar; kimi zaman tatlı sevecen, kimi zaman tuzlu biberli.
Müvekkilimin işi bitince, yerinden kalkmaya yeltendiğini hisseden Hubuyar Efendi bir anda ayağa fırladı, bacaklarını pergel gibi açarak iki uzun adımda geldi, kocaman bir gülümsemeyle karşımda boşalan sandalyeye oturdu.
“Eee, yeğenim! Görüşmeyeli nasılsın”, demez mi?
3.
Hubuyar Efendi danışma büromuzun müdavimlerindendi. Elli yaşlarında, uzun boylu, geniş omuzluydu. Değirmi yüzünde basık burnu, geniş alnı ve iri siyah çekik gözleri Türk’ten çok bir Tatar’ı andırıyordu. O zaman daha yirmili yaşlarımda olan ben, bir sosyal danışman için memleket insanlarıyla iletişim konusunda oldukça genç ve deneyimsiz sayılırdım. Müvekkillerimin çoğu benden neredeyse bir nesil daha yaşlıydı ve bize ev sahipliği yapan bu ülkede benden tamamen farklı yaşam deneyimleri vardı kuşkusuz.
Danışma büromuzun açılmasından sonraki ilk birkaç hafta içinde sık sık, merak edip beni görmeye, tanımaya gelenler oluyordu.
O günlerden birini hâlâ hatırlıyorum. Kısa boylu, sıska, pamuk beyazı saçlı bir adam kapımı çaldı, içeri aldım. Beni nazikçe selamladıktan sonra, memleketin neresinden olduğumu sordu, söyledim. Bir kaç tutarsız sorusunun ardından, bakışlarıyla hayvanat bahçesinde bir egzotik hayvanmışım gibi beni merakla incelediğini gördüm. Tavırlarının farkında olduğumu vurgulayan bir ses tonuyla ona, ziyaretinin asıl nedeninin ne olduğunu ve benden ne istediğini sorduğumda, sırıtarak özür dileyip, kasabada söylenenlerin doğru olup olmadığını görmek için geldiğini söyledi. Sonradan öğrendim ki, memleketinde ilkokulu bile bitirip bitirmediği meçhul olan kasabanın hatırı sayılır bu adamı, bir ara sokakta bir dikiş makinesiyle pantolon paçası kısaltan tamir-terzi bir vatandaşımız imiş; kalburüstüymüş sözde. Bir de -yine sonradan öğrendim; memleketten hemşerimmiş üstelik. “Sizin oralıymış Nuri, hele git de bir bak hele!”, demişler, o da gelmiş.
Uzun lafın kısası; yine bir danışma günü kapım çalındı. Utangaç, kibar bir adam çekinerek içeri girdi. Buyur ettim, karşımdaki sandalyeye oturttum. Kısa bir süre önce dört haftalığına gittiği memleket izninin son haftasının ortasında maalesef hastalandığını ve mecburen doktora gitmek zorunda kaldığını, doktorun da ona iki hafta hastalık nedeniyle istirahat izni verdiğini anlattı. Aslında doktor ona, istirahatın bitince yine gel, bir hafta daha yazayım, diyesiymiş, ama o istememiş. Sonra elini ceketinin cebine attı, dikkatlice katlanmış bir kağıt parçası çıkarıp, masanın üzerinden uzattı. “Sağlık raporu!” Almancaya tercüme olacak, dedi.
O adam Hubuyar Efendi’den başkası değildi.
Sağlık raporunu alıp diğer evrakların bulunduğu yığının üzerine koyduktan sonra, Hubuyar Efendiye döndüm, iki gün sonra gel tercümeni al, dedim; gitti.
Ertesi gün, Hubuyar Efendinin raporunun tercümesini yapmak üzere daktilomun başındaydım; metin kısmını bitirmiştim, sıra imza kısmına gelmişti.
Resmi evraklarda tercümenin en kolay kısmı, tarih, mühür ve imza kısmıdır. Rakamın, imzanın tercümesi olmaz mı? Olmaz. Mühür için ise hedef dilde ‘Mühür‘ yazar geçersin. İyi de; imza sahibinin adı soyadı nasıl olacak? Hubuyar Efendinin raporunun işte tam burasında imza sahibinin adını görünce, aklım karıştı.
Raporun altında Dr. Şinasi Moran yazıyordu.
Anadolu insanı toprağından kopamaz, ayağını kesemez; göbeği anayurdunda, baba ocağının bir köşesinde gömülüdür; nereye göçerse göçsün bir yanıyla oradadır; memleketini, toprağını anımsatan ufacık bir kıvılcım, bir çıngı yüreğini hoplatır…
Bana da öyle oldu.
Bu iki sözcük ve başındaki Dr. kısaltması aldı beni taa çocukluk yıllarıma götürdü. O anda kuş olmuş kanatlanmışım da kasabamızın üzerinde uçuyormuşum gibi bir duyguya kapıldım; kasabamızın sokakları, okulum, okulumuzun az ilerisindeki biricik doktorumuz Şinasi Moran’ın muayenehanesi ve kapısının önünde duran siyah renkli otomobili, arkadaşlarım ve bir çocuğun dünyasını oluşturan daha ne varsa bir çiçek tarlası gibi gözlerimin önünde diziliverdi.
Bugün, bu satırları yazarken, o yıllarda nasıl bir ruh halinde bulunduğuma, doğduğum topraklara ne kadar derin duygu ve hasretle bağlı olduğuma şaşırmadan edemiyorum. Belki de, artık geri getirilmesi mümkün olmayan geçmişimdeki her güzel anıya sarılmamı sağlayan içinde bulunduğum yalnızlık duygusuydu, kimbilir?
Bizde, denize düşen yılana sarılır, derler. İş göremezlik belgesinin altında adı geçen Doktor, yani Hubuyar Efendi’yi muayene eden ve hastalık iznine çıkaran adam, Şinasi Moran, memleketimden tanıdığım bir doktordu. En nihayet, hemşerilerim arasında yıllar öncesinden tanıdığım birini tanıyan birini bulmuştum! Bir tüy gibiydim, üfleseler uçacaktım!
Bir sonraki danışma günü, perşembeydi, Hubuyar Efendi’yi daha yakından tanımak ve Dr. Şinasi Moran hakkında daha fazla bilgi almak için sabırsızlanıyordum. Arada bir koltuğumdan kalkıp kapıya gidiyor, orada olup olmadığını görmek için bekleme odasına bir göz atıyor, tekrar masama dönüyordum. Öyle ki, gülünç derecede çocuksu bir ruh halinin büyüsünde, danışmamı bile yarıda bırakıp çarşıya Hubuyar Efendi’yi aramaya çıkabilirdim.
Öğlen olmuş, paydos saati gelmişti. Her zamanki öğle tatilimi düşünmedim bile. Büromun kapısını açık bıraktım, masamın başına geçtim ve Hubuyar Efendi’yi beklemeye başladım.
Aklımda hep o vardı. Demek ki, diye düşünüyordum, Dr. Şinasi Moran bizim kasabadan ayrıldıktan sonra, Hubuyar Efendi’nin kasabasına tayin olmuş, tesadüfe bak!
Dedemin kardeşinin oğlu olan amcam devlet hastanesinde onun asistanlığını yaptığı için Dr. Şinasi Moran’ı tanıyordum. Onu okulumuzdaki aşılar sırasında da bir veya iki kez görmüştüm. Adını da Hubuyar Efendi’nin sağlık raporunun altında okuyunca, karşımda bir yakın akrabamı, bir amca ya da memleketimdeki ailemden birini görmüş gibi hissetmiştim kendimi.
Vakit ilerliyordu. Öğleden sonraydı ve Hubuyar Efendi hâlâ ortaya çıkmamıştı. Tercümesi bitti; bugün gelmesi lazım, az sonra mutlaka gelir, diyor, kendimi teselli ediyordum. Benim derdim, emek verip yaptığım çeviriyi alması değil, çocukluk yıllarımdan birini tanıyan bir adamla konuşmaktı.
Akşam oldu ve Hubuyar Efendi o gün gelmedi.
Aradan beş gün geçmişti, günlerden salıydı ve danışma günüydü. Odamın kapısını aralık bırakmıştım. Öğleye doğru, saat on ikiden az önce, açık kapımın önünden bir gölge gibi koşarak geçtiğini ve bekleme odasında sıraya girdiğini gördüm. Hubuyar Efendi’yi hemen tanımıştım. Karşımda oturan müvekkilimden özür dahi dilemeden görüşmeyi yarıda kesip sandalyemden kalktığım gibi kapıya koştum: “Gel Hubuyar Efendi, içeri gel!”, diye seslendim. Bekleme salonunda bir sessizlik oldu; herkes şaşırmıştı. Kim olursa olsun sırada o kadar bekleyen insan varken bir kimsenin, adımını atar atmaz, adıyla sanıyla içeri davet edilmesine şaşırmışlardı.
“Ben mi?” der gibi, sağ elinin işaret parmağı ile göğsünü göstererek, şaşkın şaşkın yüzüme bakan Hubuyar Efendi kulaklarına inanamamıştı.
“Evet sen Hubuyar Efendi, sen! Gel, içeri gel!” diye çağırdım. Odamın kapısını ardına kadar açtım, içeri girebilmesi için kenara çekildim, saygıyla yol verdim. Adamcağız neye uğradığını şaşırmış olmalıydı ki, odanın tam ortasında ayakta kala kaldı. “Otur Hubuyar Efendi, otur, ayakta kalma!”, dedim ziyaretçi köşesindeki koltuğu gösterdim. Hubuyar Efendi şapkasını çıkardı ve uslu bir çocuk gibi koltuğa oturdu. Artık bu köşedeki yer onun danışma merkezimizdeki kalıcı yeri olmuştu.
Tüm bunlar olurken işi yarıda kalan müvekkilim ses çıkarmadan yerinde hâlâ oturuyordu.
Az sonra görüşmeyi bitirmiş, müvekkili evine yollamış ve biz Hubuyar Efendi ile baş başa kalmıştık ki Hubuyar Efendi koltuğundan usulca kalktı, çekingen adımlarla geldi karşımdaki sandalyenin ucuna ilişti. Şaşkınlığı hâlâ geçmemişti. Benim ise keyfim yerindeydi. Kısa bir hal hatırdan sonra, sohbetimiz kendi seyrini aldı ve ben lafı fazla dolaştırmadan, önümdeki tercümeyi işaret ederek, bu hastalık raporunu veren doktorun nasıl biri olduğunu sormaya başladım. Ak saçlı, hafif kambur ve yaşı geçkin birisi mi, diye sordum. “Evet!”, dedi Hubuyar Efendi tereddüt etmeden ve kaşlarını kaldırıp bana şöyle kısa, manalı bir bakış fırlattı. “Deme ya?!” dedim sevinçle. “Eski, siyah bir arabası da var mı, 1950 model, Ford, sırtında kamburu olanlardan?”, He he! Aynen öyle, tam tarif ettiğiniz gibi, diye ekledi.
“Doktor Şinasi Beyi ben yakından tanırım!”, dedim gözlerimin içi gülerek, “Benim hemşerimdir, aynı kasabadanız. 65-70 yaşlarında vardı o zaman. Şimdi epey yaşlanmıştır mutlaka, değil mi?”
Hubuyar Efendi sorduğum her soruya “Evet” cevabını veriyor ve benim de heyecanım gitgide artıyordu, öyle ki sorularımdan hiç birine yanıt vermediğini, sadece “evet” diyerek onayladığını ve her seferinde sandalyesini masaya doğru biraz daha yanaştırdığını, bana biraz daha yaklaştığını ve başını kaldırarak arkasına biraz daha yaslandığını fark etmemiştim.
Sohbetimiz yemek molasına kadar sürdü. ‘Yemekteyiz’ diye kapıya not bıraktım, kilitledim ve Hubuyar Efendi’yi davet ettim, birlikte yemeğe çıktık.
Yemekten sonra ayrılırken, “Memlekete gidecek olursan, Dr. Şinasi Bey’e benden çok selam götürmeyi unutma. Adımı ver, yanında çalışan sıhhiyenin yeğeniymiş dersin!” diye de tembihledim.
4.
Neredeyse her şeyin doğal olarak gerçekleştiği garip bir dünyada yaşıyoruz; hayatımızı, onlardan beklediğimizden farklı düşünebilen, hisseden ve davranan insanlarla paylaştığımız bir dünyada…
Hubuyar Efendi, pek çok Anadolu insanı gibi iyi kalpli, kibar, utangaç bir adamdı. Bu garip karşılaşmadan sonra beni daha sık ziyaret etmeye başladı. Arada bir akrabalarını, arkadaşlarını ya da tanıdıklarını yolluyor, bana selam gönderiyordu. Kapıyı çalan, beni Hubuyar Abi gönderdi, sana çok selamı var, diyor karşıma dikiliyordu. Bu ziyaretçilerin sorunlarını, çoğu kez yorucu da olsalar, onun ve ortak tanıdığımız Dr. Şinasi Moran’ın hatırına genellikle çözmeye gayret ediyordum. Her yıl, tatil dönüşü ihmal etmiyor, yanına da mutlaka birilerini takarak ziyaretime geliyor, Dr. Şinasi Moran hemşerimden kucaklar dolusu selam getiriyor, onun adına beni kucaklıyor ve iki gözümden öpüyordu.
Yıllar su gibi akıp gidiyordu. Oğlum sekizinci yaşını bitirmiş, benim de saçlarıma aklar düşmeye başlamıştı. Anadolu insanı toprağından kopamaz, dedim ya hani, bir yaz tatilinde oğlumun elinden tuttum memlekete götürdüm; baba toprağını görsün, bilsin istiyordum. Öyle ya: “Gitsek de gitmesek de” ile olmuyor ki. Gitmediğin, görmediğin, tanımadığın o yer nasıl senin olur?
Kasabamızda ölen ölmüş, göçen göçmüştü; geride kalan eski tanıdıklar, akrabalar ve beni hâlâ hatırlayabilen çocukluk arkadaşlarımla buluşmuştum. Bir öğleden sonra iki eski okul arkadaşımla kasabamızın tek fotoğrafçısı Gıdık İsmet’in, babası Galip Efendi’den kalma dükkânının önünde, kaldırıma oturmuş, çay içip geçmiş günlerden konuşuyorduk. Dükkânın camekânı düğün fotoğrafları, yakışıklı genç erkeklerin portreleri, askerlerin ve kasabanın futbol takımının renkli resimleriyle donatılmıştı. Oturduğum yerden, arada bir camekâna doğru bakıyor, sonra da dönüyor, fotoğraflardaki kişilerin kimler olduğunu merakla arkadaşlarıma soruyordum.
Fotoğrafçı Gıdık İsmet, camekânda sergilenen fotoğraflardaki kişilerin isimlerini merak ettiğimi hissedince, bir ara dükkânına girerek gözden kayboldu. Bir süre sonra elinde büyükçe bir kutuyla döndü. Kutunun içi bir yığın siyah beyaz fotoğraflarla doluydu. Altına bir tabure çekti, yanımıza oturdu. Gıdık İsmet, iki dizini birleştirip üstüne oturttuğu kutudan fotoğrafları tek tek çıkarıyor, tozunu üflüyor, parmağıyla gösterdiği kişileri adlarını da söyleyerek, kaç yaşında olduklarını, fotoğrafın nerede, ne zaman çekildiğini açıklıyor ve sonra da sırayla bize uzatıyordu. Fotoğraflar çok eskiydi; kimisinin rengi uçmuş, kimisi kırılmış, kimisi de bir ucundan yırtıktı. Elimde tuttuğum eski bir fotoğrafta gözüme ilişti hemen; o idi!
Her hangi bir şeyi ya da kimseyi, aradan yıllar da geçse, bıraktığınız gibi anımsarsınız. Fotoğraf yeni olsaydı, belki de tanıyamayacaktım.
“Ya, bu bizim Dr. Şinasi Moran değil mi, lan?” diye sordum heyecanla.
“Vay be, hâlâ unutmamışsın adamı!”, dedi yanımdakiler.
“Elbette,” dedim. “Almanya’da bir arkadaşımın doktorudur o!”
“Bak hele! Yapma ya!” diye hayret ettiler.
Bir sözcüğün bir kapıyı açtığı ve o kapının da peş peşe başka kapıları açtığı zamanlar vardır.
Almanya’da vatandaşlarım arasında Dr. Şinasi Moran’ı tanıyan birisinin olduğunu anlatmaya başladım.
Dr. Şinasi Moran ile temas halinde olduğumu, onun hâlâ kasabamızın sadık bir vatandaşı olarak kaldığını, burada uzun süredir yaşamamasına rağmen bizi ve kasabamızı asla unutamadığını, her sene bana selam yolladığını, büyük bir gururla anlattım. Hatta bir keresinde de müvekkilim ile bana bir kese kağıdı dolusu leblebi bile gönderdi. Oranın leblebisi meşhurmuş, diye ekledim.
Şaşkın bakışlarla hikayemi dinliyor, sözümü kesmiyorlardı. Ben de hararetle ha bire anlatıyordum. Lafım biter bitmez, başladılar gülüşmeye. Aralarından biri, “Anam anam; delikanlıya bak be!” dedi, “o kadar ekmek yemişsin ama hâlâ büyümemişsin.” dedi ve ekledi, “Sakın ha anan duymasın, dizini döver, yüreğine iner kadının!”
Arkadaşlarımın sözlerinden, gülüşmelerinden bir anlam çıkaramamıştım. Fotoğrafçı Gıdık İsmet, hâlâ elimden bırakmadığım fotoğrafı çekti aldı, parmağını resminin üstüne bastırarak: “Bu adam,” dedi, “canım gardaş, bu Dr. Şinasi öleli çook oldu!” Sonra: “Senin Almanya’daki o arkadaşın var ya, rezil herifin tekiymiş, adam sana yıllarca yalan söylemiş, parmağında oynatmış seni. Doktor Şinasi kasabamızdan hiç ayrılmadı ki, burada yaşadı, burada çalıştı ve burada da öldü. Aha şuraya da gömdük!” dedi, parmağıyla kasabamızın mezarlığını gösterdi. Ağzım açık kaldı.
“Sen insanları yeterince tanımıyorsun daha,” dediler, hep birağızdan. Ve her biri, ayrı ayrı, farklı sözcüklerle, “bu tür gizli, küçük burjuva numaralarını keşfedebilmek için senin, muhtemelen daha çook tekne ekmek yemen lazım” dediler ve bana bir bardak çay daha ısmarladılar.
Onlara veda ederken yol azığı yerine de, bir başka şey verdiler: Köklerimin olduğu yerde, orada kalsaymışım, insanları daha iyi tanıyabilir ve onlardan kesinlikle Almanya’dakinden çok daha fazlasını öğrenebilirmişim!
5.
Şimdi sonbahar güneşi altında bir nar gibi parlayan o yaz yanığı değirmi yüzü ve Dr. Şinasi Moran’ın az sonra masamın üzerine koymak üzere cebinde taşıdığı selamı ile karşımda oturuyordu Hubuyar Efendi.
Bir süre ne yapacağımı bilemedim. Olup biteni yüzüne vurmak, Hubuyar Efendiyi mahcup etmek istemiyordum.
Üstelik Hubuyar Efendi’nin kabahati neydi ki, onu bu şekilde davranmaya ben zorlamamış mıydım? Adamcağız kasabamızın doktoru Şinasi Bey’i nereden bilsin? Onun doktoru Şinasi Moran, tesadüfen aynı adı taşıyan bir başkasıydı. Hubuyar Efendi’nin tek kabahati, her lafıma “he he” demesi değil miydi? Sonra; kim istemez gurbet elde eli kalem-dili kelâm bir dostunun, arkadaşının olmasını!
Onu engellemeli, utandırmamalıydım.
Yıllardır onun bana gülümsediği gibi, başımı kaldırdım gözlerinin içine baktım, gülümsedim. Yüzümdeki dostane ifadeden cesaret alarak, “Dr. Şinasi Moran …” der demez, ama gerisini getirmesine, kim bilir kaçıncı kez tekrarlayacağı sözlerinin dudaklarından dökülmesine fırsat vermeden, sözünü kestim: “Evet,” dedim, “duydum, Allah rahmet eylesin, başımız sağ olsun, vefat etmiş.” Hubuyar Efendi’nin lafı ağzında kaldı, neye uğradığını şaşırdı ve ben o anda bir aslanın nasıl evcil bir kediye dönüştüğünü gördüm; sustu, çıtı çıkmadı, yüzüme bakmadı, öylece kaldı. Elinde tuttuğu kağıt parçasını tekrar cebine koydu, sonra ayağa kalktı ve tek kelime etmeden ofisten çıktı gitti.
O günden sonra ondan bir daha haber alamadım. Danışma merkezime gönderdiği insanlar ise uzun yıllar kapımı çalmayı sürdürdüler.
“Tüm insanlar aynı sözleri kullanır ama birbirlerini anlamazlar.” Octavio PAZ
Evet arkadaşım, ayrılıklar diyorum. Ayrılıkların hiçbirini ben yaratmadım ama dayatılan her ayrılığın getirdiği yıkımları da ben yaşadım. Acıların bedeli, her zaman birinci tekil şahıs tarafından sessizce ve umarsızca ödenmiştir. Başı karlı onurlu Kafkas Dağları gibi sakallarımı örten aklar, bu bedelin kanıtlarından sadece bir tanesidir. Arsız olsaydım eğer, gamsız olsaydım, “biri biter, biri başlar, biri gider, biri gelir” deseydim, bazıları gibi hiçbir şeyi umursamasaydım eğer, bu incinmiş yüreğimde kederleri değil de, duyarsızlığı konuk etseydim eğer, acıları değil de, sevinçleri ve mutlulukları bulurdum.
Hayıflanmıyorum. Eğer’li cümlelerin benim yaşamımda yeri olmadığını biliyorum. Bu tür sevinç ve mutlulukların yüreğimde kök salmayacağını biliyorum. Ayrılıklar ve acılar gibi, gerçek sevinçlerin ve mutlulukların da bedelinin olduğunu biliyorum. Ne çok şey biliyorum, değil mi arkadaşım! Kısacası, hep aykırı, hep sıra dışı yaşamayı seçen bir insan, bunun bedelini de ödemek zorundadır ve öder!
Yaşamak nedir arkadaşım?
Bir iş, bir eş, toplumda parasal kazançla orantılı olan bir yaşam, giyim-kuşam, dışarıda akşam yemekleri, güdük beyinli dar bir çevrede sahte iltifatlar, insan sıcaklığının yerini hiçbir zaman tutmayacak olan son model ithal araba, televizyon, elektrikli ev eşyaları, ev, yazlık ve benzerleri midir? Bunlar, insanın yaşamını kolaylaştıran araçlar mıdır, yoksa, insanın yaşamını daha da zorlaştıran ve insanı insanlığından uzaklaştıran amaçlar mı? Böyle yanılsamalı ve yanılgılı bir ortamda, sen beni ne kadar anlayabilirsin ki arkadaşım?!
