Fesih Serhat Adlı Antoloji.com Üyesinin Hakkı ...

  • Alarengin Meh
    Alarengin Meh

    17.02.2008 - 14:24

    umudun ışığı oldu adım demişsin...zaten öyleki ismin de,yüreğin de...

    seni tandığıma çok mutluyum.....

  • Fesih Serhat
    Fesih Serhat

    21.12.2007 - 12:35

    AHTAMARA HİKAYESİ

    Çok eski zamanlarda badem ağaçlarıyla doluydu Van Akdamar Adası... Keşişler kendi hallerinde yaşar, adaya kimsenin çıkmasına izin vermezlerdi. Bu adada güzelliği dillere destan ‘Tamara’ adında bir genç kız yaşardı… Omzuna dökülen sarı örükleriyle... Ve adayı çok merak eden bir delikanlı bürgün adaya yüzdü ve karaya çıkmış, o sırada badem toplayan Tamara’yı görüp, âşık oldu





    Genç dolunaylı gecelerde, sırtını Artos dağlarına döner, büyük bir sabırsızlıkla zamanın geçmesini beklerdi. Sonra da, gece yarısı olduğunda uzun ince bedenini, büyük bir sevinçle gölün sularına sessizce bırakır, Tamara’nın elinde tuttuğu fenerin ışığına doğru yüzmeye başlardı.

    Işık neredeyse Tamara da orda demekti.

    Bu mumun ışığı, o adaya varıncaya kadar, havada bazen kavisler çizer, ve adaya yüzen kızıl saçlı, kızıl sakallı delikanlının, yüzeceği mesafeyi

    Olayı öğrenen Baş keşişin kızı bunu babasına söyledi


    Ve bir gece... Çıkan fırtına gölde dalgaların boyunu yükseltti Tamara gölü böle tehlikeli görünce feneri yakmadı Bunu fırsat bilen Baş keşiş bir fener yakıp kıyıya çıktı. Karadaki genç âşık ışığı görünce dalgalara aldırmayıp suya attı kendini... Delikanlı fenerin ışığına doğru kulaç atarken, Baş keşişte feneri adanın etrafında dolaştırıp durdu. Genç aşığın gücü kalmayınca dalgalarla baş edemedi ve sulara gömülürken

    Ah, Tamaraaa! ..” diye haykırdı…….


    Ah, Tamaraaa! ..
    Tamara, taş duvarları döven çığlıkla irkildi.
    Titreyen ayakları rutubetli, kayalardan aşağıya koşarken, başkeşiş, başını pelerinin içinde boşuna saklayarak yukarıya çıkıyordu. İşlediği günah, üzerinden asırlar geçmiş gibi gelen yıllarda işlediği günahlara karıştı, içindeki kiniyle kıyasıya bir savaşa girişti...
    Tamara, deli gibiydi. Fırtınanın güçlü çığlığına karışan çığlığı ıslak kayaların üstünde bir o yana bir bu yana defalarca seyretti. Defalarca titreyen bacakları kaydı, düştü.
    Tamara, karanlık dalgaların derinliklerinden gelen aydınlık bir tünel gördü.
    Tamara, karanlık suların derinliğindeki aydınlığa atladı

    ************* ******************* ******************************
    GİT

    Her açılan kapının ardından umutsuz bakıyor gözlerim
    Bebeklerin gözbebeklerinde intiharlar doğuyor nicedir
    İpe asılıyor tüm umutlarım artık.
    Ve zamansız ufuklara yol alıyor umutlarım.
    Ve Senle başlayan bir hayat..
    Bu hayat ki
    Kesiyor umutların yolunu bir dağ misali.
    Hoşgeldin umudumu bana bahşeden gönlüme..
    Derkeeennnn
    Gözlerinin karası ki
    Dünyamın tekrar kararmasıydı benden gitmek istemen
    Bir vurgun daha iniyor yüreğime bir balyoz sertliğiyle,
    Odamın sarılığı işliyor yüzüme ağır ağır
    Duvara astığım siyah-beyaz fotoğraftan gülümsüyor suretin
    Kemanın ritmine kapılıyorum bir an
    Gitmek istiyorsun benden.
    Git..
    Gidersen ne bırakacksın ki bende
    Bir çift göz,
    Siyah-beyaz hırçınlığında ıssız bakışın,
    Birde yarına terkedilmiş hayallerden başka..
    Sana kal demiyecem! Git..
    Yokluğunda kendi dünyamda yaşayıp
    Kafiyesiz yalanlar söyleyeceğim kendime
    Sensiz ve sessiz bu hayatımda
    Kendimle savaşıp tekrar tekrar kendim yenileceğim.
    Ama sen bilmeyeceksin.
    Bilmeden git
    gözlerime bakmadan git...

