Yaşamak anlamını bulur kendine dönen ruhlarda, ve rüyalarında görünce gün ışığının gerçekeliğini
Bir zamanlar gündüz yaşamıştım ben bu gezengende masmavi denizlerin üzerine düşen günışığı yaşama sevinci verirdi kelebeklere yunuslar birbirleriyle şakalaşırken, dev gibi balinalar yakamozları yerdi kumsallarda güneşlenenler ise deniz kabuklarıydı, çünki o zamanlar binalarda kum kullanılmıyordu ve deniz kabukları özgürdüler kumsalın hemen arkasında saf durmuş ağaçlardan ormanlar vardı, bir halaya duruyorlar, bir horona, bir de namaza...
Gündüzleri yaşarken ben bu gezegende böyleydi durum, o aamnlar pek kimsecikler yoktu o zamanlar buralarda ne hayvanlar ne bitkiler şehvete yakındılar, ayı da, aslan da gerektiği kadar öldürüyordu, fok gerektiği kadar yakalıyordu balığı ağaç yalnız gerektiği kadar büyüyordu, ne karbondioksiti tüketiyordu gündüz, ne de gece oksijeni güneş her yerde gerektiği kadar gözüküyordu, ve her yerde farklı doğuyordu insan gerektiği kadar yaşıyor, su gerektiği kadar yağıyordu hava gerektiği kadar, deniz gerektiği kadar yaşamın gerektirdiği kadardı herşey ve gezegenin dengesi kadar...
Sonra nedense insanlar zincirinden boşalmış gibi saldılar kendilerini etrafa dengesine aldırmadan gezegenin, yağamalayıp herşeyi avrupadan dağılıyordu dünyaya, ağacı, hayvanı, taşı toprağı, suyu ve havayı yok ediyordu aç gözlülükle bununla da yetinmiyor insanı da öldürüyor, yozlaştırıyor, aç gözlülükle yok ediyordu. ...
Bir zamanlar ben de bu gezegende gündüzleyin yaşıyordum... acı sesler dolmuştu dört bir yanına gezegenin, sömürülen sesler dolmuştu her yana insan sesleri, hayvan sesleri, ezilmiş yaprak sesleri, doğanın sesi... artık gündüzden geriye birşey kalmamıştı, insanın insanlığı, hayvanın varlığı, doğanın doğuırganlığı, yerin, göğün, suyun sesi çıkmaz oldu hepimizin ruhu kaçtıverdik, ama korktuğumuzdan değil, o kendini insan sayanlarla bir olmamak için, beyaz adamın kamçısına kamçı sallamamak için çıplak ayaklarımızı ve derin inançlarımızı alarak gecenin karanlığına kaçtık ...
Bu gezegende artık gece yaşanıyor denizin maviliği ve yeşilliği beyaz çiçekli elma ağaçlarının yeşilliği, hırsına yenik düşmeyen ne kadar ağaç varsa, cırcır böceği yada kızıldeili varsa bizimledir, her biri bir yıldızın köşesinde oturur, ve konuşurken cümlelerini kısa tutar, sözcüklerde müsriflik etmez, ekmekten, sudan, havadan ve karanlıktan etmediği gibi ...
Biz ne kadar karanlık çağda yaşayan varsak, her sabah şafak sökerken, tan kızıllığıyla uyumaya gideriz rüayalarımızda ruhlarımızın gezmelerini görürüz beyaz kumları döven mavi suların arasında yeşil yapraklarından sarı yataklar hazırlar bize oturmayan kardeşlerimiz susayınca bir nehir sular bizi, acıkınca bir balık abimiz sunar kendini, ne demeli ki sonra minnacık ot, yaralarımızı sarar hep birlikte bir manzara olurlar bir tepeden, şiirleşir kelimeler akar dudaklardan ve işte orada biz yazarız onları, bağıra çağıra haykırız onu herkeslere, her canlının kulağına fısıldarız onu yaşamı, canlıyı, Allah'ı ve yaratılışın mucizelerini. var olan herşey bulur anlamı böylece....