Evet, sen de yalnızsın, ben de. İkimiz de kalabalıklar ortasında yalnızız. Sen kendini yaşayamadığın, bense kendimi yaşadığım için yalnızız! Her ikimiz de şu veya bu şekilde, yaşadıklarımızın bedelini ödüyoruz, suskunluğun ağırlığı altında ezilerek. “Dilce susulup, bedence konuşulan” bu ortamda, susmak, belki de en büyük erdemdir. Oysa kimsenin kimseyi anlamadığı bu yabancılaşma ortamında, insanlar ne çok konuşuyorlar arkadaşım. Kabarık cinsel organların ve kabarık cüzdanların konuştuğu bu tiksinç ortamda sözün ne hükmü var? Söz yalancıdır, bazen göz de yalancıdır! Yalansız, içten ve dürüst olan yürektir. Söz susmalı, yürek konuşmalı.
Hep aynı şeyleri duymaktan bıkmadın mı arkadaşım? Bulutların rengini bile tahrip ve tahrif ediyorlar. Ve gökyüzünün gerçek rengini bir türlü görmüyorsun. İşte başlı başına bu bile mistifikedir ve sen hep aldanıyorsun.
İçimde bir çocuk var; incinmiş, küskün, ağlamaklı… Bu çocuk içimde hep var. En güzel masalları kirletilmiş, umutları çalınmış, düşleri katledilmiş, inançları işgal edilmiş, yüreği ezilmiş bir çocuk. Her gün içimizde bir çocuk öldürmüyor muyuz arkadaşım? Her gün insanlığımızı öldürmüyor muyuz?
Yaşamak nedir arkadaşım? Her gün aynı şekilde, tekdüze, kuru, yavan ve sıradan yaşamak, yaşamak mıdır? Bir şeylere ya da bir yerlere tutunmuşluk ya da tutunamamışlık yanılsaması ve esrik konfora düşkünlükle yaşamak, yaşamak mıdır?
Her ilişkide bir şeyler kazanırken, her ilişkinin bitişinde çok şeyler yitirdim. Sığ yüreklerine dürüst ve içten sevgileri sığdıramayan insan müsveddelerini, ağrıyan bir diş gibi söküp attım bu okyanusları kucaklayan yüreğimden. Her ilişkide en çok yorulan neden hep ben oluyorum? Hep yoruldum. Sevgi, özveri, güven ve emek, ilişkileri ayakta tutmaya yeter de artar bile. Oysa insanlar, her şeyi en kestirme, en kolay, en zahmetsiz yollardan elde etmek istiyorlar. Herkes bir şeyler kazandığını sandıkça yitiriyor. Böyle yaşamak, yaşamak mıdır arkadaşım?
Ben, hep sevdikçe özgürlüğü tattım. Sevdikçe çoğaldım, güzelleştim, özgürleştim. Hayatın yıkıcılığına karşı, sevginin yaratıcılığı ve yaşatıcılığıyla onurlu barikatlar kurdum. Hayatın yıkımlarına sevgiyle direndim. Oysa bu barikatlarımı ve direncimi ilk önce sevdiklerim yıktı. Duygularım incinip örselendikçe, kedere ve yalnızlığa boğuldum. Duyarsız yüreklere kurban verdim iyimserliğimi, özverilerimi, sevinçlerimi. Horlandıkça, dışlandıkça, aşağılandıkça yavaş yavaş geri çekildim bencil kalabalık arasından. Geri çekildikçe yalnızlıkla tanıştım… Ve yalnızlığa sığındım.
Şair, “Sevmek, insanın en büyük acısıdır” diyor. Çok doğru. Ben de derim ki; sevmek, insanın en büyük yalnızlığıdır.
“durgun yıllarda gelmiş olanlar dünyaya anımsamazlar geçtikleri yolları; biz Rusya’nın korkunç yıllarının çocukları gücümüz yok hiçbir şeyi unutmaya.”
“Eski dünyanın kölesi olarak kalıyoruz hala. Daha büyük bir kötülükle lanetlenmişiz: uyku ve yemek gereksinimlerinden kurtulamıyoruz. Kimileri kuracak, diğerleri yıkacak, çünkü ‘her şeyin bir zamanı var’ ama yapmaya ve yıkmaya hiç benzemeyen üçüncü bir güç çıkana kadar herkes, köle olarak kalacak.”- Mayakovski’ye göndermediği mektubu, Aralık 1918
16 Kasım 1880’de Rusya’da St. Petersburg’da soylu bir aile üyesi olarak doğan ozan, yazar, eleştirmen, çevirmen ve yayıncı Aleksandr Aleksandroviç Blok’un, babası Alexander L. Blok (1852-1909) tanınmış bir avukat ve Varşova Üniversitesinde hukuk profesörü, annesi Alexandra Andreevna ise yine eski bir aileden gelen bir şairdi.
Anne ve babasının ayrılmasından sonra Petersburg Üniversitesi rektörü olan botanik profesörü dedesi Andrey Nikolayevich Beketov’un (1921-1902) evinde büyüdü.
Dede Beketov Blok, St. Petersburg’da önce hukuk sonra tarih ve felsefe öğrenimi gördü ve 1906’da mezun oldu. Başta Fransa ve İtalya olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde bulundu. Periyodik elementler tablosunu bulan tanınmış bilim insanı Dmitri İvanoviç Mendeleyev’in kızı profesyonel bir oyuncu ve bale tarihçisi Lyubof Mendelyeva ile evlendi ve ilk dönem şiirlerinin bir bölümünü 1904’te onun için yazdığı bir kitapta topladı. (Güzel Hanımefendiye Şiirler)
1906’da okulunu bitirdiğinde tanınmış bir ozandı artık. Şiirleri kadar birçok da oyun, müzik sözü, makale yazan, çeviriler yapan Blok’un dramaları; sanatsal değerleri ve tarihe ve var olan toplumsal duruma duyarlılığı nedeniyle büyük saygı gördü.
Olgunluk döneminde, Rusya üzerine kafa yorarak öncelikle siyasal temalar üzerinde yoğunlaştı ve klasik modellerden de yararlandı. İntikam, Benim Ülkem, Rusya, Kulikovo Sahasında yapıtlarında geleneksel Rusya dinsel geçmişinden zamanına uzanan bir yol aradı.
Birinci Dünya Savaşında 1916-1917 yıllarında cephede görev aldı. Rus Devrimi’nden sonra Devlet Tiyatroları yönetmenliği, Saint Petersburg Şairler Birliği başkanlığı, Zapiski Mechtatelei (Dreamers Notes) dergisinin editörlüğünü yaptı.
Petersburg’da doğan, burada ölen ve tüm sanatsal çalışmaları neredeyse bu kentte geçen Aleksandr Blok’un sanatında sisi, beyaz geceleri, genişçe akan Neva ırmağı ve Neva Caddesiyle bu kent teması ve imgesi çok özel bir önem içerir.
Son büyük çalışması On İki (1918), on iki askeri Saint Petersburg sokaklarına on iki havari olarak gönderen karmaşık bir canlandırmaydı. Son derece ironik ve çok sesli şiir, günlük konuşma, argo ve slogan dilini kullandığı bu deneysel çalışma Rus şiirinin ilk büyük yapıtlarından biri olarak kabul edildi.
Eşi Lyubof Mendelyeva ile
– Oh, Meryem Ana’mız Sen bize acı Bolşevikler okuyacak canımıza! Rüzgâr sert ve vurucu Ayaz da ondan geri kalmamakta! Bir burjuva, kavşakta. Kürklü yakasına gizlemiş burnunu.
Blok, devlet kurumlarında, Dünya Edebiyatı Yayınevi’nde çevirmenlik yaptı, devlet tiyatroları müdürlüğü üyesi ve Tüm Rusya Şairler Birliği’nin Saint Petersburg bölümünün başkanı oldu. 1919’da bir süre tutuklu kaldı, sorguya çekildi. Çeşitli devlet kurumları için ağır iş yükü altında çalışması, Devrim’den beklentisini bulamayıp düş kırıklığı yaşaması, ruhsal ve fiziksel olarak yorgun düşürdü. Blok’un üretmesine de engel oluşturan astım ve kalp rahatsızlığının yanı sıra kronik depresyon sorunu da vardı. Üç yıl boyunca hiç şiir yazmayan Blok, son çalışmalarından “Hümanizmin Düşüşü”nde (1921), Avrupa tarzının dağılmasından ve insanları gerçek kişisel çıkarları doğrultusunda rasyonel davranmaya ikna edebilecek kahramanların yitiminden yakındı.
Maksim Gorki‘ye “insanlığın bilgeliğine olan inancının” sona erdiğinden yakınan ve arkadaşı Korney Chukovsky’ye neden artık şiir yazamadığını “tüm sesler durdu. Artık olmadığını duyamıyor musunuz? Ses var mı?” diyerek aktaran Blok’un ruhsal sağlığı da durmadan geriye gidiyordu.
Düş kurulmaz, yok artık şefkat ve ün. Her şey bitti, geldi gençliğin sonu! Yok artık yalın çerçevede yüzün, Elimle masadan kaldırdım onu.
Ardından kalp kapakçığı iltihabı nedeniyle doktorlar ona yurt dışında tedavi görmesini önerdilerse de yurt dışına çıkmasına izin verilmedi. Maksim Gorki’nin onun vize alması için çabalaması da sonuç vermeyince Blok, 7 Ağustos 1921 tarihinde doğduğu kent Saint Petersburg’da öldü. Yurt dışına çıkış izni ölümünden üç gün sonra, 10 Ağustos’ta ulaşacaktı.
Gorki, insan üstü çabalarına karşın Blok’a yurt dışı tedavisi için izin alamaması konusunu, dostu yazar, eleştirmen ve eğitim komiseri Anatoli Vasilyeviç Lunacharsky’ye şöyle yazmıştır: “Blok, Rusya’nın en iyi şairidir. Eğer yurt dışına çıkmasını yasaklarsanız ve o ölürse, siz ve yoldaşlarınız onun ölümünden suçlu olursunuz.”
Varsın, üstünde ölüm döşeğimizin Uçuşsun bir karga sürüsü, bağırışlarla Tanrım, seyretsinler âlemini senin Kimler daha lâyıksa!
Aleksandr Aleksandroviç Blok, Ekim Devrimi’nin oluşumu ve sonrasında yaşamış onun sanat yaratıcılığı bu zamanda biçimlenmiştir. O, XIX. yüzyıl şiirsel arayışlarını sanatında tamamlayan Ekim Devrimi öncesi Rusya’sının son büyük şairidir. Bunun yanı sıra Rus Sovyet şiir tarihinin baş sayfası onun adıyla açıldığı gibi “Rus Yazınının Gümüş Çağı”nın en büyük temsilcisi de olan Blok’la Rus yazını gelişme dönemini tamamlamıştır.
Blok, soylu kökenli olmasına karşın tüm Rus sanat tarihçilerince “Devrim şairi” olarak da kabul görür. Modern Rus şiirinin oluşumuna büyük etki etmiş, geleneksel vurgulu heceli şiir tipinin yanı sıra, hecelerin toplam sayısına bakılmadan, her satırda belirli sayıda vurguya sahip olan şiir tipini Rus şiirine yerleştirmiştir.
Bütün avlu kapılarını geçtik, Ve gördük her pencerede, İş yüklemenin zorluğunu Her beli bükük sırta
Blok’un şiirlerinde yaşam, ölüm, yurt, Rusya, şeytan, kent ve çingene temaları önemli yer içerir. Onun sembolist şiirlerinden oluşan ilk kitabı 1903-1904 yıllarında eşi Lyubof Mendelyeva için yazdığı “Güzel Hanıma Şiirler” yapıtıdır. Beklenmedik Sevinç, Kar Maskesi, Gece Saatleri, Rusya Şiiri, Kötü Oyun, Meçhul Kadın, Meydandaki Kral, İskitler, On iki, Devrim ve Aydınlar gibi çalışmalar üretmiştir.
Yaz sıcakları da geçer kış fırtınaları da Geçer şenlikleriniz matemleriniz geçer Ve ben bastırmak için yüreğimdeki özlemi Bilinmedik bir türkünün doğmasını beklerim.
Puşkin ile sık sık karşılaştırılan ve belirttiğimiz gibi Modern Rus şiirinin öncülerinden ve Gümüş Çağı’nın en önemli şairi sayılan Aleksandr Blok’un genç şairler üzerindeki etkisi çok büyük olmuştur.
Kimi Bolşevik yöneticilerin onun mistisizmini ve çileciliğini küçümsemeleri, sanattan yoksun olmakla suçlamaları onu az da olsa entelektüel okuyucularından uzaklaştırsa da o Rus ve dünya şiirinde modern dil ve yeni imgeler arayan, ilk yıllarındaki sembolizm akımını zamanla aşarak özgün bir yola giren ve ünü günümüze değin azalmadan gelen büyük bir addır.
( Bu hikâye, İsmet Sungurbey hocaya, Allah’a yakın uçan ateist kuşlardan, Balatlı Yahudi köpeklerden, Eyüplü Müslüman kedilerden ve benden rahmet duasıdır. Dilerim duyulur)
Hastanenin mutfak personeli, dahiliyenin görece sağlam hastalarından seçilmişti. Çamaşırhaneninkiler ise oftalmoloji servisinden. Veba geçirmeyen parlak beyaz tafta ceketleriyle doktorlar ve idare şimdi de yana yakıla bir hemşire arıyorlardı cemaatte; Florence Nightingale mizacıyla balıklı ayazmadan kepçe kepçe şifa dağıtacak şefkat dolu bir hanım. Onca ilana, duyuruya, patrik çağrılarına rağmen tek bir başvuru olmamıştı. Üstüne üstlük bir de hükümetin hastaneye yaptığı tütün yardımını kesmesi, artık Valoukli koridorlarında elini kolunu sallaya sallaya gezen bir asabiyet olup çıkmıştı. Belki de bu yüzden doktorlar viziteler sonrası daha bol alkolle boğazlarını çalkalayıp, belli bir miktarın yemek borularından mideye sızmasına daha çok izin veriyorlardı aynaya son kez bakmadan, ceketlerini çekiştirmeden, genizlerini öttürmeden ve odalarını terk etmeden önce.
Sonra ben girdim kapıdan; Eleni
(Nevrasteni de vardı beraberimde, ayağını sürükleyen ve bana sürekli ‘hadi uyuyalım’ diyen.)
Kendimi kadın hastaları giydirip soyarken, yıkarken, günlük notlarını tutup, enjeksiyon ve gerekince pansumanlarını yaparken buldum. Gölgeler mi peşimde, ben mi gölgelerin izinde… bunu ayırt edebilmek için zamana ihtiyacım vardı. Geceleri koğuş koğuş gezmeme rağmen binadan çıkmaya ürküyordum başlangıçta. Hem dışarıda hem içeride ulumalar ve kokular giderek artıyordu sanki. Çağrı ya da itki; karar veremedim ilk birkaç ay. Silkinmek, giderek ağırlaşan, üstü kat kat dumanlı, içi kızıl kor astarlı esvabımdan kurtulmak istiyordum. Havaların da düzelmesiyle adım adım yol kat ettim ayazmaya; içimdekileri parçalamaya, kirimi akıtmaya, yaralarımdan koparacak balıklara doğru. Her gece bir adım. Ayazma suyunda, gecenin zifiri karanlığında, nilüferlerin, süsenlerin, su yıldızlarının hemen yanı başında yılanyastığında titreşen gümüşten dev ayın altında balıkların uyuması huzurluydu önceleri. İhtiyacım olan, o iri yaprakların altından çıkacak diye hissettim. Bekledim. Gelen giden olmadı. Sonra bir gece ansızın uyandırdım onları; işbirlikçim olsunlar diye. Kimseler beni yakalayamadı ayazmada yıkanırken, balıklar seyrederken. Günlerce. Kimse. Ben de suyun üstünde ve içinde titreşen her şeye, sundukları şifa karşılığında her gece masallar anlattım; fena palavra diye deliler gibi güldüklerini duydum sanki ara ara.
Ben Eleni.
Kapkara saçlı, kapkara gözlü Rum kızı.
“Beyefendi biz sadece tahayyül edebiliyoruz burada. Onlar bazen melek oluyor ama bazen de kiklop, golem, ya da siren oluyorlar. Şşşşşşt gittiğiniz sese dikkat ediniz. Zira biz hiçbir eri ve esiri es geçmiş değiliz. Apoletlileri de keza. Tabii ki biliyorum, hem de elifba’yı ezberlemeden çok daha öncesi günlerde öğrendim, her faniye iki göz iki kulak bir burun gerektiğini. Neden kızdınız anlamadım. Benim derdim, başının az üstüne kara bulutlar toplanmışlara kara gün komradlığı yapmak idi. Adi bir müzik istasyonuna isim listesi verir gibi size liste veremem ki. Tüm hastaları seviyoruz ve koruyoruz. Kavanozlarda mutlaka potasyum bromür, kinin, sülük, beat kuşağı ve hiç bağırsak sorunu olmayan birinin sıçması kadar kolay ve rahatlatıcı şekilde ölmek isteyen Céline saklıyoruz. Bu inanın onlara tafta ceketten, lokman ruhundan, altın tuzundan ve Largactil’den daha yararlı oluyor. Ve hayvancıklar beyefendi, ben onları Malta’daki sessiz şehrin daracık sokağına park etmiş Doğa Tarihi Müzesi’ni babamın zoruyla da olsa gezdiğimden beri çok seviyorum. Bendeki açık ismi – siz de yazın bir köşeye – Malta Tahnit Köşkü. Midemi bulandıran bir parafin kokusu vardı müzede. Çık buradan kaç bileti. Kuytu bir köşede eflatun harelerinde Anadolu’yu saklayan ametist, sabah güneşiyle odaya dolan çocukça bir esenlikti ama sonra birden bire beyefendiciğim, ortalığa gözler döküldü; onlarca, yüzlerce göz, dur durak bilmeden içinde bulunduğum odaya aktılar, saatlerce… Hayvanların içlerini doldurup ilaçlamışlardı bana dik dik bakabilsinler diye. Bir Nar Bülbülü’yle göz göze gelmenin bu kadar zor olabileceği hiç aklıma gelmemişti ve narin, parlak mavi kanatlarını çırpsın diye hiçbir Ulysses’e bu kadar çok yalvarmamıştım. Sonuç mu? Sorduğunuz şeye bakın! Sonuç kesinlikle öbür köşede hasır şapkalarını ve dürbünlerini camekân arkasında teşhir eden ornitologların gözlemlediği ve küçücük not defterlerine esriklikle sıraladıkları şen şakrak kargacık burgacık notlar gibi değil. Sonuç tıpkı Barents denizinin kapkara ve buz gibi derinlerindeki, bebek yüzlü, sarı saçlı Rus denizcinin taşsız gömütü gibi. Zehir gibi ölüm sessizliği ve kıyısında hâlâ oğlunu bekleyen anneninki gibi; ısrarcı, biteviye, yararsız; stepteki maki sanki.
Bakın, beni uzaklaştırmayın şimdi paroladan. Diyorum ki hayvanları hep çok sevdim. O yüzden şimdi sizinle kavga edemem. Bilmiyorsunuz tabii, nereden bileceksiniz, ben ‘Uygarlığı Küçümseyen Pasaklı Köpekler Okulu’ndan ileri derece ile mezun oldum, zehirli iğne bana vız gelir. Ve siz inanmayın ayazmanın karanlık sularına saçımın sapsarı yansımasına. Biliyorum yanılsama bu, siz de biliniz. Ama beyefendiciğim ama geceleri Velizade mezbahasına doğru ayaklarıma dolanan bağırsaklar ve doğacak güneşle beraber soluklarını yitirecek koyunlar ve kuzular… uykumu kaçırıyor… yardım edin bana! Ne olur! Ne olur yardım edin bana da biriktirdiklerimi kurtaralım hiç değilse. Hem bana yardım ederseniz Sadrazam Hazretleri’nden tütün keselerinin ağzını hastalarımız için biraz açmasını sağlayabilir ve hatta yatağınızın altına parmak parmak sürdüğünüz bokları tahta kafalı taftacıklar görmeden temizleyebilirim. Ne dersiniz? Duyamıyorum sizi? Yardım edin yalvarırım. Yardım edin bana balıklar. Koparın yaralarımı.
Balıklar balıklar balıklar…
Tarih: Plüton’un gezegenlikten kovulduğu, tüm gök haritanın feleğini şaşırdığı ve geri zekâlı küçük burjuva karılarının tik bahçe takımlarındaki beş çaylarında, etli döşlerini tutarak ‘ a ben terazi değilmişim…’ diye feveran ettikleri yıl. K. K. kolon kanseriyle savaşıyor diye herkesin yaşamak için isim soyadının baş harflerinden oluşacak bir illetle boğuşacağını düşündüğüm ay. Votka günü.
Yer: İstanbul -Yedikule
Koğuş No: 3036
İsim: Eleni
Ve onun söz arkadaşları; kafası hep alizeli simyacı Sem®a, yoksul yontu Dimitri.”
Yedi numaralı koğuştan şizofren Kâmuran Bey, Surdibi’nden gizlice toplayıp kaynattığı kediotunu içiyordu. Keyif, uyuşukluk ve ropdöşambr içindeydi mektubu uzatırken. Sertabip Apostolidis evirip çevirdi idrar, bok, kan ve çimen lekeli kâğıdı odasında. Emraz-ı akliye asabiye mütehassısı. Bu arada okuyucuya not; kızın anneannesi, bu marazı, evde ezanı her duyuşunda ayağa kalkıp ‘şefaat ya resul Allah, şefaat’ diye bağırarak bozmaya çalışıyor hâlâ.
Şifreyi çözemediler ta ki solgun yeşil üniformalı doktor, hastanenin hemen yanında artık hiç kullanılmayan eski ahıra –bilmem niye- girene kadar. İnce, yuvarlak çerçeveli gözlüğünü çıkardı. Gözbebekleri büyürken, eliyle burnunu kapadı. Yeni gargara yaptığı boğazından çok tuhaf, tiz gibi bir ses çıktı, geri geri adım attı, göz yuvalarında, yanak oyuklarına yüzlerce kurtçuğun ve sineğin yuvalandığı yan yana dizili onlarca küçükbaş kellesi ve kellelerden arta kalan yerlere sığışmış çoğu had safhada uyuz, bir deri bir kemik ve kimi bebekli, kaç itlaf, gariptir kaç sıcak yuva ve anlayışlı sahip atlatmış ama kesinlikle Fenerbahçeli Yedi Kule köpekleri ile dolu karanlık odacığa gözü alıştığında.
Başhekim, Eleni’ye bakıp “hâlâ ajite ve agresif, öncelikle sıcak su” dedi. Soydular ve yıkadılar Eleni’yi. Buharların içinden, “ Beni akıtmayın, çocuklarım bekler, nefes koyacağım yemek kaplarına daha” diye itiraz etti büzüşerek ve topuğuyla küvetin deliğini tıkayarak.