  • Ahmet Güneş
    Ahmet Güneş

    09.11.2007 - 17:18

    DİYARBAKIR DESTANI?
    Rodi BAZ / 19.04.2006

    yalın kılıçları yoktu onların
    çıplak elleriyle
    ve kırılan kollarıyla onardılar kalelerimizi
    kendilerini fırlatarak mancınıklarla
    bir kaç gün arayla
    düşman mevzilerine...

    lakin pusulara tutunmuştu zaman
    'mutlaka bir çıkış yolu olmalı' dediklerinde
    sadece altı kişiydiler...

    söz verdiler
    alıp açlığımıza pastıracağız güneşi
    parça parça etimizle
    ve kesik başımızla
    ve kesik başımızın içindeki
    tunçtan kalelere hapsederek katillerimizi
    günde üç öğün sevgiyle öldüreceğiz.

    işte o gün
    okyanuslarda kabaran
    dev dalgalar gibi
    dört kapıdan birden
    büyük ve dehşetli ordularla
    halaylar eşliğinde gireceğiz DİYARBAKIR'a
    çünkü biz,
    atalarımızın kaval kemikleriyle silahlandık
    ve alıp şakağımıza dayıyarak biledik o silahları...
    II
    zaman gelip çattı
    Kemal,Kemal, dedi Hayri
    duyuyormusun BİZİMKİLER geliyor
    Ksenephon yanılıyor
    bu onbinlerin geçişi değil
    BİZİMKİLER'in ayak sesidir
    biz kazandık
    biz,biz...

    ses vermedi Kemal
    bağırdı Hayri
    inatçı karadenizli
    hani söz vermiştin bana
    birlikte gidecektik
    Ali,sen,ben ve Akif
    il,il gezecektik ülkemizi
    enfes bir ziyafet çekecektik kendimize
    eski aşk türkülerini söyleyecektik
    sen seversin böyle türküleri
    hani neydi o,
    'ağlama yar ağlama'
    'odam kireç tutmuyor'...

    hani seninle Mahabad'a gidecektik
    ordan da selhaddin'e
    ve sonra kamişloya
    ordadan da ver elini DİYARBAKIR
    surları gezecektik,
    sabah kahvaltısında ciğer kebabı yiyecektik
    ve oradanda Maden'e gidecektik
    bir çay bahçesinde
    kaçak çay yudumlayacaktık
    sen anılarımızı anlatacaktın
    ve de 36.koğuşu...


    düşünsene Kemal
    gün batımı urmiyedeyiz
    göl altın sarısı
    güneş kızıla boyamış bulutları
    ve sen.
    bir sandalcıyla sohpettesin
    malum,serde karadenizlilik var
    sohpet koyulaşınca
    ben Kürt'ün deniz görmüşüyüm
    deyip matrak geçecektin
    sonra hewsele uğrayacaktık
    dizlerimizin üstüne çöküp
    zelal sudan içecektik
    burnumuz ıslanacaktı
    çocuklar gibi gülüşecektik
    ..............
    yapma be karadenizli
    bırak şu inadı
    söyle bu gün hangi ildeyiz?

  • Fesih Serhat
    Fesih Serhat

    22.10.2007 - 20:46

    Balada Girtîgeha Reading ê

    Baş guh bidin van gotinên min

    Her kes dikare bikuje hezkiriya xwe

    Hinek dikujin bi awirekî

    Hinek bi gotinên qeşmerî

    Yên tirsonek bi maçekê

    Yên leheng dikujin bi derbên şûran.


    Hinek dikujin bi ciwanî

    Hinek dikujin bi extiyarî

    Hinek jî bi destên şehwî

    Hinek jî bi destên zêrîn

    Yê dilovan bi kêrê dikuje.

    Ji ber ku zû sar dibe kuştiyên bi kêrê.

    Helbest: Oscar Wilde

  • Fesih Serhat
    Fesih Serhat

    22.10.2007 - 18:27

    SESSİZDİ ÜLKEM

    Ülkem sessizdi, dağlar sessizdi. Dereler, bayırlar, köyler ve ormanlar sessizdi. Kocaman bir sessizliğin ortasında durmuşuz, sessizliğe boğuluyorduk. Ülkemin insanı da sessizdi. Dualar sessiz ediliyor, aşklar içten sessiz yaşanıyor ve insanlar hiç konuşmadan kıpırtısız anlaşabiliyordu. Sonra biri çıktı, kurşun sıktı sessizliğe ve yırttı baştan başa, bir çığlık düşürdü ülkemin yüreğine. Sonra bir bebek ağladı, bir annenin dilinde ağıt oldu, bir gelinin dul kalmış düşlerinde yakarış, bir genç kızın gençliğine sesli bir küfür. Sessizlik kendinden utanmaya başladı en gürültüsüz haliyle...


    Artık gecelerimiz de karanlık değildi, mermi ışıltılarıyla parlıyor, yıldızlara karışıyordu bu ışıltıların yüz binlercesi. Köyler bir gecede boşalıyor, gecenin mermi ışıltılarına eşlik etmeye başlıyor yanan evlerin yıkılırken çıkardığı çıtırtılar. Ormanlar yanmaya başlıyor bir yaz vakti, içinde yaşama elveda eden canlıların gürültüsü zevke getiriyor birilerini. Çünkü ülkem yanıyor, halkım yanıyor...

