Çok eski zamanlarda badem ağaçlarıyla doluydu Van Akdamar Adası... Keşişler kendi hallerinde yaşar, adaya kimsenin çıkmasına izin vermezlerdi. Bu adada güzelliği dillere destan ‘Tamara’ adında bir genç kız yaşardı… Omzuna dökülen sarı örükleriyle... Ve adayı çok merak eden bir delikanlı bürgün adaya yüzdü ve karaya çıkmış, o sırada badem toplayan Tamara’yı görüp, âşık oldu
Genç dolunaylı gecelerde, sırtını Artos dağlarına döner, büyük bir sabırsızlıkla zamanın geçmesini beklerdi. Sonra da, gece yarısı olduğunda uzun ince bedenini, büyük bir sevinçle gölün sularına sessizce bırakır, Tamara’nın elinde tuttuğu fenerin ışığına doğru yüzmeye başlardı.
Işık neredeyse Tamara da orda demekti.
Bu mumun ışığı, o adaya varıncaya kadar, havada bazen kavisler çizer, ve adaya yüzen kızıl saçlı, kızıl sakallı delikanlının, yüzeceği mesafeyi
Olayı öğrenen Baş keşişin kızı bunu babasına söyledi
Ve bir gece... Çıkan fırtına gölde dalgaların boyunu yükseltti Tamara gölü böle tehlikeli görünce feneri yakmadı Bunu fırsat bilen Baş keşiş bir fener yakıp kıyıya çıktı. Karadaki genç âşık ışığı görünce dalgalara aldırmayıp suya attı kendini... Delikanlı fenerin ışığına doğru kulaç atarken, Baş keşişte feneri adanın etrafında dolaştırıp durdu. Genç aşığın gücü kalmayınca dalgalarla baş edemedi ve sulara gömülürken
Ah, Tamaraaa! ..” diye haykırdı…….
Ah, Tamaraaa! .. Tamara, taş duvarları döven çığlıkla irkildi. Titreyen ayakları rutubetli, kayalardan aşağıya koşarken, başkeşiş, başını pelerinin içinde boşuna saklayarak yukarıya çıkıyordu. İşlediği günah, üzerinden asırlar geçmiş gibi gelen yıllarda işlediği günahlara karıştı, içindeki kiniyle kıyasıya bir savaşa girişti... Tamara, deli gibiydi. Fırtınanın güçlü çığlığına karışan çığlığı ıslak kayaların üstünde bir o yana bir bu yana defalarca seyretti. Defalarca titreyen bacakları kaydı, düştü. Tamara, karanlık dalgaların derinliklerinden gelen aydınlık bir tünel gördü. Tamara, karanlık suların derinliğindeki aydınlığa atladı
Her açılan kapının ardından umutsuz bakıyor gözlerim Bebeklerin gözbebeklerinde intiharlar doğuyor nicedir İpe asılıyor tüm umutlarım artık. Ve zamansız ufuklara yol alıyor umutlarım. Ve Senle başlayan bir hayat.. Bu hayat ki Kesiyor umutların yolunu bir dağ misali. Hoşgeldin umudumu bana bahşeden gönlüme.. Derkeeennnn Gözlerinin karası ki Dünyamın tekrar kararmasıydı benden gitmek istemen Bir vurgun daha iniyor yüreğime bir balyoz sertliğiyle, Odamın sarılığı işliyor yüzüme ağır ağır Duvara astığım siyah-beyaz fotoğraftan gülümsüyor suretin Kemanın ritmine kapılıyorum bir an Gitmek istiyorsun benden. Git.. Gidersen ne bırakacksın ki bende Bir çift göz, Siyah-beyaz hırçınlığında ıssız bakışın, Birde yarına terkedilmiş hayallerden başka.. Sana kal demiyecem! Git.. Yokluğunda kendi dünyamda yaşayıp Kafiyesiz yalanlar söyleyeceğim kendime Sensiz ve sessiz bu hayatımda Kendimle savaşıp tekrar tekrar kendim yenileceğim. Ama sen bilmeyeceksin. Bilmeden git gözlerime bakmadan git...
yalın kılıçları yoktu onların çıplak elleriyle ve kırılan kollarıyla onardılar kalelerimizi kendilerini fırlatarak mancınıklarla bir kaç gün arayla düşman mevzilerine...
lakin pusulara tutunmuştu zaman 'mutlaka bir çıkış yolu olmalı' dediklerinde sadece altı kişiydiler...
söz verdiler alıp açlığımıza pastıracağız güneşi parça parça etimizle ve kesik başımızla ve kesik başımızın içindeki tunçtan kalelere hapsederek katillerimizi günde üç öğün sevgiyle öldüreceğiz.
işte o gün okyanuslarda kabaran dev dalgalar gibi dört kapıdan birden büyük ve dehşetli ordularla halaylar eşliğinde gireceğiz DİYARBAKIR'a çünkü biz, atalarımızın kaval kemikleriyle silahlandık ve alıp şakağımıza dayıyarak biledik o silahları... II zaman gelip çattı Kemal,Kemal, dedi Hayri duyuyormusun BİZİMKİLER geliyor Ksenephon yanılıyor bu onbinlerin geçişi değil BİZİMKİLER'in ayak sesidir biz kazandık biz,biz...
ses vermedi Kemal bağırdı Hayri inatçı karadenizli hani söz vermiştin bana birlikte gidecektik Ali,sen,ben ve Akif il,il gezecektik ülkemizi enfes bir ziyafet çekecektik kendimize eski aşk türkülerini söyleyecektik sen seversin böyle türküleri hani neydi o, 'ağlama yar ağlama' 'odam kireç tutmuyor'...
hani seninle Mahabad'a gidecektik ordan da selhaddin'e ve sonra kamişloya ordadan da ver elini DİYARBAKIR surları gezecektik, sabah kahvaltısında ciğer kebabı yiyecektik ve oradanda Maden'e gidecektik bir çay bahçesinde kaçak çay yudumlayacaktık sen anılarımızı anlatacaktın ve de 36.koğuşu...
düşünsene Kemal gün batımı urmiyedeyiz göl altın sarısı güneş kızıla boyamış bulutları ve sen. bir sandalcıyla sohpettesin malum,serde karadenizlilik var sohpet koyulaşınca ben Kürt'ün deniz görmüşüyüm deyip matrak geçecektin sonra hewsele uğrayacaktık dizlerimizin üstüne çöküp zelal sudan içecektik burnumuz ıslanacaktı çocuklar gibi gülüşecektik .............. yapma be karadenizli bırak şu inadı söyle bu gün hangi ildeyiz?
Ülkem sessizdi, dağlar sessizdi. Dereler, bayırlar, köyler ve ormanlar sessizdi. Kocaman bir sessizliğin ortasında durmuşuz, sessizliğe boğuluyorduk. Ülkemin insanı da sessizdi. Dualar sessiz ediliyor, aşklar içten sessiz yaşanıyor ve insanlar hiç konuşmadan kıpırtısız anlaşabiliyordu. Sonra biri çıktı, kurşun sıktı sessizliğe ve yırttı baştan başa, bir çığlık düşürdü ülkemin yüreğine. Sonra bir bebek ağladı, bir annenin dilinde ağıt oldu, bir gelinin dul kalmış düşlerinde yakarış, bir genç kızın gençliğine sesli bir küfür. Sessizlik kendinden utanmaya başladı en gürültüsüz haliyle...
Artık gecelerimiz de karanlık değildi, mermi ışıltılarıyla parlıyor, yıldızlara karışıyordu bu ışıltıların yüz binlercesi. Köyler bir gecede boşalıyor, gecenin mermi ışıltılarına eşlik etmeye başlıyor yanan evlerin yıkılırken çıkardığı çıtırtılar. Ormanlar yanmaya başlıyor bir yaz vakti, içinde yaşama elveda eden canlıların gürültüsü zevke getiriyor birilerini. Çünkü ülkem yanıyor, halkım yanıyor...
Utanmaz bir zamanın en sahtekar dilimindeyiz, yüreğimiz barışın susuzluğunda savaşa mecbur. Kahrolası bir geçmişin yaşanası geleceği için, sessiz bir ülkenin gürültüye boğulan bugününü sessiz bir yarına bağlamak için, bebelerin ölmemesi, anaların ağlamaması, dul gelinlerin, gelecek kavramı unutturulan genç kızların hatırına, kinsiz ve irinsiz duygulardan arınan ruhların elverdiği bir savaş geliyor, misafir oluyor yaşamlarımıza. Gözlerimizi bile kırpamıyoruz, 'hayır' diyemiyoruz. Barışı çığlık çığlığa haykıranların ölümleri utandırıyor dilleri, 'sus! ' diyor sessizce, artık bizim susma zamanımızdır...
Ve silahlar. Ve silahlı kişilerin ayak sesleri. Gümbür gümbür bombalar yağıyor üstümüze, çocuklarımız korkmadan ellerini mayınlara uzatıveriyorlar. Her şey yasal yaşanıyor, bütün ölümler meşru. Ve ülkemin çocukları bir gecede büyüyor. Ve bir gecede terörist oluveriyor. Ölümleri meşru oluyor, birileri onur, birileri gurur duyuyor yerde yatan minik cesetlerden. Sonra gazete manşetleri kahramanları yazıyor. Ve o yaşlarından çok mermi yiyen çocukların failleri bir gecede kahraman oluyor, vatan kurtuluyor...
