Boğazın kıpırtılı sularını köpürten teknenin arkasında durmuş, o an içinde olduğumuz mahzun ruh ikliminin kimbilir kaç kez tekrarlanmış olduğunu düşünüyordum. Güneşi örtemeyen yırtık bulutlar bizi de uysallaştırmıştı. Sıvaları dökülmüş virane evlerin, servilerin arasında dağılmış inci taneleri gibi ışıldayan mezarlıkların, müşfik anne ifadesiyle tebessüm eden yalıların, manolya ağaçlarının ihtiyarladığı bahçelerde derin uykulara dalmış ruhların, eski zaman kadınlarının solgun çehrelerini hatırlatan köşklerin, zarif minareleriyle ebediyeti resmeden camilerin önünden geçerken onun gibi hissediyordum. Zaman ve mekân bizim çizdiğimiz sınırlarla var olabilirdi ancak. O sırada içinde nefes aldığım ‘şimdiki ânın’ sadece bana ait olmadığına inandım. Üst üste yığılan hatıralarla, tecrübelerle kırılan zaman algısının, hayatın geçiciliğini gizleyen büyüsüne kapıldım. Sonbaharın şehre sokulmaya hazırlandığından bahseden arkadaşlarımın mırıltılarını belli belirsiz duyabiliyordum.
Güneşin tepelerin ardında yitip gitmesiyle bakıra kesen Boğaz’ın ışık oyunları, hepimizi karmaşık bir rüyaya hapsetti. Birbirine hiç benzemeyen hayallerimizin gölgesinde, eriyip giden yaza bir kez daha birlikte veda etmenin tanıdık sevinciyle maziye çekildik. O sessiz, kısa molalarda zihnimde hep aynı konuşma çınladı: Küçük bir oğlan, ucunda fener yanan bir kayıkta bülbül seslerini dinlerken annesine soruyordu: “Bir gün biz de Boğaz’da yankılanan bir sesten mi ibaret olacağız? ” Annesi ona, “güzel oğlum, henüz bunları düşünmek için çok erken” diyordu. Artık ne o vardı, ne de annesi ama sesleri gerçekten Boğaz’da yankılanıyordu. Akşamüstü serinliğinin giderek biraz daha üşüteceğini müjdeleyen esintiyle ürperince o buğulu rüyadan uyandım. Üstümüzde dönüp duran deli kuşlara baktım bir süre, “bir gün biz de Boğaz’dan yükselen martı çığlıkları mı olacağız”, dedim kendi kendime.
Zamanın dışına taşmak...
Şinasi Hisar’a dair bilmediklerimi ve iz bırakan o konuşmayı Çetin Altan’ın yazarların hayatlarını kısa hikâyelerle aktardığı Kalem Bahçelerinden Yedi Hayat isimli kitaptan öğrendim. Babası Mahmut Celalettin Bey’in vaktiyle bir edebiyat dergisi çıkardığını, o dergide Abdülhak Hamit’in, Recaizade Ekrem’in, Halit Ziya Uşaklıgil’in yazdığını, Şinasi’yle A. Hamit’i çok sevdiği için oğluna onların isminden yeni bir isim yarattığını da... Yazarın hayatında geçim sıkıntıları, büyük aşk dramları, siyaset kavgaları pek olmamış. Hiç evlenmemiş. Kitaplarından birinde, “evlilik hatası yapmamış olmak, hayatımın belki de en hatasız olan yanıdır” diyor. Rumeli Hisarı yalıları, Ada ve Çamlıca köşklerinde geçen gençliğini yazarak hiç büyümemiş bir çocuk gibi yaşaması belki onu gerçekliğin hoyratlığından uzaklaştırdı. O hikâyedeki içli ses, bence onun yazıya dair duruşunu gösteriyor: “Bende geçmişin özlemleri o kadar güçlüydü ki, gelecekle ilgilenmek şöyle dursun, yaşadığım halin bile tam içine giremedim.” O bir yazar olmasaydı, geçmişine bu kadar tutkuyla saplanıp kalır mıydı acaba ya da rahat bir aldırmazlıkla sığındığı o loş odada mutlu olabilir miydi?
Şinasi Hisar, sevdiği dostlarıyla birlikte mutlu bir hayat sürdüğünü söylüyor ama ben ‘şimdiki ânı’ yaşayamamanın bir yazar için ne anlama geldiğini kavramakta zorlanıyorum. Çok zor olmalı. Unutmak, hatırlamak sonra yine unutmak. Zamanı ilmek ilmek örüp tekrar sökmek. Yaşamanın coşkusunu hissettiren o kıvılcımlı anların hep biraz gerisinde kalmak. Dünyanın uğultusunu uzaklardan işitmek. Gelecek tasavvurunu, geçmişin sisli perdesi ardında gizlemek. Çok eskilerde kalan ama onu çok mutlu eden kısacık bir ânı edebiyata hediye etmek arzusuyla, benliğinden, zaman bilincinden uzaklaşmak. Zor olmalı...
..