MILES DAVIS/MARCUS MILLER, MUSIK FROM SIESTA Lost in Madrid part II/Wind, Lost in Madrid part IV –gidenin ayrılık notu.
(Kalem de yasaktı kardeşim, kağıt da. Korkuyorlardı onlara karşı koymamızdan tek bir sözcükle bile. Tek bir sözcükle bile karşı konulabilir çünkü, bir kez yazılmış olan öylece kalır.
Ancak geceleri çıkarabiliyorduk bir parça kağıtla kırık bir kurşun kalemi.
Bundandır iyi anlaşılmıyorsa sözcüklerimiz. Okunaklı değilse, silinmişse, yarımsa ve birbirine karışıyorsa sesimiz.)
TANIŞMA
burda tutuyorlar bizi bu yüksek tavanlı oda bu kirli sarı ışık, bu kapı bu demir bu duvar –yoruyor kalbimi bunlar da pencereler yıldızlara çıkıyorum kesip her gece parmaklıkları
saksılarımız şurda duruyor bir gömleğin kolağzına gizlenmişti fesleğenin tohumu camgöbeği de güllere karışıp geldi geçen açık görüşte her gün birimiz suluyoruz sıraya koyduk bunlar da çamaşır ipleri eski çoraplardan büküyoruz
burası yatağım dün gece kırları taşıdım sizin için bulutlardan yastık yaptım yaslanasınız istediğiniz kadar alın götürün sizin için topladım bu deniz taşlarını bu vapur düdüklerini de alın bu martı seslerini de –cepleriniz var mı
biz şimdilik resimlerle yetiniyoruz gazetelerden kesip yapıştırıyoruz şuralara buralara arada kartpostal gönderiyor arkadaşlar yüzlerini gönderiyorlar düşlerini umutlarını –bir mendil gibi özenle katlayarak göz önünde bir yerlere asıyorum hepsini gittiğim her yere götürüyorum –yüreğim gibi yolların düş gezdiricisi diyorlar burda bana yılların umutlar gezdiricisi
bunlar kitaplarım bunlar da defterler –öğrendiklerimi yazıyorum, bir türlü bitmiyor öğrenilecekler o mu, ben bilmiyorum çalmasını ozanımızın sazı yüreğimizin tellerine dokunuyor arada söz verdi –hele şu iş bir bitsin hürriyet meydanı’nda çalacak hepimize sonra da hep birlikte kıyılara ineceğiz, biz de söz verdik ona uzak ülkelerden konukları gelecek de
senin adın yaprak olmalı –gözlerin ne kadar yeşil seninki deniz –bir mavi ancak bu kadar derin sen de çiğdem olmalısın –yoksa karıştırdım mı vakit doldu, akşam oldu hadi gidin aramasın anneniz bileğinizdeki mürekkep yüreğinize geçmesin biz bir süre daha buradayız sonra gene gelirsiniz çocuklar size ay tutmayı öğretirim o zaman
bu mu… yeşermiş dallarıyla bir koltuk değneğinden başka ne olabilir?
Ahmet Muhip Dranas’ın iki İstanbul’u vardır. Birincisi gençliğinin şehridir. “Şiirler, buluşmalar, aşklar, tığ gibi minareler, şarkı gibi düş gibi duygular” bu İstanbul’a aittir.
Diğer İstanbul ise şairin yaşlılığında döndüğünde karşılaştığı İstanbul’dur. Bu her iki İstanbul da “Yağma” şiirinde yer alır:
“Bir songün hali, bir taş taş üstüne; Hem mide, hem ruhta bir açlık, ejder Örneği saldırmada dörtbir yöne; Toz, duman, inilti, akıntılar, çöpler…”
Bir arena zalimliğini ve sahipsiz bir meydan çöplüğünü andıran bu İstanbul bütün inceliklerden kopmuş, zarafeti gerilerde bırakmış kaba, obur ve aç bir şehirdir. Değişim, geçmişin romantik duygular uyandıran kibar ve temiz muhitini beton ve arabeskle kirletmekle kalmamış, en müstesna semtleri hippileştirmiş, aşkın anlamını sevişmeye evriltecek denli bir yozlaşmayı da getirmiştir:
“O güzelim aşkın vücudu yağma, Şarkısı ne mahur beste, ne Itri… Tenekeler çalıp çığlık çığlığa Yarı bir sevişme, ayaküzeri.”
Değişimin her alandaki sonuçları Ahmet Muhip’te bireysel bir yakınma nedeni olarak var olur. Süreci nedenleriyle birlikte kavrayıp çözümleyici bir yaklaşım geliştiremediği için umutsuzluğu ve düş kırıklığı büyüktür. Şehre ilişkin her başkalaşma onda şehrin yok oluşuna ilişkin bir korku olarak karşılığını bulur. Gerçekte bu duygu geçmişine, anılarına bağlılığın bir sonucu olmalıdır. Psikolojik derinlikleri olan korumacı, sahiplenici İstanbul sevgisi, tahrip edici gelişmeler karşısında tam anlamıyla bir umutsuzluk ve düş kırıklığının kaynağı haline gelmiştir.
Ahmet Muhip Dranas. Ahmet Muhip şair inceliğiyle adını anmasa da İstanbul’unu tahrip edenler Anadolu’nun kıraç ve uzak yollarından bu şehre gelmiş, bu şehri geçim ve umut yurdu olarak tutmuş olanlardır. Ahmet Muhip’in İstanbul betimindeki ana çelişki bu şehrin yerlileriyle bu şehre sonradan akın akın göçmüş olanlar arasındadır:
“Ve o İstanbullular… doygun, uçuk, Sanki gelecek bir tufandan haber Almışlarcasına hep, çoluk çocuk, Göksel gemilere binip gitmişler.”
Bu gidiş öyle bir gidiştir ki, eski İstanbul’dan hiçbir iz kalmamıştır. Şaire göre İstanbul’u seven, koruyan bir eski İstanlullular cephesi vardır ve gidenler bunlardır. Yeniler ise şehre sonradan gelmiş olanlardır, şehri tahrip edenler de bunlardır. Bu nedenle de eskilerle yeniler arasındaki çatışma, uyuşmazlık gerçek bir mutsuzluk kaynağı olarak çıkar karşımıza Ahmet Muhip’te:
“Gidiş o gidiş… ve kimbilir kaç yıl Bu göç, fakiri, zengini elele Usulca… ve artık hiç… Hayal meyal Görünmüyorlar artık bulutlarda bile…”
Hızlı kentleşme ve koşutunda değişen ilişkiler, dönüşen sosyal hayat, kentin tarihi ve doğal yapısındaki tahribat, sonuçta şairin gençliğinin İstanbul’uyla kıyaslayarak yaklaştığı yeni İstanbul gerçekliği o kadar farklıdır ki “eskinin bulutlarda bile bulunamayacağı” duygusunu yaşatacak denli aslından uzak ve aslına yabancıdır. Anlaşılamayan değişim bir büyük düş kırıklığının ve bir onmaz umutsuzluğun kaynağı oluyor. Fakat Ahmet Muhip merdivenin uçuruma açılan son basamağında şair sezgisine tutunmaktan geri kalmıyor. Bir anlamda ilk yapması gerekeni yapıyor.“Yağma”nın son dörtlüğünde” değişimin kaçınılmazlığını anımsıyor. Buna inanmaya âdeta zorluyor kendini:
“Bir Tanrı ve tarih güzeli, tabu; Güneş ve sular mucizesi, bir giz… Her zaman sonsuz elbet, İSTANBUL bu. Körelen belki de biziz… kalbimiz.”
Bu dizeleri amansız bir düş kırıklığını ve çöküntüye yaklaşan umutsuzluğu aşma çabası olarak da değerlendirebiliriz. Onca ideolojik yanılgı içindeki bir şairin sezgi gücüyle, yani sanatçı duyarlığıyla yüzleştiği bir anın son sözcükleri olarak da.
İnsancıl, halkçı, memleketçi bir İstanbul sevgisi Ahmet Muhip’in uzlaşamadığı İstanbul’u Bedri Rahmi Eyüboğlu halkçı-insancıl bir duyarlıkla kucaklar. Anlamaya çabalar.
“Büyük Şehir” adlı şiirinde Bedri Rahmi İstanbul’u hallerinin tümü anlatılamayan, yüz kolla bile kucaklanamayan, işitilmek istense bütünüyle işitilemeyen, büyük gemilerin, dolu hanların, dolu hamamların şehri olarak tanımlar. Nâzım Hikmet’in “hâyı huy” şehri tanımını onda bulmuştur. İstanbul büyük bir şehirdir ve o gurbetle büyümüştür. Eyuboğlu büyük ve kalabalık şehrin bireydeki yansımasının altını gerçekçi ve insani bir duyarlıkla çizer:
“Gel gör ki her allahın günü Göz göze diz dize Tramvayda sinemada meyhanede mabette Herkes kendi murdar karanlığına gömülmüş Herkes gurbette.”
Eyüboğlu gurbet olgusunu “İstanbul Haritası” şiirinde daha da açımlar. Gurbetin gerçek garipleri Anadolu’dan gelmiş yığınlardır:
“Bir nokta yüz bin nokta Bir Anadolu’dur gelmiş meleşir boşlukta”
Bir başka şiirinde, “İstanbul Destanı”nda Bedri Rahmi, İstanbul’la ilgili duygu ve düşüncelerini daha kapsamlı ortaya koyar. İstanbul denince aklına gelenleri içtenlikle anlatır. Bu şiir, martının masalsı motiflerle betimlenmesiyle başlar. Bu motiflerin yarattığı çağrışım, şairi çocukluğuna, çocukluğunun geçtiği Anadolu’ya götürür. Şairin İstanbul’la ilgili çağrışım alanında martıdan başka “bir sepet yapıncak kınası, Kapalıçarşı, koca bir dalyan, Adalar, kuşlar, Tophane’de bir sokak, stadyum, Orhan Veli, Sait Faik, bir çingene kızı ve bir basma fabrikası” da vardır.
Bedri Rahmi Eyüboğlu. Tophane’deki sokağın anlatıldığı bölümde Bedri Rahmi Anadolu’dan gelmiş insanların büyük şehre tutunma mücadelelerinden kesitler sunar. Basma fabrikasının anlatıldığı bölümde ise fabrikada çalışan kızların dramı işlenir. “İstanbul’daki Anadolu” olgusuna bu şiirde daha kapsamlı ve ayrıntılı eğilen şair şehrin dokusuna tutunmaya çabalayan insanlarla aynı toplumun üyesi olmaktan kıvanç duyar, mutlu olur:
İnsancıl, halkçı, memleketçi bir duyarlık temelinde yükselir Bedri Rahmi’nin İstanbul sevgisi. Kültürel ögeler ve tarihsel dokuyla zenginleşir. Sevgisinin odağında bulunan halkçı yaklaşım onun ayrım sınırıdır. Halka, halkın değerlerine, onun günlük yaşam kaygılarına sırtını çevirmiş olanları alaycı bir dille eleştirir:
“Karşı radyoda gayetle mülayim bir ses Evlere şenlik Üstad Sinir Zulmettin Hacıyağına bulanmış sesiyle esner: Gam ü şadiyi felek Böyle gelir böyle gider”
İstanbul anlatımlarına halk gerçekliğini dâhil etmemiş olan Yahya Kemal’in de onun için bir öneminin kalmaması şaşırtıcı değildir:
“İstanbul deyince aklıma Yahya Kemal gelirdi bir eyyam Şimdi Orhan Veli gelir”
Eyüboğlu’nun İstanbul algısındaki farklılığın nedeni; ekonomik ve sosyal değişimi anlamaya çabalayan, gerçekliğin bilinciyle donanmış halk odaklı İstanbul sevgisidir.
Kalabalıklaşıp büyümesiyle Necati Cumalı’yı mutlu eden şehir Mehmed Kemal için bir üzüntü ve yakınma kaynağı olur. Şiirlerini halk dili üzerine kuran Enver Gökçe’de İstanbul, buruk bir hesaplaşma tınısı taşır. İstanbul dışındaki Türkiye kıtlığın, verimsizliğin, yoksulluğun hüküm sürdüğü yazgısına terk edilmiş bir ülkedir Ahmed Arif’te. Hasan Hüseyin ise, İstanbul’u Anadolu’yu yöneten, Anadolu’dan beslenen sömürü ve zenginlik sahiplerinin merkezi olarak görür CAFER YILDIRIM Denizine bakardı, odun boşaltan kayıklarını seyrederdi, sabahlarına uyanırdı. Bütün bunlar onu mutlu ederdi. Necati Cumalı da İstanbul’un sıradan olan yaşamından tat alan, mutlu olanlardandır:
“Serseri bir çocuk
Üç aylık bir suç tasarlıyor
Ne güzel ağaçları denizi sevmeye başlamıştık
Şimdi olan bitene sebepsiz sıkılıyoruz
Lokanta her akşam daha dumanlı
Kahve her akşam daha kalabalık”
(İstanbul Kışa Hazırlanıyor şiirinden)
Çevresindeki insanların gündelik sorunları, örneğin yaklaşan kışla başlayan odun kömür derdi, çocukların suça yönelmesi şairin mekân kaynaklı mutluluğunu örseler. İstanbul’un ona bağışladığı erinç duygusunu zedeler. Gündelik hayatın verdiği sıkıntı genel bir ruh sıkkınlığına dönüşür. “İstanbul Kışa Hazırlanıyor” şiirindeki kapalı duygu atmosferi “Kısmeti Kapalı Gençlik”te daha bir somutlanır ve doğrudan bir anlatımla yeniden kurgulanır:
“Üzgün kısmeti kapalı bir gençlik
Karşımızda canım İstanbul canım deniz
İçtik içtik kahırlandık bunca yıl dilsiz
Kimdik ki yaşamımızı berbat ettiniz
Sizlere el uzattık düşman gibi itildik”
Şiirin ilerideki bölümlerinden anladığımıza göre şairin kendisini de içlerinde gördüğü bu kesim şehre iş ve ekmek umuduyla Anadolu’dan göç etmiş olanlardır. Cumalı’nın genel bir yakınma düzeyinde dillendirdiği çelişki öyle anlaşılıyor ki İstanbul’daki Anadolu ile İstanbul’da subaşlarını tutmuş olanlar arasındadır:
“Fakat İstanbul dev gibi büyük bir şehir
İyi kötü günler görmüş geçirmiştir
Geceleri yorgun çocuklarının terli
Alınlarında o doğurgan ana eli
Dinlendirir dizlerinde ümitlendirir
Kimse alamaz elimizden bu ümidi
Bunca yıl bu ümit bizleri tutan dimdik
Neydik düne kadar daha üç beş kişiydik
Çektik kapıları çıktık evlerimizden
Meydanlara sığmıyoruz kardeşler şimdi”
Kendisi gibi dışarıdan gelenlerin çoğalmasındaki ümidin şairdeki karşılığı nedir? Çoğalmanın büyük şehrin açtığı hangi yarayı saracağını düşünüyor Cumalı, bilemiyoruz. Fakat meydanlara sığmayan kalabalıklar onu kardeşlik duygularıyla sarmakta, kendine güvenli bir duruşun sahibi kılmaktadır. Diyebiliriz ki Cumalı İstanbul’daki Anadolu’dan mutluluk duymaktadır. Bu tutumuyla Ahmet Muhip Dıranas ve onun çizgisindeki birçok şairde görülen seçkinci anlayışın karşısında yer almaktadır.
GEÇMİŞE DÖNÜK ÖZLEMİN ŞEHRİ
Mehmed Kemal, Evliya Çelebi’nin üslubuyla kaleme aldığı “Der Vasf-ı Stayiş-i İstanbul” adlı şiirinde Daha çok gözlemlere dayalı betimlemeler ve sınırlı yaşanmışlıklar üzerinden bir İstanbul fotoğrafı sunar.
“İstanbul şehri içre serseri gezüp
Semâ vü deryayı seyr ü temaşa eyledim
Belki mahzun gönlümüz şâd
Gamlı asrımız âbâd olur dedim
Baktım ki şöyle evleri var
Tarz-ı kâdim kârgir bina ahşap bina
Tarz-ı cedid beton bina uzanır
Yolları var kaldırımdır parke asfalt dolanır
Sakinleri kâfir olmuş islâm olmuş ne çıkar
Hepsi insan hepsi cana yakındır
Ben ol şehre hayran oldum tutuldum
Zira İstanbul büyüktür.”
“Öğle Rakıları” şiirinde ise Mehmed Kemal’in İstanbul’a bakışı Ahmet Muhip’le oldukça benzeşir. Mehmed Kemal için de geçmişe dönük bir özlemin şehridir İstanbul. İyi günlerin, sağlam dostlukların, güvenli mekânların geçmişini arayan yaşlı bir adamın özlediği bir şehirdir:
“Burası Arnavutköy efendim
Eskiden ne güzel yerler vardı”
Kalabalıklaşıp büyümesiyle Cumalı’yı mutlu eden şehir Mehmed Kemal için bir üzüntü ve yakınma kaynağı olur. Eskinin güzel yerleri ve güzel insanları zamanla birlikte kaybolmuştur. Yeni ise görgüsüz ve doyumsuzdur. Yeni denizi kirletmiş, denizin balığını tüketmiştir. Yağmalanmış Boğaz, her köşe başında boy gösteren bankalar, şehrin tahrip edilmiş dokusu, çöplüğe çevrilmiş sokaklar değişen İstanbul’un şairi üzen görüntüleridir:
“Bakın denizin mavisi bitti
Çerçöp döküyorlar, ne derler
Çevreyi kirletiyorlar
Görgüsüz oldular çok
…
Beyoğlu geceleri mi
Kalmadı efendim nerde
Hani karanfilli Ümit Deniz
Her masada bir damla gözyaşı
Her yudumu zehir Cahit Irgat”
Şehrin kimliğine yerleşen kara görüntüler, küçük mekânların dağılan sıcaklığı, değişen insan ilişkileri için şair bir tarih de verir:
“Hacıağalardan bu yana
Dünya savaşından sonra
Her şey bitti”
Mehmed Kemal olumsuzlukların kaynağı olarak türedi ve şehir kültüründen uzak zenginleri işaret etmektedir. Fakat onun rahatsızlığı bu görgüsüz ve doyumsuz zenginlerin şehri hovardaca kullanmasıyla sınırlı değildir. Anılarındaki şehir betimi, rahatsızlığının asıl kaynağının büyük şehir kimliği kazanmış yenide, küçük mekân ilişkilerinin sıcak geçmişini aramak olduğunu göstermektedir.
İSTANBUL DIŞINDAKİ TÜRKIYE
Şiirlerini halk dili üzerine kuran Enver Gökçe’de de yer yer İstanbul anlatımlarına rastlanır. Bunlardan bir tanesi buruk bir hesaplaşma tınısı taşır:
“Sana selam olsun
Sürgünler, mahkûmlar, hastalar!
Alacağın olsun
Seni İstanbul seni
Seni Bursa, Çankırı, Malatya”
(Dost şiirinden)
Buruk bir hesaplaşma tınısı taşıyan bu seslenişte İstanbul’la birlikte Bursa, Çankırı ve Malatya da hedef tahtasına yerleştirilmiştir. Şehir listesi, İstanbul’un kimliğiyle ilgili özel bir nedenin söz konusu olmadığını göstermektedir. Öyledir ki eşitlik ve özgürlük karşıtı bir düzenin lanetlenmesi esnasında bir örnek olarak kullanılan şehirler arasına İstanbul da katılmıştır. Gerçekte Gökçe’nin İstanbul’a yaklaşımı “emekçi şehri” kimliğinden beslenen bir duygusallığı içerir. Gökçe İstanbul’la kurduğu duygu ilişkisini “Oy Beni” şiirinde doğrudan ve duygulu bir anlatımla ortaya koyar:
“Türkiye yaşanmaz oldu!
Gel gör halimiz yaman!
Haramiler, bezirgânlar elinden
Aman, el aman!
Kesilmiş mümkünüm, çarem
Vay ne hal olmuş memleket
Vay ne hal olmuş vatan!
Güzel yârim İstanbul’dan ne haber?
Dil-Tarih’ten, Emekçi’den, Sendika’dan ..?”
Gökçe bu şiirinde İstanbul’u, yükseköğrenimini yaptığı Dil-Tarih’i, ideolojik değerleri arasında yer alan emekçi ve sendika ile eş değerde tutan bir söylemin içine yerleştirmiştir. Bunun da ötesinde İstanbul’u “güzel yâri” olarak nitelendirmiştir.
Şiirini halk dili üzerine kuran bir başka şair Ahmet Arif’te, Anadolu’nun yoksulluğuna sebep olan bir yönetimin yaşadığı bir coğrafya olarak işaret edilir İstanbul’a. İstanbul dışındaki Türkiye kıtlığın, verimsizliğin, yoksulluğun hüküm sürdüğü yazgısına terk edilmiş bir ülkedir:
“Üsküdar’dan bu yan lo kimin yurdu!
He canım…
Çiçek dağı kıtlık kıran,
Gül açmaz, çağla dökmez
Vurur alnım şakına
Vurur çakmaktaşı kayalarıyla
Küfrünü, medetsiz, Munzur.
Şahmurat Suyu kan akar
Ve ben şairim.”
(Uy Havar şiirinden)
Arif’in Üsküdar’dan ötedeki coğrafyaya ilişkin yarattığı çağrışımlar Türkiye’nin doğu yakasını işaret etmektedir. İstanbul’la sınırlanan coğrafya ile İstanbul’un ötesindeki coğrafya batı ile doğu, ayrıcalıkla ihmal edilmişlik yönündeki çağrışımlar üzerinden kimliklerine kavuşur. Anadolu- İstanbul karşıtlığı Türkiye’nin doğu bölgesine yapılan vurgu üzerinden anlamına kavuşur.
BİR AYRICALIK MEKÂNI
Bir başka toplumcu gerçekçi şair Hasan Hüseyin İstanbul’u, Anadolu’yu yöneten, Anadolu’dan beslenen sömürü ve zenginlik sahiplerinin merkezi olarak görür. İş aramak için şehre gelen bir Anadolu insanının gözlemleri ve onu şaşırtan görünür farklılıklar üzerine kurar Anadolu ve İstanbul karşıtlığını:
“iş ararken uğradım
beyimiz efendimiz
yani çaldım kapınızı
beyimiz efendimiz
sormak ayıp olmasın
beyimiz efendimiz
bu deniz hep mi sizin
beyimiz efendimiz
bu martılar bu gemiler bu beyoğlu’lar
adalar modalar kuzguncuk’lar kalamış’lar ve tüm istanbul
sormak ayıp olmasın
beyimiz efendimiz
hep mi burda yaşamışlar bu padişahlar
sadrazamlar vezirler onların uşakları
hep mi burdan yönetilmiş bizim oralar
erzurum’lar erzinzan’lar kars’lar sivas’lar
o açlık mı beslemiş bu yaman saltanatı”
(İstanbul’un Kapalıçarşı’sı şiirinden)
Hasan Hüseyin’in kurduğu Anadolu-İstanbul karşıtlığı “Dörtyolağzı” şiirinde bir başka boyut kazanır. Bireylerin doğdukları yerlerin geleceklerinin oluşumunda önemli bir etken olduğu düşüncesinin işlendiği bu şiirde İstanbul bir ayrıcalık mekânı olarak görülür.