Yeni değil çocuk ölümleri! Öncesini gücüm yetmiyor demeye...
Yaşlılarımız yaşamını isyanların, ölümlerin ve katliamların sayısına bölerek yad ediyor geçmişi. Gözleri şiddete ve zulme aşina, duaları tükenik. Gençler geleceğe üstüne bombalar yağmışlıkla, vücudunda hatıralar bırakan mermilerin kulakta bıraktığı gürültülerin izleriyle merhaba diyorlar. Sakat insanları saymıyorum bile...
Her şey toprağa adanıyor, her şey bayrağa. Ve vatan uğruna vatan gömülüyor toprağa. Artık kulaklarımız sağır, artık dillerimiz lal. Artık konuşmanın, anlatman, anlaşılmanın tükendiği noktadayız. Tam da silahların sesini en güzel duyurduğu nokta. Biz alçak bir şiddetin ta orta yerindeyiz insanlık! ! !
Artık birkaç yüz kişilik sınır köylerinde yüz binlerce asker nöbette artık açlığında, yıkımında kimsenin gidemediği, ulaşamadığı diyarlara ulaşamayanlar bir gecede inebiliyor, bir gecede yarım milyon yasal insan ulaşabiliyor. Artık elektriğin ulaşamadığı köylerde mermiler ve top, havan ateşleriyle aydınlanıyor insanlar, su kuyularına kırmızı karışıyor artık. Artık düşlerimize ölümler, gülüşlerimize gözyaşı karışıyor...
Ey insanlık artık dört parça yüreğiyle ülkem yanıyor, halkım ağlıyor. Ve ey insanlık tekrar kendi küllerinden dirilirse Cudi, dirilirse Gabar, benden barış bekleme, ilk mermimi barışa sıkacağım o vakit...
Takatin kırılmasın her vurulduğumda… Üzüntünü yokluğumun boşluğuna göm Sakın öfken yansımasın ışıkla yıkanan umutlara Her doğduğumda gülüşünle ıslat dudaklarımı Ve her dirilişime göğüslerinden özgürlük iksirini Akıt damarlarıma Özgürlük özlemini ek bağrına düştüğüm kırmızı toprağa Son haykırışıma kanat tak uçur “Ninhursak”dağlarına Tiamat’lar kuşansın tutsak edilen kadını yar etmesinler Marduk’lara Sen yarınlarım için Zin’in, Zeynep! in aşkını büyüt döl yatağında Gök kubeden kopan yıldızlrı sarı saçlarınla sarmala son ışıklarını
Ünlü bir düşünür, 'Eğer ölümün ruhunu gerçekten kavrayabilmek istiyorsanız, kalbinizi tam anlamıyla hayatın gövdesine açın' diyor.
'Kalbini hayatın gövdesine açmak' demek, hayatı kendi kalbine sığdırmaya çalışmak demektir. Hayatla bu tarz ilişkinin bir aşk ilişkisi olduğunu belirtmek yanlış olmasa gerekir. Her gerçek aşkın özü aşkla bağlı olunana 'hizmet etmek' olduğuna göre, hayatla kurulan ölümsüz sevda bağı onu güzelleştirme ve aynı anlama gelmek üzere çirkinliklerden arındırma eylemine yöneltmek durumundadır. Bu eylem temelinde içi özgürlükle doldurulduğu ve böylece özgürlük hayatın özü haline getirildiği zaman, tam da o zaman hayat çirkinliklerden arındırılmış olur. Sarsılmaz bir umut ve inançla bu tür bir eyleme girişmeden hayata yapılmış aşk ilanının hiçbir değeri yoktur. 'Aşkın yüzü daima özgürlüğün zafer kazanan savaşına dönüktür.'
Kuşkusuz aşk öncelikle bir keşif eylemidir; aşk eylemine konu olanın öznelliğini tanımak, onun anlam bütünlüğüne en yüksek saygıyı göstermek, bu temelde kendisini derinliğine kavramaya çalışmaktır. Ayrılık, çoğunlukla ayrı kaldığımız varlığı tanımamanın ürünüdür. Yüksek bir ilgiyle başlayan bu tanıma çabası aşkın da başlangıcıdır. Yeni bir özelliğini keşfetmemizi sağlayan her başarılı adım, aramızdaki ayrılıkları ortadan kaldırıp bizi sevdiğimizle biraz daha birleştirir. Öyleyse aşk kesintisiz sürdü-rülmesi gereken zorlu bir keşif yürüyüşüdür; hedefi ise 'sevilen'le bir olmak, gerektiğinde onun içinde erimek, eriyerek kendini bir üst düzeyde bu birlikte yeniden var etmektir.
Şöyle de söylenebilir: Aşk erişilmesi oldukça zor bir hedefe kenetlenmiş tek yanlı bir yürüyüş gibi görünse de, yaratıcı bir eylem olarak etkisi iki yönlüdür. Hedefe doğru ilerleyen, farkında olmasa da, gerçekte kendi insani özüne doğru yürümektedir. O aştığı her bir engelde kendi özünü gerçekleştirir. Yürüyüşün doğrultusunu tayin edenle birlik olmak, eyleme son noktayı koymak anlamına gelmese de, bir bakıma kendisi olmayı başarmakla özdeştir. Ayrılık halinin son bulmasıyla özdeş olan kendisi olmak, bunun çok daha ötesine geçip birlik olmak istenileni de kendisi yapmıştır. Yürüyüşün görkemi ve eşsiz güzelliği buradadır. Sevdiğimiz bizi biz yapar; biz sevgimizle sevdiğimizi kendisi kılarız. Sevilenin eşsiz varlığına en yüksek düzeyde saygı böyle pratikleşir; aşk bu biçimde saygınlık kazanır. Birlik bu temelde zengin iki ayrı dünyanın birliği halini alır. Özcesi aşk özsel olarak var etmek ve var ederek var olmaktır. Bu anlamdadır ki, 'Aşk en yaman savaştıran gerçeğimizdir.'
İstanbul varoşlarını bilir misiniz? Attığın her adımda; çoğu gettolaşmış aldığı göçlerle yoksul Kürt ise mitlerine dönüşmüş, insan dilinde 'kenar mahalle' olmaktan kurtulmamış varoşların iç incitici trajik hali esir alır sizi, ürkersiniz!
Kendi topraklarından ve o topraklarda umut ve emekle yarattıkları güzelliklerden edilmişliklerinin şaşkınlığını üzerlerinden atamadan, atıldıkları 'ekmek kavgasının', çırpınışları çarpar yüzünüze, yutkunursunuz... Kirli bakımsız sokaklarından geçerken, kapı önlerine dökülmüş yoksul Kürt kadınlarının acılı bakışları ezer sizi... Çoğu, amele, seyyar satıcı, pazarcı, işportacı eş ve çocuklarının kazanacağı üç beş kuruşla nasıl geçineceklerini düşüne durarak, bir de sayısız çocuk yapmak zorunda bırakılarak yaşarlar kadınlıklarını; doğurganlıkları dışında bilmedikleri, bilmeye ortam bulamadıkları kadınlıklarını...
Bir de sayısız, cıvıl cıvıl çocukları vardır sokakların... Her biri üç, beş, on yaşlarında, neredeyse varoş çoğunluğunu oluşturan yoksul, korunaksız çocuk halleri yutar sizi... Oyun alanları bulamayan, bebe halleriyle 'büyüklerinin' hayatlarını yaşamak, sorunlarını taşımak zorunda kalan toz/toprak çocuklar...
* * *
Hayatları da zorlu hallerle kurdukları gecekondulara benzer varoş insanının... Kürt yurtsever kimliklerini korumak ile erimek, entegre olmak arasında gidip gelen, gidip geldikçe de incinen, kanayan insanların trajik öyküleri kadar, paradoksları uyarır sizi! Bir 'yenilgi midir' yaşadıkları, yoksa her şeye rağmen 'başarmak, ayakta kalmak mıdır' tam bilinmez, ama labirentlere dönüşmüş sade hayatlarını, garip çelişkiler, paradokslar doldurmuştur çoktan... Bu yoksul sokaklardan geçerken eğer, olur da bir eve, bir Kürt sürgününün evine girerseniz, şöyle bir tablo karşılar sizi, muhtemeldir. Anne de baba da yurtseverdir hala, yüreği, bilinci soğumamıştır. O zorlu yıllarda kimlik ve kişiliklerini korumanın, mesela koruculaşmamanın, mesela ajanlaşmamanın, mesela çözülmemenin ayakta kalmanın gururunu yaşarlar hala ve bu çok sıcaktır. Çocukları, özellikle de genç kadın ve erkekleri biraz daha farklıdır. Biraz daha emmiş, içselleştirmişlerdir göçertilmişliği, sunulanı... Biraz daha etkilemiştir mesela şehri İstanbul'un, İzmir'in, mesela Antalya'nın, Ankara'nın aldatıcı görüntüsü...
** *
Çocukların çoğu ise, yurt, yurtseverlik gerçeğinden uzak varoşlarda doğmuştur. Ana dillerini atlamak zorunda bırakılarak her biri kışlaya benzer varoş okullarında öğrenmişlerdir ilk heceyi, ilk sözcüğü... Ana dillerini anlar, ama konuşmazlar çoğunlukla... İlk ayrışma, gelenekten ilk kopuş, ilk yabancılaşma başlamıştır böylece. Yokluk ve yoksullukla terbiye edilen, varoşlarda yaşamak zorunda bırakılan ebeveynlerde kabullenmişlerdir bunu. Çelişki gibidir, paradokstur ama gerçektir ne yazık ki...