    Utanmaz bir zamanın en sahtekar dilimindeyiz, yüreğimiz barışın susuzluğunda savaşa mecbur. Kahrolası bir geçmişin yaşanası geleceği için, sessiz bir ülkenin gürültüye boğulan bugününü sessiz bir yarına bağlamak için, bebelerin ölmemesi, anaların ağlamaması, dul gelinlerin, gelecek kavramı unutturulan genç kızların hatırına, kinsiz ve irinsiz duygulardan arınan ruhların elverdiği bir savaş geliyor, misafir oluyor yaşamlarımıza. Gözlerimizi bile kırpamıyoruz, 'hayır' diyemiyoruz. Barışı çığlık çığlığa haykıranların ölümleri utandırıyor dilleri, 'sus! ' diyor sessizce, artık bizim susma zamanımızdır...

    Ve silahlar. Ve silahlı kişilerin ayak sesleri. Gümbür gümbür bombalar yağıyor üstümüze, çocuklarımız korkmadan ellerini mayınlara uzatıveriyorlar. Her şey yasal yaşanıyor, bütün ölümler meşru. Ve ülkemin çocukları bir gecede büyüyor. Ve bir gecede terörist oluveriyor. Ölümleri meşru oluyor, birileri onur, birileri gurur duyuyor yerde yatan minik cesetlerden. Sonra gazete manşetleri kahramanları yazıyor. Ve o yaşlarından çok mermi yiyen çocukların failleri bir gecede kahraman oluyor, vatan kurtuluyor...

    Yeni değil çocuk ölümleri! Öncesini gücüm yetmiyor demeye...

    Yaşlılarımız yaşamını isyanların, ölümlerin ve katliamların sayısına bölerek yad ediyor geçmişi. Gözleri şiddete ve zulme aşina, duaları tükenik. Gençler geleceğe üstüne bombalar yağmışlıkla, vücudunda hatıralar bırakan mermilerin kulakta bıraktığı gürültülerin izleriyle merhaba diyorlar. Sakat insanları saymıyorum bile...

    Her şey toprağa adanıyor, her şey bayrağa. Ve vatan uğruna vatan gömülüyor toprağa. Artık kulaklarımız sağır, artık dillerimiz lal. Artık konuşmanın, anlatman, anlaşılmanın tükendiği noktadayız. Tam da silahların sesini en güzel duyurduğu nokta. Biz alçak bir şiddetin ta orta yerindeyiz insanlık! ! !

    Artık birkaç yüz kişilik sınır köylerinde yüz binlerce asker nöbette artık açlığında, yıkımında kimsenin gidemediği, ulaşamadığı diyarlara ulaşamayanlar bir gecede inebiliyor, bir gecede yarım milyon yasal insan ulaşabiliyor. Artık elektriğin ulaşamadığı köylerde mermiler ve top, havan ateşleriyle aydınlanıyor insanlar, su kuyularına kırmızı karışıyor artık. Artık düşlerimize ölümler, gülüşlerimize gözyaşı karışıyor...

    Ey insanlık artık dört parça yüreğiyle ülkem yanıyor, halkım ağlıyor. Ve ey insanlık tekrar kendi küllerinden dirilirse Cudi, dirilirse Gabar, benden barış bekleme, ilk mermimi barışa sıkacağım o vakit...

  • Fesih Serhat
    Fesih Serhat

    02.10.2007 - 17:53

    Sayfa: 1 2
    sonraki sayfa ]]



    SÖZCÜKLERİN MASUMYETİ

    Takatin kırılmasın her vurulduğumda…
    Üzüntünü yokluğumun boşluğuna göm
    Sakın öfken yansımasın ışıkla yıkanan umutlara
    Her doğduğumda gülüşünle ıslat dudaklarımı
    Ve her dirilişime göğüslerinden özgürlük iksirini
    Akıt damarlarıma
    Özgürlük özlemini ek bağrına düştüğüm kırmızı toprağa
    Son haykırışıma kanat tak uçur “Ninhursak”dağlarına
    Tiamat’lar kuşansın tutsak edilen kadını yar etmesinler
    Marduk’lara
    Sen yarınlarım için Zin’in, Zeynep! in aşkını büyüt döl yatağında
    Gök kubeden kopan yıldızlrı sarı saçlarınla sarmala son ışıklarını

    Yüreğinin güneşini karartma sırtında hançer olsa da
    Dilim yaralı, şifası Zagros-Toros eteklerinde saklı
    Sözcüklerin masumyeti daracına çekilir ülkemde
    Duygular intihara kalkışır yurdumu çevreleyen dikenli tellerle
    Aşkınla özgür yarınları süsle hiç aldırma tanrılarının
    Lanetli süngülerini

  • Fesih Serhat
    Fesih Serhat

    14.09.2007 - 11:07

    Ünlü bir düşünür, 'Eğer ölümün ruhunu gerçekten
    kavrayabilmek istiyorsanız, kalbinizi tam anlamıyla hayatın gövdesine açın'
    diyor.