1949 yılında Ankara’da doğdu. 1968 yılında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesine başladı. 1971’de siyasi nedenlerle tutuklandı. Cezaevinden çıktıktan sonra çeşitli işlerde çalıştı. Tıp eğitimini tamamlayıp psikiyatri ihtisası yaptı. Hem şairdi, hem doktordu. Haydar Ergülen bir yazısında onun için “elem doktoru” dedi.
“Elem doktoru sözünden çok etkilenmiştim, o söz bana başta yazdığım gibi, psikiyatrdan önce tabibi çağrıştırdı, en çok Behçet’e yakışırdı ‘Elem Doktoru’ olmak. (…) okursanız, Behçet Aysan adlı, bu dünyanın yaşatmadığı, has bir adamın, sevgili bir insanın ve kederli bir şairin “Elem Doktoru” olduğunu göreceksiniz. (…) Tabibim, şairim Behçet, sen yoksun, elem doktoru yok, şimdi ben kalbimin nasıl geçtiğini kime söylerim?”*
Şiirimizin bir yalnız nar ağacı, 1993 Sivas Katliamında yanarak hayatını kaybetti. Henüz 44 yaşındaydı. Şükrü Erbaş, her okuyuşumuzda bizi uykumuzdan edecek şu dizelerle anlattı o kara günü:
“Kimse temizim demesin, kimse Bütün bir ülke odun taşıdı Behçet’in yangınına…”**
Haklıydı. Söz gümüşse sükût altındı. Kötülüğü ise sükût ile büyütmüştük, bir güzel ülkede.
Behçet Aysan, bir yalnız nar ağacıydı. Kısacık yaşamından bize, saçılmış bir nar gibi, yüzlerce şiir bıraktı. Öyle şiirler ki bir kentin kalabalık bir istasyonunda ne uğruna, nereye yetiştiğimizi bilmiyorken okuduk, unuttuğumuzu hatırlattı.
“sevmeyi unutmuşsunuz kardeşler yalan her şey gibi aşklarınız da.
yaşamı ölüm diye anlatıyorlar size yalanı gerçek diye.
ne leylakların tomurundan haberiniz var
ne önünüzden kara bir tabut gibi geçen geceden.
sevmeyi unutmuşsunuz kardeşler yalan aşklarınız da.”
Öyle şiirler ki göğsümüzün altın kafesini araladı, şu koca İstanbul şehrinde yenicami önünden ne zaman geçsek gözlerimiz aradı, Hasköylü kör İlyas’ı. Durduk, güvercinleri sevindirdik, sanki dünyanın bütün açlarını doyuruyormuş gibi gururlanan bir sevinçle.
“her sabah uyandığımda, gördüğüm düşü hayra yorarım açmasına açarım da göğsümün altın kafesini korkarım ya bu gece güvercinler yüreğimden başka bir ülkeye göç etmişlerse.
çünkü, ben ilyas hasköy’lü – kör ilyas, şu koca istanbul şehrinde yenicami önünde sanki dünyanın bütün açlarını doyuruyormuş gibi gururlanan bir sevinçle darı satarım savrulması için güvercinlere.”
Behçet Aysan En bitik günde, en fırtınalı, en “doğmayan” günde; bir kitap sayfasından dokundu omzumuza, yakılarak öldürülen bir şair, söyledi bunu: “yarın diye bir şey var“
“bilirim yarın diye bir şey var çeliğin su katılmamış yanı ırmakların geçilecek, fırtınaların dinecek
bir yanı var ömrümüzün belki bir gün gülecek.
selam verip selam alacak
barışa kardeşliğe
hep tok yatan çocuklar görecek
el ele aşklar, omuz omuza dostluklar
ne dikenli teller olacak ne tanklar tüfekler
ne tüberküloz kalacak ne lösemi
ne işsizlik
ne banka ne borsa
süt gibi duru ve ak ekmek gibi sıcak
bizim de bizim de
günlerimiz olacak.
güle değecek kuşların kanadı
ve kuşlar sırtlarında gül taşıyacak …”
Ruhu, yorulmayan bir ağır işçiydi, kedere ve aşka çalışan.
“Benim o hep fırtınalarla boğuşan ruhum Yorulmuyor yaşamaktan. Midyat’lı bir gümüş ustasıdır, süryani Ve yüzündeki çıban gibi Yüreğinde yaralar Taşımaktan.
Yorulmuyor yorulmuyor Ağır işçi Kedere ve aşka çalışmaktan”
Devamında bize aşkı anlattı, eflatundu. İnandık rengine ve bekledik eflatun yağmurlar yağdırmasını. Bildik ki “her sevda, bir ayrılığı yaşar”
“ey eflatun aşk bana eflatun yağmurlar yağdırabilir misin
getirebilir misin geçen günleri geri tutup yıldızları yanıma oturtabilir misin
sana neyi anlatayım her sarnıç küflü bir yağmuru her sevda bir ayrılığı yaşar.”
Behçet Aysan’ın öldüğü tarih olan 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta çekilmiş bir fotoğrafı. Şiirimizin bir yalnız nar ağacı, Behçet Aysan, 1993 Sivas Katliamında yanarak hayatını kaybetti. Henüz 44 yaşındaydı. Kısacık yaşamından bize, saçılmış bir nar gibi, yüzlerce şiir bıraktı. Bizse bir nar ağacının dibinde onun bıraktığı yerden Türkiye’yi konuşmaya devam ediyoruz.
“tahta pancurlu taştan evin penceresi nar ağacına bakardı eski tersanenin yamacında dalları sarkmış o yalnız nar ağacı
on beş yıl önce o yalnız nar ağacının dibinde oturup geleceği konuştuğumuz çocuklar şimdi yok
birçoğu başka sokaklarda yürümekteler
on beş yıl sonra o yalnız nar ağacının dibinde oturup düşündüm bunları
saçlarımıza aklar düşüren zor günleri
kenar mahalleleri bebek ölüm hızını, çocuk işçileribiliyorum bir gün bir başka nar ağacının dibinde yine
555K şimdi Bursa'da ipek çeken kızlar bir karasevda halinde söylemektedir: görmeğe alıştığımız nice yazlar kimleri alıp götürdüler ama kimleri karanfil bıyıklı genç teğmenleri ak saçlı profesörleri, öğrencileri adları şuramıza işlemektedir ah dayanmaz dayanmaz bakmaya gözler bir karasevda halinde söylemektedir şimdi Bursa'da ipek çeken kızlar
şimdi Erzurum'da çift sürenlerin geçit vermez kaşlarının altında derindir, ıssızdır, korkunçtur gözleri sabanın demiri girdikçe toprağa hınçlarını gömmektedir içine yerin. çünkü millet hayınları Ankara'larda çünkü İzmir'lerde, çünkü İstanbul'larda çünkü başka yerlerinde memleketin kanına girdiler masum gençlerin işte onun için karanlıktır gözleri şimdi eErzurum'da çift sürenlerin.
şimdi saat sekizdir başlar gecemiz gündüzü kısalttılar geceyi uzattılar şimdi acının ve hüznün göklerinde umudun yıldızı sarı yıldız mavi yıldız uykumuzun bir ucunda bombalar bir ucunda hürriyet inancı sabaha kadar ingiliz usulü piyade tüfekleriyle insanca yaşamanın onuru arasında milletcek bir gidip bir geliyoruz şimdi saat sekizdir başlar gecemiz
şimdi ay doğar bulutlar arasından kavat derebeyleri yüreksiz bolu beyleri hırsızlar, yüzde oncular, kumar erleri cebren ve hile ile haklarımızı alan zulmü ve alçaklığı yöneten murdar üçken biliyor musunuz bir orman gelişiyor şimdi türküleri duyuyor musunuz nice derin yakılmış çoban ateşleriyle dağlarda karanlığı tutuşturup bir köşesinden geceyi gündüze çevirenlerin
biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya anamız çay demliyor ya güzel günlere sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız bu, böyle gidecek demek değil bu işler biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını işte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz.
Dönülmez akşamın ufkundayız.Vakit çok geç; Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç! Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile, Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle. Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan Geçince başlayacak bitmeyen sükunlu gece. Guruba karşı bu son bahçelerde, keyfince, Ya şevk içinde harab ol, ya aşk içinde gönül! Ya lale açmalıdır göğsümüzde yahud gül.
En uzun koşuysa elbet Türkiye'de de Devrim, O, onun en güzel yüz metresini koştu. En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak.. En hızlısıydı hepimizin, En önce göğüsledi ipi..
Acıyorsam sana anam avradım olsun, Ama aşk olsun sana çocuk, AŞK olsun!
Bir çift güvercin havalansa Yanık yanık koksa karanfil Değil bu anılacak şey değil Apansız geliyor aklıma Neredeyse gün doğacaktı Herkes gibi kalkacaktınız Belki daha uykunuz da vardı Geceniz geliyor aklıma Sevdiğim çiçek adları gibi Sevdiğim sokak adları gibi Bütün sevdiklerimin adları gibi Adınız geliyor aklıma Rahat döşeklerin utanması bundan Öpüşürken bu dalgınlık bundan Tel örgünün deliğinde buluşan Parmaklarınız geliyor aklıma Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm Kahramanlıklar okudum tarihte Çağımıza yakışan vakur, sade Davranışınız geliyor aklıma Bir çift güvercin havalansa Yanık yanık koksa karanfil Değil unutulur şey değil Çaresiz geliyor aklıma.
29.03.2025 - 11:39
Ağzımızın tadı, huzurumuz, ruh sağlığımız bozulmadan, iyi bir bayram geçirmemiz dileği ile, sevgiler, selamlar...
31.01.2025 - 23:29
Site arkadaşımız Bayan Nazan Yinanç
*** DOĞUM GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN ***
03.01.2025 - 23:40
Sevgili YİNANÇ,
Günlerinin arka pencerelerinde kuşku ve kaygı içinde beklemeyeceğimiz ; güzel olan her şeye içtenlikle sarılacağımız ; sevgi ve hoşgörüyle donatılmış yeni bir yıl diliyorum.
30.12.2024 - 20:52
Sağlık, esenlik ve 2024'ü aratmayan bir yıl dilerim,
Sevgi, saygı, muhabbetle...
10.04.2024 - 12:50
Ramazan Byyramınızı kutlar, sağlık ve afiyet dilerim Hanımefendi.
Selam ve saygılarımla.
31.01.2024 - 23:42
Site arkadaşımız Bayan Dr. Nazan Yinanç
** DOĞUM GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN **
31.01.2024 - 02:34
DOĞUM GÜNÜNÜZ KUTLU OLDUN
Yüzünüzden gülücükler eksik olmasın
31.01.2023 - 09:40
“tahta pancurlu taştan evin
penceresi nar ağacına bakardı
eski tersanenin yamacında
dalları sarkmış o yalnız nar ağacı
on beş yıl önce
o yalnız nar ağacının dibinde
oturup geleceği konuştuğumuz
çocuklar şimdi yok
birçoğu başka sokaklarda
yürümekteler
on beş yıl sonra
o yalnız nar ağacının dibinde
oturup düşündüm bunları
saçlarımıza aklar düşüren
zor günleri
kenar mahalleleri
bebek ölüm hızını, çocuk işçileribiliyorum
bir gün bir başka nar ağacının dibinde yine
bir başka
çocuklar
Türkiye’yi konuşacaklar.”
BEHÇET AYSAN
31.01.2023 - 09:39
SEVERMİŞİM MEĞER
Yıl 62 Mart 28
Prag-Berlin treninde pencerenin yanındayım
akşam oluyor
dumanlı ıslak ovaya akşamın yorgun bir kuş gibi inişini severmişim meğer
akşamın inişini yorgun kuşun inişine benzetmeyi sevmedim toprağı severmişim meğer
toprağı sevdim diyebilir mi onu bir kez olsun sürmeyen
ben sürmedim
Platonik biricik sevdam da buymuş meğer
meğer ırmağı severmişim
ister böyle kımıldanmadan aksın kıvrıla kıvrıla tepelerin eteğinde
doruklarına şatolar kondurulmuş Avrupa tepelerinin
ister uzasın göz alabildiğine dümdüz
bilirim aynı ırmakta yıkanılmaz bir kere bile
bilirim ırmak yeni ışıklar getirecek sen göremeyeceksin
bilirim ömrümüz beygirinkinden azıcık uzun karganınkinden alabildiğine kısa
bilirim benden önce duyulmuş bu keder
benden sonra da duyulacak
benden önce söylenmiş bunların hepsi bin kere
benden sonra da söylenecek
gökyüzünü severmişim meğer
kapalı olsun açık olsun
Borodino savaş alanında Andırey’in sırtüstü seyrettiği gök kubbe
hapiste Türkçeye çevirdim iki cildini Savaşla Barış’ın
kulağıma sesler geliyor
gök kubbeden değil meydan yerinden
gardiyanlar birini dövüyor yine
ağaçları severmişim meğer
çırılçıplak kayınlar Moskova dolaylarında Peredelkino’da kışın
çıkarlar karşıma alçakgönüllü kibar
kayınlar Rus sayılıyor kavakları Türk saydığımız gibi
İzmir’in kavakları
dökülür yaprakları
bize de Çakıcı derler
yar fidan boylum
yakarız konakları
Ilgaz ormanlarında yıl 920 bir keten mendil astım bir çam dalına
ucu işlemeli
yolları severmişim meğer
asfaltını da
Vera direksiyonda Moskova’dan Kırım’a gidiyoruz Koktebel’e
asıl adı Göktepe ili
bir kapalı kutuda ikimiz
dünya akıyor iki yandan dışarda dilsiz uzak
hiç kimseyle hiçbir zaman böyle yakın olmadım
eşkiyalar çıktı karşıma Bolu’dan inerken Gerede’ye kırmızı yolda ve yaşım on sekiz
yaylıda canımdan gayri alacakları eşyam da yok
ve on sekizimde en değersiz eşyamız canımızdır
bunu bir kere daha yazdımdı
çamurlu karanlık sokakta bata çıka Karagöz’e gidiyorum Ramazan gecesi
önde körüklü kaat fener
belki böyle bir şey olmadı
….
çiçekler geldi aklıma her nedense
gelincikler kaktüsler fulyalar
İstanbul’da Kadıköy’de Fulya tarlasında öptüm Marika’yı
ağzı acıbadem kokuyor yaşım on yedi
kolan vurdu yüreğim salıncak buluTlara girdi çıktı
çiçekleri severmişim meğer
üç kırmızı karanfil yolladı bana hapishaneye yoldaşlar 1948
yıldızları hatırladım
…
severmişim meğer
gözümün önüne kar yağışı geliyor
ağır ağır dilsiz kuşbaşısı da buram buram tipisi de
meğer kar yağışını severmişim
güneşi severmişim meğer
şimdi şu vişne reçeline bulanmış batarken bile
güneş İstanbul’da da kimi kere renkli kartpostallardaki gibi batar
ama onun resmini sen öyle yapmayacaksın
meğer denizi severmişim
hem de nasıl
ama Ayvazofki’nin denizleri bir yana
bulutları severmişim meğer
ister altlarında olayım ister üstlerinde
ister devlere benzesinler ister ak tüylü hayvanlara
ay ışığı geliyor aklıma en aygın baygın en yalancısı en küçük burjuvası
severmişim
yağmuru severmişim meğer
ağ gibi de inse üstüme ve damlayıp dağılsa da camlarımda yüreğim
beni olduğum yerde bırakır ağlara dolanık ya da bir damlanın
içinde ve çıkar yolculuğa hartada çizilmemiş bir memlekete gider
yağmuru severmişim meğer
ama neden birdenbire keşfettim bu sevdaları Prag-Berlin treninde
yanında pencerenin
altıncı cigaramı yaktığımdan mı
bir eski ölümdür benim için
Moskova’da kalan birilerini düşündüğümden mi geberesiye
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
zifiri karanlıkta gidiyor tren
zifiri karanlığı severmişim meğer
kıvılcımlar uçuşuyor lokomotiften
kıvılcımları severmişim meğer
meğer ne çok şeyi severmişim de altmışında farkına vardım bunun
Prag-Berlin treninde yanında pencerenin yeryüzünü dönülmez bir
yolculuğa çıkmışım gibi seyrederek
NAZIM HİKMET RAN
24.01.2023 - 14:40
Beş bin kişiyiz burada
kentin bu küçük parçasında.
Beş bin kişiyiz.
Ne kadar olacağız bilemem
kentlerde ve tüm ülkede?
Burada yapayalnız
on bin el, tohum eken
ve fabrikaları çalıştıran.
İnsanlığın ne kadarı
açlıkla, soğukla, korkuyla, acıyla,
baskıyla, terör ve cinnetle karşı karşıya?
Yitip gitti aramızdan altısı
karıştı yıldızlara.
Biri öldü, diğerini vurdular asla inanmazdım
bir insanın bir başkasına böyle vuracağına.
Öbür dördü sona erdirmek istedi bu dehşeti
biri boşluğa attı kendini,
diğeri vuruyordu başını duvarlara
ama ölümün işareti var hepsinin bakışlarında.
Nasıl dehşet saçıyor faşizmin yüzü!
Kusursuz bir kesinlikle yürütüyorlar planlarını.
Hiçbir şey umurlarında değil.
Onlar için kan madalyadır,
kıyım kahramanlık gösterisi.
Tanrım, senin yarattığın dünya bu mu,
çalışıp hayran kaldığın yedi günlük emek bu mu?
Dört duvar arasında tükeniyor ömürler
sanki hiç geçmiyor,
yakarı yalnızca ölümün bir an önce gelmesi için.
Ama birdenbire içim sızlıyor
ve görüyorum bu akışı yürek vurusu olmadan,
yalnızca makinelerin nabzıyla
ve ortaya çıkıyor askerlerin ebelerinin yüzlerinin
yalancı tatlılığı.
Ya Meksika, ya Küba ve tüm dünya
ağlıyorlar bu alçaklık karşısında!
On bir el buradayız
üretmekten yoksun bırakılmış.
Ne kadarız hepimiz tüm ülkede?
Başkanımızın kanı, yoldaşımızın,
Daha güçlü vuracak bombalar ve makineli tüfeklerden!
İşte böyle vuracak bizim yumruğumuz da yeniden!
Ne zor şarkı söylemek
dehşetin şarkısı olunca.
Dehşetti yaşadığım,
ölümüm dehşetti.
Gördüğüm kendimdi oncasının arasında
ve oncasının sonsuzluk anı içinde
sessizliğin ve çığlıkların
ezgileridir şarkımın noktalandığı.
Hiç görmemiştim böylesini
Hissetmiş ve hissetmekte olduğum
Yeni bir tohumun doğumu olacak bu...
Şili Stadyumu, Eylül 1973
İngilizceden Çeviren: T.Asi BALKAR
Victor Jara
Bildirge
Ne türkü söyleme aşkımdan ne de sesimi
dinletmek için değil bunca türkü söylemem.
Benim namuslu gitarımın sesi
hem duygulu hem de haklıdır.
Dünyanın yüreğinden çıkar
bir güvercin gibi kanatlı
kutsal su gibi şefkatli,
okşar gitarım öleni ve yiğidi.
Şarkım amacına kavuşur
Violetta'nın dediği gibi.
Pırıl pırıl coşkulu durmak bilmez
ve bahar kokan bir işçidir!
Gitarım ne zenginlerin gitarıdır,
ne de başka bir şeyin.
Şarkım bir yapı iskelesidir
eriştirir bizi yıldızlara.
Katıksız gerçekleri şarkısında
söylerken bir insan ölmek pahasına,
anlamını bulur o şarkı
damarlarında atarken.
Şarkım ne gelip geçici övgüler düzer
ne de başkalarına ün katar,
yoksul ülkemin
kök salmıştır toprağına.
Orada, her şeyin bittiği
ve her şeyin başladığı yerde,
söylerim o her zaman yiğit ve derin
sonsuza dek yeni olacak şarkıyı.
3 Eylül 1973
İngilizceden Çeviren: T.Asi BALKAR
Victor Jara
23.01.2023 - 09:11
Sakla Yamalarını Kalbim
ne gül
ne yarın!
gül,
küle karılmış günlerin tortusunda
yarın,
vurulmuş yatıyor bugünün avlusunda
sakla yamalarını kalbim.
insanlar büyüdükçe günler kısalır
günlerimiz gibi aşklarımız da
yittikleri duraklarda kalırlar
sakla yamalarını kalbim.
kendini bıçak gibi ışıyan yeni güne bağışla
yürü, arkana bakma, ama umursa
bazen anılara en çok yakışan elbise
birkaç damla gözyaşıdır unutma.
Yılmaz Odabaşı
21.01.2023 - 12:59
Yeryüzü Aşkın Yüzü
Aşksız ve paramparçaydı yaşam
bir inancın yüceliğinde buldum seni
bir kavganın güzelliğinde sevdim.
bitmedi daha sürüyor o kavga
ve sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!
Aşk demişti yaşamın bütün ustaları
aşk ile sevmek bir güzelliği
ve dövüşebilmek o güzellik uğruna.
işte yüzünde badem çiçekleri
saçlarında gülen toprak ve ilkbahar.
sen misin seni sevdiğim o kavga,
sen o kavganın güzelliği misin yoksa...
Bir inancın yüceliğinde buldum seni
bir kavganın güzelliğinde sevdim.
bin kez budadılar körpe dallarımızı
bin kez kırdılar.
yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz
bin kez korkuya boğdular zamanı
bin kez ölümlediler
yine doğumdayız işte, yine sevinçteyiz.
bitmedi daha sürüyor o kavga
ve sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!
Geçtiğimiz o ilk nehirlerden beri
suyun ayakları olmuştur ayaklarımız
ellerimiz, taşın ve toprağın elleri.
yağmura susamış sabahlarda çoğalırdık
törenlerle dikilirdik burçlarınıza.
türküler söylerdik hep aynı telden
aynı sesten, aynı yürekten
dağlara biz verirdik morluğunu,
henüz böyle yağmalanmamıştı gençliğimiz...
Ne gün batışı ölümlerin üzüncüne
ne tan atışı doğumların sevincine
ey bir elinde mezarcılar yaratan,
bir elinde ebeler koşturan doğa
bu seslenişimiz yalnızca sana
yaşamasına yaşıyoruz ya güzelliğini
bitmedi daha sürüyor o kavga
ve sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!