Gezmişseniz eğer, başlarında başörtüleri, ellerinde bezden Kur'an çantalarıyla sayısız bebelerini görürsünüz, ne yaptıklarının bilincinde olmadan, hatta oyun sayan Kur'an kurslarına yollanan. Varoşları saran, asıl işlevi, 'dini bilgiler edinmelerini sağlamak' değil, Kürt kimliğini, Kürt kişiliğini, Kürt kültürü ve kişilik özelliklerini, Kürt yurtseverlerini bitirmek olan, böyle de vaaz edilen legal illegal Kur'an kurslarını, sayısız yurtları birde...
* * *
Geleneksel duygu ve yaşama dönüş içinde kaderciliğe sarılarak zorlu varoş hayatında tutunmaya çalışan, sistemle çelişkisini çözememiş ebeveynlerin paradoksudur bu... Çocuklarının 'hayatlarını kurtarmak' için giriştikleri bu trajik eylemde, aslında neleri kurban ettiklerinin belki de bilincinde olmayanların ya da, çocuklarına yaşattıkları kıyımın, aslında geleceklerini kararttığını bilerek eylemlerini gerçekleştirenlerin gerçek hayat çelişkisi... Bir de bu eylemlerinin, AKP gericiliğine, tarikatçılığa ve töre kültürüne zemin sunduğu, muazzam kaynak yarattığı gerçeğini bilmeyerek belki de kendilerine saklayarak ya da 'çocuk sevgilerine' kurban ederek yaşıyorlar tüm bunları...
Düşleri çalınmış, geldikleri coğrafyaya yabancılaştırılmış çocuklara kurulan tuzaklar, hayatlarını karartan labirentler, çıkmazlar ve tüm bunları baskı aracına dönüştüren egemen politikalar öylesine ağır, öylesine köreltici ve bitirici ki, buna aşamayanlar, kendini tarikatların, çetelerin, kontra oluşumların pençesinde buluyor. Peki, ne yapılmalı?
BERLİN - Almanya Çevre Bakanlığının yayınladığı yeni bir açıklama teknoloji dünyasında ciddi bir tartışma yaratmaya aday. Bakanlık vatandaşlardan sağlığa zararlı olabileceği gerekçesiyle kablosuz internet kullanmamalarını önerdi.
Dünyada en hızlı gelişen teknolojilerden biri olan kablosuz iletişim konusunda Almanya’dan ilginç bir açıklama geldi.
Yeşillerin verdiği soru önergesinin ardından yayınlanan açıklamada Alman Çevre Bakanlığı tüm vatandaşlarına vücutlarını radyasyondan korumaları için standart kablolu ağları tercih etmeleri uyarısında bulundu.
Bakanlık ayrıca vatandaşlarından cep telefonları yerine sabit hatları kullanılmasını ve yine elektromanyetik kirlilik yaratan çok sayıda elektronik ürünün kullanımının sınırlandırılmasını istedi.
Bilim insanlarının yaptığı araştırmalara göre kablosuz ağ şebekeleri cep telefonlarına göre üç kat daha fazla radyasyon üreterek kanser riskini artırıyor.
Geçtiğimiz aylarda BBC’de yayınlanan Panorama programı için Norwich kentindeki okullarda kablosuz internetin radyasyon etkisini inceleyen uzmanlar, sınıflardaki radyasyonun, cep telefonu alıcılarının yaydığının üç katı olduğunu saptadı. Çocukların radyasyonun zararlı etkilerinden yetişkinlerden çok daha fazla etkilendiğini hatırlatan uzmanlar derhal sorunun üzerine gidilmesi gerektiğini vurguladı.
Çiçekler alabildiğince açabilmeli bu bahçede; korkusuzca, çekincesiz
Ki çok gördüm ayakaltı yerlerde, önemsenmediklerinde cılız olur, hatta yoktur çiçekler.
Billurdan bir pınar kaynamalı bu yemyeşil bahçenin bir köşesinde!
Çirkin rüyalardan arta kalan gecelerimi yıkadığımda, tüm korkularımdan kurtulabileyim.
Bu pınarda arıtacağım düşlerimin, kirlenmiş hayallerimin ilk günkü gibi var olacağı huzurunu hissedebilmeliyim.
Başarısız çekimlerle gerçekleştirilmiş, kötü bir senaryonun kahramanlarından biri gibi hissettiğim yaşamın, geçmiş karelerinden bazılarının zaman zaman tekrarlanarak hafızamda canlanacaklarını, sonsuza kadar yitip gitmeyeceklerini biliyorum.
Önemli değil.
Onlar var oldukça belki ben hayallediğim cenneti var edeceğim, biliyorum kâbuslarda bir işe yarar.
Öyle bir pınar hayal ediyorum ki beni kendime getirsin bu zamanlarda.
Korkunç zaman karelerinden birinde sıkışıp kaldığımı, kurtulamayacağımı zannettiğim anların cinnetinden kurtulabileyim.
Kurtulabileyim, toplu mezarlarından fırlamış hesap soran hayaletlerden.
Bu mezbahaya dönüşmüş gezegenin kan kokan tarihinden yükselen çirkin kokular gitsin, yok olsun.
İnsan bedenlerinin yağmalanabileceği maddesi eklenmiş, geçerliliği savunulmuş, savaş kurallarının haklılığına inandırılmış zihniyetlerin…
Dünya’ya sahip olmayı bırak, kâinata hükmetmeyi planlayanlara ve bunun için her türlü aşağılık eylemi göze alanlara hizmet yarışında bulunulduğu zamanları fark etmenin dahi yettiği dehşetten kurtarabilsin bu su beni kaynadığı bahçemde.
Öyle bir cennet uyduruyorum kendime adını bahçe koyuyorum ben de.
Öyle bir bahçe…
İçindeki canlıların tümünün konuşup, söyleşebildiği, sadece güzelliklere dair sözcükleri keşfedebildiği, henüz hayalleşmemiş nice güzelliklere kavuşabildiği bir bahçe.
Yeşil bir patlamanın ardından fışkıran yeni bir yaşam düşlüyorum, tüm renklerin harmanlanıp kaynaştığı, ayrımsız sevgiyle dolu canlılarla bir arada, birbirini reddetmeden paylaştıkları bir bahçe.
MASUM BİR EYLÜL AKŞAMI Olacaklardan habersiz, masum bir Eylül akşamı. Dışarıda yağan deli gibi yağmur ve delinin en delisi yüreğim yangın yeri. O gece duyduğun fırtına asıl benim yüreğimde koptu. Şimşekler çaktı beynimde, acımı görmezden geldin. Sen ki bana kol kanat geren sevgili. Sen ki bana her şey olmuşken nasıl oldu da bir anda ayrılıkla tanıştırdın ruhlarımızı. Nasıl kıydın da, beni en dayanılmaz acıların orta yerinde bir başıma, öksüz bırakıp gittin. Tüylerimi ürperten ayrılığın ayazına maruz bıraktın beni. Kimsenin dudağından düşmeyecek bir şarkı olabilecekken seninle, bütün anılarımızı herkesin mırıldandığı sıradan bir şarkıya hapsedip gittin. Bak; yalnızca seninleyken gün yüzüne çıkardığım içimdeki çocuk usul usul ağlıyor şimdi. Bu gece senden uzakta, yokluğunun yanı başından yazıyorum sana. Hayatta her şeyin bir bedeli vardır derler. Yok, gecelerdir akan göz yaşlarımın henüz ödenebilir bir bedeli yok bilesin. Düşünüyorum da neydi o çözemediğin kördüğüm, neydi? Şimdi gecelere ödediğin bedel neyse, hakkını fazlasıyla vererek yapıyorlar işini. Her günün sonunda avukat misali seni savunuyorlar bana. Neden, niçin, nasıl diye sorguluyorlar yüreğimi ve beynimi. Sabahlara dek ayrılığımızın hesabını vermeye çalışıyorum olmuyor. Bitmek bilmeyen gecelerin karşısına taşıdığım yürekle dikiliyorum. Ardında bıraktıkların şahitlik ediyor yaşananlara. Bir gece sen haklı çıkıyorsun bu aşk hikayesinde, ertesi gece ben. Gün geliyor karara varamayıp, ikiye bölünüyor katran geceler. Kim bilir belki bölünen gecenin diğer yarısına sen de hesap veriyorsun benden habersiz. Çünkü ben o kapıdan çıkarken çok şey bıraktım sana. Duvarlarda yankılanan muzur kahkahalarımı, aynalarda yüzümü, yastığında kokumu, o pencerenin önünde yağmura karışan göz yaşlarımı, evin her bir köşesine ellerimi bıraktım giderken. Söyle; özlemez misin hiç, dokundukça kanamaz mı içine yara olan hak etmeyişim, aynı sıradanlığı taşıyan her insan ayrıcalıklı kılmaz mı beni söyle. Biliyorum; seninde bir yanın buruk kalacak ben olmayınca. Kimseyi koyamayacaksın yerime ve kimseyi benmişim gibi sevemeyeceksin benden sonra. Başka gözler görmesin, yabancı eller deymesin diye sendeki bana dokunulmazlık ilan ettim. Biten aşklar, tüketilen sevgiler yaşayacaksın belki ama ben hep aynı kalacağım içinde. Seni sadece sen olduğun için kocaman bir yürekle, çıkarsız seven o adam olarak kalacağım. Yaptığı sakarlıklar karşısında gülmemek için kendini zor tuttuğun o adam, hasta olduğunda yanı başında bekleyen, seni kırdığını hissettiğinde kendi bin parçaya bölünen, sana bakarken içi titreyen, gözlerinin içi gülen, yüzünde belirmesine sebep olduğunu gördüğü her bir tebessümden çılgınca zevk alan o sevgi dolu yürek, fedakar, güçlü ve bir o kadar da hırçın adam olarak kalacağım. Dinle bak; Seni kendi gibi seven, kendinden bile çok düşünen o adam yazıyor şimdi. Sarılmak istediği anda tepe taklak yuvarladığın, aşkını yalnızca yanındayken hissettiğin, yokluğunda yalnızlığa değiştiğin o adam, her şeyi boş verip adını acımasızca huzursuzluk koyduğun o adam yazıyor. ' Yaşlı gözlerle sarılıp, ağlaya ağlaya veda ettiğin o adam yazıyor şimdi. Hadi okudukça gurur duy hırçın, ipe sapa gelmez, dizginleyemediğim mısralarımdan. Aynanın karşısına geçip gülümse hadi, hadi alkışla kendini canımın yarısı. Tebrikler küçük sevgilim, tebrikler sana büyük aşkım... Şimdi daha koşar adımlarla kaç kendinden, ben gidiyorum. Seni seve seve gidiyorum, içim yana yana gidiyorum. Huzurun adı bensizlikse eğer; senin için başımın tacı ederim ayrılığı, kul köle olurum yokluğuna. Ama değilse; üvey aşklar canını yakmadan gel, başka eller tenine deymeden gel, ben benden gitmeden gel, ben senden geçmeden gel... Gel...