    'Kalbini hayatın gövdesine açmak' demek, hayatı kendi kalbine sığdırmaya
    çalışmak demektir. Hayatla bu tarz ilişkinin bir aşk ilişkisi olduğunu belirtmek
    yanlış olmasa gerekir. Her gerçek aşkın özü aşkla bağlı olunana 'hizmet etmek'
    olduğuna göre, hayatla kurulan ölümsüz sevda bağı onu güzelleştirme ve aynı
    anlama gelmek üzere çirkinliklerden arındırma eylemine yöneltmek durumundadır.
    Bu eylem temelinde içi özgürlükle doldurulduğu ve böylece özgürlük hayatın özü
    haline getirildiği zaman, tam da o zaman hayat çirkinliklerden arındırılmış
    olur. Sarsılmaz bir umut ve inançla bu tür bir eyleme girişmeden hayata yapılmış
    aşk ilanının hiçbir değeri yoktur. 'Aşkın yüzü daima özgürlüğün zafer kazanan
    savaşına dönüktür.'

    Kuşkusuz aşk öncelikle bir keşif eylemidir; aşk
    eylemine konu olanın öznelliğini tanımak, onun anlam bütünlüğüne en yüksek
    saygıyı göstermek, bu temelde kendisini derinliğine kavramaya çalışmaktır.
    Ayrılık, çoğunlukla ayrı kaldığımız varlığı tanımamanın ürünüdür. Yüksek bir
    ilgiyle başlayan bu tanıma çabası aşkın da başlangıcıdır. Yeni bir özelliğini
    keşfetmemizi sağlayan her başarılı adım, aramızdaki ayrılıkları ortadan kaldırıp
    bizi sevdiğimizle biraz daha birleştirir. Öyleyse aşk kesintisiz sürdü-rülmesi
    gereken zorlu bir keşif yürüyüşüdür; hedefi ise 'sevilen'le bir olmak,
    gerektiğinde onun içinde erimek, eriyerek kendini bir üst düzeyde bu birlikte
    yeniden var etmektir.

    Şöyle de söylenebilir: Aşk erişilmesi oldukça zor
    bir hedefe kenetlenmiş tek yanlı bir yürüyüş gibi görünse de, yaratıcı bir eylem
    olarak etkisi iki yönlüdür. Hedefe doğru ilerleyen, farkında olmasa da, gerçekte
    kendi insani özüne doğru yürümektedir. O aştığı her bir engelde kendi özünü
    gerçekleştirir. Yürüyüşün doğrultusunu tayin edenle birlik olmak, eyleme son
    noktayı koymak anlamına gelmese de, bir bakıma kendisi olmayı başarmakla
    özdeştir. Ayrılık halinin son bulmasıyla özdeş olan kendisi olmak, bunun çok
    daha ötesine geçip birlik olmak istenileni de kendisi yapmıştır. Yürüyüşün
    görkemi ve eşsiz güzelliği buradadır. Sevdiğimiz bizi biz yapar; biz sevgimizle
    sevdiğimizi kendisi kılarız. Sevilenin eşsiz varlığına en yüksek düzeyde saygı
    böyle pratikleşir; aşk bu biçimde saygınlık kazanır. Birlik bu temelde zengin
    iki ayrı dünyanın birliği halini alır. Özcesi aşk özsel olarak var etmek ve var
    ederek var olmaktır. Bu anlamdadır ki, 'Aşk en yaman savaştıran gerçeğimizdir.'

  • Fesih Serhat
    Fesih Serhat

    13.09.2007 - 11:31

    İstanbul varoşlarını bilir misiniz? Attığın her adımda;
    çoğu gettolaşmış aldığı göçlerle yoksul Kürt ise mitlerine dönüşmüş, insan
    dilinde 'kenar mahalle' olmaktan kurtulmamış varoşların iç incitici trajik hali
    esir alır sizi, ürkersiniz!

    Kendi topraklarından ve o topraklarda umut ve emekle yarattıkları güzelliklerden
    edilmişliklerinin şaşkınlığını üzerlerinden atamadan, atıldıkları 'ekmek
    kavgasının', çırpınışları çarpar yüzünüze, yutkunursunuz... Kirli bakımsız
    sokaklarından geçerken, kapı önlerine dökülmüş yoksul Kürt kadınlarının acılı
    bakışları ezer sizi... Çoğu, amele, seyyar satıcı, pazarcı, işportacı eş ve
    çocuklarının kazanacağı üç beş kuruşla nasıl geçineceklerini düşüne durarak, bir
    de sayısız çocuk yapmak zorunda bırakılarak yaşarlar kadınlıklarını;
    doğurganlıkları dışında bilmedikleri, bilmeye ortam bulamadıkları
    kadınlıklarını...

    Bir de sayısız, cıvıl cıvıl çocukları vardır
    sokakların... Her biri üç, beş, on yaşlarında, neredeyse varoş çoğunluğunu
    oluşturan yoksul, korunaksız çocuk halleri yutar sizi... Oyun alanları
    bulamayan, bebe halleriyle 'büyüklerinin' hayatlarını yaşamak, sorunlarını
    taşımak zorunda kalan toz/toprak çocuklar...

