SEVİNÇ GÖZYAŞLARIM
SUNUŞ
Güdülerle açtık gözümüzü…
Güdülerle yattık, güdülerle kalktık…
Güdülerle kurduk hayallerimizi…
Güdülerle yıktık hayallerimizi…
Çoğu kez yanlış güdülere tutsak edildik. Güdüler bağladı elimizi kolumuzu. Güdüler ayağımızda pranga… Güdüler gözlerimizde çekili mil.
Bu kitabı okuduğumuzda kendi kendimizin güdüleyeni kendimiz olacağız. Kendi güdümüz kıracak ayağımızdaki pranga zincirini. Kendi güdümüz yırtacak gözümüzdeki sır perdesini…
Ve aydınlık yolun yolcuları olacağız, aydınlık yolun yılmaz yolcuları olarak.
Hatice ÖZTÜRK ŞAHİN
EĞİTİMCİ
KİM DİZİNİ DÖVMÜŞTÜ DERSİNİZ
( İntihar eden benim de babamdı. Nerede boynu bükük bir yetim görsem o bendim. O ben...)
Okulun ilk günüydü.
İlk dersimiz Türkçe’ydi. Türkçe Öğretmeni dersi sevdirmekle kalmamış, okulu sevdirmişti. Yetmedi kendimi sevdirmişti. Yaşıtlarım, yaşıtları ile kaynaşma çabası gösterirken ben gelecekle ilgi hayaller kuruyordum.’’ Başarı! Başarı! Zirve, Zirve!..
İlk etkinliğimiz deyimler.
Deyimleri anlamak.
Deyimleri cümlede kullanmak.
Ben ilk parmak kaldıran, hiç düşünmeden ‘’ Babam beni dövmedi, dizini dövdü.’’ deyiverdim. Tüm sınıf güldü. Bir tek öğretmen gülmedi. Beni kutladı. 100 verdi. Sınıfa döndü anlattı da anlattı.’’ Buradaki dövme dövme değildir. Kız hiç değildir. Sadece kız babaları dizini dövmez herkes ama herkes dizini döver. Sizler de ilerde çok dizinizi döveceksiniz.İşte, ilerde dizinizi dövmemek için düzenli çalışmayı, kitap okuma alışkanlığı edinmeyi, dersi dinlemeyi, arkadaşınız gibi derse katılmayı öğreneceksiniz.’’ diyordu. ‘’ Arkadaşınız gibi’’ derken gözümün içime bakıyordu. Öğretmenimin her anlattığını anlamış gibi yapıyordum. Her anlattığına kafa sallıyordum. Ne de olsa 100 almıştım. Sınıfta bir ayrıcalığım olmalıydı. Her kafa sallayışımda öğretmen gözümün içine bakıyordu. Her bakışında yüzündeki yaşlılığın verdiği kırışıklara tebessümün verdiği kırışıklardan bir yenisi, bir yenisi daha ekleniyordu. Dersimizin başındaki yaşlı yüzleri buruşuk sevimsiz öğretmen gitmiş dünya harikası bir tablo gelmişti. Hayran hayran izliyordum. Açık arttırmaya sunulsa resmin ilk alıcısı ben olurdum. Parayı nereden bulacaksam… Çok çalışırsam onu da bulabilecektim. Bunu da aşılamıştı öğretmenim.
Dünya harikası tablo….
O yüzdeki tebessüm çizgilerini her önüne gelen anlayamazdı. Her biri bir fırça darbesi. O kadar çok şey anlatıyorlardı ki anlattıklarını anlasa anlasa bir ben anlardım Ee, ne de olsa yüzlük öğrenciydim.
Gün bittiğindeki eve koşuş sevincim kapıdan içeri ilk adımımı atana kadar sürdü. Oysa babama, anneme sarılacaktım ‘’ Ben yüz aldım!’’ diye haykıracaktım. Annem, babam benimle gurur duyacaktı. Ne büyük sevinçti okulun ilk günü...
Sarılamadım. Öpemedim. ‘’ Ben 100 aldım!’’ diyemedim.
Diyemedim.
Diyemedim…
Babam dizlerini dövüyordu.
Annem sessizdi. Bana bakışları ürkek. Ben ne suç işlemiştim? Annem babamın beni dövmesine üzülüyordu belli. Babam beni dövemiyordu. Dizlerini dövüyordu.
Babam her odadan çıkışta, gözlerim üstünde. ‘’Eyvah! Sopa almaya gidiyor.’’ diyordum. Babam odaya her girişinde eli boş giriyordu. Ben meraktan çatlıyordum. Babam hop oturup hop kalkıyor. Her kalkışında bende bir irkilme. Babamın her kalkan eli terini siliyor. Ter tarifsiz. Tere bakılırsa suçum büyük, tere bakılırsa dayak okkalı.
O gece dayak yemedim.
Dayak yemedim. İçim içimi kemirdi. Suçum neydi acaba? Dayağın ölçüsü neydi?
Ertesi gün sınıfın kapısını çalan her nöbetçi öğrencinin beni çağırmasını bekledim. Çağıran olmadı. ‘’ İçimden ‘’Çağrılsam da kurtulsam! ‘’diyorum, çalınan her kapıda çağrılan bir başkası, bir başkası...
Yeni bir deyim öğrendim. ‘’ Ölüp ölüp dirilmek.’’ Öyle güzel anladım, öyle güzel anladım ki hakkım 100 değil 1000'di. . Demek ki deyimler sözlükten değil yaşayarak öğreniliyor.
Eve geldim. Babam yine dizlerini dövüyor.
Annem yine sessiz. Annem yine şaşkın...
Olanca cesaretimi topladım geçtim babamın karşısına ‘’ Hiç değilse suçumu öğrensem.’’ dedim.
Babam ‘’ Senin suçun yok, benim suçum var.’’ dedi. Babam gözyaşlarına boğuldu. Sözcükler boğazında düğümlendi, düğümlendi. Düğüm düğüm ‘’ Kızım, dün ben sana yalan söyledim, bugün yalanı bile söyleyemedim.’’ dedi. Yeni bir deyim öğrendim ‘’ Meraktan çatlamak’’.
‘’Meraktan çatlamak’’ deyimi bendim.
Neydi babamın yalanı?
Yeni bir deyim daha öğrendim ‘’ Güç bela öğrenmek''
Güç bela öğrendim babamın yalanını. Babam dün bana
istediğim telefonu alacağını söylemişti. Alamamış. Alamayınca da yalan söylemiş. Bugünde alamamış. Yarın da alamayacakmış. Ben de bir gülme tuttu. İyi de bunun ‘’ Dizini dövmek’’ deyimi ile ilgisi ne? Onu da çok geçmeden anladım.
İlk defa televizyonda bir haber dikkatimi çekmişti. İlk defa bir haber beni derinden yaralamıştı. Meğer ben ne çok deyim biliyormuşum ‘’ Derinden yaralanmak.’’
Haberde çocuğuna istediği oyuncağı alamayan bir babanın intihar ettiği yer alıyordu. O haberden sonra dizini döven ben oldum. Ya benim babam da böyle yaparsa? İlk defa kendimi haberde yer alan çocuğun yerine koydum. Onun yerine ağladım, ağladım…
Babamın dizini dövmesi uzun sürmedi. '' Ben telefonu unuttum.''dedim. Ben telefondan daha değerli hediye aldım.'' dedim.'' 100 aldım.'' dedim. Ben babama sarılamamıştım, babam bana sarıldı.
Babamın dizini dövmesi bitmişti bitmesine de benim babası intihar eden çocuğun yerine ağlamam bitmedi. İntihar eden benim de babamdı.Benim de.
İşin en kötüsü o baba ya da anne ben olabilir miydim?. Olmamalıydım. Yeni bir deyim öğrenmiştim '' Dağ kadar sorumluluğun altına girmek''.