Pamuk tarlalarında kızgın güneş altında eriyen kadınlı erkekli bitkin ırgatlar... Ocakta aşı olsun diye beş meteliğe fındık toplamak zorunda kalan işçiler...
İşçi kahvehanelerinde kötü demlenmiş çaylarını yudumlayarak iş bekleyen bitkin ameleler... Mezopotamya'nın avurtları çökmüş, alınlarında derin keder çizgileri, çatlak nasırlı elleriyle hayatlarını kazanmaya çalışan acılı insanları, kimsesizler... Kimsenin sahiplenmediği, adını bile anmadığı, seçimden seçime hayal meyal hatırladığı, belki de hiç hatırladığı bu ülkenin binlerce, on binlerce 'ne yaşar ne yaşamaz'ı... Çadırlarda, derme çatma barakalarda, her türlü güvenceden yoksun yaşamak zorunda bırakılan 'baldırı çıplakları'! Salt Kürt oldukları için korkunç baskılarla karşılaşan, aşağılanıp horlanan, fındık bahçelerinde, linç edilen/edilmeye çalışılan, ölen, öldürülen 'düz ovanın vatan hainleri'! Yoksullar, yoksullar, yoksullar...
* * *
Neden hep yoksullar ölür? Kim demiş, zengini de yoksulu da bir, ikisini de toprak alır diye? Her gün yaşıyor, görüyor, gazetelerden okuyor, TV'lerden izliyoruz: Kürt kır yoksulları; varlığı savaşa kurban edilmiş, topraklarına devletçe ya da korucularca el konulmuş, yerlerinden yurtlarından edilmiş 'biçareler', balık istifi gibi kamyonlara, kamyonetlere dolduruluyor, onlarcası trafik kazalarında yaşamını yitiriyor. Böylece her iş mevsimi toplu katliamlar yaşanıyor. Birçok aile yok oluyor. Aslında bir başka Kürt kırımı bu, bir başka zulüm!
İşte hemencecik unutulan, siyasi hafızalarda iz bırakmayan bir haber: 'Katliam gibi kaza! ' 'Sıvasın Kangal ilçesinde fındık işçilerini taşıyan minibüsle meyve yüklü kamyonun çarpışması sonucu kan gölüne dönen karayolunda en az 20 Kürt işçisi hayatını kaybetti! '
İşte kanıksanmış bir başka haber: 'Fındık işçileri kaza yaptı. 22 yaralı. Kırıkkale-Kayseri karayolunun Hasandede beldesinde meydana gelen trafik kazasında, 22 kişi yaralandı. Diyarbakır'ın Ergani ilçesinden, Adapazarı'na Kürt fındık işçilerini götüren Ramazan Toka'nın kullandığı minibüs Hasandede rampasından aşağı inerken devrildi.' Her gün böyle onlarca olay... Onlarca ölüm yolculuğu... Geri çevrilmiş, varsıllarca 'veto' yemiş hayatların bildik hik‰yesi... Ancak, ' Katliam gibi', değil, katliamın ta kendisi olan biten! Pamuğa, fındığa, fıstığa, tarlaya, çapaya, bağa, bostana giden yüzlerce yoksul ancak güzel insanın trajedisi... Acı ve yoksulluğun kısalttığı öyküsü...
* * *
Neden hep yoksullar ölür? Neden kimse sahiplenmez yoksulları ve neden ölüm, Kürtleri bulur hep; Kürt yoksullarını, ayağı topraktan kesilmiş, göçebeleştirilmişleri...
Gördüğümüz, tanık olduğumuz olaylarda birçok ortak nokta var öne çıkan: Birincisi,'katliam gibi kaza' kurbanlarının Kürt, ağırlıkla kır yoksullarından oluşmasıdır... İkincisi, yaşamak için ucuz iş güçlerini satmak zorunda bırakılan, bunun için yollara düşen yurtsuzlar; yani varlıkları ellerinden alınmış göçebe insanlardır... Üçüncüsü, herbiri benzer biçimde ve benzer araçlarla yaşamını yitirmiştir. Aşırı yoksulluk ve olanaksızlık; onlarca insanın, kadınlı, çocuklu ailenin bir tek ve son derece sağlıksız taşıta binmesini zorunlu kılmış ve bu da toplu ölümlere yol açmıştır... Dördüncüsü, tüm bunların sorumlusu devlettir.
Evet, neden hep yoksullar ölür? Yoksullar neden görülmez? Linç çemberindeki fındık işçisi, tarladaki ırgat, beton döken, harç karan amele neden bilinmez? Ve neden, bunca acıya, trajediye rağmen satırbaşlarında kalır her şey... Her şey uçup gider. Soran olmaz; sorunlarına eğilen, çözüm bulan, bulmaya çalışan...
* * *
Zorluklar büker bellerini, birde ilgisizlik... Özgürlük/güzellik kavgası yürüten ütopya sahipleri, hümanistler de sormaz kendilerini... Emekleri daim, hayatları kısa, 'mevsimlik' olan bu kır yoksulu gezgin/göçebe insanları sevdikçe/ayrımsız sahiplendikçe güzelleşir her şey, her şey anlamını bulur. Siyaset, örgüt 'varlık'laşır. Gittikçe, gezdikçe, naylon çadırlarının konuğu oldukça, ölen, parçalanan yoksul bedenlerin yaralarını sardıkça/sarabildikçe, zorluklarını paylaştıkça, sorunlarına çözüm buldukça/aradıkça; hayatları da emekleri gibi daim olabilir ancak...
Bir de, alınlarındaki ve ellerindeki derin izlerin anlamını okudukça, saygı duydukça... Ve bir de onlar, o mevsimlik ömürlerini bile linç tehdidi altında yaşamak durumunda kalan yoksullar, yoksul kadın ve çocuklar, bizleri affettikçe, bürokratik, yabancılaşmış pratiğimizin özeleştirisini görebildikçe...
17.02.2008 - 14:24
umudun ışığı oldu adım demişsin...zaten öyleki ismin de,yüreğin de...
seni tandığıma çok mutluyum.....
21.12.2007 - 12:35
AHTAMARA HİKAYESİ
Çok eski zamanlarda badem ağaçlarıyla doluydu Van Akdamar Adası... Keşişler kendi hallerinde yaşar, adaya kimsenin çıkmasına izin vermezlerdi. Bu adada güzelliği dillere destan ‘Tamara’ adında bir genç kız yaşardı… Omzuna dökülen sarı örükleriyle... Ve adayı çok merak eden bir delikanlı bürgün adaya yüzdü ve karaya çıkmış, o sırada badem toplayan Tamara’yı görüp, âşık oldu
Genç dolunaylı gecelerde, sırtını Artos dağlarına döner, büyük bir sabırsızlıkla zamanın geçmesini beklerdi. Sonra da, gece yarısı olduğunda uzun ince bedenini, büyük bir sevinçle gölün sularına sessizce bırakır, Tamara’nın elinde tuttuğu fenerin ışığına doğru yüzmeye başlardı.
Işık neredeyse Tamara da orda demekti.