    * * *

    Hayatları da
    zorlu hallerle kurdukları gecekondulara benzer varoş insanının... Kürt yurtsever
    kimliklerini korumak ile erimek, entegre olmak arasında gidip gelen, gidip
    geldikçe de incinen, kanayan insanların trajik öyküleri kadar, paradoksları
    uyarır sizi! Bir 'yenilgi midir' yaşadıkları, yoksa her şeye rağmen 'başarmak,
    ayakta kalmak mıdır' tam bilinmez, ama labirentlere dönüşmüş sade hayatlarını,
    garip çelişkiler, paradokslar doldurmuştur çoktan...
    Bu yoksul sokaklardan
    geçerken eğer, olur da bir eve, bir Kürt sürgününün evine girerseniz, şöyle bir
    tablo karşılar sizi, muhtemeldir. Anne de baba da yurtseverdir hala, yüreği,
    bilinci soğumamıştır. O zorlu yıllarda kimlik ve kişiliklerini korumanın, mesela
    koruculaşmamanın, mesela ajanlaşmamanın, mesela çözülmemenin ayakta kalmanın
    gururunu yaşarlar hala ve bu çok sıcaktır.
    Çocukları, özellikle de genç kadın
    ve erkekleri biraz daha farklıdır. Biraz daha emmiş, içselleştirmişlerdir
    göçertilmişliği, sunulanı... Biraz daha etkilemiştir mesela şehri İstanbul'un,
    İzmir'in, mesela Antalya'nın, Ankara'nın aldatıcı görüntüsü...

    **
    *

    Çocukların çoğu ise, yurt, yurtseverlik gerçeğinden uzak varoşlarda
    doğmuştur. Ana dillerini atlamak zorunda bırakılarak her biri kışlaya benzer
    varoş okullarında öğrenmişlerdir ilk heceyi, ilk sözcüğü... Ana dillerini anlar,
    ama konuşmazlar çoğunlukla... İlk ayrışma, gelenekten ilk kopuş, ilk
    yabancılaşma başlamıştır böylece. Yokluk ve yoksullukla terbiye edilen,
    varoşlarda yaşamak zorunda bırakılan ebeveynlerde kabullenmişlerdir bunu.
    Çelişki gibidir, paradokstur ama gerçektir ne yazık ki...

    Gezmişseniz
    eğer, başlarında başörtüleri, ellerinde bezden Kur'an çantalarıyla sayısız
    bebelerini görürsünüz, ne yaptıklarının bilincinde olmadan, hatta oyun sayan
    Kur'an kurslarına yollanan. Varoşları saran, asıl işlevi, 'dini bilgiler
    edinmelerini sağlamak' değil, Kürt kimliğini, Kürt kişiliğini, Kürt kültürü ve
    kişilik özelliklerini, Kürt yurtseverlerini bitirmek olan, böyle de vaaz edilen
    legal illegal Kur'an kurslarını, sayısız yurtları birde...

    * *
    *

    Geleneksel duygu ve yaşama dönüş içinde kaderciliğe sarılarak zorlu
    varoş hayatında tutunmaya çalışan, sistemle çelişkisini çözememiş ebeveynlerin
    paradoksudur bu... Çocuklarının 'hayatlarını kurtarmak' için giriştikleri bu
    trajik eylemde, aslında neleri kurban ettiklerinin belki de bilincinde
    olmayanların ya da, çocuklarına yaşattıkları kıyımın, aslında geleceklerini
    kararttığını bilerek eylemlerini gerçekleştirenlerin gerçek hayat çelişkisi...
    Bir de bu eylemlerinin, AKP gericiliğine, tarikatçılığa ve töre kültürüne zemin
    sunduğu, muazzam kaynak yarattığı gerçeğini bilmeyerek belki de kendilerine
    saklayarak ya da 'çocuk sevgilerine' kurban ederek yaşıyorlar tüm bunları...

    Düşleri çalınmış, geldikleri coğrafyaya yabancılaştırılmış çocuklara kurulan
    tuzaklar, hayatlarını karartan labirentler, çıkmazlar ve tüm bunları baskı
    aracına dönüştüren egemen politikalar öylesine ağır, öylesine köreltici ve
    bitirici ki, buna aşamayanlar, kendini tarikatların, çetelerin, kontra
    oluşumların pençesinde buluyor.
    Peki, ne yapılmalı?

  • Fesih Serhat
    Fesih Serhat

    12.09.2007 - 17:22

    BERLİN - Almanya Çevre Bakanlığının yayınladığı yeni bir açıklama teknoloji dünyasında ciddi bir tartışma yaratmaya aday. Bakanlık vatandaşlardan sağlığa zararlı olabileceği gerekçesiyle kablosuz internet kullanmamalarını önerdi.

    Dünyada en hızlı gelişen teknolojilerden biri olan kablosuz iletişim konusunda Almanya’dan ilginç bir açıklama geldi.

    Yeşillerin verdiği soru önergesinin ardından yayınlanan açıklamada Alman Çevre Bakanlığı tüm vatandaşlarına vücutlarını radyasyondan korumaları için standart kablolu ağları tercih etmeleri uyarısında bulundu.

    Bakanlık ayrıca vatandaşlarından cep telefonları yerine sabit hatları kullanılmasını ve yine elektromanyetik kirlilik yaratan çok sayıda elektronik ürünün kullanımının sınırlandırılmasını istedi.

    Bilim insanlarının yaptığı araştırmalara göre kablosuz ağ şebekeleri cep telefonlarına göre üç kat daha fazla radyasyon üreterek kanser riskini artırıyor.

