Ağzımdan her çıkan kelime, sille tokat dönüyor geriye.
Ne derdim bitiyor ne de sızlanmam.
Tam tuttum kolunu bacağını derken ışığın,
Ucu yeni açılmış yüzlerce kurşun kalem batıyor şiirlerime...
Yutsam mı, sussam mı, kussam mı, küssem mi?
Yakası bağrı açılmadık küfürler geliyor aklımın kuytularından,
Sinesine senesine sonesine cümlesine, çeksem kınından kılıcımı...
Bir kör bir sağır birde topal olsa kendime, yüzüme çarpan,
Kendime kaçan düşlerim...
Bir kuğu gezintisinde küçük bir su birikintisinde debelenmek de neyin nesi?
Ya bir ceylana benzeyip, küçük bir kayadan atlarken düşüp bacağın kırılması...
Akrep olup zehir saçsam gelmişe geçmişe...
İçine yandığımın suskularının dibinde mi arasam, elimden kaçan imgeleri...
Orman içinde kalıp, yeşile doymadan,
Yeşil kurbağalar gibi mi feryadı figana boğsam hazan mevsiminde yaprakları...
Kussam yeşil yeşil kırmızıları mı boyasam.
Vurmadık tel, sövmedik el, değmedik bağır, yanmadık kömür mü atsam demirci ocaklarına.
Kalaycı olup, bakıra dönen bahtı mı kalaylasam...
Tahta sandalyesinden düştüğüm köy kahvelerinde üzerime dökülen çaylarda mı haşlansam...
Şimdi durup, yakıp dörtlüleri hayata, şehrin en tepesine çıkıp,
ana avrat dümdüz cümleler mi kursam...
Zorun hiç kolay olmayacağı, bütün denklemlerin iflas ettiği,
Çözümü sonsuz matematiksel ağıtlara mı bırakmalı bedeni...
Soğuk bir su başında, üç yeni yetme adam,
Üstünde eserken kavak yelleri, suya yatırılmış karpuza benzer tensel şarkılara mı vurmalı?
Bildik naralar atıp kara trenlere, tavşan kaç tazı tut masalları mı yazmalı?
Mevkisiz rüyalardan ayılırken sarhoş sabahlara, üzüm gözlerden hüzün mü dökmeli...
Bütün devirleri bilirken taş cilalı, bilmem ne...
Yangılı kara yazgılı eteği büzgülü, kapısı sürgülü,
Küçük büyük neyse o işte, üflesen yıkılacak günlere mi gitmeli...
Ne yaptıklarım yapacaklarımın teminatı ne yaşadıklarım yaşayacaklarımın...
Bahtsız bedeviyi oynuyor sahneler...
Kara bir iç geçirişin resmini yapıyorum, gölgelerin fotoğrafını yansıtıyorum taşlara.
Ağıtsız ölümler beğeniyorum misli misli...
Kör topal, sağır ve kanatsız uçuşlara yol alıyor dümenim...
Pusular, sille tokat dizeler gösteriyor, hikayelerimden kaçıyor esaslı çığlıklar.
Kispetler giyinmişim yağsız güreşlere, çoban salatalar döküyorum çorba kaselerine...
Şikeli hakemlik yapıyor gülüşler...
Tüm perdeler mi çalıyor, fa notası kayıp, es desen kasırga misali uçuk kaçık tınılara boğuyor.
Tonlarca kağıt ıslanmış, mürekkep değmeden daha, kısıra benzemiş bulgur pilavları.
Ne incir ne hastane, önü arkası isyan... Kapılıp gidesi de kalmamış rüzgarların...
Havada nem, yerde kaygan kum taneleri, ruh desen parçalı çok bulutlu...
Yağdı yağacak, koptu kopacak, vurdu vuracak, kaçtı kaçacak gözlerim.
Uzak yol gemilerinde miçolar dertli, aşçı elinde koca bir ekmek bıçağı,
Varil içinde en yeni deniz sevdalısı...
Mavi karaya, kara bahta, baht korsanlar elinde esir...
Yara kaplı eller açıyorum gökyüzüne, kara kaplı dermanlar düşüyor üzerime.
Nur bile yağmış bit pazarına, erkenden kapanır dükkanlar ruhuma...
Kaç...
Göç zamanları...
Yıkılan ağlama duvarı arkasında donsuz bakışlar yansıyor faşist duygulara.
Koca öbekli pancar tarlalarında zehri zıkkım mahsuller alıyor vagonum,
Firesi çıkınca hiç kalıyor benliğim...
Çetin bir kış geliyor şehrime...
Karlar kalacak günlerce ve don vuracak kirazlarıma....
Acı bir türkü söylerken şen şakrak sazendeler, notası olmayan düşlere rota çizecek kaptanlar.
Eskihisar vapurundan toplamak lazım emekçi martıları...
Süzülürken üstünde vapurun, okurken meydan...
Biraz biber sürmeli ağzına, biraz hardal, soğanda kesmeli yanında anlamsızlığın...
Keman sesine kapanırken sağ kulak, hicaz makamında dökülmeli şiirler.
Buza kesmeli şömine önlerinde kestaneler.
Yanarken külde patates, dönerken zaman alıcı kuşlar gibi...
Kereminde, cereninde, vereninde cümlesine...
Sazana dönmeli sızan duygular, kefal misali levreğe inat ve yanmak eksi yüz derecede...
Dona, sona, yana kalmak fehimsiz göz misali, isli bir gaz lambasında.
Sille tokat düşecek cümleler...
Sara geçirecek duygular, salya sümük toplarken bahşişi, geçilen kıyak vicdanlar...
Cepten zorla çıkacak reçetesi boş, koklarken soğanı
Damakta şişerken zehri zemberek cümleler,
Ve duruşa geçerken saygılı tüy tozak
Doymadımın...
Yetmedinin, kesmedinin ince sızıları...
Badem gölzü olurken kör göz,
Damarsız, siniri alınmış, aortunda yaşam izleri...
Sıra gecelerine çıkıyor sesim, kesilmiş biletim
Dönüyor ses, tık nefes, azcık da hala heves...
Küsesi geliyor sazın, üç tele kalmış,
Ne neyde ses var ne meyde, ne meyhanede...
Alıp gitmiş alıcı kuşlar, mahsupsuz geçmişe...
İç geçirmiş dalağı şişkin sözcükler,
Tanesi, denesi, hanesi viran taştan evler
Papazkarası şarabın damakta kalmayan tortusu,
Ardışık sayılar dizininde dizde inceden yağacak yağmurun sızısı...
Bulunur belki de otoban açıklarında özlenen
Yağarken kar lapası binlerce belki de günlerce,
Şehrin kayıp hazinesinde yalansız uçan martıları...
Kırılınca kol
Yolununca kanat
Bitince perde...
Cümleler yağarken sille tokat sağlı sollu
Sustukça çöreklenir yüreğe yarası derin
Sönerken yıldızlar sabaha karşı
Belki de okunurken sabah ezanı
Gene göz kırpacak/ yitecek çoban yıldızı...
Muharrem Araz
11 Aralık 2009
Tuzla
Kayıt Tarihi : 12.12.2009 02:06:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Hikayesi mi kalmış....

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!