Bu mumun ışığı, o adaya varıncaya kadar, havada bazen kavisler çizer, ve adaya yüzen kızıl saçlı, kızıl sakallı delikanlının, yüzeceği mesafeyi
Olayı öğrenen Baş keşişin kızı bunu babasına söyledi
Ve bir gece... Çıkan fırtına gölde dalgaların boyunu yükseltti Tamara gölü böle tehlikeli görünce feneri yakmadı Bunu fırsat bilen Baş keşiş bir fener yakıp kıyıya çıktı. Karadaki genç âşık ışığı görünce dalgalara aldırmayıp suya attı kendini... Delikanlı fenerin ışığına doğru kulaç atarken, Baş keşişte feneri adanın etrafında dolaştırıp durdu. Genç aşığın gücü kalmayınca dalgalarla baş edemedi ve sulara gömülürken
Ah, Tamaraaa! ..” diye haykırdı…….
Ah, Tamaraaa! ..
Tamara, taş duvarları döven çığlıkla irkildi.
Titreyen ayakları rutubetli, kayalardan aşağıya koşarken, başkeşiş, başını pelerinin içinde boşuna saklayarak yukarıya çıkıyordu. İşlediği günah, üzerinden asırlar geçmiş gibi gelen yıllarda işlediği günahlara karıştı, içindeki kiniyle kıyasıya bir savaşa girişti...
Tamara, deli gibiydi. Fırtınanın güçlü çığlığına karışan çığlığı ıslak kayaların üstünde bir o yana bir bu yana defalarca seyretti. Defalarca titreyen bacakları kaydı, düştü.
Tamara, karanlık dalgaların derinliklerinden gelen aydınlık bir tünel gördü.
Tamara, karanlık suların derinliğindeki aydınlığa atladı
************* ******************* ******************************
GİT
Her açılan kapının ardından umutsuz bakıyor gözlerim
Bebeklerin gözbebeklerinde intiharlar doğuyor nicedir
İpe asılıyor tüm umutlarım artık.
Ve zamansız ufuklara yol alıyor umutlarım.
Ve Senle başlayan bir hayat..
Bu hayat ki
Kesiyor umutların yolunu bir dağ misali.
Hoşgeldin umudumu bana bahşeden gönlüme..
Derkeeennnn
Gözlerinin karası ki
Dünyamın tekrar kararmasıydı benden gitmek istemen
Bir vurgun daha iniyor yüreğime bir balyoz sertliğiyle,
Odamın sarılığı işliyor yüzüme ağır ağır
Duvara astığım siyah-beyaz fotoğraftan gülümsüyor suretin
Kemanın ritmine kapılıyorum bir an
Gitmek istiyorsun benden.
Git..
Gidersen ne bırakacksın ki bende
Bir çift göz,
Siyah-beyaz hırçınlığında ıssız bakışın,
Birde yarına terkedilmiş hayallerden başka..
Sana kal demiyecem! Git..
Yokluğunda kendi dünyamda yaşayıp
Kafiyesiz yalanlar söyleyeceğim kendime
Sensiz ve sessiz bu hayatımda
Kendimle savaşıp tekrar tekrar kendim yenileceğim.
Ama sen bilmeyeceksin.
Bilmeden git
gözlerime bakmadan git...
09.11.2007 - 17:18
DİYARBAKIR DESTANI?
Rodi BAZ / 19.04.2006
yalın kılıçları yoktu onların
çıplak elleriyle
ve kırılan kollarıyla onardılar kalelerimizi
kendilerini fırlatarak mancınıklarla
bir kaç gün arayla
düşman mevzilerine...
lakin pusulara tutunmuştu zaman
'mutlaka bir çıkış yolu olmalı' dediklerinde
sadece altı kişiydiler...
söz verdiler
alıp açlığımıza pastıracağız güneşi
parça parça etimizle
ve kesik başımızla
ve kesik başımızın içindeki
tunçtan kalelere hapsederek katillerimizi
günde üç öğün sevgiyle öldüreceğiz.
işte o gün
okyanuslarda kabaran
dev dalgalar gibi
dört kapıdan birden
büyük ve dehşetli ordularla
halaylar eşliğinde gireceğiz DİYARBAKIR'a
çünkü biz,
atalarımızın kaval kemikleriyle silahlandık
ve alıp şakağımıza dayıyarak biledik o silahları...
II
zaman gelip çattı
Kemal,Kemal, dedi Hayri
duyuyormusun BİZİMKİLER geliyor
Ksenephon yanılıyor
bu onbinlerin geçişi değil
BİZİMKİLER'in ayak sesidir
biz kazandık
biz,biz...
ses vermedi Kemal
bağırdı Hayri
inatçı karadenizli
hani söz vermiştin bana
birlikte gidecektik
Ali,sen,ben ve Akif
il,il gezecektik ülkemizi
enfes bir ziyafet çekecektik kendimize
eski aşk türkülerini söyleyecektik
sen seversin böyle türküleri
hani neydi o,
'ağlama yar ağlama'
'odam kireç tutmuyor'...
hani seninle Mahabad'a gidecektik
ordan da selhaddin'e
ve sonra kamişloya
ordadan da ver elini DİYARBAKIR
surları gezecektik,
sabah kahvaltısında ciğer kebabı yiyecektik
ve oradanda Maden'e gidecektik
bir çay bahçesinde
kaçak çay yudumlayacaktık
sen anılarımızı anlatacaktın
ve de 36.koğuşu...
düşünsene Kemal
gün batımı urmiyedeyiz
göl altın sarısı
güneş kızıla boyamış bulutları
ve sen.
bir sandalcıyla sohpettesin
malum,serde karadenizlilik var
sohpet koyulaşınca
ben Kürt'ün deniz görmüşüyüm
deyip matrak geçecektin
sonra hewsele uğrayacaktık
dizlerimizin üstüne çöküp
zelal sudan içecektik
burnumuz ıslanacaktı
çocuklar gibi gülüşecektik
..............
yapma be karadenizli
bırak şu inadı
söyle bu gün hangi ildeyiz?
22.10.2007 - 20:46
Balada Girtîgeha Reading ê
Baş guh bidin van gotinên min
Her kes dikare bikuje hezkiriya xwe
Hinek dikujin bi awirekî
Hinek bi gotinên qeşmerî
Yên tirsonek bi maçekê
Yên leheng dikujin bi derbên şûran.
Hinek dikujin bi ciwanî
Hinek dikujin bi extiyarî
Hinek jî bi destên şehwî
Hinek jî bi destên zêrîn
Yê dilovan bi kêrê dikuje.
Ji ber ku zû sar dibe kuştiyên bi kêrê.
Helbest: Oscar Wilde
22.10.2007 - 18:27
SESSİZDİ ÜLKEM
Ülkem sessizdi, dağlar sessizdi. Dereler, bayırlar, köyler ve ormanlar sessizdi. Kocaman bir sessizliğin ortasında durmuşuz, sessizliğe boğuluyorduk. Ülkemin insanı da sessizdi. Dualar sessiz ediliyor, aşklar içten sessiz yaşanıyor ve insanlar hiç konuşmadan kıpırtısız anlaşabiliyordu. Sonra biri çıktı, kurşun sıktı sessizliğe ve yırttı baştan başa, bir çığlık düşürdü ülkemin yüreğine. Sonra bir bebek ağladı, bir annenin dilinde ağıt oldu, bir gelinin dul kalmış düşlerinde yakarış, bir genç kızın gençliğine sesli bir küfür. Sessizlik kendinden utanmaya başladı en gürültüsüz haliyle...
Artık gecelerimiz de karanlık değildi, mermi ışıltılarıyla parlıyor, yıldızlara karışıyordu bu ışıltıların yüz binlercesi. Köyler bir gecede boşalıyor, gecenin mermi ışıltılarına eşlik etmeye başlıyor yanan evlerin yıkılırken çıkardığı çıtırtılar. Ormanlar yanmaya başlıyor bir yaz vakti, içinde yaşama elveda eden canlıların gürültüsü zevke getiriyor birilerini. Çünkü ülkem yanıyor, halkım yanıyor...
Utanmaz bir zamanın en sahtekar dilimindeyiz, yüreğimiz barışın susuzluğunda savaşa mecbur. Kahrolası bir geçmişin yaşanası geleceği için, sessiz bir ülkenin gürültüye boğulan bugününü sessiz bir yarına bağlamak için, bebelerin ölmemesi, anaların ağlamaması, dul gelinlerin, gelecek kavramı unutturulan genç kızların hatırına, kinsiz ve irinsiz duygulardan arınan ruhların elverdiği bir savaş geliyor, misafir oluyor yaşamlarımıza. Gözlerimizi bile kırpamıyoruz, 'hayır' diyemiyoruz. Barışı çığlık çığlığa haykıranların ölümleri utandırıyor dilleri, 'sus! ' diyor sessizce, artık bizim susma zamanımızdır...
Ve silahlar. Ve silahlı kişilerin ayak sesleri. Gümbür gümbür bombalar yağıyor üstümüze, çocuklarımız korkmadan ellerini mayınlara uzatıveriyorlar. Her şey yasal yaşanıyor, bütün ölümler meşru. Ve ülkemin çocukları bir gecede büyüyor. Ve bir gecede terörist oluveriyor. Ölümleri meşru oluyor, birileri onur, birileri gurur duyuyor yerde yatan minik cesetlerden. Sonra gazete manşetleri kahramanları yazıyor. Ve o yaşlarından çok mermi yiyen çocukların failleri bir gecede kahraman oluyor, vatan kurtuluyor...
Yeni değil çocuk ölümleri! Öncesini gücüm yetmiyor demeye...