Saraylar saltanatlar çöker
kan susar birgün
zulüm biter.
menekşelerde açılır üstümüzde
leylaklarda güler.
bugünlerden geriye,
bir yarına gidenler kalır
bir de yarınlar için direnenler...
Şiirler doğacak kıvamda yine
duygular yeniden yağacak kıvamda.
ve yürek,
imgelerin en ulaşılmaz doruğunda.
ey herşey bitti diyenler
korkunun sofrasında yılgınlık yiyenler.
ne kırlarda direnen çiçekler
ne kentlerde devleşen öfkeler
henüz elveda demediler.
bitmedi daha sürüyor o kavga
ve sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!
Adnan Yücel
16.01.2023 - 12:15
Şimdi sonbahar güneşi altında bir nar gibi parlayan o yaz yanığı değirmi yüzü ve Dr. Şinasi Moran’ın az sonra masamın üzerine koymak üzere cebinde taşıdığı selamı ile karşımda oturuyordu Hubuyar Efendi.
HALİT ÜNAL
1.
Ağustos ayının sonlarına doğru bir salı günü, sabahın erken saatinde, Detmold istasyonunun peronunda Altenbecken’den gelip beni Herford’a götürecek trenimi bekliyordum.
Saat yediye yaklaşıyordu; sabah güneşi, çevredeki evlerin kırmızıya çalan kahverengi kiremitli çatılarında ışıldıyordu. Yazın bittiğini, haber veren küçük, beyaz bulut kümeleri, hafif hafif esen seher yeli önünde süzülüyor, mavi gökyüzünde güneş ışınlarıyla parlıyordu.
Uzaktan, Teutoburger Ormanları‘nın en yüksek doruğundan, el sallıyordu Arminius, Hermann der Cherusker -bir elinde kılıç. Ve bir yandan görkemli, yemyeşil ağaçların arasında kaybolmuş binaların çatılarından, rayların az ötesinde ömrünü tüketmiş ve çürümeye terk edilmiş demiryolu hatlarından, ispinozların, ardıç kuşlarının ve karatavukların neşeli cıvıltıları ve ıslıkları yükseliyordu.
İstasyon o sabah kalabalıktı; peron öğrenciler, işçiler, memurlar tüm geç kalkanlar ve geç kalanlarla doluydu. Güneş kokar mı? Güneş kokuyordu sanki bütün istasyon. Taze, bronzlaşmış yüzlerini, mavi boncuklar gibi ışıldayan gözlerini istasyonun saatine dikerek, trenin geleceği yöne doğru bir o yana bir bu yana çeviriyorlardı.
Trenim saat tam yedide, Herford’a hareket saati ise yediyi bir dakika geçe idi. Hareket saatine az bir süre kala, istasyon hoparlöründen her iki yön için on beş dakika gecikme olduğu duyuruldu. Kimse umursamadı. İkişer üçer gruplar halinde bekleşenler, bir tren istasyonunda her zaman rastlamadığımız türden rahat bir ruh hali içinde izinde yaşadıkları güzellikleri paylaşıyorlardı aralarında belli ki.
Bir yerde okumuştum: Gözünü istediğin kadar kapa, açtığında yine ordasın.
Memleket izni sona ermiş, eğlence ve dinlencenin o güzel günleri göz açıp kapayıncaya kadar geride kalmış ve biz hepimiz, bıraktığımız yerden devam etmek üzere bu istasyonda tekrar buluşmuş, bizi işimize götürecek treni bekliyorduk.
“On beş dakika,” diye mırıldanıp durdum kendi kendime. İstasyon saatinin neden böyle yavaş hareket ettiğine, bir türlü geçmeyen zamana ve hâlâ gelmek bilmeyen trene kızıyor, sabırsızlanıyor, sinirleniyordum. Nedeni vardı; bugün memleket izninden sonraki ilk danışma günüydü ve tecrübelerime dayanarak adım gibi biliyordum ki; ben gecikmeli trenimi beklerken büromun kapısında da beni bekleyenler vardı.
Anadolumun suya hasret topraklarının yağmuru beklediği gibi bekliyorlardı mutlaka Türkdanışlarını sabırsızlıkla. İçten içe homurdanmalarını, duydukları kızgınlığı, öfkeyi taa buradan hissediyordum.
Alışılmış bir düzendi bu; her yıl bu mevsimde, uzun yolculuklardan dönen kuşlar gibi dönüyorlardı yuvalarına memleket iznine çıkanlar. Ve hemen, ilk iş, sanki bir gelenekmiş gibi danışma büromuza düşmekti yağmur damlaları gibi… Önce sessiz ve usuldan, teker teker, sonra bir hışım gibi hepsi birden.
Bir var ki, işyerim, AWO’nun Türkler İçin Danışma Bürosu, Herford tren istasyonunun hemen yanı başında, tabiri caizse tam olması gereken yerdeydi. Kent merkezinden, gözlerden uzak, ulaşımı kolaydı. Alnının tam ortasında, kulağa hoş gelen tatlı tınısı, fakat yılların izini ve isini taşıyan eski rengini kaybetmiş soluk yüzüyle FREESIA yazan terk edilmiş eski bir çikolata ve şeker fabrikası binasının giriş katındaydı.
Vakti zamanında bir tüccar kenti olan kasabanın şeker ve çikolata tadındaki şaaşalı döneminden kalma bu binada topu topu birbirine bitişik iki oda ile bekleme salonu olarak da kullandığımız bir koridor, demir parmaklıklı pencereleri Schiller Caddesi’ne bakan danışma merkezimizi oluşturuyordu.
Odalarımızdaki eşyalar ise ne şairin adı kadar göz kamaştırıcı ne de şiirleri kadar güzeldi.
Her şey adamına göre, derler ya hani, işte öyle bir yer. Kuş ne ise yuvası da o olurmuş.
Merkezimiz yoksuldu. Tüm mobilyası iki yazı masası, birkaç sandalye ve bir de sonradan yardımcı olarak atanan meslektaşımla dönüşümlü olarak paylaştığımız aynı hatta bağlı paralel iki telefon cihazı ile taşınabilir bir daktilo idi.
Almanya’nın dört bir yanını birbirine bağlayan bir demiryolu ağının kavşak noktasındaki bu kentin, gözlerden ırak bir garip yerinde, biz garip insanların bir garip mekanıydı AWO’nun Türkler İçin Danışma Merkezi diye adlandırılan yerin olup olacağı.
Herford’a varıp, istasyon kapısından çıkar çıkmaz daha, “Am Bahndamm” sokağının “Schiller Strasse”ye sapan köşesine varmadan, insanı alıp bir yerlere götüren buram buram memleket kokusu değdi burnuma. Sokağın köşesinde görünmemle birlikte memleketin herhangi bir kasabasındaki, herhangi bir pazar yerini aratmayan bir mırıldanma, bir uğultudur koptu usuldan.
AWO’nun Türkler İçin Danışma Bürosu, Herford tren istasyonunun hemen yanı başında, eski bir çikolata ve şeker fabrikası Freesia binasının giriş katındaydı.
Kapının önü ana baba günüydü; kadınlı erkekli, yanık yüzlü, kimisi hâlâ yazlık memleket giysileri içinde şortlu tişörtlü, kimisi hemen, daha döne dönmez bu soğuk ülkeye, sırtına kışlık ceketini geçirmiş bekleşiyorlardı. Kimisi merdiven boşluğunda ayakta, kimisi, uzun dönüş yolculuğunun yorgunluğuyla taş basamaklara çömelmiş, yorgun argın ve sabırsız oturuyorlardı.
Selam verdim.
“Hoş geldin ağabey” dediler.
Siz de hoş geldiniz dememe kalmadı, epeydir bekliyoruz Türkdanışım, diye söylenenler oldu.
“Trenim gecikti” dedim, yürüdüm.
Kalabalığa sığınıp “Hep öyle olur zaten” dediklerini duydum kimilerinin ardımdan.
Memleketimin insanını benden daha iyi kim tanıyabilir! Biliyordum; bu insanların hiçbiri boş gelmemişti, her biri cebinde mutlaka bir şeyler taşıyordu; izin sırasında beklenmedik bir şekilde hastalandığını ve bu nedenle işe zamanında başlayamayacağını belirten bir sağlık raporu ya da acilen tercüme edilmesi gereken bir trafik kazası raporu veya posta kutusunda bulduğu Yabancılar Dairesi’nden gelen bir mektup…
Bugün işim zordu. Tanrım, sana sığınıyorum utandırma beni, dedim ve kapıyı açtım.
2.
Sosyaldanışman’ın bir günü bir gününü tutmaz; her günü ayrı bir tiyatro sahnesidir ve çoğunlukla da o sahnede sergilenen bir oyunda birden fazla rolü oynamak zorunda kalan bir oyuncu gibidir. Kapımın her açılışında, ziyaretçimin dertlerine, sıkıntılarına ve davranışlarına bağlı olarak oynadığım oyunun ve rolümün metnini değiştirmek zorunda kalıyormuşum gibi geliyordu bana zaman zaman.
İşte o yaz tatilinden sonraki ilk danışma günü, vakit ikindiye yaklaşıyordu, sabah saat sekizden beri aralıksız çalışıyordum. Böyle bir günde öğlen paydosu yapmak kimin haddine, ipe götürürler adamı. Arada bir evden getirdiğim iki dilim yağlı ekmekten bir ısırık alıyor işime devam ediyordum. Bekleme odası olarak kullandığımız koridor da hâlâ tıklım tıklım doluydu. Odamda görüşme yaptığım ziyaretçinin/müvekkilin işi daha bitmemişti ki, birden bire, odamın kapısının bir hışımla açılmasıyla irkildim.
Gelen Hubuyar Efendi’ydi. Dışarıda sırasını bekleyen onca kişiyi umursamadan, teklifsizce içeri dalmıştı.
Arkasını dönmeden kapıyı kapatmış, üst dudağının kıvrımında hafif bir gülümseme, bize doğru bakarak, başıyla, ben geldim der gibi bir selam çaktıktan sonra, karşı köşede kitap raflarının önündeki koltuklardan birine oturuvermişti.
Kendinden o kadar emin ve hareketleri o kadar sakindi ki, görseniz büromuzun emektar bir mensubu sanırdınız. Hubuyar Efendi’nin, tüm danışma gizliliğine aykırı düşen bu kural dışı davranışı, karşımda oturan müvekkilimi ya hiç rahatsız etmemişti ya da adamcağız çekindiğinden sesini çıkaramamıştı.
Hubuyar Efendi koltuğuna iyice yerleştikten sonra, bir köy kahvehanesinde oturuyormuş gibi rahat, bacak bacak üstüne attı ve ceketinin cebinden siyah boncuklu tespihini çıkardı, çekmeye başladı.
Ve sonra? Sonrası hiç; ben sesimi çıkarmadım, Hubuyar Efendi istifini bozmadı, karşımdaki müvekkilim ise, ne hikmetse işi bitinceye kadar bir daha konuşmadı; Hubuyar Efendi gelmeseydi daha uzun hikayeler anlatabilirdi belki. Çünkü yurttaşlarım konuşkandır bilirim, ben onları öyle tanıdım. Hele ki, birilerinin kendisine kulak verdiğini fark etmeye görsünler, anlatırlar; kimi zaman tatlı sevecen, kimi zaman tuzlu biberli.
Müvekkilimin işi bitince, yerinden kalkmaya yeltendiğini hisseden Hubuyar Efendi bir anda ayağa fırladı, bacaklarını pergel gibi açarak iki uzun adımda geldi, kocaman bir gülümsemeyle karşımda boşalan sandalyeye oturdu.
“Eee, yeğenim! Görüşmeyeli nasılsın”, demez mi?
3.
Hubuyar Efendi danışma büromuzun müdavimlerindendi. Elli yaşlarında, uzun boylu, geniş omuzluydu. Değirmi yüzünde basık burnu, geniş alnı ve iri siyah çekik gözleri Türk’ten çok bir Tatar’ı andırıyordu. O zaman daha yirmili yaşlarımda olan ben, bir sosyal danışman için memleket insanlarıyla iletişim konusunda oldukça genç ve deneyimsiz sayılırdım. Müvekkillerimin çoğu benden neredeyse bir nesil daha yaşlıydı ve bize ev sahipliği yapan bu ülkede benden tamamen farklı yaşam deneyimleri vardı kuşkusuz.
Danışma büromuzun açılmasından sonraki ilk birkaç hafta içinde sık sık, merak edip beni görmeye, tanımaya gelenler oluyordu.
O günlerden birini hâlâ hatırlıyorum. Kısa boylu, sıska, pamuk beyazı saçlı bir adam kapımı çaldı, içeri aldım. Beni nazikçe selamladıktan sonra, memleketin neresinden olduğumu sordu, söyledim. Bir kaç tutarsız sorusunun ardından, bakışlarıyla hayvanat bahçesinde bir egzotik hayvanmışım gibi beni merakla incelediğini gördüm. Tavırlarının farkında olduğumu vurgulayan bir ses tonuyla ona, ziyaretinin asıl nedeninin ne olduğunu ve benden ne istediğini sorduğumda, sırıtarak özür dileyip, kasabada söylenenlerin doğru olup olmadığını görmek için geldiğini söyledi. Sonradan öğrendim ki, memleketinde ilkokulu bile bitirip bitirmediği meçhul olan kasabanın hatırı sayılır bu adamı, bir ara sokakta bir dikiş makinesiyle pantolon paçası kısaltan tamir-terzi bir vatandaşımız imiş; kalburüstüymüş sözde. Bir de -yine sonradan öğrendim; memleketten hemşerimmiş üstelik. “Sizin oralıymış Nuri, hele git de bir bak hele!”, demişler, o da gelmiş.
Uzun lafın kısası; yine bir danışma günü kapım çalındı. Utangaç, kibar bir adam çekinerek içeri girdi. Buyur ettim, karşımdaki sandalyeye oturttum. Kısa bir süre önce dört haftalığına gittiği memleket izninin son haftasının ortasında maalesef hastalandığını ve mecburen doktora gitmek zorunda kaldığını, doktorun da ona iki hafta hastalık nedeniyle istirahat izni verdiğini anlattı. Aslında doktor ona, istirahatın bitince yine gel, bir hafta daha yazayım, diyesiymiş, ama o istememiş. Sonra elini ceketinin cebine attı, dikkatlice katlanmış bir kağıt parçası çıkarıp, masanın üzerinden uzattı. “Sağlık raporu!” Almancaya tercüme olacak, dedi.
O adam Hubuyar Efendi’den başkası değildi.
Sağlık raporunu alıp diğer evrakların bulunduğu yığının üzerine koyduktan sonra, Hubuyar Efendiye döndüm, iki gün sonra gel tercümeni al, dedim; gitti.
Ertesi gün, Hubuyar Efendinin raporunun tercümesini yapmak üzere daktilomun başındaydım; metin kısmını bitirmiştim, sıra imza kısmına gelmişti.
Resmi evraklarda tercümenin en kolay kısmı, tarih, mühür ve imza kısmıdır. Rakamın, imzanın tercümesi olmaz mı? Olmaz. Mühür için ise hedef dilde ‘Mühür‘ yazar geçersin. İyi de; imza sahibinin adı soyadı nasıl olacak? Hubuyar Efendinin raporunun işte tam burasında imza sahibinin adını görünce, aklım karıştı.
Raporun altında Dr. Şinasi Moran yazıyordu.
Anadolu insanı toprağından kopamaz, ayağını kesemez; göbeği anayurdunda, baba ocağının bir köşesinde gömülüdür; nereye göçerse göçsün bir yanıyla oradadır; memleketini, toprağını anımsatan ufacık bir kıvılcım, bir çıngı yüreğini hoplatır…
Bana da öyle oldu.
Bu iki sözcük ve başındaki Dr. kısaltması aldı beni taa çocukluk yıllarıma götürdü. O anda kuş olmuş kanatlanmışım da kasabamızın üzerinde uçuyormuşum gibi bir duyguya kapıldım; kasabamızın sokakları, okulum, okulumuzun az ilerisindeki biricik doktorumuz Şinasi Moran’ın muayenehanesi ve kapısının önünde duran siyah renkli otomobili, arkadaşlarım ve bir çocuğun dünyasını oluşturan daha ne varsa bir çiçek tarlası gibi gözlerimin önünde diziliverdi.
Bugün, bu satırları yazarken, o yıllarda nasıl bir ruh halinde bulunduğuma, doğduğum topraklara ne kadar derin duygu ve hasretle bağlı olduğuma şaşırmadan edemiyorum. Belki de, artık geri getirilmesi mümkün olmayan geçmişimdeki her güzel anıya sarılmamı sağlayan içinde bulunduğum yalnızlık duygusuydu, kimbilir?
Bizde, denize düşen yılana sarılır, derler. İş göremezlik belgesinin altında adı geçen Doktor, yani Hubuyar Efendi’yi muayene eden ve hastalık iznine çıkaran adam, Şinasi Moran, memleketimden tanıdığım bir doktordu. En nihayet, hemşerilerim arasında yıllar öncesinden tanıdığım birini tanıyan birini bulmuştum! Bir tüy gibiydim, üfleseler uçacaktım!
Bir sonraki danışma günü, perşembeydi, Hubuyar Efendi’yi daha yakından tanımak ve Dr. Şinasi Moran hakkında daha fazla bilgi almak için sabırsızlanıyordum. Arada bir koltuğumdan kalkıp kapıya gidiyor, orada olup olmadığını görmek için bekleme odasına bir göz atıyor, tekrar masama dönüyordum. Öyle ki, gülünç derecede çocuksu bir ruh halinin büyüsünde, danışmamı bile yarıda bırakıp çarşıya Hubuyar Efendi’yi aramaya çıkabilirdim.
Öğlen olmuş, paydos saati gelmişti. Her zamanki öğle tatilimi düşünmedim bile. Büromun kapısını açık bıraktım, masamın başına geçtim ve Hubuyar Efendi’yi beklemeye başladım.
Aklımda hep o vardı. Demek ki, diye düşünüyordum, Dr. Şinasi Moran bizim kasabadan ayrıldıktan sonra, Hubuyar Efendi’nin kasabasına tayin olmuş, tesadüfe bak!
Dedemin kardeşinin oğlu olan amcam devlet hastanesinde onun asistanlığını yaptığı için Dr. Şinasi Moran’ı tanıyordum. Onu okulumuzdaki aşılar sırasında da bir veya iki kez görmüştüm. Adını da Hubuyar Efendi’nin sağlık raporunun altında okuyunca, karşımda bir yakın akrabamı, bir amca ya da memleketimdeki ailemden birini görmüş gibi hissetmiştim kendimi.
Vakit ilerliyordu. Öğleden sonraydı ve Hubuyar Efendi hâlâ ortaya çıkmamıştı. Tercümesi bitti; bugün gelmesi lazım, az sonra mutlaka gelir, diyor, kendimi teselli ediyordum. Benim derdim, emek verip yaptığım çeviriyi alması değil, çocukluk yıllarımdan birini tanıyan bir adamla konuşmaktı.
Akşam oldu ve Hubuyar Efendi o gün gelmedi.
Aradan beş gün geçmişti, günlerden salıydı ve danışma günüydü. Odamın kapısını aralık bırakmıştım. Öğleye doğru, saat on ikiden az önce, açık kapımın önünden bir gölge gibi koşarak geçtiğini ve bekleme odasında sıraya girdiğini gördüm. Hubuyar Efendi’yi hemen tanımıştım. Karşımda oturan müvekkilimden özür dahi dilemeden görüşmeyi yarıda kesip sandalyemden kalktığım gibi kapıya koştum: “Gel Hubuyar Efendi, içeri gel!”, diye seslendim. Bekleme salonunda bir sessizlik oldu; herkes şaşırmıştı. Kim olursa olsun sırada o kadar bekleyen insan varken bir kimsenin, adımını atar atmaz, adıyla sanıyla içeri davet edilmesine şaşırmışlardı.
“Ben mi?” der gibi, sağ elinin işaret parmağı ile göğsünü göstererek, şaşkın şaşkın yüzüme bakan Hubuyar Efendi kulaklarına inanamamıştı.
“Evet sen Hubuyar Efendi, sen! Gel, içeri gel!” diye çağırdım. Odamın kapısını ardına kadar açtım, içeri girebilmesi için kenara çekildim, saygıyla yol verdim. Adamcağız neye uğradığını şaşırmış olmalıydı ki, odanın tam ortasında ayakta kala kaldı. “Otur Hubuyar Efendi, otur, ayakta kalma!”, dedim ziyaretçi köşesindeki koltuğu gösterdim. Hubuyar Efendi şapkasını çıkardı ve uslu bir çocuk gibi koltuğa oturdu. Artık bu köşedeki yer onun danışma merkezimizdeki kalıcı yeri olmuştu.
Tüm bunlar olurken işi yarıda kalan müvekkilim ses çıkarmadan yerinde hâlâ oturuyordu.
Az sonra görüşmeyi bitirmiş, müvekkili evine yollamış ve biz Hubuyar Efendi ile baş başa kalmıştık ki Hubuyar Efendi koltuğundan usulca kalktı, çekingen adımlarla geldi karşımdaki sandalyenin ucuna ilişti. Şaşkınlığı hâlâ geçmemişti. Benim ise keyfim yerindeydi. Kısa bir hal hatırdan sonra, sohbetimiz kendi seyrini aldı ve ben lafı fazla dolaştırmadan, önümdeki tercümeyi işaret ederek, bu hastalık raporunu veren doktorun nasıl biri olduğunu sormaya başladım. Ak saçlı, hafif kambur ve yaşı geçkin birisi mi, diye sordum. “Evet!”, dedi Hubuyar Efendi tereddüt etmeden ve kaşlarını kaldırıp bana şöyle kısa, manalı bir bakış fırlattı. “Deme ya?!” dedim sevinçle. “Eski, siyah bir arabası da var mı, 1950 model, Ford, sırtında kamburu olanlardan?”, He he! Aynen öyle, tam tarif ettiğiniz gibi, diye ekledi.
“Doktor Şinasi Beyi ben yakından tanırım!”, dedim gözlerimin içi gülerek, “Benim hemşerimdir, aynı kasabadanız. 65-70 yaşlarında vardı o zaman. Şimdi epey yaşlanmıştır mutlaka, değil mi?”
Hubuyar Efendi sorduğum her soruya “Evet” cevabını veriyor ve benim de heyecanım gitgide artıyordu, öyle ki sorularımdan hiç birine yanıt vermediğini, sadece “evet” diyerek onayladığını ve her seferinde sandalyesini masaya doğru biraz daha yanaştırdığını, bana biraz daha yaklaştığını ve başını kaldırarak arkasına biraz daha yaslandığını fark etmemiştim.
Sohbetimiz yemek molasına kadar sürdü. ‘Yemekteyiz’ diye kapıya not bıraktım, kilitledim ve Hubuyar Efendi’yi davet ettim, birlikte yemeğe çıktık.