Ağladım. Ağladım...
Ağlamam engel değildi dağ kadar sorumluluğun altından kalkmama.
Babalar ağlamamalıydı. Çocuklar ağlamamalıydı. Gülmeliydi. Gülmek çocukların haklarıydı.
Gülmek için hep ağladım, hep ağladım.
Ağladım...
KÖRPE UMUTLAR
Beyinin ölümü Gülfidan Hanım’ın omzuna dağ gibi bir sorumluluk yığmıştı. Bu sorumluluk her gün yığılıyor, yükseliyor, altında; Gülfidan Hanım inim inim iniliyor. Gülfidan Hanım, eziliyor, günden güne rengi soluyor, saçlar beyazlaşıyor, sırt kamburlaşıyor; gençliğinden en ufak bir güzellik belirtisi kalmıyor, hayal dersen çoktan terk edip gitmiş. Gülfidan Hanım’ın tek düşüncesi oğluna babasının yokluğunu hissettirmemek, ona güzel bir gelecek hazırlayabilmek.
Gülfidan Hanım, beyinden kalan emeklilik maaşını, çarpıyor, bölüyor; topluyor, çıkartıyor. Maaş düşük olmasına düşük, hesaplamalar bir o kadar çok… Çarp böl, çıkart bir türlü bitmiyor hesaplar. Maaş ev kirasına yetiyor yetmesine ne eksik ne fazla. Denklemin bilinmeyenleri uzadıkça uzuyor; mutfak masrafı, faturalar, Ömercan’ın okul masrafları, giyim kuşam, sağlık yol parası…
Gülfidan Hanım, ev temizliğine gidiyor. Gülfidan Hanım, buldukça evinde parça başı iş üretiyor. Gülfidan Hanım yemiyor, Gülfidan Hanım giyinmiyor; dişini sıktıkça, sabrını zorladıkça denklemin bir bilinmeyenini çözüyor.
Gülfidan Hanım, her gün bir yetenek geliştiriyor; kısalmış, daralmış etekleri kesiyor ekliyor; pantolon dikiyor. Pantolonları kesiyor etek dikiyor. Adı değişik giyinmeyse o da değişik giyiniyor. Yemek kalıntılarından en ilginç çorbalar yapıyor, ekmek kırıntılarından en ilginç köfteler, pastalar…
Gülfidan Hanım denklem uzmanı, Gülfidan Hanım dekoratif, aşçı, terzi, temizlikçi, bekçi, koşucu, montajcı. Her gün yetenek üstüne yetenek, meslek üstüne meslek ekliyor.
Gülfidan Hanım’ın diğer sınıf annelerine benzer yanı, Ömercan’a giydirdikleri, Ömercan’ın beslenmesi, verdiği harçlıklar.
Ömercan’ın giyiminde arkadaşlarından fazlalığı var, eksiği yok, beslenmesinde fazlalık var eksik yok, harçlıklar dersen o da fazlasıyla. Ömercan, okulun düzenlediği tiyatro, gezi, sportif aktivitelerin hepsine eksiksiz katılıyor.
Ömercan, sınıfın örnek öğrencisi. Ömercan, Sınıfın en çalışkanı. Takdir üstüne takdir alıyor. Gülfidan Hanım’ın keyfine diyecek yok. Ömercan başardıkça babasının eksikliğini hissettirmediğine, annelik babalık görevini eksiksiz yerine getirdiğine inanarak mutlu oluyor. Mutluluk arttıkça yeni yeni denklemler kuruyor, yeni yeni denklemler çözüyor. Uyumuyor, oturmuyor, koşuyor oradan ora…
Yeni denklem:
Ömercan’a bilgisayar. Denklemin bilineni Bilgisayar, bilinmeyeni nasıl alınacak? Sonuç= Bilgisayar alınacak (?) Bilgisayar alınacak hem de yılbaşı hediyesi olacak.
Gülfidan Hanım, o gün oğlunu farklı öptü, başını göğsüne yasladı, okşadı, okşadı ve oğluna:’’Oğlum yılbaşı hediyesi olarak sana bilgisayar alacağım.’’ dedi. Ömercan’da tepki sadece şaşkın bir bakış. Bakışlara Gülfidan Hanım anlam veremedi. Gülfidan Hanım’ın bakışları daha şaşırtıcı oldu ‘’Oğlum, sen bilgisayara sahip olmak istemiyor musun? ’’ Ömercan, sessizce ’’ Sen bilirsin anne.’’ diyebildi. Gülfidan Hanım, oğlunun sevinç çığlıkları atmasını bekliyordu. Boynuna sarılıp öpmesini bekliyordu. Bir annenin tüm çabası çocuğunu mutlu edebilmektir. Bir annenin yıkıldığı an; çocuğunun mutlu olduğunu göremediği andır. Gülfidan Hanım da o anı yaşadı; olup bitene anlam veremedi. Daldı bir an, başka dünyalara. Ömercan, sessizce odasına çekildi.
Ömercan, odasında sanki film izliyordu. Filmde annesi kendisini okula götürüyor, annesi okul çıkışı almaya geliyor. Kar fırtına olanca şiddetinde. Annesinin ayakkabısı yırtık, annesinin paltosu yok; soğuktan tir tir titriyor, dondu donacak… Ömercan’da bot, mont, başlık, kaşkol, eldiven; giyim tam teşekkül. Ömercan, kendi kendine ’’ Ben bu kadının oğlu muyum? Bu kadın benim annem mi? Bu kadın benim annemse giyecek ayakkabısı yokken bana bilgisayar almasına benim vicdanım nasıl razı gelir, ben nasıl sessiz kalabilirim? ’’ Ömercan, saçlarını yoluyor, Ömercan, dişlerini sıkıyor; nerdeyse var gücüyle ‘’Hayır! ’’ çığlıkları atacak. Sıkıntıdan, sinirden terliyor, terini eli ile siliyor. Terin biri geliyor biri gidiyor. Olacağı yok, Ömercan lavobaya gidip yüzünü yıkıyor. Annesi soruyor: ‘’ Ne oldu oğlum? ’’ Ömercan, ’’Hiç’’ diyor sadece. Ömercan, çekiliyor yine odasına uzun süre aynı filmi tekrar tekrar izliyor. Yorgun bittiği an dalıyor uykuya. Uykuda aynı sahneler… Sahneler tekrar üstüne tekrar. Ömer sabahleyin uyandığında savaştan çıkmış halde. Yürümeye takatsiz. Çaresiz; okula gidecekti. Sebepsiz okula gitmemek olmaz.
Ömercan, okula gitti. Ömercan bitkin, Ömercan, sessiz. Dördüncü ders öğretmeni Türkçe dersinde; ‘’Gerçekleşmesini istediğiniz en büyük hayaliniz nedir? ’’ sorusu üzerine yazı yazmalarını istedi. Ömercan, cümleyi okudu. Ömercan, sanki sınıftan başka dünyalara taşındı, daldı, daldı… İçinden: ‘’En büyük hayalim, annemi yeni bir ayakkabı, yeni bir palto ile görebilmek diye yazamam ki…’’ diyordu. Ömercan, yine aynı sahneleri izlemeye başladı. Ömercan’ın dalgınlığını gören öğretmeni yanına kadar gelerek ‘’ Ömercan, senin hayalin yok mu? ’’ Ömercan; ‘’Var öğretmenim.’’ Öğretmeni, ‘’Varsa işte onu yazacaksın bu kadar düşünmeye gerek yok.’’ dedi. Ömercan, ’’ Tamam öğretmenim.’’ dedi.