Yaşlılarımız yaşamını isyanların, ölümlerin ve katliamların sayısına bölerek yad ediyor geçmişi. Gözleri şiddete ve zulme aşina, duaları tükenik. Gençler geleceğe üstüne bombalar yağmışlıkla, vücudunda hatıralar bırakan mermilerin kulakta bıraktığı gürültülerin izleriyle merhaba diyorlar. Sakat insanları saymıyorum bile...
Her şey toprağa adanıyor, her şey bayrağa. Ve vatan uğruna vatan gömülüyor toprağa. Artık kulaklarımız sağır, artık dillerimiz lal. Artık konuşmanın, anlatman, anlaşılmanın tükendiği noktadayız. Tam da silahların sesini en güzel duyurduğu nokta. Biz alçak bir şiddetin ta orta yerindeyiz insanlık! ! !
Artık birkaç yüz kişilik sınır köylerinde yüz binlerce asker nöbette artık açlığında, yıkımında kimsenin gidemediği, ulaşamadığı diyarlara ulaşamayanlar bir gecede inebiliyor, bir gecede yarım milyon yasal insan ulaşabiliyor. Artık elektriğin ulaşamadığı köylerde mermiler ve top, havan ateşleriyle aydınlanıyor insanlar, su kuyularına kırmızı karışıyor artık. Artık düşlerimize ölümler, gülüşlerimize gözyaşı karışıyor...
Ey insanlık artık dört parça yüreğiyle ülkem yanıyor, halkım ağlıyor. Ve ey insanlık tekrar kendi küllerinden dirilirse Cudi, dirilirse Gabar, benden barış bekleme, ilk mermimi barışa sıkacağım o vakit...
02.10.2007 - 17:53
Sayfa: 1 2
sonraki sayfa ]]
SÖZCÜKLERİN MASUMYETİ
Takatin kırılmasın her vurulduğumda…
Üzüntünü yokluğumun boşluğuna göm
Sakın öfken yansımasın ışıkla yıkanan umutlara
Her doğduğumda gülüşünle ıslat dudaklarımı
Ve her dirilişime göğüslerinden özgürlük iksirini
Akıt damarlarıma
Özgürlük özlemini ek bağrına düştüğüm kırmızı toprağa
Son haykırışıma kanat tak uçur “Ninhursak”dağlarına
Tiamat’lar kuşansın tutsak edilen kadını yar etmesinler
Marduk’lara
Sen yarınlarım için Zin’in, Zeynep! in aşkını büyüt döl yatağında
Gök kubeden kopan yıldızlrı sarı saçlarınla sarmala son ışıklarını
Yüreğinin güneşini karartma sırtında hançer olsa da
Dilim yaralı, şifası Zagros-Toros eteklerinde saklı
Sözcüklerin masumyeti daracına çekilir ülkemde
Duygular intihara kalkışır yurdumu çevreleyen dikenli tellerle
Aşkınla özgür yarınları süsle hiç aldırma tanrılarının
Lanetli süngülerini
14.09.2007 - 11:07
Ünlü bir düşünür, 'Eğer ölümün ruhunu gerçekten
kavrayabilmek istiyorsanız, kalbinizi tam anlamıyla hayatın gövdesine açın'
diyor.
'Kalbini hayatın gövdesine açmak' demek, hayatı kendi kalbine sığdırmaya
çalışmak demektir. Hayatla bu tarz ilişkinin bir aşk ilişkisi olduğunu belirtmek
yanlış olmasa gerekir. Her gerçek aşkın özü aşkla bağlı olunana 'hizmet etmek'
olduğuna göre, hayatla kurulan ölümsüz sevda bağı onu güzelleştirme ve aynı
anlama gelmek üzere çirkinliklerden arındırma eylemine yöneltmek durumundadır.
Bu eylem temelinde içi özgürlükle doldurulduğu ve böylece özgürlük hayatın özü
haline getirildiği zaman, tam da o zaman hayat çirkinliklerden arındırılmış
olur. Sarsılmaz bir umut ve inançla bu tür bir eyleme girişmeden hayata yapılmış
aşk ilanının hiçbir değeri yoktur. 'Aşkın yüzü daima özgürlüğün zafer kazanan
savaşına dönüktür.'
Kuşkusuz aşk öncelikle bir keşif eylemidir; aşk
eylemine konu olanın öznelliğini tanımak, onun anlam bütünlüğüne en yüksek
saygıyı göstermek, bu temelde kendisini derinliğine kavramaya çalışmaktır.
Ayrılık, çoğunlukla ayrı kaldığımız varlığı tanımamanın ürünüdür. Yüksek bir
ilgiyle başlayan bu tanıma çabası aşkın da başlangıcıdır. Yeni bir özelliğini
keşfetmemizi sağlayan her başarılı adım, aramızdaki ayrılıkları ortadan kaldırıp
bizi sevdiğimizle biraz daha birleştirir. Öyleyse aşk kesintisiz sürdü-rülmesi
gereken zorlu bir keşif yürüyüşüdür; hedefi ise 'sevilen'le bir olmak,
gerektiğinde onun içinde erimek, eriyerek kendini bir üst düzeyde bu birlikte
yeniden var etmektir.
Şöyle de söylenebilir: Aşk erişilmesi oldukça zor
bir hedefe kenetlenmiş tek yanlı bir yürüyüş gibi görünse de, yaratıcı bir eylem
olarak etkisi iki yönlüdür. Hedefe doğru ilerleyen, farkında olmasa da, gerçekte
kendi insani özüne doğru yürümektedir. O aştığı her bir engelde kendi özünü
gerçekleştirir. Yürüyüşün doğrultusunu tayin edenle birlik olmak, eyleme son
noktayı koymak anlamına gelmese de, bir bakıma kendisi olmayı başarmakla
özdeştir. Ayrılık halinin son bulmasıyla özdeş olan kendisi olmak, bunun çok
daha ötesine geçip birlik olmak istenileni de kendisi yapmıştır. Yürüyüşün
görkemi ve eşsiz güzelliği buradadır. Sevdiğimiz bizi biz yapar; biz sevgimizle
sevdiğimizi kendisi kılarız. Sevilenin eşsiz varlığına en yüksek düzeyde saygı
böyle pratikleşir; aşk bu biçimde saygınlık kazanır. Birlik bu temelde zengin
iki ayrı dünyanın birliği halini alır. Özcesi aşk özsel olarak var etmek ve var
ederek var olmaktır. Bu anlamdadır ki, 'Aşk en yaman savaştıran gerçeğimizdir.'
13.09.2007 - 11:31
İstanbul varoşlarını bilir misiniz? Attığın her adımda;
çoğu gettolaşmış aldığı göçlerle yoksul Kürt ise mitlerine dönüşmüş, insan
dilinde 'kenar mahalle' olmaktan kurtulmamış varoşların iç incitici trajik hali
esir alır sizi, ürkersiniz!
Kendi topraklarından ve o topraklarda umut ve emekle yarattıkları güzelliklerden
edilmişliklerinin şaşkınlığını üzerlerinden atamadan, atıldıkları 'ekmek
kavgasının', çırpınışları çarpar yüzünüze, yutkunursunuz... Kirli bakımsız
sokaklarından geçerken, kapı önlerine dökülmüş yoksul Kürt kadınlarının acılı
bakışları ezer sizi... Çoğu, amele, seyyar satıcı, pazarcı, işportacı eş ve
çocuklarının kazanacağı üç beş kuruşla nasıl geçineceklerini düşüne durarak, bir
de sayısız çocuk yapmak zorunda bırakılarak yaşarlar kadınlıklarını;
doğurganlıkları dışında bilmedikleri, bilmeye ortam bulamadıkları
kadınlıklarını...
Bir de sayısız, cıvıl cıvıl çocukları vardır
sokakların... Her biri üç, beş, on yaşlarında, neredeyse varoş çoğunluğunu
oluşturan yoksul, korunaksız çocuk halleri yutar sizi... Oyun alanları
bulamayan, bebe halleriyle 'büyüklerinin' hayatlarını yaşamak, sorunlarını
taşımak zorunda kalan toz/toprak çocuklar...
* * *
Hayatları da
zorlu hallerle kurdukları gecekondulara benzer varoş insanının... Kürt yurtsever
kimliklerini korumak ile erimek, entegre olmak arasında gidip gelen, gidip
geldikçe de incinen, kanayan insanların trajik öyküleri kadar, paradoksları
uyarır sizi! Bir 'yenilgi midir' yaşadıkları, yoksa her şeye rağmen 'başarmak,
ayakta kalmak mıdır' tam bilinmez, ama labirentlere dönüşmüş sade hayatlarını,
garip çelişkiler, paradokslar doldurmuştur çoktan...
Bu yoksul sokaklardan
geçerken eğer, olur da bir eve, bir Kürt sürgününün evine girerseniz, şöyle bir
tablo karşılar sizi, muhtemeldir. Anne de baba da yurtseverdir hala, yüreği,
bilinci soğumamıştır. O zorlu yıllarda kimlik ve kişiliklerini korumanın, mesela
koruculaşmamanın, mesela ajanlaşmamanın, mesela çözülmemenin ayakta kalmanın
gururunu yaşarlar hala ve bu çok sıcaktır.
Çocukları, özellikle de genç kadın
ve erkekleri biraz daha farklıdır. Biraz daha emmiş, içselleştirmişlerdir
göçertilmişliği, sunulanı... Biraz daha etkilemiştir mesela şehri İstanbul'un,
İzmir'in, mesela Antalya'nın, Ankara'nın aldatıcı görüntüsü...