Yemekten sonra ayrılırken, “Memlekete gidecek olursan, Dr. Şinasi Bey’e benden çok selam götürmeyi unutma. Adımı ver, yanında çalışan sıhhiyenin yeğeniymiş dersin!” diye de tembihledim.
4.
Neredeyse her şeyin doğal olarak gerçekleştiği garip bir dünyada yaşıyoruz; hayatımızı, onlardan beklediğimizden farklı düşünebilen, hisseden ve davranan insanlarla paylaştığımız bir dünyada…
Hubuyar Efendi, pek çok Anadolu insanı gibi iyi kalpli, kibar, utangaç bir adamdı. Bu garip karşılaşmadan sonra beni daha sık ziyaret etmeye başladı. Arada bir akrabalarını, arkadaşlarını ya da tanıdıklarını yolluyor, bana selam gönderiyordu. Kapıyı çalan, beni Hubuyar Abi gönderdi, sana çok selamı var, diyor karşıma dikiliyordu. Bu ziyaretçilerin sorunlarını, çoğu kez yorucu da olsalar, onun ve ortak tanıdığımız Dr. Şinasi Moran’ın hatırına genellikle çözmeye gayret ediyordum. Her yıl, tatil dönüşü ihmal etmiyor, yanına da mutlaka birilerini takarak ziyaretime geliyor, Dr. Şinasi Moran hemşerimden kucaklar dolusu selam getiriyor, onun adına beni kucaklıyor ve iki gözümden öpüyordu.
Yıllar su gibi akıp gidiyordu. Oğlum sekizinci yaşını bitirmiş, benim de saçlarıma aklar düşmeye başlamıştı. Anadolu insanı toprağından kopamaz, dedim ya hani, bir yaz tatilinde oğlumun elinden tuttum memlekete götürdüm; baba toprağını görsün, bilsin istiyordum. Öyle ya: “Gitsek de gitmesek de” ile olmuyor ki. Gitmediğin, görmediğin, tanımadığın o yer nasıl senin olur?
Kasabamızda ölen ölmüş, göçen göçmüştü; geride kalan eski tanıdıklar, akrabalar ve beni hâlâ hatırlayabilen çocukluk arkadaşlarımla buluşmuştum. Bir öğleden sonra iki eski okul arkadaşımla kasabamızın tek fotoğrafçısı Gıdık İsmet’in, babası Galip Efendi’den kalma dükkânının önünde, kaldırıma oturmuş, çay içip geçmiş günlerden konuşuyorduk. Dükkânın camekânı düğün fotoğrafları, yakışıklı genç erkeklerin portreleri, askerlerin ve kasabanın futbol takımının renkli resimleriyle donatılmıştı. Oturduğum yerden, arada bir camekâna doğru bakıyor, sonra da dönüyor, fotoğraflardaki kişilerin kimler olduğunu merakla arkadaşlarıma soruyordum.
Fotoğrafçı Gıdık İsmet, camekânda sergilenen fotoğraflardaki kişilerin isimlerini merak ettiğimi hissedince, bir ara dükkânına girerek gözden kayboldu. Bir süre sonra elinde büyükçe bir kutuyla döndü. Kutunun içi bir yığın siyah beyaz fotoğraflarla doluydu. Altına bir tabure çekti, yanımıza oturdu. Gıdık İsmet, iki dizini birleştirip üstüne oturttuğu kutudan fotoğrafları tek tek çıkarıyor, tozunu üflüyor, parmağıyla gösterdiği kişileri adlarını da söyleyerek, kaç yaşında olduklarını, fotoğrafın nerede, ne zaman çekildiğini açıklıyor ve sonra da sırayla bize uzatıyordu. Fotoğraflar çok eskiydi; kimisinin rengi uçmuş, kimisi kırılmış, kimisi de bir ucundan yırtıktı. Elimde tuttuğum eski bir fotoğrafta gözüme ilişti hemen; o idi!
Her hangi bir şeyi ya da kimseyi, aradan yıllar da geçse, bıraktığınız gibi anımsarsınız. Fotoğraf yeni olsaydı, belki de tanıyamayacaktım.
“Ya, bu bizim Dr. Şinasi Moran değil mi, lan?” diye sordum heyecanla.
“Vay be, hâlâ unutmamışsın adamı!”, dedi yanımdakiler.
“Elbette,” dedim. “Almanya’da bir arkadaşımın doktorudur o!”
“Bak hele! Yapma ya!” diye hayret ettiler.
Bir sözcüğün bir kapıyı açtığı ve o kapının da peş peşe başka kapıları açtığı zamanlar vardır.
Almanya’da vatandaşlarım arasında Dr. Şinasi Moran’ı tanıyan birisinin olduğunu anlatmaya başladım.
Dr. Şinasi Moran ile temas halinde olduğumu, onun hâlâ kasabamızın sadık bir vatandaşı olarak kaldığını, burada uzun süredir yaşamamasına rağmen bizi ve kasabamızı asla unutamadığını, her sene bana selam yolladığını, büyük bir gururla anlattım. Hatta bir keresinde de müvekkilim ile bana bir kese kağıdı dolusu leblebi bile gönderdi. Oranın leblebisi meşhurmuş, diye ekledim.
Şaşkın bakışlarla hikayemi dinliyor, sözümü kesmiyorlardı. Ben de hararetle ha bire anlatıyordum. Lafım biter bitmez, başladılar gülüşmeye. Aralarından biri, “Anam anam; delikanlıya bak be!” dedi, “o kadar ekmek yemişsin ama hâlâ büyümemişsin.” dedi ve ekledi, “Sakın ha anan duymasın, dizini döver, yüreğine iner kadının!”
Arkadaşlarımın sözlerinden, gülüşmelerinden bir anlam çıkaramamıştım. Fotoğrafçı Gıdık İsmet, hâlâ elimden bırakmadığım fotoğrafı çekti aldı, parmağını resminin üstüne bastırarak: “Bu adam,” dedi, “canım gardaş, bu Dr. Şinasi öleli çook oldu!” Sonra: “Senin Almanya’daki o arkadaşın var ya, rezil herifin tekiymiş, adam sana yıllarca yalan söylemiş, parmağında oynatmış seni. Doktor Şinasi kasabamızdan hiç ayrılmadı ki, burada yaşadı, burada çalıştı ve burada da öldü. Aha şuraya da gömdük!” dedi, parmağıyla kasabamızın mezarlığını gösterdi. Ağzım açık kaldı.
“Sen insanları yeterince tanımıyorsun daha,” dediler, hep birağızdan. Ve her biri, ayrı ayrı, farklı sözcüklerle, “bu tür gizli, küçük burjuva numaralarını keşfedebilmek için senin, muhtemelen daha çook tekne ekmek yemen lazım” dediler ve bana bir bardak çay daha ısmarladılar.
Onlara veda ederken yol azığı yerine de, bir başka şey verdiler: Köklerimin olduğu yerde, orada kalsaymışım, insanları daha iyi tanıyabilir ve onlardan kesinlikle Almanya’dakinden çok daha fazlasını öğrenebilirmişim!
5.
Şimdi sonbahar güneşi altında bir nar gibi parlayan o yaz yanığı değirmi yüzü ve Dr. Şinasi Moran’ın az sonra masamın üzerine koymak üzere cebinde taşıdığı selamı ile karşımda oturuyordu Hubuyar Efendi.
Bir süre ne yapacağımı bilemedim. Olup biteni yüzüne vurmak, Hubuyar Efendiyi mahcup etmek istemiyordum.
Üstelik Hubuyar Efendi’nin kabahati neydi ki, onu bu şekilde davranmaya ben zorlamamış mıydım? Adamcağız kasabamızın doktoru Şinasi Bey’i nereden bilsin? Onun doktoru Şinasi Moran, tesadüfen aynı adı taşıyan bir başkasıydı. Hubuyar Efendi’nin tek kabahati, her lafıma “he he” demesi değil miydi? Sonra; kim istemez gurbet elde eli kalem-dili kelâm bir dostunun, arkadaşının olmasını!
Onu engellemeli, utandırmamalıydım.
Yıllardır onun bana gülümsediği gibi, başımı kaldırdım gözlerinin içine baktım, gülümsedim. Yüzümdeki dostane ifadeden cesaret alarak, “Dr. Şinasi Moran …” der demez, ama gerisini getirmesine, kim bilir kaçıncı kez tekrarlayacağı sözlerinin dudaklarından dökülmesine fırsat vermeden, sözünü kestim: “Evet,” dedim, “duydum, Allah rahmet eylesin, başımız sağ olsun, vefat etmiş.” Hubuyar Efendi’nin lafı ağzında kaldı, neye uğradığını şaşırdı ve ben o anda bir aslanın nasıl evcil bir kediye dönüştüğünü gördüm; sustu, çıtı çıkmadı, yüzüme bakmadı, öylece kaldı. Elinde tuttuğu kağıt parçasını tekrar cebine koydu, sonra ayağa kalktı ve tek kelime etmeden ofisten çıktı gitti.
O günden sonra ondan bir daha haber alamadım. Danışma merkezime gönderdiği insanlar ise uzun yıllar kapımı çalmayı sürdürdüler.
alıntı
16.01.2023 - 12:13
“Tüm insanlar aynı sözleri kullanır ama birbirlerini anlamazlar.”
Octavio PAZ
Evet arkadaşım, ayrılıklar diyorum. Ayrılıkların hiçbirini ben yaratmadım ama dayatılan her ayrılığın getirdiği yıkımları da ben yaşadım. Acıların bedeli, her zaman birinci tekil şahıs tarafından sessizce ve umarsızca ödenmiştir. Başı karlı onurlu Kafkas Dağları gibi sakallarımı örten aklar, bu bedelin kanıtlarından sadece bir tanesidir. Arsız olsaydım eğer, gamsız olsaydım, “biri biter, biri başlar, biri gider, biri gelir” deseydim, bazıları gibi hiçbir şeyi umursamasaydım eğer, bu incinmiş yüreğimde kederleri değil de, duyarsızlığı konuk etseydim eğer, acıları değil de, sevinçleri ve mutlulukları bulurdum.
Hayıflanmıyorum. Eğer’li cümlelerin benim yaşamımda yeri olmadığını biliyorum. Bu tür sevinç ve mutlulukların yüreğimde kök salmayacağını biliyorum. Ayrılıklar ve acılar gibi, gerçek sevinçlerin ve mutlulukların da bedelinin olduğunu biliyorum. Ne çok şey biliyorum, değil mi arkadaşım! Kısacası, hep aykırı, hep sıra dışı yaşamayı seçen bir insan, bunun bedelini de ödemek zorundadır ve öder!
Yaşamak nedir arkadaşım?
Bir iş, bir eş, toplumda parasal kazançla orantılı olan bir yaşam, giyim-kuşam, dışarıda akşam yemekleri, güdük beyinli dar bir çevrede sahte iltifatlar, insan sıcaklığının yerini hiçbir zaman tutmayacak olan son model ithal araba, televizyon, elektrikli ev eşyaları, ev, yazlık ve benzerleri midir? Bunlar, insanın yaşamını kolaylaştıran araçlar mıdır, yoksa, insanın yaşamını daha da zorlaştıran ve insanı insanlığından uzaklaştıran amaçlar mı? Böyle yanılsamalı ve yanılgılı bir ortamda, sen beni ne kadar anlayabilirsin ki arkadaşım?!
Evet, sen de yalnızsın, ben de. İkimiz de kalabalıklar ortasında yalnızız. Sen kendini yaşayamadığın, bense kendimi yaşadığım için yalnızız! Her ikimiz de şu veya bu şekilde, yaşadıklarımızın bedelini ödüyoruz, suskunluğun ağırlığı altında ezilerek. “Dilce susulup, bedence konuşulan” bu ortamda, susmak, belki de en büyük erdemdir. Oysa kimsenin kimseyi anlamadığı bu yabancılaşma ortamında, insanlar ne çok konuşuyorlar arkadaşım. Kabarık cinsel organların ve kabarık cüzdanların konuştuğu bu tiksinç ortamda sözün ne hükmü var? Söz yalancıdır, bazen göz de yalancıdır! Yalansız, içten ve dürüst olan yürektir. Söz susmalı, yürek konuşmalı.
Hep aynı şeyleri duymaktan bıkmadın mı arkadaşım? Bulutların rengini bile tahrip ve tahrif ediyorlar. Ve gökyüzünün gerçek rengini bir türlü görmüyorsun. İşte başlı başına bu bile mistifikedir ve sen hep aldanıyorsun.
İçimde bir çocuk var; incinmiş, küskün, ağlamaklı… Bu çocuk içimde hep var. En güzel masalları kirletilmiş, umutları çalınmış, düşleri katledilmiş, inançları işgal edilmiş, yüreği ezilmiş bir çocuk. Her gün içimizde bir çocuk öldürmüyor muyuz arkadaşım? Her gün insanlığımızı öldürmüyor muyuz?
Yaşamak nedir arkadaşım? Her gün aynı şekilde, tekdüze, kuru, yavan ve sıradan yaşamak, yaşamak mıdır? Bir şeylere ya da bir yerlere tutunmuşluk ya da tutunamamışlık yanılsaması ve esrik konfora düşkünlükle yaşamak, yaşamak mıdır?
Her ilişkide bir şeyler kazanırken, her ilişkinin bitişinde çok şeyler yitirdim. Sığ yüreklerine dürüst ve içten sevgileri sığdıramayan insan müsveddelerini, ağrıyan bir diş gibi söküp attım bu okyanusları kucaklayan yüreğimden. Her ilişkide en çok yorulan neden hep ben oluyorum? Hep yoruldum. Sevgi, özveri, güven ve emek, ilişkileri ayakta tutmaya yeter de artar bile. Oysa insanlar, her şeyi en kestirme, en kolay, en zahmetsiz yollardan elde etmek istiyorlar. Herkes bir şeyler kazandığını sandıkça yitiriyor. Böyle yaşamak, yaşamak mıdır arkadaşım?
Ben, hep sevdikçe özgürlüğü tattım. Sevdikçe çoğaldım, güzelleştim, özgürleştim. Hayatın yıkıcılığına karşı, sevginin yaratıcılığı ve yaşatıcılığıyla onurlu barikatlar kurdum. Hayatın yıkımlarına sevgiyle direndim. Oysa bu barikatlarımı ve direncimi ilk önce sevdiklerim yıktı. Duygularım incinip örselendikçe, kedere ve yalnızlığa boğuldum. Duyarsız yüreklere kurban verdim iyimserliğimi, özverilerimi, sevinçlerimi. Horlandıkça, dışlandıkça, aşağılandıkça yavaş yavaş geri çekildim bencil kalabalık arasından. Geri çekildikçe yalnızlıkla tanıştım… Ve yalnızlığa sığındım.
Şair, “Sevmek, insanın en büyük acısıdır” diyor. Çok doğru. Ben de derim ki; sevmek, insanın en büyük yalnızlığıdır.
alıntı
16.01.2023 - 12:11
“durgun yıllarda gelmiş olanlar dünyaya
anımsamazlar geçtikleri yolları;
biz Rusya’nın korkunç yıllarının çocukları
gücümüz yok hiçbir şeyi unutmaya.”
“Eski dünyanın kölesi olarak kalıyoruz hala. Daha büyük bir kötülükle lanetlenmişiz: uyku ve yemek gereksinimlerinden kurtulamıyoruz. Kimileri kuracak, diğerleri yıkacak, çünkü ‘her şeyin bir zamanı var’ ama yapmaya ve yıkmaya hiç benzemeyen üçüncü bir güç çıkana kadar herkes, köle olarak kalacak.”- Mayakovski’ye göndermediği
mektubu, Aralık 1918
16 Kasım 1880’de Rusya’da St. Petersburg’da soylu bir aile üyesi olarak doğan ozan, yazar, eleştirmen, çevirmen ve yayıncı Aleksandr Aleksandroviç Blok’un, babası Alexander L. Blok (1852-1909) tanınmış bir avukat ve Varşova Üniversitesinde hukuk profesörü, annesi Alexandra Andreevna ise yine eski bir aileden gelen bir şairdi.
Anne ve babasının ayrılmasından sonra Petersburg Üniversitesi rektörü olan botanik profesörü dedesi Andrey Nikolayevich Beketov’un (1921-1902) evinde büyüdü.
Dede Beketov
Blok, St. Petersburg’da önce hukuk sonra tarih ve felsefe öğrenimi gördü ve 1906’da mezun oldu. Başta Fransa ve İtalya olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde bulundu. Periyodik elementler tablosunu bulan tanınmış bilim insanı Dmitri İvanoviç Mendeleyev’in kızı profesyonel bir oyuncu ve bale tarihçisi Lyubof Mendelyeva ile evlendi ve ilk dönem şiirlerinin bir bölümünü 1904’te onun için yazdığı bir kitapta topladı. (Güzel Hanımefendiye Şiirler)
1906’da okulunu bitirdiğinde tanınmış bir ozandı artık. Şiirleri kadar birçok da oyun, müzik sözü, makale yazan, çeviriler yapan Blok’un dramaları; sanatsal değerleri ve tarihe ve var olan toplumsal duruma duyarlılığı nedeniyle büyük saygı gördü.
Olgunluk döneminde, Rusya üzerine kafa yorarak öncelikle siyasal temalar üzerinde yoğunlaştı ve klasik modellerden de yararlandı. İntikam, Benim Ülkem, Rusya, Kulikovo Sahasında yapıtlarında geleneksel Rusya dinsel geçmişinden zamanına uzanan bir yol aradı.
Birinci Dünya Savaşında 1916-1917 yıllarında cephede görev aldı. Rus Devrimi’nden sonra Devlet Tiyatroları yönetmenliği, Saint Petersburg Şairler Birliği başkanlığı, Zapiski Mechtatelei (Dreamers Notes) dergisinin editörlüğünü yaptı.
Petersburg’da doğan, burada ölen ve tüm sanatsal çalışmaları neredeyse bu kentte geçen Aleksandr Blok’un sanatında sisi, beyaz geceleri, genişçe akan Neva ırmağı ve Neva Caddesiyle bu kent teması ve imgesi çok özel bir önem içerir.
Son büyük çalışması On İki (1918), on iki askeri Saint Petersburg sokaklarına on iki havari olarak gönderen karmaşık bir canlandırmaydı. Son derece ironik ve çok sesli şiir, günlük konuşma, argo ve slogan dilini kullandığı bu deneysel çalışma Rus şiirinin ilk büyük yapıtlarından biri olarak kabul edildi.
Eşi Lyubof Mendelyeva ile
– Oh, Meryem Ana’mız
Sen bize acı
Bolşevikler okuyacak canımıza!
Rüzgâr sert ve vurucu
Ayaz da ondan geri kalmamakta!
Bir burjuva, kavşakta.
Kürklü yakasına gizlemiş burnunu.
Blok, devlet kurumlarında, Dünya Edebiyatı Yayınevi’nde çevirmenlik yaptı, devlet tiyatroları müdürlüğü üyesi ve Tüm Rusya Şairler Birliği’nin Saint Petersburg bölümünün başkanı oldu. 1919’da bir süre tutuklu kaldı, sorguya çekildi. Çeşitli devlet kurumları için ağır iş yükü altında çalışması, Devrim’den beklentisini bulamayıp düş kırıklığı yaşaması, ruhsal ve fiziksel olarak yorgun düşürdü. Blok’un üretmesine de engel oluşturan astım ve kalp rahatsızlığının yanı sıra kronik depresyon sorunu da vardı. Üç yıl boyunca hiç şiir yazmayan Blok, son çalışmalarından “Hümanizmin Düşüşü”nde (1921), Avrupa tarzının dağılmasından ve insanları gerçek kişisel çıkarları doğrultusunda rasyonel davranmaya ikna edebilecek kahramanların yitiminden yakındı.
Maksim Gorki‘ye “insanlığın bilgeliğine olan inancının” sona erdiğinden yakınan ve arkadaşı Korney Chukovsky’ye neden artık şiir yazamadığını “tüm sesler durdu. Artık olmadığını duyamıyor musunuz? Ses var mı?” diyerek aktaran Blok’un ruhsal sağlığı da durmadan geriye gidiyordu.
Düş kurulmaz, yok artık şefkat ve ün.
Her şey bitti, geldi gençliğin sonu!
Yok artık yalın çerçevede yüzün,
Elimle masadan kaldırdım onu.
Ardından kalp kapakçığı iltihabı nedeniyle doktorlar ona yurt dışında tedavi görmesini önerdilerse de yurt dışına çıkmasına izin verilmedi. Maksim Gorki’nin onun vize alması için çabalaması da sonuç vermeyince Blok, 7 Ağustos 1921 tarihinde doğduğu kent Saint Petersburg’da öldü. Yurt dışına çıkış izni ölümünden üç gün sonra, 10 Ağustos’ta ulaşacaktı.
Gorki, insan üstü çabalarına karşın Blok’a yurt dışı tedavisi için izin alamaması konusunu, dostu yazar, eleştirmen ve eğitim komiseri Anatoli Vasilyeviç Lunacharsky’ye şöyle yazmıştır: “Blok, Rusya’nın en iyi şairidir. Eğer yurt dışına çıkmasını yasaklarsanız ve o ölürse, siz ve yoldaşlarınız onun ölümünden suçlu olursunuz.”
Varsın, üstünde ölüm döşeğimizin
Uçuşsun bir karga sürüsü, bağırışlarla
Tanrım, seyretsinler âlemini senin
Kimler daha lâyıksa!
Aleksandr Aleksandroviç Blok, Ekim Devrimi’nin oluşumu ve sonrasında yaşamış onun sanat yaratıcılığı bu zamanda biçimlenmiştir. O, XIX. yüzyıl şiirsel arayışlarını sanatında tamamlayan Ekim Devrimi öncesi Rusya’sının son büyük şairidir. Bunun yanı sıra Rus Sovyet şiir tarihinin baş sayfası onun adıyla açıldığı gibi “Rus Yazınının Gümüş Çağı”nın en büyük temsilcisi de olan Blok’la Rus yazını gelişme dönemini tamamlamıştır.
Blok, soylu kökenli olmasına karşın tüm Rus sanat tarihçilerince “Devrim şairi” olarak da kabul görür. Modern Rus şiirinin oluşumuna büyük etki etmiş, geleneksel vurgulu heceli şiir tipinin yanı sıra, hecelerin toplam sayısına bakılmadan, her satırda belirli sayıda vurguya sahip olan şiir tipini Rus şiirine yerleştirmiştir.
Bütün avlu kapılarını geçtik,
Ve gördük her pencerede,
İş yüklemenin zorluğunu
Her beli bükük sırta
Blok’un şiirlerinde yaşam, ölüm, yurt, Rusya, şeytan, kent ve çingene temaları önemli yer içerir. Onun sembolist şiirlerinden oluşan ilk kitabı 1903-1904 yıllarında eşi Lyubof Mendelyeva için yazdığı “Güzel Hanıma Şiirler” yapıtıdır. Beklenmedik Sevinç, Kar Maskesi, Gece Saatleri, Rusya Şiiri, Kötü Oyun, Meçhul Kadın, Meydandaki Kral, İskitler, On iki, Devrim ve Aydınlar gibi çalışmalar üretmiştir.