Ömercan, kâğıda tek bir cümle yazdı: ’’ Annemin istediği gibi bir öğrenci olmak.’’ İkici ders öğretmen sınıfın en güzel yazanı olarak Ömercan’ı alkışlattı. Ömercan’ın yazdıkları üzerine bir ders konuştu ‘’ Ömercan’ı örnek alın. Her anne babanın tek dileği çocuklarına verdiği emeğin karşılığını başarı olarak görebilmek, onların en mutlu oldukları an; sizin başarınızı gördükleri andır. Ömercan, başarıyı annesine fazlası ile gösteriyor, bu durumdan annesinin mutlu olmadığını düşünmek bile imkânsızdır. Ömercan’ın, yaptıklarını yeterli görmeyip ‘’Annemin istediği gibi bir öğrenci olmak.’’ Yazması kararlılığını, daha büyük başarılar sergileyeceğini göstermektedir, ben arkadaşınızı kutlar bir kez daha alkışlamanızı istiyorum. Sınıf alkışlıyor, Ömercan, tepkisiz. Öğretmeni, Ömercan’ın sakinliğini olgunluk göstergesi olarak algılayıp Ömercan’ı bir kez daha kutluyor, bir kez daha alkışlatıyor.
Ömercan, sınıfta olanları annesine anlattı. Annesi mutlu oldu, oğlunu kutladı. Mutlu olması gereken Ömercan’ken Ömercan’ın durgunluğu annesini şaşırttı. Oğlunu sıkıntılı gördü. Oğluna sordu ‘’ Oğlum, öğretmeninin yazdıklarını beğenmesi, kutlaması, sınıfa alkışlatması hoşuna gitmedi mi? ’’ Ömercan,’’Belki’’ diyebildi. Annesi, ‘’ Belkisi var mı? Her insan başarısının başkası tarafından takdir edilmesini ister. Eminim ki sınıfta bütün arkadaşların senin yerinde olmak ister. Hepsi senin yerinde olmak için can atmaktadır.’’ dedi. Ömercan içinden, ‘’Benim de onların yerinde olmak istediğimi bir anlatabilsem.’’ diyordu.
Evde annesi, okulda öğretmeni, arkadaşları ‘’Ömercan, senin bir sıkıntın mı var? ’’ Her defasında ‘’Yok, hiç, bilmem’’ gibi anlamsız cevapları tekrarlamak Ömercan’ı fazlası ile sıkıyor, sıkıntısının katlanmasına neden oluyordu.
Yılbaşı yaklaşmış, televizyon kanalları Noel Baba haberleri sunmaya başlamıştı. Annesi oğluna, ‘’ Oğlum ister misin Noel Baba kapımızı çalsın? ’’ Ömercan, ‘’Noel Baba, kapımızı niye çalsın, nasıl çalacak? ’’ Annesi, ‘’Oğlum çocuklar en çok istedikleri hediyeyi yazar posta kutusuna atar. Noel Baba kapı kapı dolaşır o dilekleri toplar, onlar içerisinden seçtiklerine yılbaşı sürprizi yapar. Sen de yaz bakarsın bir yılbaşı sürprizi yaşamış oluruz.’’ Ömercan, bir an düşündü. İçinden: ‘’Neden olmasın’’dedi. Nihayetinde bir oyundu. Oyunu annesi başlatmıştı. Oyunun kuralına annesi de uyacaktı. Annesine yazacağını söyledi, odasına çekildi. Kâğıdı, kalemi aldı eline, en güzel şekli ile yazdı, ‘’ Sevgili aksakallı Noel Baba, annem için yeni bir ayakkabı ve bir paltoyu ne kadar istediğimi uykularımı kaçıran geceler bilir.’’
Gülfidan Hanım, oğlunu okula bıraktıktan sonra ilk işi posta kutusuna bakmak oldu. Eline aldığı zarfı açtığında ‘’ Sevgili Aksakallı Noel Baba, annem için yeni bir ayakkabı ve bir paltoyu ne kadar istediğimi uykularımı kaçıran geceler bilir.’’ yazısını gördüğünde şaşkına döndü. Oğlunun sıkıntısının kaynağını öğrenmişti bir de oğlunu mutlu edebilmek için önce kendisinin mutlu olması gerektiğini.
Ömercan, artık durgunluk sergilemiyor, ‘’ Sıkıntın mı var sorularına’’ maruz kalmıyor. O sadece yılbaşına kalan günleri sayıyor, yılbaşının gelmesini iple çekiyor.
Yılbaşı gecesi Gülfidan Hanım, sofrayı oğlunun sevdiği yiyeceklerle donattı. Oğluna karşı her günkü sevgi gösterileri, her günkü gibi hizmetler. Saat: 00,0’da olacaklardan habersizmiş gibi bir bekleyiş, saate bile gözünün ucu ile bakıyor.
Ömercan, heyecanlıydı. Ne kadar gizlemek istese de heyecanını gizleyemiyordu. Saat:00.0’da olacakları bilmiyordu. Sık sık saate bakışı gözden kaçmıyordu.
Saat: 00.0’a yaklaştıkça anne oğulun heyecanı dorukta. Kalp atışları saatin tik takları ile yarışıyor, kalp atışları saatin tik taklarına karışıyor.
Saat: 00.0 kapı zili çaldı. Her zil çalışta kapıyı açan Gülfidan Hanım, yerinden kıpırdamıdı. Ömercan, fırlıyor kapıya; kapıda Noel Baba, elinde hediye paketleri. Ömercan, buyur ediyor içeri. Hediye paketleri açılıyor, en güzel ayakkabı; annesi giyiyor sevinç çığlıkları atıyor, ikinci paket açılıyor; en güzel palto; giyiyor Gülfidan Hanım geçiyor aynanın karşısına, dönüp tekrar tekrar oğlunu öpüyor. Üçüncü paket açılıyor; Ömercan’a küçük bir hediye. Ömercan, bir an düşünüyor. Anne atılıyor: ‘’ Üzülme senin hediyen sabah geliyor, bilgisayarın siparişini verdim. Ömercan, çifte mutluk yaşıyor. Ömercan, annesini öpüyor, annesi Ömercan’ı…
Anne oğul o gece uyudular mı mutluluktan uçuştular mı belli değil…
SEVİNÇ GÖZYAŞLARIM
CESARET BAŞARIYA ADIM BAŞARIDA BAYRAK
Her okuduğum kitapta yazma tutkusu katlanarak büyüdü. Ne zaman kalemi elime alsam elim başlıyordu titremeye. Üstümden atamadığım ta ilkokul yıllarında okuduğum yazının ilk cümlesinde tüm sınıfın gülüşü bir türlü aklımdan çıkmıyordu. Kalemi her ele alışımda o korku geliyordu aklıma. Kaleme ben değil o korku hâkim oluyordu. Elim titremeye kalem ürkmeye başlıyordu. Doğrusu yazdıklarıma ben bile gülüyordum.
Her kalemi elime alışta aklıma gelen tek cümle ‘’ Ya arkadaşlar gülerse…’’ Yazıma başlayamazdım ‘’ Ya arkadaşlar gülerse’’ diye
İmdadıma okuduğum Çelik Böyle Sertleşti romanının yazarı yetişti. Romanın yazarı savaşta ayaklarını, iki kolunu kaybeden Nikolay Ostrovski ‘’ Ey siz insanlık düşmanları, bütün maddi varlığımı aldınız, bedenimi aldınız, bir tek beynimi alamadınız. Beynimle sizlere savaş açmaya devam ediyorum!’’ diyerek dünyaya meydan okuyordu. Nikolay’ın tek silahı cesareti idi. Cesaret beyne hükmediyordu, beyin cesaretin kılıcını sallıyordu. Artık cesaret kılıcımı kullanmayı öğrenecektim. Kılıcımı öyle önüne gelene sallamayacaktım sadece içimdeki korkuya sallayacaktım. Kalemime korkularım değil ben hükmetmeliydim.