**
*
Çocukların çoğu ise, yurt, yurtseverlik gerçeğinden uzak varoşlarda
doğmuştur. Ana dillerini atlamak zorunda bırakılarak her biri kışlaya benzer
varoş okullarında öğrenmişlerdir ilk heceyi, ilk sözcüğü... Ana dillerini anlar,
ama konuşmazlar çoğunlukla... İlk ayrışma, gelenekten ilk kopuş, ilk
yabancılaşma başlamıştır böylece. Yokluk ve yoksullukla terbiye edilen,
varoşlarda yaşamak zorunda bırakılan ebeveynlerde kabullenmişlerdir bunu.
Çelişki gibidir, paradokstur ama gerçektir ne yazık ki...
Gezmişseniz
eğer, başlarında başörtüleri, ellerinde bezden Kur'an çantalarıyla sayısız
bebelerini görürsünüz, ne yaptıklarının bilincinde olmadan, hatta oyun sayan
Kur'an kurslarına yollanan. Varoşları saran, asıl işlevi, 'dini bilgiler
edinmelerini sağlamak' değil, Kürt kimliğini, Kürt kişiliğini, Kürt kültürü ve
kişilik özelliklerini, Kürt yurtseverlerini bitirmek olan, böyle de vaaz edilen
legal illegal Kur'an kurslarını, sayısız yurtları birde...
* *
*
Geleneksel duygu ve yaşama dönüş içinde kaderciliğe sarılarak zorlu
varoş hayatında tutunmaya çalışan, sistemle çelişkisini çözememiş ebeveynlerin
paradoksudur bu... Çocuklarının 'hayatlarını kurtarmak' için giriştikleri bu
trajik eylemde, aslında neleri kurban ettiklerinin belki de bilincinde
olmayanların ya da, çocuklarına yaşattıkları kıyımın, aslında geleceklerini
kararttığını bilerek eylemlerini gerçekleştirenlerin gerçek hayat çelişkisi...
Bir de bu eylemlerinin, AKP gericiliğine, tarikatçılığa ve töre kültürüne zemin
sunduğu, muazzam kaynak yarattığı gerçeğini bilmeyerek belki de kendilerine
saklayarak ya da 'çocuk sevgilerine' kurban ederek yaşıyorlar tüm bunları...
Düşleri çalınmış, geldikleri coğrafyaya yabancılaştırılmış çocuklara kurulan
tuzaklar, hayatlarını karartan labirentler, çıkmazlar ve tüm bunları baskı
aracına dönüştüren egemen politikalar öylesine ağır, öylesine köreltici ve
bitirici ki, buna aşamayanlar, kendini tarikatların, çetelerin, kontra
oluşumların pençesinde buluyor.
Peki, ne yapılmalı?
12.09.2007 - 17:22
BERLİN - Almanya Çevre Bakanlığının yayınladığı yeni bir açıklama teknoloji dünyasında ciddi bir tartışma yaratmaya aday. Bakanlık vatandaşlardan sağlığa zararlı olabileceği gerekçesiyle kablosuz internet kullanmamalarını önerdi.
Dünyada en hızlı gelişen teknolojilerden biri olan kablosuz iletişim konusunda Almanya’dan ilginç bir açıklama geldi.
Yeşillerin verdiği soru önergesinin ardından yayınlanan açıklamada Alman Çevre Bakanlığı tüm vatandaşlarına vücutlarını radyasyondan korumaları için standart kablolu ağları tercih etmeleri uyarısında bulundu.
Bakanlık ayrıca vatandaşlarından cep telefonları yerine sabit hatları kullanılmasını ve yine elektromanyetik kirlilik yaratan çok sayıda elektronik ürünün kullanımının sınırlandırılmasını istedi.
Bilim insanlarının yaptığı araştırmalara göre kablosuz ağ şebekeleri cep telefonlarına göre üç kat daha fazla radyasyon üreterek kanser riskini artırıyor.
Geçtiğimiz aylarda BBC’de yayınlanan Panorama programı için Norwich kentindeki okullarda kablosuz internetin radyasyon etkisini inceleyen uzmanlar, sınıflardaki radyasyonun, cep telefonu alıcılarının yaydığının üç katı olduğunu saptadı. Çocukların radyasyonun zararlı etkilerinden yetişkinlerden çok daha fazla etkilendiğini hatırlatan uzmanlar derhal sorunun üzerine gidilmesi gerektiğini vurguladı.
..
10.09.2007 - 13:20
Şimdi bir bahçe olmalı yemyeşil!
Biri, dilediği renkleri harmanlayıp, tasarladığı düşlerini resimleyebilmeli tablolara,
Diğeri, ney çalmalı gözlerini kapatıp, mutlu insan yüzlerini biçimlendireceği çamuru düşlemeli.
Öteki, kavuştuğu sevgilerin mutluluğu ile yüzünde tebessüm dolaşmalı aramızda gülücükler yayarak.
Çiçekler alabildiğince açabilmeli bu bahçede; korkusuzca, çekincesiz
Ki çok gördüm ayakaltı yerlerde, önemsenmediklerinde cılız olur, hatta yoktur çiçekler.
Billurdan bir pınar kaynamalı bu yemyeşil bahçenin bir köşesinde!
Çirkin rüyalardan arta kalan gecelerimi yıkadığımda, tüm korkularımdan kurtulabileyim.
Bu pınarda arıtacağım düşlerimin, kirlenmiş hayallerimin ilk günkü gibi var olacağı huzurunu hissedebilmeliyim.
Başarısız çekimlerle gerçekleştirilmiş, kötü bir senaryonun kahramanlarından biri gibi hissettiğim yaşamın, geçmiş karelerinden bazılarının zaman zaman tekrarlanarak hafızamda canlanacaklarını, sonsuza kadar yitip gitmeyeceklerini biliyorum.
Önemli değil.
Onlar var oldukça belki ben hayallediğim cenneti var edeceğim, biliyorum kâbuslarda bir işe yarar.
Öyle bir pınar hayal ediyorum ki beni kendime getirsin bu zamanlarda.
Korkunç zaman karelerinden birinde sıkışıp kaldığımı, kurtulamayacağımı zannettiğim anların cinnetinden kurtulabileyim.
Kurtulabileyim, toplu mezarlarından fırlamış hesap soran hayaletlerden.
Bu mezbahaya dönüşmüş gezegenin kan kokan tarihinden yükselen çirkin kokular gitsin, yok olsun.
İnsan bedenlerinin yağmalanabileceği maddesi eklenmiş, geçerliliği savunulmuş, savaş kurallarının haklılığına inandırılmış zihniyetlerin…
Dünya’ya sahip olmayı bırak, kâinata hükmetmeyi planlayanlara ve bunun için her türlü aşağılık eylemi göze alanlara hizmet yarışında bulunulduğu zamanları fark etmenin dahi yettiği dehşetten kurtarabilsin bu su beni kaynadığı bahçemde.
Öyle bir cennet uyduruyorum kendime adını bahçe koyuyorum ben de.
Öyle bir bahçe…
İçindeki canlıların tümünün konuşup, söyleşebildiği, sadece güzelliklere dair sözcükleri keşfedebildiği, henüz hayalleşmemiş nice güzelliklere kavuşabildiği bir bahçe.
Yeşil bir patlamanın ardından fışkıran yeni bir yaşam düşlüyorum, tüm renklerin harmanlanıp kaynaştığı, ayrımsız sevgiyle dolu canlılarla bir arada, birbirini reddetmeden paylaştıkları bir bahçe.
O pınar ve huzurun sessizliği.
Mutlu fısıltılar…
İşittin mi Tanrı?
İnanıyorum sen de mutlu olacaksın.
10.09.2007 - 11:04
MASUM BİR EYLÜL AKŞAMI
Olacaklardan habersiz, masum bir Eylül akşamı.
Dışarıda yağan deli gibi yağmur ve delinin en delisi yüreğim yangın yeri.
O gece duyduğun fırtına asıl benim yüreğimde koptu. Şimşekler çaktı beynimde, acımı görmezden geldin.
Sen ki bana kol kanat geren sevgili. Sen ki bana her şey olmuşken nasıl oldu da bir anda ayrılıkla tanıştırdın ruhlarımızı.
Nasıl kıydın da, beni en dayanılmaz acıların orta yerinde bir başıma, öksüz bırakıp gittin. Tüylerimi ürperten ayrılığın ayazına maruz bıraktın beni.
Kimsenin dudağından düşmeyecek bir şarkı olabilecekken seninle, bütün anılarımızı herkesin mırıldandığı sıradan bir şarkıya hapsedip gittin. Bak; yalnızca seninleyken gün yüzüne çıkardığım içimdeki çocuk usul usul ağlıyor şimdi.
Bu gece senden uzakta, yokluğunun yanı başından yazıyorum sana. Hayatta her şeyin bir bedeli vardır derler.
Yok, gecelerdir akan göz yaşlarımın henüz ödenebilir bir bedeli yok bilesin.
Düşünüyorum da neydi o çözemediğin kördüğüm, neydi?
Şimdi gecelere ödediğin bedel neyse, hakkını fazlasıyla vererek yapıyorlar işini.
Her günün sonunda avukat misali seni savunuyorlar bana. Neden, niçin, nasıl diye sorguluyorlar yüreğimi ve beynimi. Sabahlara dek ayrılığımızın hesabını vermeye çalışıyorum olmuyor.