Yaşamak anlamını bulur kendine dönen ruhlarda, ve rüyalarında görünce gün ışığının gerçekeliğini
Bir zamanlar gündüz yaşamıştım ben bu gezengende
masmavi denizlerin üzerine düşen günışığı yaşama sevinci verirdi kelebeklere
yunuslar birbirleriyle şakalaşırken, dev gibi balinalar yakamozları yerdi
kumsallarda güneşlenenler ise deniz kabuklarıydı,
çünki o zamanlar binalarda kum kullanılmıyordu ve deniz kabukları özgürdüler
kumsalın hemen arkasında saf durmuş ağaçlardan ormanlar vardı,
bir halaya duruyorlar, bir horona, bir de namaza...
Gündüzleri yaşarken ben bu gezegende böyleydi durum,
o aamnlar pek kimsecikler yoktu o zamanlar buralarda
ne hayvanlar ne bitkiler şehvete yakındılar,
ayı da, aslan da gerektiği kadar öldürüyordu, fok gerektiği kadar yakalıyordu balığı
ağaç yalnız gerektiği kadar büyüyordu, ne karbondioksiti tüketiyordu gündüz, ne de gece oksijeni
güneş her yerde gerektiği kadar gözüküyordu, ve her yerde farklı doğuyordu
insan gerektiği kadar yaşıyor, su gerektiği kadar yağıyordu
hava gerektiği kadar, deniz gerektiği kadar
yaşamın gerektirdiği kadardı herşey
ve gezegenin dengesi kadar...
Sonra nedense insanlar zincirinden boşalmış gibi saldılar kendilerini etrafa
dengesine aldırmadan gezegenin,
yağamalayıp herşeyi avrupadan dağılıyordu dünyaya,
ağacı, hayvanı, taşı toprağı, suyu ve havayı yok ediyordu aç gözlülükle
bununla da yetinmiyor insanı da öldürüyor, yozlaştırıyor, aç gözlülükle yok ediyordu.
...
Bir zamanlar ben de bu gezegende gündüzleyin yaşıyordum...
acı sesler dolmuştu dört bir yanına gezegenin, sömürülen sesler dolmuştu her yana
insan sesleri, hayvan sesleri, ezilmiş yaprak sesleri, doğanın sesi...
artık gündüzden geriye birşey kalmamıştı,
insanın insanlığı, hayvanın varlığı, doğanın doğuırganlığı, yerin, göğün, suyun sesi çıkmaz oldu
hepimizin ruhu kaçtıverdik, ama korktuğumuzdan değil, o kendini insan sayanlarla bir olmamak için,
beyaz adamın kamçısına kamçı sallamamak için
çıplak ayaklarımızı ve derin inançlarımızı alarak gecenin karanlığına kaçtık
...
Bu gezegende artık gece yaşanıyor denizin maviliği ve yeşilliği beyaz çiçekli elma ağaçlarının yeşilliği,
hırsına yenik düşmeyen ne kadar ağaç varsa, cırcır böceği yada kızıldeili varsa bizimledir,
her biri bir yıldızın köşesinde oturur, ve konuşurken cümlelerini kısa tutar,
sözcüklerde müsriflik etmez, ekmekten, sudan, havadan ve karanlıktan etmediği gibi
...
Biz ne kadar karanlık çağda yaşayan varsak, her sabah şafak sökerken,
tan kızıllığıyla uyumaya gideriz
rüayalarımızda ruhlarımızın gezmelerini görürüz beyaz kumları döven mavi suların arasında
yeşil yapraklarından sarı yataklar hazırlar bize oturmayan kardeşlerimiz
susayınca bir nehir sular bizi, acıkınca bir balık abimiz sunar kendini, ne demeli ki
sonra minnacık ot, yaralarımızı sarar
hep birlikte bir manzara olurlar bir tepeden, şiirleşir kelimeler akar dudaklardan
ve işte orada biz yazarız onları, bağıra çağıra haykırız onu herkeslere, her canlının kulağına fısıldarız onu
yaşamı, canlıyı, Allah'ı ve yaratılışın mucizelerini.
var olan herşey bulur anlamı böylece....