Artık ‘’ Yazmalıyım, yazacağım, yazdıklarımı gülene inat okuyacağım.’’ Her ‘’ Yazacağım’’ deyiş korku zincirimden bir halka koparıp atıyordu. Her halka kopuş bana bir güç, bana bir hırs..
Yazmıyordum. Sadece ‘’Yazacağım!’’ diyordum. Her ‘’ Yazacağım’’ deyiş beni bir bıçak gibi biliyordu. Ben keskin kılıç. Ben özgür kuş.
Korku kırlangıçlar gibi göç etmişti yüreğimden. Beyaz güvercinler yuva yapmıştı yüreğime. Kanatlanıp süzülüyordum hayaller dünyamda. Bakışlarım değişmişti. Duyuşlarım değişmişti. Gülüşlerin yerini alkış sesleri doldurmuştu. Rüyaları değişmişti.
Bir sözcük, tek bir sözcük ‘’cesaret’’ yeni bir ben yaratmıştı benden. Artık o ben yaşatmalıydı yeni beni.
Yeni ben fırsat kolluyordu.
Okul açılalı nerdeyse iki ay oldu olacaktı. Sınıftaki birbirimize yabancı bakışlar gitmiş yerine kanka bakışları gelmişti. Nerdeyse ‘’ Ben kül yutmam.’’ diyebilecek derecede disiplinli öğretmenin dersinde bile kaş gözle, parmak ucu gösterişlerle, parmak sallayışlarla kırk dakikayı bölmeden dolu dolu sohbeti koyulaştırabiliyorduk. Enstrümantal edasıyla vücudumuzun bütün uzuvlarını kullanabiliyorduk. Kulak öğretmende, elin biri arkadaşımızın omzunda, öbürü başka bir arkadaşın sırtında; gözün biri sol çapraz, biri sağ çapraz. Bütün bunlar bana ter geliyordu. Bunlar cesaretin ürünü olamazdı.
Ben arayışlar peşindeydim. Adına ‘’ Cesaretin ürünü bu!’’ dedirtecek, cesaretin şanına yakışır bir çıkış… Benim arayışım koparmıştı beni sınıfın tatlı gülüşlerinden. Duruşuma, bakışıma gülenler vardı yine. Bu defa ben hiç birini görmüyordum, daha doğrusu görüyordum. Gördüğüm, korku nasıl başarıya bir zincirse basit gülüşler de ayak bağı.
Arkadaşların gülüşlerini duymuyor, zili duyabiliyordum. Sınıf zilin çaldığının bile farkında değil. Birden kapı açıldı Tatlı gülüşler, tatlı bakışlar bir anda buza kesti… Ders edebiyat. Ders aynı, dersin öğretmeni aynı. Dersin öğretmeninin sınıfa bakışı farklı. Her bakış nerdeyse bütün sınıfı göz merceğinde hapsedecek. Sınıfın bütün bakışları öğretmene odak. Şaşkınlık, bu değişikliğin sebebi ne diye. Meraklar öğretmenin ağzından çıkacak ilk sözde… Öğretmenin ağzından ilk söz çıktı, ‘’ Bugün edebiyat işlemeyeceğiz.’’ Sınıfın bir olan şaşkınlığı, bin oldu. Mülaim aşk gazelleri okuyan öğretmen gitmiş, yerine kahraman edaları ile kükreyen biri gelmişti. Öğretmen esip gürlüyor:
- Arkadaşlar, biliyorsunuz bu hafta Cumhuriyet Bayramını kutlayacağız. Ben sizlere bugünün kıymetini bilmeniz için, bugünlere nasıl gelindi onu anlatacağım. Yurdumuz kurtuluş savaşından yıllar yıllar önce; bölünmeye, işgal edilmeye başlanmıştı.
Öğretmen daha ‘’ Cumhuriyet’’ demeden içimdeki cesaret ‘’ Cumhuriyet cesaretin ürünü, Tanka tüfeğe kazma, kürek sapı ile gelmek cesaretin ürünü.’’ diyor. İçimdeki cesaret esip gürlüyor, saygısızlık olmasa öğretmeni durdurup ben konuşacağım.
Öğretmen Balkanlar’dan başlıyor bölünmeyi anlatmaya, iniyor Arap Yarımadası’na. Geçiyor Adalar’a. Adanın birinden birine zıplıyor.
Öğretmeni hep edebiyat öğretmeni bilmiştik. Tarihe olan ilgisi, geniş bilgisi bizi şaşırttı.
Derste öğretmenin gözüne girmeye çalışanlar atılıyor sahneye:
- Çanakkale Savaşı…
- I. Dünya Savaşı….
Öğretmen aldırmıyor, sözünü böldürmüyor, kendinden emin tavrıyla sürdürüyor,
- Balkan Savaşlarına inin, inin. diyor.
- İndik öğretmenim.
Öğretmen, enine boyuna anlatıyor, Balkan Savaşlarını.. Ömer Seyfetin’i soruyor:
- Bildik.
- Okuduk diyenler.
Ben atılıyorum devreye ‘’ Ömer Seyfettin bir tek kalemi ile hem edebiyatımızın, hem Kurtuluş Savaşı’nı başlatmıştır.’’ diyorum. Sınıfın şaşkınlığı, öğretmene şaşırmalarından fazla.
Öğretmen giriyor devreye ‘’ Arkadaşınız sözü ağzımdan aldı bende onu anlatacaktım.’’ diyor.
Öğretmenin sözünü dersi kaynatmayı cesaret bilenler kesiyor:
- Öğretmenim, Ömer Seyfettin Mareşal miydi?
Öğretmen, gayet sakin, kendinden emin, ‘’ Mareşal değildi ama üsteğmendi.’’
- Öğretmenim, savaşa üsteğmenler mi karar verir?
Öğretmen, anlamıştır soran öğrencinin üsteğmenle mareşal arasındaki farkı bildiğini, sorunun alaycı soruluşunu. Sakinliğini bozmadan, bilgisine gölge düşürmeden cevabını vermeyi sürdürür,
-Evladım, Millî Mücadeleyi Ömer Seyfettin başlatmıştır. Ömer Seyfettin başlatmıştır ama kılıcıyla değil. Millî Mücadeleyi başlatmak için kılıcını bırakmıştır hatta silahını da.
Sınıfta bir gülme… ‘’Donkişot’’ diyenler..
Öğretmenin tavrında değişiklik yok. Aynı sakinlik aynı bilgelik,
Ömer Seyfettin Donkişot gibi ata binerek de Millî Mücadeleyi başlatmadı:
- Ama öğretmenim başlatsın, zil çalacak.
Öğretmen anlatıyor:
- Ömer Seyfettin Millî Mücadele’yi kalemi ile başlatıyor. Önce Üsteğmen rütbesiyle ordudan istifa ederek ayrılıyor. Genç Kalemler Dergisi’ni çıkarıyor.
Öğretmen, derginin Millî Mücadele’’deki rolünü, Millî Edebiyattaki rolünü üstüne basa basa anlatıyor.
Sınıfın alaycı girişimleri bir anda bitiyor. Yüzlerde bir suçluluk duygusu, bir mahcubiyet…
Öğretmen sakin, öğretmen bilge… Öğretmen dakik. Öğretmen ‘’Savaşı başlatsın.’’ diyen arkadaşımıza:
- Birinci ders savaşı başlattık, ikinci ders bitireceğiz. diyor ve zil çalıyor. Öğretmen sınıftan çıkıyor. Sınıf, ilk defa sınıfta. Sınıftan çıkan tek kişi, yok. Ben savaşı öğretmenin bıraktığı yerden sürdürüyorum. Diğerlerinden kimi mahcubiyetinin şoku altında, kimi mahcubiyetini bastırma adına espriler yapıyor:
- Kemalciğim üsteğmen mi büyük, mareşal mi?