    Geçtiğimiz aylarda BBC’de yayınlanan Panorama programı için Norwich kentindeki okullarda kablosuz internetin radyasyon etkisini inceleyen uzmanlar, sınıflardaki radyasyonun, cep telefonu alıcılarının yaydığının üç katı olduğunu saptadı. Çocukların radyasyonun zararlı etkilerinden yetişkinlerden çok daha fazla etkilendiğini hatırlatan uzmanlar derhal sorunun üzerine gidilmesi gerektiğini vurguladı.

    ..

  • Sevgi Ruhani Bir Pratiktir
    Sevgi Ruhani Bir Pratiktir

    10.09.2007 - 13:20

    Şimdi bir bahçe olmalı yemyeşil!

    Biri, dilediği renkleri harmanlayıp, tasarladığı düşlerini resimleyebilmeli tablolara,

    Diğeri, ney çalmalı gözlerini kapatıp, mutlu insan yüzlerini biçimlendireceği çamuru düşlemeli.

    Öteki, kavuştuğu sevgilerin mutluluğu ile yüzünde tebessüm dolaşmalı aramızda gülücükler yayarak.

    Çiçekler alabildiğince açabilmeli bu bahçede; korkusuzca, çekincesiz

    Ki çok gördüm ayakaltı yerlerde, önemsenmediklerinde cılız olur, hatta yoktur çiçekler.

    Billurdan bir pınar kaynamalı bu yemyeşil bahçenin bir köşesinde!

    Çirkin rüyalardan arta kalan gecelerimi yıkadığımda, tüm korkularımdan kurtulabileyim.

    Bu pınarda arıtacağım düşlerimin, kirlenmiş hayallerimin ilk günkü gibi var olacağı huzurunu hissedebilmeliyim.

    Başarısız çekimlerle gerçekleştirilmiş, kötü bir senaryonun kahramanlarından biri gibi hissettiğim yaşamın, geçmiş karelerinden bazılarının zaman zaman tekrarlanarak hafızamda canlanacaklarını, sonsuza kadar yitip gitmeyeceklerini biliyorum.

    Önemli değil.

    Onlar var oldukça belki ben hayallediğim cenneti var edeceğim, biliyorum kâbuslarda bir işe yarar.

    Öyle bir pınar hayal ediyorum ki beni kendime getirsin bu zamanlarda.

    Korkunç zaman karelerinden birinde sıkışıp kaldığımı, kurtulamayacağımı zannettiğim anların cinnetinden kurtulabileyim.

    Kurtulabileyim, toplu mezarlarından fırlamış hesap soran hayaletlerden.

    Bu mezbahaya dönüşmüş gezegenin kan kokan tarihinden yükselen çirkin kokular gitsin, yok olsun.

    İnsan bedenlerinin yağmalanabileceği maddesi eklenmiş, geçerliliği savunulmuş, savaş kurallarının haklılığına inandırılmış zihniyetlerin…

    Dünya’ya sahip olmayı bırak, kâinata hükmetmeyi planlayanlara ve bunun için her türlü aşağılık eylemi göze alanlara hizmet yarışında bulunulduğu zamanları fark etmenin dahi yettiği dehşetten kurtarabilsin bu su beni kaynadığı bahçemde.

    Öyle bir cennet uyduruyorum kendime adını bahçe koyuyorum ben de.

    Öyle bir bahçe…

    İçindeki canlıların tümünün konuşup, söyleşebildiği, sadece güzelliklere dair sözcükleri keşfedebildiği, henüz hayalleşmemiş nice güzelliklere kavuşabildiği bir bahçe.

    Yeşil bir patlamanın ardından fışkıran yeni bir yaşam düşlüyorum, tüm renklerin harmanlanıp kaynaştığı, ayrımsız sevgiyle dolu canlılarla bir arada, birbirini reddetmeden paylaştıkları bir bahçe.

    O pınar ve huzurun sessizliği.

    Mutlu fısıltılar…

    İşittin mi Tanrı?

    İnanıyorum sen de mutlu olacaksın.