Yaz sıcakları da geçer kış fırtınaları da
Geçer şenlikleriniz matemleriniz geçer
Ve ben bastırmak için yüreğimdeki özlemi
Bilinmedik bir türkünün doğmasını beklerim.
Puşkin ile sık sık karşılaştırılan ve belirttiğimiz gibi Modern Rus şiirinin öncülerinden ve Gümüş Çağı’nın en önemli şairi sayılan Aleksandr Blok’un genç şairler üzerindeki etkisi çok büyük olmuştur.
Kimi Bolşevik yöneticilerin onun mistisizmini ve çileciliğini küçümsemeleri, sanattan yoksun olmakla suçlamaları onu az da olsa entelektüel okuyucularından uzaklaştırsa da o Rus ve dünya şiirinde modern dil ve yeni imgeler arayan, ilk yıllarındaki sembolizm akımını zamanla aşarak özgün bir yola giren ve ünü günümüze değin azalmadan gelen büyük bir addır.
alıntı
16.01.2023 - 12:10
( Bu hikâye, İsmet Sungurbey hocaya,
Allah’a yakın uçan ateist kuşlardan,
Balatlı Yahudi köpeklerden,
Eyüplü Müslüman kedilerden
ve benden rahmet duasıdır. Dilerim duyulur)
Hastanenin mutfak personeli, dahiliyenin görece sağlam hastalarından seçilmişti. Çamaşırhaneninkiler ise oftalmoloji servisinden. Veba geçirmeyen parlak beyaz tafta ceketleriyle doktorlar ve idare şimdi de yana yakıla bir hemşire arıyorlardı cemaatte; Florence Nightingale mizacıyla balıklı ayazmadan kepçe kepçe şifa dağıtacak şefkat dolu bir hanım. Onca ilana, duyuruya, patrik çağrılarına rağmen tek bir başvuru olmamıştı. Üstüne üstlük bir de hükümetin hastaneye yaptığı tütün yardımını kesmesi, artık Valoukli koridorlarında elini kolunu sallaya sallaya gezen bir asabiyet olup çıkmıştı. Belki de bu yüzden doktorlar viziteler sonrası daha bol alkolle boğazlarını çalkalayıp, belli bir miktarın yemek borularından mideye sızmasına daha çok izin veriyorlardı aynaya son kez bakmadan, ceketlerini çekiştirmeden, genizlerini öttürmeden ve odalarını terk etmeden önce.
Sonra ben girdim kapıdan; Eleni
(Nevrasteni de vardı beraberimde, ayağını sürükleyen ve bana sürekli ‘hadi uyuyalım’ diyen.)
Kendimi kadın hastaları giydirip soyarken, yıkarken, günlük notlarını tutup, enjeksiyon ve gerekince pansumanlarını yaparken buldum. Gölgeler mi peşimde, ben mi gölgelerin izinde… bunu ayırt edebilmek için zamana ihtiyacım vardı. Geceleri koğuş koğuş gezmeme rağmen binadan çıkmaya ürküyordum başlangıçta. Hem dışarıda hem içeride ulumalar ve kokular giderek artıyordu sanki. Çağrı ya da itki; karar veremedim ilk birkaç ay. Silkinmek, giderek ağırlaşan, üstü kat kat dumanlı, içi kızıl kor astarlı esvabımdan kurtulmak istiyordum. Havaların da düzelmesiyle adım adım yol kat ettim ayazmaya; içimdekileri parçalamaya, kirimi akıtmaya, yaralarımdan koparacak balıklara doğru. Her gece bir adım. Ayazma suyunda, gecenin zifiri karanlığında, nilüferlerin, süsenlerin, su yıldızlarının hemen yanı başında yılanyastığında titreşen gümüşten dev ayın altında balıkların uyuması huzurluydu önceleri. İhtiyacım olan, o iri yaprakların altından çıkacak diye hissettim. Bekledim. Gelen giden olmadı. Sonra bir gece ansızın uyandırdım onları; işbirlikçim olsunlar diye. Kimseler beni yakalayamadı ayazmada yıkanırken, balıklar seyrederken. Günlerce. Kimse. Ben de suyun üstünde ve içinde titreşen her şeye, sundukları şifa karşılığında her gece masallar anlattım; fena palavra diye deliler gibi güldüklerini duydum sanki ara ara.
Ben Eleni.
Kapkara saçlı, kapkara gözlü Rum kızı.
“Beyefendi biz sadece tahayyül edebiliyoruz burada. Onlar bazen melek oluyor ama bazen de kiklop, golem, ya da siren oluyorlar. Şşşşşşt gittiğiniz sese dikkat ediniz. Zira biz hiçbir eri ve esiri es geçmiş değiliz. Apoletlileri de keza. Tabii ki biliyorum, hem de elifba’yı ezberlemeden çok daha öncesi günlerde öğrendim, her faniye iki göz iki kulak bir burun gerektiğini. Neden kızdınız anlamadım. Benim derdim, başının az üstüne kara bulutlar toplanmışlara kara gün komradlığı yapmak idi. Adi bir müzik istasyonuna isim listesi verir gibi size liste veremem ki. Tüm hastaları seviyoruz ve koruyoruz. Kavanozlarda mutlaka potasyum bromür, kinin, sülük, beat kuşağı ve hiç bağırsak sorunu olmayan birinin sıçması kadar kolay ve rahatlatıcı şekilde ölmek isteyen Céline saklıyoruz. Bu inanın onlara tafta ceketten, lokman ruhundan, altın tuzundan ve Largactil’den daha yararlı oluyor. Ve hayvancıklar beyefendi, ben onları Malta’daki sessiz şehrin daracık sokağına park etmiş Doğa Tarihi Müzesi’ni babamın zoruyla da olsa gezdiğimden beri çok seviyorum. Bendeki açık ismi – siz de yazın bir köşeye – Malta Tahnit Köşkü. Midemi bulandıran bir parafin kokusu vardı müzede. Çık buradan kaç bileti. Kuytu bir köşede eflatun harelerinde Anadolu’yu saklayan ametist, sabah güneşiyle odaya dolan çocukça bir esenlikti ama sonra birden bire beyefendiciğim, ortalığa gözler döküldü; onlarca, yüzlerce göz, dur durak bilmeden içinde bulunduğum odaya aktılar, saatlerce… Hayvanların içlerini doldurup ilaçlamışlardı bana dik dik bakabilsinler diye. Bir Nar Bülbülü’yle göz göze gelmenin bu kadar zor olabileceği hiç aklıma gelmemişti ve narin, parlak mavi kanatlarını çırpsın diye hiçbir Ulysses’e bu kadar çok yalvarmamıştım. Sonuç mu? Sorduğunuz şeye bakın! Sonuç kesinlikle öbür köşede hasır şapkalarını ve dürbünlerini camekân arkasında teşhir eden ornitologların gözlemlediği ve küçücük not defterlerine esriklikle sıraladıkları şen şakrak kargacık burgacık notlar gibi değil. Sonuç tıpkı Barents denizinin kapkara ve buz gibi derinlerindeki, bebek yüzlü, sarı saçlı Rus denizcinin taşsız gömütü gibi. Zehir gibi ölüm sessizliği ve kıyısında hâlâ oğlunu bekleyen anneninki gibi; ısrarcı, biteviye, yararsız; stepteki maki sanki.
Bakın, beni uzaklaştırmayın şimdi paroladan. Diyorum ki hayvanları hep çok sevdim. O yüzden şimdi sizinle kavga edemem. Bilmiyorsunuz tabii, nereden bileceksiniz, ben ‘Uygarlığı Küçümseyen Pasaklı Köpekler Okulu’ndan ileri derece ile mezun oldum, zehirli iğne bana vız gelir. Ve siz inanmayın ayazmanın karanlık sularına saçımın sapsarı yansımasına. Biliyorum yanılsama bu, siz de biliniz. Ama beyefendiciğim ama geceleri Velizade mezbahasına doğru ayaklarıma dolanan bağırsaklar ve doğacak güneşle beraber soluklarını yitirecek koyunlar ve kuzular… uykumu kaçırıyor… yardım edin bana! Ne olur! Ne olur yardım edin bana da biriktirdiklerimi kurtaralım hiç değilse. Hem bana yardım ederseniz Sadrazam Hazretleri’nden tütün keselerinin ağzını hastalarımız için biraz açmasını sağlayabilir ve hatta yatağınızın altına parmak parmak sürdüğünüz bokları tahta kafalı taftacıklar görmeden temizleyebilirim. Ne dersiniz? Duyamıyorum sizi? Yardım edin yalvarırım. Yardım edin bana balıklar. Koparın yaralarımı.
Balıklar balıklar balıklar…
Tarih: Plüton’un gezegenlikten kovulduğu, tüm gök haritanın feleğini şaşırdığı ve geri zekâlı küçük burjuva karılarının tik bahçe takımlarındaki beş çaylarında, etli döşlerini tutarak ‘ a ben terazi değilmişim…’ diye feveran ettikleri yıl. K. K. kolon kanseriyle savaşıyor diye herkesin yaşamak için isim soyadının baş harflerinden oluşacak bir illetle boğuşacağını düşündüğüm ay. Votka günü.
Yer: İstanbul -Yedikule
Koğuş No: 3036
İsim: Eleni
Ve onun söz arkadaşları; kafası hep alizeli simyacı Sem®a, yoksul yontu Dimitri.”
Yedi numaralı koğuştan şizofren Kâmuran Bey, Surdibi’nden gizlice toplayıp kaynattığı kediotunu içiyordu. Keyif, uyuşukluk ve ropdöşambr içindeydi mektubu uzatırken. Sertabip Apostolidis evirip çevirdi idrar, bok, kan ve çimen lekeli kâğıdı odasında. Emraz-ı akliye asabiye mütehassısı. Bu arada okuyucuya not; kızın anneannesi, bu marazı, evde ezanı her duyuşunda ayağa kalkıp ‘şefaat ya resul Allah, şefaat’ diye bağırarak bozmaya çalışıyor hâlâ.
Şifreyi çözemediler ta ki solgun yeşil üniformalı doktor, hastanenin hemen yanında artık hiç kullanılmayan eski ahıra –bilmem niye- girene kadar. İnce, yuvarlak çerçeveli gözlüğünü çıkardı. Gözbebekleri büyürken, eliyle burnunu kapadı. Yeni gargara yaptığı boğazından çok tuhaf, tiz gibi bir ses çıktı, geri geri adım attı, göz yuvalarında, yanak oyuklarına yüzlerce kurtçuğun ve sineğin yuvalandığı yan yana dizili onlarca küçükbaş kellesi ve kellelerden arta kalan yerlere sığışmış çoğu had safhada uyuz, bir deri bir kemik ve kimi bebekli, kaç itlaf, gariptir kaç sıcak yuva ve anlayışlı sahip atlatmış ama kesinlikle Fenerbahçeli Yedi Kule köpekleri ile dolu karanlık odacığa gözü alıştığında.
Başhekim, Eleni’ye bakıp “hâlâ ajite ve agresif, öncelikle sıcak su” dedi. Soydular ve yıkadılar Eleni’yi. Buharların içinden, “ Beni akıtmayın, çocuklarım bekler, nefes koyacağım yemek kaplarına daha” diye itiraz etti büzüşerek ve topuğuyla küvetin deliğini tıkayarak.
alıntı
16.01.2023 - 12:09
MILES DAVIS/MARCUS MILLER, MUSIK FROM SIESTA
Lost in Madrid part II/Wind, Lost in Madrid part IV
–gidenin ayrılık notu.
(Kalem de yasaktı kardeşim, kağıt da. Korkuyorlardı onlara karşı koymamızdan tek bir sözcükle bile. Tek bir sözcükle bile karşı konulabilir çünkü, bir kez yazılmış olan öylece kalır.
Ancak geceleri çıkarabiliyorduk bir parça kağıtla kırık bir kurşun kalemi.
Bundandır iyi anlaşılmıyorsa sözcüklerimiz. Okunaklı değilse, silinmişse, yarımsa ve birbirine karışıyorsa sesimiz.)
TANIŞMA
burda tutuyorlar bizi
bu yüksek tavanlı oda
bu kirli sarı ışık, bu kapı
bu demir bu duvar –yoruyor kalbimi
bunlar da pencereler
yıldızlara çıkıyorum
kesip her gece parmaklıkları
saksılarımız şurda duruyor
bir gömleğin kolağzına gizlenmişti fesleğenin tohumu
camgöbeği de güllere karışıp geldi geçen açık görüşte
her gün birimiz suluyoruz
sıraya koyduk
bunlar da çamaşır ipleri
eski çoraplardan büküyoruz
burası yatağım
dün gece kırları taşıdım sizin için
bulutlardan yastık yaptım yaslanasınız
istediğiniz kadar alın götürün
sizin için topladım bu deniz taşlarını
bu vapur düdüklerini de alın
bu martı seslerini de –cepleriniz var mı
biz şimdilik resimlerle yetiniyoruz
gazetelerden kesip yapıştırıyoruz şuralara buralara
arada kartpostal gönderiyor arkadaşlar
yüzlerini gönderiyorlar düşlerini umutlarını
–bir mendil gibi özenle katlayarak
göz önünde bir yerlere asıyorum hepsini
gittiğim her yere götürüyorum –yüreğim gibi
yolların düş gezdiricisi diyorlar burda bana
yılların umutlar gezdiricisi
bunlar kitaplarım
bunlar da defterler –öğrendiklerimi yazıyorum,
bir türlü bitmiyor öğrenilecekler
o mu, ben bilmiyorum çalmasını ozanımızın sazı
yüreğimizin tellerine dokunuyor arada
söz verdi –hele şu iş bir bitsin
hürriyet meydanı’nda çalacak hepimize
sonra da hep birlikte
kıyılara ineceğiz, biz de söz verdik ona
uzak ülkelerden konukları gelecek de
senin adın yaprak olmalı –gözlerin ne kadar yeşil
seninki deniz –bir mavi ancak bu kadar derin
sen de çiğdem olmalısın –yoksa karıştırdım mı
vakit doldu, akşam oldu hadi gidin aramasın anneniz
bileğinizdeki mürekkep yüreğinize geçmesin
biz bir süre daha buradayız
sonra gene gelirsiniz çocuklar
size ay tutmayı öğretirim o zaman
bu mu…
yeşermiş dallarıyla
bir koltuk değneğinden başka
ne olabilir?
(REQIEM/Zamandışı-Sessizlik Saati’nden)
alıntı
16.01.2023 - 12:07
Ahmet Muhip Dranas’ın iki İstanbul’u vardır. Birincisi gençliğinin şehridir. “Şiirler, buluşmalar, aşklar, tığ gibi minareler, şarkı gibi düş gibi duygular” bu İstanbul’a aittir.
Diğer İstanbul ise şairin yaşlılığında döndüğünde karşılaştığı İstanbul’dur. Bu her iki İstanbul da “Yağma” şiirinde yer alır:
“Bir songün hali, bir taş taş üstüne;
Hem mide, hem ruhta bir açlık, ejder
Örneği saldırmada dörtbir yöne;
Toz, duman, inilti, akıntılar, çöpler…”
Bir arena zalimliğini ve sahipsiz bir meydan çöplüğünü andıran bu İstanbul bütün inceliklerden kopmuş, zarafeti gerilerde bırakmış kaba, obur ve aç bir şehirdir. Değişim, geçmişin romantik duygular uyandıran kibar ve temiz muhitini beton ve arabeskle kirletmekle kalmamış, en müstesna semtleri hippileştirmiş, aşkın anlamını sevişmeye evriltecek denli bir yozlaşmayı da getirmiştir:
“O güzelim aşkın vücudu yağma,
Şarkısı ne mahur beste, ne Itri…
Tenekeler çalıp çığlık çığlığa
Yarı bir sevişme, ayaküzeri.”
Değişimin her alandaki sonuçları Ahmet Muhip’te bireysel bir yakınma nedeni olarak var olur. Süreci nedenleriyle birlikte kavrayıp çözümleyici bir yaklaşım geliştiremediği için umutsuzluğu ve düş kırıklığı büyüktür. Şehre ilişkin her başkalaşma onda şehrin yok oluşuna ilişkin bir korku olarak karşılığını bulur. Gerçekte bu duygu geçmişine, anılarına bağlılığın bir sonucu olmalıdır. Psikolojik derinlikleri olan korumacı, sahiplenici İstanbul sevgisi, tahrip edici gelişmeler karşısında tam anlamıyla bir umutsuzluk ve düş kırıklığının kaynağı haline gelmiştir.
Ahmet Muhip Dranas.
Ahmet Muhip şair inceliğiyle adını anmasa da İstanbul’unu tahrip edenler Anadolu’nun kıraç ve uzak yollarından bu şehre gelmiş, bu şehri geçim ve umut yurdu olarak tutmuş olanlardır. Ahmet Muhip’in İstanbul betimindeki ana çelişki bu şehrin yerlileriyle bu şehre sonradan akın akın göçmüş olanlar arasındadır:
“Ve o İstanbullular… doygun, uçuk,
Sanki gelecek bir tufandan haber
Almışlarcasına hep, çoluk çocuk,
Göksel gemilere binip gitmişler.”
Bu gidiş öyle bir gidiştir ki, eski İstanbul’dan hiçbir iz kalmamıştır. Şaire göre İstanbul’u seven, koruyan bir eski İstanlullular cephesi vardır ve gidenler bunlardır. Yeniler ise şehre sonradan gelmiş olanlardır, şehri tahrip edenler de bunlardır. Bu nedenle de eskilerle yeniler arasındaki çatışma, uyuşmazlık gerçek bir mutsuzluk kaynağı olarak çıkar karşımıza Ahmet Muhip’te:
“Gidiş o gidiş… ve kimbilir kaç yıl
Bu göç, fakiri, zengini elele
Usulca… ve artık hiç… Hayal meyal
Görünmüyorlar artık bulutlarda bile…”
Hızlı kentleşme ve koşutunda değişen ilişkiler, dönüşen sosyal hayat, kentin tarihi ve doğal yapısındaki tahribat, sonuçta şairin gençliğinin İstanbul’uyla kıyaslayarak yaklaştığı yeni İstanbul gerçekliği o kadar farklıdır ki “eskinin bulutlarda bile bulunamayacağı” duygusunu yaşatacak denli aslından uzak ve aslına yabancıdır. Anlaşılamayan değişim bir büyük düş kırıklığının ve bir onmaz umutsuzluğun kaynağı oluyor. Fakat Ahmet Muhip merdivenin uçuruma açılan son basamağında şair sezgisine tutunmaktan geri kalmıyor. Bir anlamda ilk yapması gerekeni yapıyor.“Yağma”nın son dörtlüğünde” değişimin kaçınılmazlığını anımsıyor. Buna inanmaya âdeta zorluyor kendini:
“Bir Tanrı ve tarih güzeli, tabu;
Güneş ve sular mucizesi, bir giz…
Her zaman sonsuz elbet, İSTANBUL bu.
Körelen belki de biziz… kalbimiz.”
Bu dizeleri amansız bir düş kırıklığını ve çöküntüye yaklaşan umutsuzluğu aşma çabası olarak da değerlendirebiliriz. Onca ideolojik yanılgı içindeki bir şairin sezgi gücüyle, yani sanatçı duyarlığıyla yüzleştiği bir anın son sözcükleri olarak da.
İnsancıl, halkçı, memleketçi bir İstanbul sevgisi
Ahmet Muhip’in uzlaşamadığı İstanbul’u Bedri Rahmi Eyüboğlu halkçı-insancıl bir duyarlıkla kucaklar. Anlamaya çabalar.
“Büyük Şehir” adlı şiirinde Bedri Rahmi İstanbul’u hallerinin tümü anlatılamayan, yüz kolla bile kucaklanamayan, işitilmek istense bütünüyle işitilemeyen, büyük gemilerin, dolu hanların, dolu hamamların şehri olarak tanımlar. Nâzım Hikmet’in “hâyı huy” şehri tanımını onda bulmuştur. İstanbul büyük bir şehirdir ve o gurbetle büyümüştür. Eyuboğlu büyük ve kalabalık şehrin bireydeki yansımasının altını gerçekçi ve insani bir duyarlıkla çizer:
“Gel gör ki her allahın günü
Göz göze diz dize
Tramvayda sinemada meyhanede mabette
Herkes kendi murdar karanlığına gömülmüş
Herkes gurbette.”
Eyüboğlu gurbet olgusunu “İstanbul Haritası” şiirinde daha da açımlar. Gurbetin gerçek garipleri Anadolu’dan gelmiş yığınlardır:
“Bir nokta yüz bin nokta
Bir Anadolu’dur gelmiş meleşir boşlukta”
Bir başka şiirinde, “İstanbul Destanı”nda Bedri Rahmi, İstanbul’la ilgili duygu ve düşüncelerini daha kapsamlı ortaya koyar. İstanbul denince aklına gelenleri içtenlikle anlatır. Bu şiir, martının masalsı motiflerle betimlenmesiyle başlar. Bu motiflerin yarattığı çağrışım, şairi çocukluğuna, çocukluğunun geçtiği Anadolu’ya götürür. Şairin İstanbul’la ilgili çağrışım alanında martıdan başka “bir sepet yapıncak kınası, Kapalıçarşı, koca bir dalyan, Adalar, kuşlar, Tophane’de bir sokak, stadyum, Orhan Veli, Sait Faik, bir çingene kızı ve bir basma fabrikası” da vardır.
Bedri Rahmi Eyüboğlu.