- Kemalciğim, Donkişot ata mı bindi, eşeğe mi?
İkinci dersin başlaması ile hepimiz kendimizi savaşın içinde bulduk. Öğretmen tüm cepheleri sayıyor, saymakla yetmiyor betimliyor… Alay, tabur, bölük, manga sayıyor da sayıyor. Nerde ise isim isim sayacak. Askerin elbisesine, matarasındaki suyuna, susuzluğuna, karavanada çıkan, çıkak yemeğe sayıyor da sayıyor… Şehitlerin çetelesini tutuyor. Edebiyat derslerinde öğretmenimiz dramatizeyi yazdırır anlatırken böyle değildi.
Emirler veriyor’’ Hücum! ’’ çıkarttığı top sesleri top sesinden biraz daha sahice. Sesten bazı arkadaşların başlarını sıraya koyduklarını, sıranın altına saklandıklarını söylersem durum daha anlaşılır kılınacak. ‘’Güm, Güm, gümmm!’’ ‘’Gitti on kişi, bin kişi.’’ ‘’ Bayrak göndere.’’
‘’ Çanakkale Geçilmez.’’
‘’İstanbul İşgal altında’’
‘’Geldikleri gibi giderler.’’
‘’Savaşacağız.’’
‘’Silah yok.’’
‘’ Silah bulunur.’’
Samsun- Erzurum Amasya Sivas…
İnönü, Dumlupınar, Sakarya derken arkasından 29 Ekim’de Cumhuriyeti ilan ettik.
Savaş bitti, biz bittik. Kendimi öğrenim hayatımın tamamından daha yorgun hissettim. Deyim yerinde ise öldük öldük dirildik.. İlk defa bir dersi yaşayarak böylesine beynimize kazıdık, ruhumuza yamadık.
Ben, yine atıldım devreye’’’ Öğretmenim, Çanakkale’yi geçilmez kılan başta Atatürk olmak üzere milletimizin yokluk içinde sergilediği cesarettir’’ dedim. Öğretmen beni tasdik edercesine, kutlarcasına bir kez daha baktı. Sonra savaşı kazanmış edasında bürünüp sınıfa döndü:
- Ben bu sınıftan bir tekinizin, bu yılki kutlamalar için anlattıklarımı yansıtabilecek, dinleyenlere bugünlere nasıl gelindi, yarınlara nasıl bakılmasını gerekti vurgusunu verebilecek birinin çıkmasını bekliyorum.
Öğretmenin sözünü duyanlar, öğretmenle göz göze gelmekten kaçındı, çoğu başını sıraya dayadı.
Öğretmen, yine bizi şaşırttı. İlerleyen yaşına rağmen çevikliği ile neden nasıl niçin olduğunu anlamamıza fırsat vermeden masasının üzerine zıpladı. Gözleri ile bizleri süzdü:
- Arkadaşlar sözlü yapmıyoruz, sıranın altlarında saklanmanıza gerek yok. Bu özgüven ister, gönül ister. Vatan sevgisi rica minnetle olmaz.
Öğretmenin masadaki duruşu, derste anlattıkları birden gözümün önüne Atatürk’ün Kocatepede’ki anıtını getirdi ve Nazım Hikmetin dizelerini… Kendimi tutamadım haykırdım:
- Öğretmenim Kuvâyı Milliye’den bir dörtlük okuyabilir miyim?
Kuvâyı Milliye sözünü duyan öğretmenimin yüz çehresi birden bire değişti. Gülümseyen tavır, okşayan sesiyle,
- Oku kızım.
Ben başladım okumaya,
‘’İnce uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası’na atlayacaktı...’’
Benim susmamla öğretmen başladı.
‘’Dağlarda tek tek
ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birden bire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar `üç' dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun kenarına kadar,
eğildi durdu.
Bıraksalar
ince uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası’na atlayacaktı...’’
~ Nazım Hikmet RAN ~
Öğretmen, şiirini okuyup bitirdiğinde göz göze geldik. Bakışını değiştirmeden yanıma kadar geldi, kısık bir sesle ‘’ Görkem, bu yazıyı senin yazacağına inanıyorum.’’ dedi.
Zil çaldı, öğretmen gitti... Öğretmen gitti, nerdeyse aklımdan bütün anlattıkları gitti. Tek kalan,‘’ Görkem, bu yazıyı senin yazacağına inanıyorum.’’ Tek söz durmadan tekrarlıyor. Nerdeyse tutunmaya destek bulsa Görkem de gidecek yazı tek başına kalacak. ‘’ Bu yazıyı Görkem yazacak.’’
Akşam eve geldiğimde ilk iş yaşadıklarımı babama anlatmak oldu. Babamın cevabı tek ve netti. ‘’ Kızım, öğretmenin senin yazacağına inanmasa öyle söylemezdi.’’
Beynimde tekrarlayan söz iki oldu, ‘’ Kızım, öğretmenin senin yazacağına inanmasa öyle söylemezdi, Görkem bu yazıyı senin yazacağına inanıyorum.’’ Söz iki.. Söz iki ayakları üzerinde durabiliyordu. Durabiliyordu kararlı, ısrarcı hem de dimdik. Görkem de dim dikti. ‘’ Yazacağım!’’ diyordu.
Başladım yazmaya. Daha doğrusu düşünmeye. Aklıma önce öğretmenin anlattıkları geliyor bir bir… Alıyorum kalemi elime, öğretmenin anlattıklarını yazıyorum, ara veriyorum, tarih kitaplarını seriyorum yere… İnternet sayfalarını açıyorum, kapatıyorum... Tarıyorum, sayfa sayfa. Okuyorum, okuyorum.. Okuyor notlar alıyorum… Gören LYS YGS, KPSS sınavına hazırlanıyor sanır.
Yazıyorum, yazıyorum... Yazıya son şeklini babamla veriyorum,
‘’ NEMUTLU TÜRKÜM DİYENE
Aylardan Mart, soğuk demir işleyen cinsten…. Toprak hendek hendek oyuk. Her toprak parçası bir cephe. Eli silah tutan koşuyor cepheye, adı Mehmet, daha adı konulmamış nicesi.. Silah bulan silahıyla, bulamayan, taşı sopasıyla..Kiminin ayağında çarık, kimi yalın ayak…
Hava soğuk mu soğuk. Mehmetçik uykusuz, Mehmetçik tir tir… Titrek el tetik. Seriliyor her teltikte düşman yere. Düşüyor arkaya yorgunluktan bir asker geri, adı şehit. An be an kurşun, dağılıyor beden; kol bacak, adı şehit. Doluyor her oyuk, doluyor taşıyor. Kan kusuyor toprak. Toprak. Toprak… Sarıyor bağrına şehidimizi, düşmanımızı koyun koyuna.
Kan kokusu sarıyor şafağın kızılını. Oluk oluk kan yıkıyor şehit bedenini. Sel sel dökülen gözyaşları…
Bir şehit, bir şehit daha… Her şehit Mehmet Akif’e yazdırıyor ilk dizelerini, ‘’ Bir hilal uğruna ya rap ne güneşler batıyor.’’
Yer gök inliyor, yer gökte top, tüfek yankısı… Top tüfek yankısı dövüyor komutanın emrini, komutanın emri dövüyor top tüfek yankısını ‘’ Ya istiklal Ya ölüm! ’’’
Her ölüm yarış, her ölüm şafağa bir adım.
Kurşun metelik. Bayrağı tutan son Mehmetçik cepte, bir komutan cepte. Son Mehmetçik bayrağı dikiyor tepeye. Son Mehmetçik, ‘’ Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak/Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak’’ dizelerinin ispatı.