  • Fesih Serhat
    Fesih Serhat

    10.09.2007 - 11:04

    MASUM BİR EYLÜL AKŞAMI
    Olacaklardan habersiz, masum bir Eylül akşamı.
    Dışarıda yağan deli gibi yağmur ve delinin en delisi yüreğim yangın yeri.
    O gece duyduğun fırtına asıl benim yüreğimde koptu. Şimşekler çaktı beynimde, acımı görmezden geldin.
    Sen ki bana kol kanat geren sevgili. Sen ki bana her şey olmuşken nasıl oldu da bir anda ayrılıkla tanıştırdın ruhlarımızı.
    Nasıl kıydın da, beni en dayanılmaz acıların orta yerinde bir başıma, öksüz bırakıp gittin. Tüylerimi ürperten ayrılığın ayazına maruz bıraktın beni.
    Kimsenin dudağından düşmeyecek bir şarkı olabilecekken seninle, bütün anılarımızı herkesin mırıldandığı sıradan bir şarkıya hapsedip gittin. Bak; yalnızca seninleyken gün yüzüne çıkardığım içimdeki çocuk usul usul ağlıyor şimdi.
    Bu gece senden uzakta, yokluğunun yanı başından yazıyorum sana. Hayatta her şeyin bir bedeli vardır derler.
    Yok, gecelerdir akan göz yaşlarımın henüz ödenebilir bir bedeli yok bilesin.
    Düşünüyorum da neydi o çözemediğin kördüğüm, neydi?
    Şimdi gecelere ödediğin bedel neyse, hakkını fazlasıyla vererek yapıyorlar işini.
    Her günün sonunda avukat misali seni savunuyorlar bana. Neden, niçin, nasıl diye sorguluyorlar yüreğimi ve beynimi. Sabahlara dek ayrılığımızın hesabını vermeye çalışıyorum olmuyor.
    Bitmek bilmeyen gecelerin karşısına taşıdığım yürekle dikiliyorum. Ardında bıraktıkların şahitlik ediyor yaşananlara. Bir gece sen haklı çıkıyorsun bu aşk hikayesinde, ertesi gece ben.
    Gün geliyor karara varamayıp, ikiye bölünüyor katran geceler. Kim bilir belki bölünen gecenin diğer yarısına sen de hesap veriyorsun benden habersiz.
    Çünkü ben o kapıdan çıkarken çok şey bıraktım sana. Duvarlarda yankılanan muzur kahkahalarımı, aynalarda yüzümü, yastığında kokumu, o pencerenin önünde yağmura karışan göz yaşlarımı, evin her bir köşesine ellerimi bıraktım giderken.
    Söyle; özlemez misin hiç, dokundukça kanamaz mı içine yara olan hak etmeyişim, aynı sıradanlığı taşıyan her insan ayrıcalıklı kılmaz mı beni söyle.
    Biliyorum; seninde bir yanın buruk kalacak ben olmayınca. Kimseyi koyamayacaksın yerime ve kimseyi benmişim gibi sevemeyeceksin benden sonra.
    Başka gözler görmesin, yabancı eller deymesin diye sendeki bana dokunulmazlık ilan ettim. Biten aşklar, tüketilen sevgiler yaşayacaksın belki ama ben hep aynı kalacağım içinde.
    Seni sadece sen olduğun için kocaman bir yürekle, çıkarsız seven o adam olarak kalacağım. Yaptığı sakarlıklar karşısında gülmemek için kendini zor tuttuğun o adam, hasta olduğunda yanı başında bekleyen, seni kırdığını hissettiğinde kendi bin parçaya bölünen, sana bakarken içi titreyen, gözlerinin içi gülen, yüzünde belirmesine sebep olduğunu gördüğü her bir tebessümden çılgınca zevk alan o sevgi dolu yürek, fedakar, güçlü ve bir o kadar da hırçın adam olarak kalacağım.
    Dinle bak; Seni kendi gibi seven, kendinden bile çok düşünen o adam yazıyor şimdi. Sarılmak istediği anda tepe taklak yuvarladığın, aşkını yalnızca yanındayken hissettiğin, yokluğunda yalnızlığa değiştiğin o adam, her şeyi boş verip adını acımasızca huzursuzluk koyduğun o adam yazıyor. '
    Yaşlı gözlerle sarılıp, ağlaya ağlaya veda ettiğin o adam yazıyor şimdi. Hadi okudukça gurur duy hırçın, ipe sapa gelmez, dizginleyemediğim mısralarımdan.
    Aynanın karşısına geçip gülümse hadi, hadi alkışla kendini canımın yarısı.
    Tebrikler küçük sevgilim, tebrikler sana büyük aşkım...
    Şimdi daha koşar adımlarla kaç kendinden, ben gidiyorum.
    Seni seve seve gidiyorum, içim yana yana gidiyorum.
    Huzurun adı bensizlikse eğer; senin için başımın tacı ederim ayrılığı, kul köle olurum yokluğuna. Ama değilse; üvey aşklar canını yakmadan gel, başka eller tenine deymeden gel, ben benden gitmeden gel, ben senden geçmeden gel... Gel...

  • Fesih Serhat
    Fesih Serhat

    07.09.2007 - 17:37

    Pamuk tarlalarında kızgın güneş altında eriyen kadınlı
    erkekli bitkin ırgatlar... Ocakta aşı olsun diye beş meteliğe fındık toplamak
    zorunda kalan işçiler...

    İşçi kahvehanelerinde kötü demlenmiş çaylarını yudumlayarak iş bekleyen bitkin
    ameleler... Mezopotamya'nın avurtları çökmüş, alınlarında derin keder çizgileri,
    çatlak nasırlı elleriyle hayatlarını kazanmaya çalışan acılı insanları,
    kimsesizler... Kimsenin sahiplenmediği, adını bile anmadığı, seçimden seçime
    hayal meyal hatırladığı, belki de hiç hatırladığı bu ülkenin binlerce, on
    binlerce 'ne yaşar ne yaşamaz'ı... Çadırlarda, derme çatma barakalarda, her
    türlü güvenceden yoksun yaşamak zorunda bırakılan 'baldırı çıplakları'! Salt
    Kürt oldukları için korkunç baskılarla karşılaşan, aşağılanıp horlanan, fındık
    bahçelerinde, linç edilen/edilmeye çalışılan, ölen, öldürülen 'düz ovanın vatan
    hainleri'! Yoksullar, yoksullar, yoksullar...