Tophane’deki sokağın anlatıldığı bölümde Bedri Rahmi Anadolu’dan gelmiş insanların büyük şehre tutunma mücadelelerinden kesitler sunar. Basma fabrikasının anlatıldığı bölümde ise fabrikada çalışan kızların dramı işlenir. “İstanbul’daki Anadolu” olgusuna bu şiirde daha kapsamlı ve ayrıntılı eğilen şair şehrin dokusuna tutunmaya çabalayan insanlarla aynı toplumun üyesi olmaktan kıvanç duyar, mutlu olur:
“İstanbul deyince aklıma
Stadyum gelir
Kanımın karıştığını duyarım ılık ılık
Memleketimin insanlarına”
İnsancıl, halkçı, memleketçi bir duyarlık temelinde yükselir Bedri Rahmi’nin İstanbul sevgisi. Kültürel ögeler ve tarihsel dokuyla zenginleşir. Sevgisinin odağında bulunan halkçı yaklaşım onun ayrım sınırıdır. Halka, halkın değerlerine, onun günlük yaşam kaygılarına sırtını çevirmiş olanları alaycı bir dille eleştirir:
“Karşı radyoda gayetle mülayim bir ses
Evlere şenlik Üstad Sinir Zulmettin
Hacıyağına bulanmış sesiyle esner:
Gam ü şadiyi felek
Böyle gelir böyle gider”
İstanbul anlatımlarına halk gerçekliğini dâhil etmemiş olan Yahya Kemal’in de onun için bir öneminin kalmaması şaşırtıcı değildir:
“İstanbul deyince aklıma
Yahya Kemal gelirdi bir eyyam
Şimdi Orhan Veli gelir”
Eyüboğlu’nun İstanbul algısındaki farklılığın nedeni; ekonomik ve sosyal değişimi anlamaya çabalayan, gerçekliğin bilinciyle donanmış halk odaklı İstanbul sevgisidir.
alıntı
16.01.2023 - 12:06
Kalabalıklaşıp büyümesiyle Necati Cumalı’yı mutlu eden şehir Mehmed Kemal için bir üzüntü ve yakınma kaynağı olur. Şiirlerini halk dili üzerine kuran Enver Gökçe’de İstanbul, buruk bir hesaplaşma tınısı taşır. İstanbul dışındaki Türkiye kıtlığın, verimsizliğin, yoksulluğun hüküm sürdüğü yazgısına terk edilmiş bir ülkedir Ahmed Arif’te. Hasan Hüseyin ise, İstanbul’u Anadolu’yu yöneten, Anadolu’dan beslenen sömürü ve zenginlik sahiplerinin merkezi olarak görür
CAFER YILDIRIM
Denizine bakardı, odun boşaltan kayıklarını seyrederdi, sabahlarına uyanırdı. Bütün bunlar onu mutlu ederdi. Necati Cumalı da İstanbul’un sıradan olan yaşamından tat alan, mutlu olanlardandır:
“Serseri bir çocuk
Üç aylık bir suç tasarlıyor
Ne güzel ağaçları denizi sevmeye başlamıştık
Şimdi olan bitene sebepsiz sıkılıyoruz
Lokanta her akşam daha dumanlı
Kahve her akşam daha kalabalık”
(İstanbul Kışa Hazırlanıyor şiirinden)
Çevresindeki insanların gündelik sorunları, örneğin yaklaşan kışla başlayan odun kömür derdi, çocukların suça yönelmesi şairin mekân kaynaklı mutluluğunu örseler. İstanbul’un ona bağışladığı erinç duygusunu zedeler. Gündelik hayatın verdiği sıkıntı genel bir ruh sıkkınlığına dönüşür. “İstanbul Kışa Hazırlanıyor” şiirindeki kapalı duygu atmosferi “Kısmeti Kapalı Gençlik”te daha bir somutlanır ve doğrudan bir anlatımla yeniden kurgulanır:
“Üzgün kısmeti kapalı bir gençlik
Karşımızda canım İstanbul canım deniz
İçtik içtik kahırlandık bunca yıl dilsiz
Kimdik ki yaşamımızı berbat ettiniz
Sizlere el uzattık düşman gibi itildik”
Şiirin ilerideki bölümlerinden anladığımıza göre şairin kendisini de içlerinde gördüğü bu kesim şehre iş ve ekmek umuduyla Anadolu’dan göç etmiş olanlardır. Cumalı’nın genel bir yakınma düzeyinde dillendirdiği çelişki öyle anlaşılıyor ki İstanbul’daki Anadolu ile İstanbul’da subaşlarını tutmuş olanlar arasındadır:
“Fakat İstanbul dev gibi büyük bir şehir
İyi kötü günler görmüş geçirmiştir
Geceleri yorgun çocuklarının terli
Alınlarında o doğurgan ana eli
Dinlendirir dizlerinde ümitlendirir
Kimse alamaz elimizden bu ümidi
Bunca yıl bu ümit bizleri tutan dimdik
Neydik düne kadar daha üç beş kişiydik
Çektik kapıları çıktık evlerimizden
Meydanlara sığmıyoruz kardeşler şimdi”
Kendisi gibi dışarıdan gelenlerin çoğalmasındaki ümidin şairdeki karşılığı nedir? Çoğalmanın büyük şehrin açtığı hangi yarayı saracağını düşünüyor Cumalı, bilemiyoruz. Fakat meydanlara sığmayan kalabalıklar onu kardeşlik duygularıyla sarmakta, kendine güvenli bir duruşun sahibi kılmaktadır. Diyebiliriz ki Cumalı İstanbul’daki Anadolu’dan mutluluk duymaktadır. Bu tutumuyla Ahmet Muhip Dıranas ve onun çizgisindeki birçok şairde görülen seçkinci anlayışın karşısında yer almaktadır.
GEÇMİŞE DÖNÜK ÖZLEMİN ŞEHRİ
Mehmed Kemal, Evliya Çelebi’nin üslubuyla kaleme aldığı “Der Vasf-ı Stayiş-i İstanbul” adlı şiirinde Daha çok gözlemlere dayalı betimlemeler ve sınırlı yaşanmışlıklar üzerinden bir İstanbul fotoğrafı sunar.
“İstanbul şehri içre serseri gezüp
Semâ vü deryayı seyr ü temaşa eyledim
Belki mahzun gönlümüz şâd
Gamlı asrımız âbâd olur dedim
Baktım ki şöyle evleri var
Tarz-ı kâdim kârgir bina ahşap bina
Tarz-ı cedid beton bina uzanır
Yolları var kaldırımdır parke asfalt dolanır
Sakinleri kâfir olmuş islâm olmuş ne çıkar
Hepsi insan hepsi cana yakındır
Ben ol şehre hayran oldum tutuldum
Zira İstanbul büyüktür.”
“Öğle Rakıları” şiirinde ise Mehmed Kemal’in İstanbul’a bakışı Ahmet Muhip’le oldukça benzeşir. Mehmed Kemal için de geçmişe dönük bir özlemin şehridir İstanbul. İyi günlerin, sağlam dostlukların, güvenli mekânların geçmişini arayan yaşlı bir adamın özlediği bir şehirdir:
“Burası Arnavutköy efendim
Eskiden ne güzel yerler vardı”
Kalabalıklaşıp büyümesiyle Cumalı’yı mutlu eden şehir Mehmed Kemal için bir üzüntü ve yakınma kaynağı olur. Eskinin güzel yerleri ve güzel insanları zamanla birlikte kaybolmuştur. Yeni ise görgüsüz ve doyumsuzdur. Yeni denizi kirletmiş, denizin balığını tüketmiştir. Yağmalanmış Boğaz, her köşe başında boy gösteren bankalar, şehrin tahrip edilmiş dokusu, çöplüğe çevrilmiş sokaklar değişen İstanbul’un şairi üzen görüntüleridir:
“Bakın denizin mavisi bitti
Çerçöp döküyorlar, ne derler
Çevreyi kirletiyorlar
Görgüsüz oldular çok
…
Beyoğlu geceleri mi
Kalmadı efendim nerde
Hani karanfilli Ümit Deniz
Her masada bir damla gözyaşı
Her yudumu zehir Cahit Irgat”
Şehrin kimliğine yerleşen kara görüntüler, küçük mekânların dağılan sıcaklığı, değişen insan ilişkileri için şair bir tarih de verir:
“Hacıağalardan bu yana
Dünya savaşından sonra
Her şey bitti”
Mehmed Kemal olumsuzlukların kaynağı olarak türedi ve şehir kültüründen uzak zenginleri işaret etmektedir. Fakat onun rahatsızlığı bu görgüsüz ve doyumsuz zenginlerin şehri hovardaca kullanmasıyla sınırlı değildir. Anılarındaki şehir betimi, rahatsızlığının asıl kaynağının büyük şehir kimliği kazanmış yenide, küçük mekân ilişkilerinin sıcak geçmişini aramak olduğunu göstermektedir.
İSTANBUL DIŞINDAKİ TÜRKIYE
Şiirlerini halk dili üzerine kuran Enver Gökçe’de de yer yer İstanbul anlatımlarına rastlanır. Bunlardan bir tanesi buruk bir hesaplaşma tınısı taşır:
“Sana selam olsun
Sürgünler, mahkûmlar, hastalar!
Alacağın olsun
Seni İstanbul seni
Seni Bursa, Çankırı, Malatya”
(Dost şiirinden)
Buruk bir hesaplaşma tınısı taşıyan bu seslenişte İstanbul’la birlikte Bursa, Çankırı ve Malatya da hedef tahtasına yerleştirilmiştir. Şehir listesi, İstanbul’un kimliğiyle ilgili özel bir nedenin söz konusu olmadığını göstermektedir. Öyledir ki eşitlik ve özgürlük karşıtı bir düzenin lanetlenmesi esnasında bir örnek olarak kullanılan şehirler arasına İstanbul da katılmıştır. Gerçekte Gökçe’nin İstanbul’a yaklaşımı “emekçi şehri” kimliğinden beslenen bir duygusallığı içerir. Gökçe İstanbul’la kurduğu duygu ilişkisini “Oy Beni” şiirinde doğrudan ve duygulu bir anlatımla ortaya koyar:
“Türkiye yaşanmaz oldu!
Gel gör halimiz yaman!
Haramiler, bezirgânlar elinden
Aman, el aman!
Kesilmiş mümkünüm, çarem
Vay ne hal olmuş memleket
Vay ne hal olmuş vatan!
Güzel yârim İstanbul’dan ne haber?
Dil-Tarih’ten, Emekçi’den, Sendika’dan ..?”
Gökçe bu şiirinde İstanbul’u, yükseköğrenimini yaptığı Dil-Tarih’i, ideolojik değerleri arasında yer alan emekçi ve sendika ile eş değerde tutan bir söylemin içine yerleştirmiştir. Bunun da ötesinde İstanbul’u “güzel yâri” olarak nitelendirmiştir.
Şiirini halk dili üzerine kuran bir başka şair Ahmet Arif’te, Anadolu’nun yoksulluğuna sebep olan bir yönetimin yaşadığı bir coğrafya olarak işaret edilir İstanbul’a. İstanbul dışındaki Türkiye kıtlığın, verimsizliğin, yoksulluğun hüküm sürdüğü yazgısına terk edilmiş bir ülkedir:
“Üsküdar’dan bu yan lo kimin yurdu!
He canım…
Çiçek dağı kıtlık kıran,
Gül açmaz, çağla dökmez
Vurur alnım şakına
Vurur çakmaktaşı kayalarıyla
Küfrünü, medetsiz, Munzur.
Şahmurat Suyu kan akar
Ve ben şairim.”
(Uy Havar şiirinden)
Arif’in Üsküdar’dan ötedeki coğrafyaya ilişkin yarattığı çağrışımlar Türkiye’nin doğu yakasını işaret etmektedir. İstanbul’la sınırlanan coğrafya ile İstanbul’un ötesindeki coğrafya batı ile doğu, ayrıcalıkla ihmal edilmişlik yönündeki çağrışımlar üzerinden kimliklerine kavuşur. Anadolu- İstanbul karşıtlığı Türkiye’nin doğu bölgesine yapılan vurgu üzerinden anlamına kavuşur.
BİR AYRICALIK MEKÂNI
Bir başka toplumcu gerçekçi şair Hasan Hüseyin İstanbul’u, Anadolu’yu yöneten, Anadolu’dan beslenen sömürü ve zenginlik sahiplerinin merkezi olarak görür. İş aramak için şehre gelen bir Anadolu insanının gözlemleri ve onu şaşırtan görünür farklılıklar üzerine kurar Anadolu ve İstanbul karşıtlığını:
“iş ararken uğradım
beyimiz efendimiz
yani çaldım kapınızı
beyimiz efendimiz
sormak ayıp olmasın
beyimiz efendimiz
bu deniz hep mi sizin
beyimiz efendimiz
bu martılar bu gemiler bu beyoğlu’lar
adalar modalar kuzguncuk’lar kalamış’lar ve tüm istanbul
sormak ayıp olmasın
beyimiz efendimiz
hep mi burda yaşamışlar bu padişahlar
sadrazamlar vezirler onların uşakları
hep mi burdan yönetilmiş bizim oralar
erzurum’lar erzinzan’lar kars’lar sivas’lar
o açlık mı beslemiş bu yaman saltanatı”
(İstanbul’un Kapalıçarşı’sı şiirinden)
Hasan Hüseyin’in kurduğu Anadolu-İstanbul karşıtlığı “Dörtyolağzı” şiirinde bir başka boyut kazanır. Bireylerin doğdukları yerlerin geleceklerinin oluşumunda önemli bir etken olduğu düşüncesinin işlendiği bu şiirde İstanbul bir ayrıcalık mekânı olarak görülür.
“istanbul’u sevmek başka
ankara’da kalmak başka
severim de antalya’yı
yaşarım muş’ta
bu ne biçim dağıtım bu
bu ne biçim paylaşma
o doğacak kalamış’ta
bense sarıkamış’ta
ben ozanım aslanım
anlamam belki dpt’den filandan amma
biraz da şöyle yapsak nasıl olur acaba
ben doğayım istanbul’da
o doğsun erzincan’da”.
alıntı
16.01.2023 - 12:04
BEHÇET AYSAN: Bir Yalnız Nar Ağacı
1949 yılında Ankara’da doğdu.
1968 yılında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesine başladı. 1971’de siyasi nedenlerle tutuklandı. Cezaevinden çıktıktan sonra çeşitli işlerde çalıştı. Tıp eğitimini tamamlayıp psikiyatri ihtisası yaptı.
Hem şairdi, hem doktordu.
Haydar Ergülen bir yazısında onun için “elem doktoru” dedi.
“Elem doktoru sözünden çok etkilenmiştim, o söz bana başta yazdığım gibi, psikiyatrdan önce tabibi çağrıştırdı, en çok Behçet’e yakışırdı ‘Elem Doktoru’ olmak. (…) okursanız, Behçet Aysan adlı, bu dünyanın yaşatmadığı, has bir adamın, sevgili bir insanın ve kederli bir şairin “Elem Doktoru” olduğunu göreceksiniz.
(…)
Tabibim, şairim Behçet, sen yoksun, elem doktoru yok, şimdi ben kalbimin nasıl geçtiğini kime söylerim?”*
Şiirimizin bir yalnız nar ağacı, 1993 Sivas Katliamında yanarak hayatını kaybetti. Henüz 44 yaşındaydı.
Şükrü Erbaş, her okuyuşumuzda bizi uykumuzdan edecek şu dizelerle anlattı o kara günü:
“Kimse temizim demesin, kimse
Bütün bir ülke odun taşıdı Behçet’in yangınına…”**
Haklıydı. Söz gümüşse sükût altındı. Kötülüğü ise sükût ile büyütmüştük, bir güzel ülkede.
Behçet Aysan, bir yalnız nar ağacıydı. Kısacık yaşamından bize, saçılmış bir nar gibi, yüzlerce şiir bıraktı. Öyle şiirler ki bir kentin kalabalık bir istasyonunda ne uğruna, nereye yetiştiğimizi bilmiyorken okuduk, unuttuğumuzu hatırlattı.
“sevmeyi unutmuşsunuz kardeşler
yalan her şey gibi
aşklarınız da.
yaşamı ölüm
diye anlatıyorlar size
yalanı gerçek diye.
ne leylakların
tomurundan
haberiniz var
ne önünüzden
kara bir tabut
gibi geçen geceden.
sevmeyi unutmuşsunuz kardeşler
yalan aşklarınız
da.”
Öyle şiirler ki göğsümüzün altın kafesini araladı, şu koca İstanbul şehrinde yenicami önünden ne zaman geçsek gözlerimiz aradı, Hasköylü kör İlyas’ı. Durduk, güvercinleri sevindirdik, sanki dünyanın bütün açlarını doyuruyormuş gibi gururlanan bir sevinçle.
“her sabah
uyandığımda,
gördüğüm düşü hayra yorarım
açmasına açarım da
göğsümün altın kafesini
korkarım
ya bu gece
güvercinler
yüreğimden başka bir ülkeye
göç etmişlerse.
çünkü, ben ilyas
hasköy’lü –
kör ilyas,
şu koca istanbul şehrinde
yenicami önünde
sanki dünyanın bütün
açlarını
doyuruyormuş gibi
gururlanan bir sevinçle
darı satarım
savrulması için güvercinlere.”
Behçet Aysan
En bitik günde, en fırtınalı, en “doğmayan” günde; bir kitap sayfasından dokundu omzumuza, yakılarak öldürülen bir şair, söyledi bunu: “yarın diye bir şey var“
“bilirim yarın diye bir şey var
çeliğin su katılmamış yanı
ırmakların geçilecek, fırtınaların dinecek
bir yanı var
ömrümüzün
belki bir gün gülecek.
selam verip
selam alacak
barışa kardeşliğe
hep tok yatan
çocuklar görecek
el ele
aşklar, omuz omuza dostluklar
ne dikenli teller olacak
ne tanklar tüfekler
ne tüberküloz kalacak
ne lösemi
ne işsizlik
ne banka
ne borsa
süt gibi duru ve ak
ekmek gibi sıcak
bizim de
bizim de
günlerimiz olacak.
güle değecek
kuşların kanadı
ve kuşlar sırtlarında
gül taşıyacak
…”
Ruhu, yorulmayan bir ağır işçiydi, kedere ve aşka çalışan.
“Benim o hep fırtınalarla boğuşan ruhum
Yorulmuyor yaşamaktan.
Midyat’lı bir gümüş ustasıdır, süryani
Ve yüzündeki çıban gibi
Yüreğinde yaralar
Taşımaktan.
Yorulmuyor yorulmuyor
Ağır işçi
Kedere ve aşka çalışmaktan”
Devamında bize aşkı anlattı, eflatundu. İnandık rengine ve bekledik eflatun yağmurlar yağdırmasını. Bildik ki “her sevda, bir ayrılığı yaşar”
“ey eflatun aşk
bana eflatun yağmurlar
yağdırabilir misin
getirebilir misin geçen günleri geri
tutup yıldızları yanıma oturtabilir misin
sana neyi anlatayım
her sarnıç küflü bir yağmuru
her sevda bir ayrılığı yaşar.”
Behçet Aysan’ın öldüğü tarih olan 2 Temmuz 1993’te
Sivas’ta çekilmiş bir fotoğrafı.
Şiirimizin bir yalnız nar ağacı, Behçet Aysan, 1993 Sivas Katliamında yanarak hayatını kaybetti. Henüz 44 yaşındaydı. Kısacık yaşamından bize, saçılmış bir nar gibi, yüzlerce şiir bıraktı.
Bizse bir nar ağacının dibinde onun bıraktığı yerden Türkiye’yi konuşmaya devam ediyoruz.
“tahta pancurlu taştan evin
penceresi nar ağacına bakardı
eski tersanenin yamacında
dalları sarkmış o yalnız nar ağacı
on beş yıl önce
o yalnız nar ağacının dibinde
oturup geleceği konuştuğumuz
çocuklar şimdi yok
birçoğu başka sokaklarda
yürümekteler
on beş yıl sonra
o yalnız nar ağacının dibinde
oturup düşündüm bunları
saçlarımıza aklar düşüren
zor günleri
kenar mahalleleri
bebek ölüm hızını, çocuk işçileribiliyorum
bir gün bir başka nar ağacının dibinde yine
bir başka
çocuklar
Türkiye’yi konuşacaklar.”
09.01.2023 - 14:51
555K
şimdi Bursa'da ipek çeken kızlar
bir karasevda halinde söylemektedir:
görmeğe alıştığımız nice yazlar
kimleri alıp götürdüler ama kimleri
karanfil bıyıklı genç teğmenleri
ak saçlı profesörleri, öğrencileri
adları şuramıza işlemektedir
ah dayanmaz dayanmaz bakmaya gözler
bir karasevda halinde söylemektedir
şimdi Bursa'da ipek çeken kızlar
şimdi Erzurum'da çift sürenlerin
geçit vermez kaşlarının altında
derindir, ıssızdır, korkunçtur gözleri
sabanın demiri girdikçe toprağa
hınçlarını gömmektedir içine yerin.
çünkü millet hayınları Ankara'larda
çünkü İzmir'lerde, çünkü İstanbul'larda
çünkü başka yerlerinde memleketin
kanına girdiler masum gençlerin
işte onun için karanlıktır gözleri
şimdi eErzurum'da çift sürenlerin.
şimdi saat sekizdir başlar gecemiz
gündüzü kısalttılar geceyi uzattılar
şimdi acının ve hüznün göklerinde
umudun yıldızı sarı yıldız mavi yıldız
uykumuzun bir ucunda bombalar
bir ucunda hürriyet inancı sabaha kadar
ingiliz usulü piyade tüfekleriyle
insanca yaşamanın onuru arasında
milletcek bir gidip bir geliyoruz
şimdi saat sekizdir başlar gecemiz
şimdi ay doğar bulutlar arasından
kavat derebeyleri yüreksiz bolu beyleri
hırsızlar, yüzde oncular, kumar erleri
cebren ve hile ile haklarımızı alan
zulmü ve alçaklığı yöneten murdar üçken
biliyor musunuz bir orman gelişiyor şimdi
türküleri duyuyor musunuz nice derin
yakılmış çoban ateşleriyle dağlarda
karanlığı tutuşturup bir köşesinden
geceyi gündüze çevirenlerin
biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
anamız çay demliyor ya güzel günlere
sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
bu, böyle gidecek demek değil bu işler
biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz
ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
işte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz.
Cemal Süreya
09.01.2023 - 14:13
Rindlerin Akşamı
Dönülmez akşamın ufkundayız.Vakit çok geç;
Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç!
Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile,
Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle.
Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan
Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan
Geçince başlayacak bitmeyen sükunlu gece.
Guruba karşı bu son bahçelerde, keyfince,
Ya şevk içinde harab ol, ya aşk içinde gönül!
Ya lale açmalıdır göğsümüzde yahud gül.
Yahya Kemal Beyatlı
07.01.2023 - 09:27
MARE NOSTRUM
( Bizim Deniz )
En uzun koşuysa elbet Türkiye'de de Devrim,
O, onun en güzel yüz metresini koştu.
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak..
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi..
Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama aşk olsun sana çocuk, AŞK olsun!
Can Yücel
( 1926 - 1999 )
07.01.2023 - 09:24
ANI
Bir çift güvercin havalansa
Yanık yanık koksa karanfil
Değil bu anılacak şey değil
Apansız geliyor aklıma
Neredeyse gün doğacaktı
Herkes gibi kalkacaktınız
Belki daha uykunuz da vardı
Geceniz geliyor aklıma
Sevdiğim çiçek adları gibi
Sevdiğim sokak adları gibi
Bütün sevdiklerimin adları gibi
Adınız geliyor aklıma
Rahat döşeklerin utanması bundan
Öpüşürken bu dalgınlık bundan
Tel örgünün deliğinde buluşan
Parmaklarınız geliyor aklıma
Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm
Kahramanlıklar okudum tarihte
Çağımıza yakışan vakur, sade
Davranışınız geliyor aklıma
Bir çift güvercin havalansa
Yanık yanık koksa karanfil
Değil unutulur şey değil
Çaresiz geliyor aklıma.
Melih Cevdet ANDAY
Toplam 52 mesaj bulundu