Bitmek bilmeyen gecelerin karşısına taşıdığım yürekle dikiliyorum. Ardında bıraktıkların şahitlik ediyor yaşananlara. Bir gece sen haklı çıkıyorsun bu aşk hikayesinde, ertesi gece ben.
Gün geliyor karara varamayıp, ikiye bölünüyor katran geceler. Kim bilir belki bölünen gecenin diğer yarısına sen de hesap veriyorsun benden habersiz.
Çünkü ben o kapıdan çıkarken çok şey bıraktım sana. Duvarlarda yankılanan muzur kahkahalarımı, aynalarda yüzümü, yastığında kokumu, o pencerenin önünde yağmura karışan göz yaşlarımı, evin her bir köşesine ellerimi bıraktım giderken.
Söyle; özlemez misin hiç, dokundukça kanamaz mı içine yara olan hak etmeyişim, aynı sıradanlığı taşıyan her insan ayrıcalıklı kılmaz mı beni söyle.
Biliyorum; seninde bir yanın buruk kalacak ben olmayınca. Kimseyi koyamayacaksın yerime ve kimseyi benmişim gibi sevemeyeceksin benden sonra.
Başka gözler görmesin, yabancı eller deymesin diye sendeki bana dokunulmazlık ilan ettim. Biten aşklar, tüketilen sevgiler yaşayacaksın belki ama ben hep aynı kalacağım içinde.
Seni sadece sen olduğun için kocaman bir yürekle, çıkarsız seven o adam olarak kalacağım. Yaptığı sakarlıklar karşısında gülmemek için kendini zor tuttuğun o adam, hasta olduğunda yanı başında bekleyen, seni kırdığını hissettiğinde kendi bin parçaya bölünen, sana bakarken içi titreyen, gözlerinin içi gülen, yüzünde belirmesine sebep olduğunu gördüğü her bir tebessümden çılgınca zevk alan o sevgi dolu yürek, fedakar, güçlü ve bir o kadar da hırçın adam olarak kalacağım.
Dinle bak; Seni kendi gibi seven, kendinden bile çok düşünen o adam yazıyor şimdi. Sarılmak istediği anda tepe taklak yuvarladığın, aşkını yalnızca yanındayken hissettiğin, yokluğunda yalnızlığa değiştiğin o adam, her şeyi boş verip adını acımasızca huzursuzluk koyduğun o adam yazıyor. '
Yaşlı gözlerle sarılıp, ağlaya ağlaya veda ettiğin o adam yazıyor şimdi. Hadi okudukça gurur duy hırçın, ipe sapa gelmez, dizginleyemediğim mısralarımdan.
Aynanın karşısına geçip gülümse hadi, hadi alkışla kendini canımın yarısı.
Tebrikler küçük sevgilim, tebrikler sana büyük aşkım...
Şimdi daha koşar adımlarla kaç kendinden, ben gidiyorum.
Seni seve seve gidiyorum, içim yana yana gidiyorum.
Huzurun adı bensizlikse eğer; senin için başımın tacı ederim ayrılığı, kul köle olurum yokluğuna. Ama değilse; üvey aşklar canını yakmadan gel, başka eller tenine deymeden gel, ben benden gitmeden gel, ben senden geçmeden gel... Gel...
07.09.2007 - 17:37
Pamuk tarlalarında kızgın güneş altında eriyen kadınlı
erkekli bitkin ırgatlar... Ocakta aşı olsun diye beş meteliğe fındık toplamak
zorunda kalan işçiler...
İşçi kahvehanelerinde kötü demlenmiş çaylarını yudumlayarak iş bekleyen bitkin
ameleler... Mezopotamya'nın avurtları çökmüş, alınlarında derin keder çizgileri,
çatlak nasırlı elleriyle hayatlarını kazanmaya çalışan acılı insanları,
kimsesizler... Kimsenin sahiplenmediği, adını bile anmadığı, seçimden seçime
hayal meyal hatırladığı, belki de hiç hatırladığı bu ülkenin binlerce, on
binlerce 'ne yaşar ne yaşamaz'ı... Çadırlarda, derme çatma barakalarda, her
türlü güvenceden yoksun yaşamak zorunda bırakılan 'baldırı çıplakları'! Salt
Kürt oldukları için korkunç baskılarla karşılaşan, aşağılanıp horlanan, fındık
bahçelerinde, linç edilen/edilmeye çalışılan, ölen, öldürülen 'düz ovanın vatan
hainleri'! Yoksullar, yoksullar, yoksullar...
* * *
Neden hep
yoksullar ölür? Kim demiş, zengini de yoksulu da bir, ikisini de toprak alır
diye? Her gün yaşıyor, görüyor, gazetelerden okuyor, TV'lerden izliyoruz: Kürt
kır yoksulları; varlığı savaşa kurban edilmiş, topraklarına devletçe ya da
korucularca el konulmuş, yerlerinden yurtlarından edilmiş 'biçareler', balık
istifi gibi kamyonlara, kamyonetlere dolduruluyor, onlarcası trafik kazalarında
yaşamını yitiriyor. Böylece her iş mevsimi toplu katliamlar yaşanıyor. Birçok
aile yok oluyor. Aslında bir başka Kürt kırımı bu, bir başka zulüm!
İşte
hemencecik unutulan, siyasi hafızalarda iz bırakmayan bir haber: 'Katliam gibi
kaza! ' 'Sıvasın Kangal ilçesinde fındık işçilerini taşıyan minibüsle meyve yüklü
kamyonun çarpışması sonucu kan gölüne dönen karayolunda en az 20 Kürt işçisi
hayatını kaybetti! '
İşte kanıksanmış bir başka haber: 'Fındık işçileri
kaza yaptı. 22 yaralı. Kırıkkale-Kayseri karayolunun Hasandede beldesinde
meydana gelen trafik kazasında, 22 kişi yaralandı. Diyarbakır'ın Ergani
ilçesinden, Adapazarı'na Kürt fındık işçilerini götüren Ramazan Toka'nın
kullandığı minibüs Hasandede rampasından aşağı inerken devrildi.' Her gün böyle
onlarca olay... Onlarca ölüm yolculuğu... Geri çevrilmiş, varsıllarca 'veto'
yemiş hayatların bildik hik‰yesi... Ancak, ' Katliam gibi', değil, katliamın ta
kendisi olan biten! Pamuğa, fındığa, fıstığa, tarlaya, çapaya, bağa, bostana
giden yüzlerce yoksul ancak güzel insanın trajedisi... Acı ve yoksulluğun
kısalttığı öyküsü...
* * *
Neden hep yoksullar ölür? Neden kimse
sahiplenmez yoksulları ve neden ölüm, Kürtleri bulur hep; Kürt yoksullarını,
ayağı topraktan kesilmiş, göçebeleştirilmişleri...
Gördüğümüz, tanık
olduğumuz olaylarda birçok ortak nokta var öne çıkan: Birincisi,'katliam gibi
kaza' kurbanlarının Kürt, ağırlıkla kır yoksullarından oluşmasıdır... İkincisi,
yaşamak için ucuz iş güçlerini satmak zorunda bırakılan, bunun için yollara
düşen yurtsuzlar; yani varlıkları ellerinden alınmış göçebe insanlardır...
Üçüncüsü, herbiri benzer biçimde ve benzer araçlarla yaşamını yitirmiştir. Aşırı
yoksulluk ve olanaksızlık; onlarca insanın, kadınlı, çocuklu ailenin bir tek ve
son derece sağlıksız taşıta binmesini zorunlu kılmış ve bu da toplu ölümlere yol
açmıştır... Dördüncüsü, tüm bunların sorumlusu devlettir.
Evet, neden
hep yoksullar ölür? Yoksullar neden görülmez? Linç çemberindeki fındık işçisi,
tarladaki ırgat, beton döken, harç karan amele neden bilinmez? Ve neden, bunca
acıya, trajediye rağmen satırbaşlarında kalır her şey... Her şey uçup gider.
Soran olmaz; sorunlarına eğilen, çözüm bulan, bulmaya çalışan...
* *
*
Zorluklar büker bellerini, birde ilgisizlik... Özgürlük/güzellik
kavgası yürüten ütopya sahipleri, hümanistler de sormaz kendilerini... Emekleri
daim, hayatları kısa, 'mevsimlik' olan bu kır yoksulu gezgin/göçebe insanları
sevdikçe/ayrımsız sahiplendikçe güzelleşir her şey, her şey anlamını bulur.
Siyaset, örgüt 'varlık'laşır. Gittikçe, gezdikçe, naylon çadırlarının konuğu
oldukça, ölen, parçalanan yoksul bedenlerin yaralarını sardıkça/sarabildikçe,
zorluklarını paylaştıkça, sorunlarına çözüm buldukça/aradıkça; hayatları da
emekleri gibi daim olabilir ancak...
Bir de, alınlarındaki ve
ellerindeki derin izlerin anlamını okudukça, saygı duydukça... Ve bir de onlar,
o mevsimlik ömürlerini bile linç tehdidi altında yaşamak durumunda kalan
yoksullar, yoksul kadın ve çocuklar, bizleri affettikçe, bürokratik,
yabancılaşmış pratiğimizin özeleştirisini görebildikçe...
24.08.2007 - 17:45
heja gellek spass hewal
Toplam 13 mesaj bulundu