    * * *

    Neden hep
    yoksullar ölür? Kim demiş, zengini de yoksulu da bir, ikisini de toprak alır
    diye? Her gün yaşıyor, görüyor, gazetelerden okuyor, TV'lerden izliyoruz: Kürt
    kır yoksulları; varlığı savaşa kurban edilmiş, topraklarına devletçe ya da
    korucularca el konulmuş, yerlerinden yurtlarından edilmiş 'biçareler', balık
    istifi gibi kamyonlara, kamyonetlere dolduruluyor, onlarcası trafik kazalarında
    yaşamını yitiriyor. Böylece her iş mevsimi toplu katliamlar yaşanıyor. Birçok
    aile yok oluyor. Aslında bir başka Kürt kırımı bu, bir başka zulüm!

    İşte
    hemencecik unutulan, siyasi hafızalarda iz bırakmayan bir haber: 'Katliam gibi
    kaza! ' 'Sıvasın Kangal ilçesinde fındık işçilerini taşıyan minibüsle meyve yüklü
    kamyonun çarpışması sonucu kan gölüne dönen karayolunda en az 20 Kürt işçisi
    hayatını kaybetti! '

    İşte kanıksanmış bir başka haber: 'Fındık işçileri
    kaza yaptı. 22 yaralı. Kırıkkale-Kayseri karayolunun Hasandede beldesinde
    meydana gelen trafik kazasında, 22 kişi yaralandı. Diyarbakır'ın Ergani
    ilçesinden, Adapazarı'na Kürt fındık işçilerini götüren Ramazan Toka'nın
    kullandığı minibüs Hasandede rampasından aşağı inerken devrildi.' Her gün böyle
    onlarca olay... Onlarca ölüm yolculuğu... Geri çevrilmiş, varsıllarca 'veto'
    yemiş hayatların bildik hik‰yesi... Ancak, ' Katliam gibi', değil, katliamın ta
    kendisi olan biten! Pamuğa, fındığa, fıstığa, tarlaya, çapaya, bağa, bostana
    giden yüzlerce yoksul ancak güzel insanın trajedisi... Acı ve yoksulluğun
    kısalttığı öyküsü...

    * * *

    Neden hep yoksullar ölür? Neden kimse
    sahiplenmez yoksulları ve neden ölüm, Kürtleri bulur hep; Kürt yoksullarını,
    ayağı topraktan kesilmiş, göçebeleştirilmişleri...

    Gördüğümüz, tanık
    olduğumuz olaylarda birçok ortak nokta var öne çıkan: Birincisi,'katliam gibi
    kaza' kurbanlarının Kürt, ağırlıkla kır yoksullarından oluşmasıdır... İkincisi,
    yaşamak için ucuz iş güçlerini satmak zorunda bırakılan, bunun için yollara
    düşen yurtsuzlar; yani varlıkları ellerinden alınmış göçebe insanlardır...
    Üçüncüsü, herbiri benzer biçimde ve benzer araçlarla yaşamını yitirmiştir. Aşırı
    yoksulluk ve olanaksızlık; onlarca insanın, kadınlı, çocuklu ailenin bir tek ve
    son derece sağlıksız taşıta binmesini zorunlu kılmış ve bu da toplu ölümlere yol
    açmıştır... Dördüncüsü, tüm bunların sorumlusu devlettir.

    Evet, neden
    hep yoksullar ölür? Yoksullar neden görülmez? Linç çemberindeki fındık işçisi,
    tarladaki ırgat, beton döken, harç karan amele neden bilinmez? Ve neden, bunca
    acıya, trajediye rağmen satırbaşlarında kalır her şey... Her şey uçup gider.
    Soran olmaz; sorunlarına eğilen, çözüm bulan, bulmaya çalışan...

    * *
    *

    Zorluklar büker bellerini, birde ilgisizlik... Özgürlük/güzellik
    kavgası yürüten ütopya sahipleri, hümanistler de sormaz kendilerini... Emekleri
    daim, hayatları kısa, 'mevsimlik' olan bu kır yoksulu gezgin/göçebe insanları
    sevdikçe/ayrımsız sahiplendikçe güzelleşir her şey, her şey anlamını bulur.
    Siyaset, örgüt 'varlık'laşır. Gittikçe, gezdikçe, naylon çadırlarının konuğu
    oldukça, ölen, parçalanan yoksul bedenlerin yaralarını sardıkça/sarabildikçe,
    zorluklarını paylaştıkça, sorunlarına çözüm buldukça/aradıkça; hayatları da
    emekleri gibi daim olabilir ancak...

    Bir de, alınlarındaki ve
    ellerindeki derin izlerin anlamını okudukça, saygı duydukça... Ve bir de onlar,
    o mevsimlik ömürlerini bile linç tehdidi altında yaşamak durumunda kalan
    yoksullar, yoksul kadın ve çocuklar, bizleri affettikçe, bürokratik,
    yabancılaşmış pratiğimizin özeleştirisini görebildikçe...

  • Derya Çetinkaya
    Derya Çetinkaya

    24.08.2007 - 17:45

    heja gellek spass hewal

Toplam 13 mesaj bulundu