Arif Nihat son dizelerini yazar,
‘’Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye
Yattığı toprak belli
Tuttuğu bayrak belli
Kim demiş meçhul asker diye’’
Mehmet Akif, dizelerini yazar,
Doğacaktır sana vaat ettiği günler hakkın
Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın
Aylardan Ağustos, hava sıcak mı sıcak, Kasıp kavuruyor sıcak. Toprak hendek hendek yarılı. Koşuyor cepheye Çanakkale’den sağ kalan gazisi, genci ihtiyarı. Koşuyor cepheye yeni yetişen eli silah tutan tüyü bitmemişler.
Doluyor her hendek, doluyor taşıyor. Kan kusuyor toprak. Toprak. Toprak… Sarıyor bağrına şehidimizi, düşmanımızı koyun koyuna. Her ölüm yarış, her ölüm şafağa bir adım.
3O Ağustos şafağı, Şafağı saran Zafer güneşi, cihana bedel. Cihanın şanı, cihanın süsü. Tepelerde dalgalanır bayrak.
Mehmet Akif son dizelerini yazar,
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, hak'a tapan, milletimin istiklal!
Komutan, ününe ün katan komutan, Mustafa Kemal Atatürk, emri değiştirir’’ Ya istiklal ya istiklal! ’’
Mustafa Kemal Atatürk, Ankara yolunda.
Mustafa Kemal Ankara’da, bugün doksan üç yıl önce 29 Ekim’de Zafer güneşini taçlandırılır. İstiklalin adını koyar. Adı; ’’Cumhuriyet’’
Ne mutlu Türk gençliğine, o bayrağı tutan birler, bugün binler milyonlar… Ne mutlu Türk Geçliğine Cumhuriyet gibi bir yüce değerin emanetçisi, bekçisi. Ne mutlu Türk gençliğine yıllar önce Şehitler Tepesine dikilen bayrağın gölgesinde barınır, Cumhuriyet güneşinde aydınlanır. Ufuklara aydınlık bakar.
Ne mutlu Türk gençliğine o bayrağı taşır elden ele.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal ‘’
29 EKİM
Tören alanı dolmuş, konuşma sırası bana gelmişti. Başladım yazdıklarımı okumaya içimdeki ses’’ ‘’ Başardım, başardım. Cesaretimin meyvesi birazdan alkış sesiyle toplanacak.’’
Başladım okumaya:
‘’Hava soğuk mu soğuk. Mehmetçik uykusuz, Mehmetçik tir tir… Titrek el tetik’’ cümlesini okurken ellerimin silah, ellerim Mehmetçiğin eli…
‘’Kan kokusu sarıyor şafağın kızılını. Oluk oluk kan yıkıyor şehit bedenini. Sel sel dökülen gözyaşları… ‘’ Cümlesini okurken, arkadaşlarım öğretmenlerimle göz göze geldim, birçoğunun gözlerinden damlaların süzüldüğünü dördüm. Farkında olmadan kendi gözlerimden de gözyaşlarımın okuduğum kâğıda düşüşüne şahit oldum.
Konuşmamın sık sık kesilen alkış seslerinde gözyaşlarımın durduğumu, yerini sevince bıraktığını hissettim.
……
Konuşmam bittiğinde inliyordu alkış sesi. Alkış seslerinin içinde yankıyan ‘’Görkem! , Görkem! ’’ sesleri…
Sanki;
Kurtuluş savaşını ben kazanmıştım. Her alkış top tüfek sesi…
Gözlerimden dökülen sevinç gözyaşları soruyordu bana ‘’ Aynı sevinç gözyaşlarını kurtuluşa tanık kaç Mehmetçik dökmüştür?’’
Yer gök ayaklarımın altındaydı.
Mavi bulutların aralığında cesaretin timsali Atatürk’ün silueti bana bakıp gülümsüyordu mavi gözlerde… ‘’ Cesaret başarıya böyle taşır insanı.’’ .diyordu.
VİCDANIMIZ NE DİYOR ACABA
Gülçin, sekizinci sınıf öğrencisi. Gülçin, okul öncesi yedi yılını, okul dönemi sekiz yılını babasının görevi nedeniyle sürekli değişik kasabalarda, değişik ilçelerde geçirdi. Kurulan arkadaşlık ilişkileri… Yıkılan arkadaşlık ilişkileri… Sürekli yeni ortamlara alışma mücadelesi…
Gülçin, evin tek kızı. Babasının, annesinin gözbebeği. Annesinin, babasının gelecek umudu. Gülçin’nin yedi yıllık süreçte gösterdiği başarı, annesinin babasının umudunu arttırdıkça arttırdı.
Gülçin’nin babasının tayini, İstanbul’a çıkmıştı. Gülçin, ilk defa eski arkadaşlarından ayrıldığına üzülmemişti. Babasının tayini İstanbul’a çıkmıştı. İstanbul; ‘’ her gün filmlerde izlediği İstanbul. Her gün haberlerde izlediği İstanbul.’’ İstanbul’u tanıyacak, İstanbul’da yeni yeni arkadaşlıklar edinecekti. İstanbullu olacaktı.
Gülçin,İstanbul’da, yeni sınıfına başladı. Birinci gün uzaktan izledi sınıftaki yaşıtlarını. Yaşıtları, birbirleri ile şakalaşıyor, kahkahalar atıyor. Gülçin arkada sessiz…
İkinci gün, üçüncü gün, yaşıtlarında şakalar, kahkahalar….Gülçin’de sessizlik…
Geçen günler, başlayan haftalar, sınıfta şakalar, kahkahalar… Gülçin’de içe kapanış, kahkahalardan kaçış…
İlerleyen haftalarda Gülçin’e sataşmalar… ‘’ Dilini yutmuş, espriden ne anlar? Mal. Köyden indim şehire...)
Sınıf, kahkaha makinesi... Gülçin hariç, otuz dokuz kişi, aynı anda gülebiliyor, çığlık atabiliyor.Her kahkahanın sonunda Gülçin’e Ferda’dan aşağılayıcı bir söz daha..
Gülçin, ilk ayın bitiminde Ferda’ya karşılık verdi. Bütün sınıfta bir kahkaha’’ Mallar ne zaman konuşmayı öğrenmiş? Gülçin, ‘’ Yeter! ’’ çığlığı ile birlikte elini Ferda’nın ağzına götürdü.
Gülçin, disiplinde. Gülçin’e uyarı.
Aylar ilerliyor. Sınavların birincileri bitiyor, ikinciler, üçüncüler… Sınıfta Kahkaha, Gülçin disiplinde…
Dönemin sonu geliyor. Gülçin’in karnesinde birler.. Annesinin, babasının hiç görmediği ‘’Bir’’ler… Annesinin, babasının hiç alışık olmadığı ‘’Bir’’ler…
Gülçin, sınıfta dışlanan, aşağılanan. Gülçin, evde aşağılanan…
Gülçin, hırçınlaştıkça hırçınlaşıyor. Gülçin, sınıfın eşkiyası. Gülçin, her gün disiplinde. Çantası sınıfta…
‘’Masal bu ya’’ olmayıp gerçek.
Bir gün Türkçe dersinde sınıftaki kahkahalar, bir an sessizliğe, şaşkınlığa bürünmüştü. Türkçe öğretmeni,‘’ Adalet’’ konulu yarışmaya Gülçin’in katılmasını istiyordu. İlk itiraz Gülçin’den geldi:
- Yarışmaya katılmak Ferda’nın hakkıdır öğretmenim.
Sınıf sessiz, Ferda şaşkın…
Öğretmen, ‘’Dikkat ettiyseniz, Gülçin dedim.’’
Sınıf sessiz, sınıf şaşkın… Gülçin telaşlı… Gülçin, saniyesinde üç ayda, beş ayda sınıfta olanları düşündü. Evde olanları düşündü. Yarışmaya katılmasa sınıfta olacakları düşündü, evde olacakları düşündü. Düşündü, düşünmek bile istemedi. Olacaklar korkutucuydu…
Gülçin, sessizce ‘’ Siz bilirsiniz, öğretmenim.’’diyebildi.
Gülçin, eve gider gitmez başladı yazmaya. Yazdı sildi, yazdı sildi.. Gülçin yazısını tamamladı, yattı. Gülçi’nin uykuları kaçtı. Uyandı, yazdıklarını sildi, yazdı… Uyudu. Uyandı, sildi yazdı... Uyumadı, sabaha kadar tekrar tekrar okudu. Yazısı tamamdı. İlk ders, ilk defa, Gülçin, sınıfa karşı, bir yazı okuyacaktı. Okuyacaktı hem de kendi yazdığı yazıyı.
Ertesi gün ilk ders, Gülçin yazısını okumaya başladı. Gülçin’in ilk cümlesinde – Vicdanımızın sesini dinliyor muyuz? - başlar öne eğilmeye başladı. Başlar öne eğildi, Gülçin okumasını sürdürdü. Beyinlerde bir yandan Gülçin’in okudukları, bir yandan vicdanların sesi yankılanıyordu. Vicdanların sesi arttıkça artıyordu. Artıyordu çünkü Gülçin okumasını bitirmişti.
Başlar ağırdan ağıra kalktı. Vicdanlar sesini alkışlara bıraktı. Alkış görülmemiş cinsten… Bir süre sonra alkışlar yerini sessizliğe bıraktı.
Gülçin, öğretmene; ‘’ Öğretmenim, yarışmaya katılmak Ferda arkadaşımızın hakkıydı, izin verirseniz yazıyı Ferda arkadaşımız adına gönderelim.’’
Sınıf sessiz, Ferda şaşkın… Ferda’nın öne eğilen başında gözlerinden akan iki damla gözyaşı…
Sınıfın sessizliğini, öğretmenin bir cümlesi bozdu, ‘’ Neymiş? Adaleti önce vicdanımızda aramalıyıymışız.
YETER Kİ UMUT YİTİRİLMESİN
Türkçe dersinde sınıf beşer kişilik gruplara ayrılmıştı. Her gruba bir kitap verilmiş, her grup kendi arasında işbölümü yaparak bir sunum gerçekleştirecekti. Sunumun sonunda birinci gelen grup, kitapla ödüllendirilecek ayrıca en yüksek ders içi performans notu alacaktı. Grupta: I. Kişi kitabı temin edecek, II. - III. Kişi okuyup özetleyecek, IV. Kişi kitabı tanıtacaktı. V. Kişi ise kitapta en ilginç bulunan yeri dramatize edecekti. Hazırlık için bir hafta süre verilmişti.
Umut grubu, kendi arasında iş bölümü yapmış dramatize işini Umut’a vermişti. Sunumunu yapacakları kitabın adı: ‘’ Yeter ki Umut Yitirilmesin’’ di. Umut, sınıfın komedi dükkânı olarak anılırdı. Sınıfta, sınıfı güldürmek harici hiçbir etkinlikte yer almazdı. Bu görevi de seve seve almıştı. Diğer gruplar Umut nedeni ile ‘’Umut Grubu’’nu şanslı görüyordu.
Bir haftanın sonunda, 4.ders Türkçe dersinde sunum başlamıştı. Umut Grubu panik içindeydi. İlk üç ders, sınıfta olan Umut 4. ders sınıfta yoktu. İlk dört grup sunumunu yapmış, sıra Umut Gurubu’na gelmişti. Öğretmenleri Umutsuz olarak sunumu yapmalarını istedi.
Grubun sözcüsü kitabı tanıttı.
II. Kişi özetledi. Özette,
‘’’ Kitapta umut bir yıldıza benzetilmiş. Umudu kaybetmek ışığın söndüğüne inanmak ve karanlığa bürünmektir.’’ ifadesinden sonra III. Gurubun sözcüsü:
- Sizin gibi mi? ’’ dedi.
II. Kişi:
- Merak etmeyin, kitapta o sorulara da cevap var. Kapanan her kapı, umuda açılmış yeni bir kapıdır.
II. Gurubun sözcüsü:
- Sizin Umut kapınız hepten kapalı.
Sınıf gülüyor, öğretmen devreye girip susturuyordu. Sınıf sakinleşince, Umut Gurubu’nun III. kişisi devreye girdi:
- On sayısının üç’e bölümünü ele alalım: Böldükçe bölünür. Umut onun gibidir. Böldükçe bölünebilen, çarptıkça çoğalabilen… Yeter ki bölebilelim, yeter ki çarpabilelim.
II. Gurubun sözcüsü:
- Onun için mi sizin Umut, her an her yerde, dersin her anında… (Bu ders hariç)
Öğretmen yine devreye girdi ‘’Arkadaşlar olayı tartışmaya dönüştürmeyelim, burada sadece sunumlarınızı yapacaksınız.’’
Sıra dramatize bölümüne geldi, Umut yok. Sınıf tempo tutup
‘’Umut, Umut, Umut
Korkak Umut, kaçak Umut
Ko-ko, koş, ka-ka, kaç
A-aa, avucunu ya- ya, yala
U- u umut, birinciliği u- u, unut!’’ diyordu.
Grubun dört kişisi hükmen yenilgiyi kabul etmiş bir yandan üzüntü bir yandan Umut’a kızma duyguları içerisinde idi.
Öğretmen III. Gurubu tam birinci ilan edecekti ki kapı çalındı, Umut içeri girdi. Tüm sınıfta, alaycı bir bakış; gülümsemeler… Öğretmen sordu:
- Sen niçin zamanında gelmezsin? Arkadaşlarına bunu nasıl yaparsın?
Umut:
- Öğretmenim, benim görevim: ‘’ Umutlar yitirilirse ne olur’’ onu göstermekti. Umutların yitirilmesi bundan güzel anlatılamaz ki… Burada beş grup var, bir grup kazanacak dört grup kaybedecekti ama hiç biri umudunu kaybetmeyecekti. Böyle bir durumda sadece bizim grup umudunu da kaybedecekti ve ben ömür boyu arkadaşlarımın sevgisini. Ben onu sergilemek istedim. Burada yarışmayı kaybetme durumunda (ki kaybedersek) arkadaşlarımın sevgisini kaybetmeyeceğim. O duygu yeter bana. Karar sizin.
Öğretmenin şaşkınlığını gören Umut konuşmasını sürdürdü.’’’ Siz beni bugüne kadar dersi dinlemeyen, hiçbir etkinliğini yapmayan, dersten kaçan olarak tanıdınız. Artık o ben, ben değilim. Ben bugünden sonra yeni bir benim. Umuttan umuda koşan, Umut. Yılmayan, umuda doymayan Umut. Bu konuşmamı bizim grubu birinci yapmanız için yapmıyorum, artık küçük hedeflerin sadece büyük umutlara bir basamak olduğunu biliyorum. Ben o basamağı çoktan geçtim.’’
Öğretmen şaşkınlık içerisinde ‘’Bu büyük değişim kararının sebebi nedir? ’’ diye sorduğunda,
Umut:
- Öğretmenim, kitapta depremde göçük altında kalan bir çocuğun bir ömür değil, bir gün değil, sadece bir dakika daha fazla yaşama umudu ile on yedi gün nasıl çığlık attığı ve on yedi gün sonra göçük altından çıkınca hayata nasıl dört elle sarıldığı yüreğimi parçaladı, rüyalarıma girdi. Eşini kaybeden birinin, eşinin öldüğünü bir daha geri gelmeyeceğini bile bile çocuklarına her gün; ‘’akşama babanız gelecek’’ demesi, her kapı çalışta gelecek umudu ile kapıyı açması… Çocuklarını babasızlık duygusundan uzak büyütmesi… Kendisini yalnızlık duygusundan uzak büyütmesi… Son cümle aldı götürdü öğretmeni farklı dünyalara.. Yanağında iki damla yaş belirdi.
Umut konuşmasını sürdürdü:
- Bugün hiç farkına varmadığımız bayrağın, okullara gelip gitmenin, yıllar önce yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kaldığında bir tek umut ışığı ile nasıl dalga dalga büyüdüğü, bugünlere gelindiği anlatılmış. Annem babam, benden vatanı kurtarmamı istemiyor. Göçük altından çıkmamı istemiyor. Karnemde ‘’bir tek beş’’ görmek istiyorlar ve ben onu gösteremedim. Düşündüğümde bir tek beş almayı başarabileceğime inandım, bir de öğretmenlerimden ‘’bir tek’’inin sevgisini kazanabileceğimi. Okuduğum kitap bana bunu gösterdi ayrıca ‘’bir tek’lerden koskoca bir dünyanın oluşabileceğini…
Öğretmen, ‘’ O, bir tek öğretmen, ben oldum şimdi ve ‘’bir tek beş’’i veren öğretmen.’’ ‘’ Sen çoğulların peşinde koş şimdi.’’ dedikten sonra sınıfa dönerek, ’’ Ne dersiniz arkadaşlar, Umut çoğulları yakalayabilir mi sizce? ‘’ Umut gibi olanlar çoktan farklı dünyalarda arıyordu kendilerini, bu soru sanki paraşütle sınıfa inmelerini sağlamış gibi hayal dünyasından alıp çekmişti. Bütün sınıf, birincilik beklentisine kapılan III. Grup da dâhil, ‘’Umut! Umut! Umut! diye alkışlıyordu.
Böylece o gün, belki de hiç sönmeyecek bir ‘’Umut Fitili’’ ateşlenmişti.
MEHMETÇİĞİN HÜNERİ
Ders Türkçe. Okuma metnimiz; zamana yolculuk. Etkinliğimiz; sözlü ifade. Öğretmenimiz; ‘’Bu ders farklı bir uygulama yapacağız. Herkes gözlerini kapayacak, zamana yolculuk yapacak. Kendisini hayal ettiği zamanda hissedecek, bütün dikkatlerini hayallerini içinde olduğu zamana toplayacak. Bir de herkes kulaklarını tıkayacak. Sadece ben kime soru sorarsam o kulaklarını açacak.’’ dedi. Gözlerimizi kapattık. Kulaklarımızı tıkadık. Yolculuğumuz başladı.
Ben yüz yıl öncesindeyim. Soru bana gelmiş. ‘’ Nerdesin? ’’ Cevaplıyorum, ‘’Bir tepedeyim, öğretmenim.’’ Öğretmen;
-Tepenin adı ne?
-Tepenin adı yok, öğretmenim.
- O tepenin adı var. O tepede kalmaya devam et. Tepede gördüklerini gör, göremediklerini ben göstereceğim. Önce, ‘Bir şiir okuyayım.’’ diyor, başlıyor şiiri okumaya,
‘’Şehitler tepesi boş değil
Biri var bekliyor.
Ve bir göğüs nefes almak için;
Rüzgâr bekliyor’’
………………..
Şehitler sözcüğü aldı götürdü beni tepenin derinliklerine. Okuduklarım, öğretmenlerimden, büyüklerimden dinlediklerim serildi gözümün önünde...
Öğretmenim soruyor, ‘’Ne görüyorsun? ’’
- Tepe, yangın yeri ölen ölene. Her taraf mezar. Her taraf ölü…
Bu defa ben soruyorum, ‘’ Mezar var kazan yok, ölü var defneden yok, ölü var, ölü yıkayan yok.’’
Öğretmen, ‘’ O ölülerin her biri şehit. Şehitlerin kanı, milletin gözyaşı yıkar bedenlerini.’’
Soruyorum’’ Ya mezarlar? ’’ Öğretmen, ‘’ Vatan şehidine bağrını açar.’’ diyor. Soruyorum, ‘’Niye düşmanla, şehidimiz aynı mezarda? ‘’ Öğretmenim, ‘’ Şehidimiz bu vatan uğruna bu vatanda, düşmanımız bir hayal uğruna bu vatanda can verdi… O nedenle vatanın bağrında koyun koyuna yatar.
Öğretmen soruyor,’’ Ne görüyorsun?
- On, yirmi…, 0tuz iki düşman mezarda. Bir şehidimiz üstünde.
Öğretmenimiz, ‘’ O bir şehidimiz imame’’ diyor. Soruyorum’’imame nedir? ’’ Öğretmen, ‘’ İmame tespih başıdır.’’ diyor. Soruyorum ‘’Düşman niye tespihe dizilir? ’’ Öğretmen, ‘’ O Mehmetçiğin hüneri.’’ diyor.
Öğretmen, ‘’Zamanın ilerisine gel.’’diyor. Ben:
- Geldim, öğretmenim.
- Ne görüyorsun?
- Bir komutan yemin ediyor?
- Ne diyor?
- ‘’Bu vatanı ya kendime mezar, ya milletime yar ederim.’’ diyor.
- Komutanın gözünün rengine bak.
- Altın saçlı, deniz gözlü.
- O komutan Mustafa Kemal Atatürk. Yemini, verdiği emrin- Ya istiklal ya ölüm! -’ tekrarı.
Öğretmen zamanın ilerisine gel diyor. Ben,
- Geldim, öğretmenim.
- Ne görüyorsun, bir Mehmetçik tepeye bayrak dikiyor.
Öğretmenim,
- İşte o tepe ‘’Şehitler Tepesi.’’ diyor.’’ ‘’Zamanı ileri al’’ diyor. Ben,
- Aldım, öğretmenim.
- Ne görüyorsun?
- İstanbul’u düşman işgal ediyor.
- Başka ne görüyorsun?
- Altın saçlı, deniz gözlü komutanı.
- Ne yapıyor?
- ‘’Geldikleri gibi giderler.’’diyor.
- Zamanı ileri al.
- Aldım öğretmenim.
- Ne görüyorsun?
- Altın saçlı, deniz gözlü komutanı.
- Nerede?
- Sakarya’da öğretmenim.
- Ne yapıyor?
- Kaçan düşmanın ardından bakıyor,’’Geldikleri gibi gittiler.’’ diyor.
- Zamanı ileri al.
- Aldım öğretmenim.
- Ne görüyorsun?
- Ankara’da Atatürk’ü.
- Ne yapıyor?
- Doğan çocuğa adını koyuyor?
- Ne koyuyor?
- Cumhuriyet.
Öğretmen,’’ İşte, siz o dikilen bayrağın gölgesinde barınıyorsunuz, işte siz ‘’o ‘’ adı taşıyorsunuz. Her birinizin adı ‘’Cumhuriyet’’.
Ben şaşkın… Tek cümle söyleyebildim, ‘’Ne mutlu bize.’’
İNSANLIĞIN BEDELİ OLMAZ
Muzdarip Bey, annesi ve babasını hiç tanımadan hayata atılmış hayatın son basamaklarına tırmandığı son günlere kadar baba da olamamıştı. Babalık duygusunu tatmamış tattırmamış biri.
Yetiştirme yurtlarında büyümüş, azim ve çabaları sonucu en yüksek mevkilere gelmiş en sevdiği kızla evlenmiş ve mesut bir hayat sürdürmüştü. Ta ki eşini kaybedene dek keyfine diyecek yoktu. Eşini kaybettikten sonra kendini tamamen sosyal yardım kuruluşlarına adadı. Kiminde kurucu oldu, kiminde maddi destekçi, kiminde en aktif üye. Zamanının nerdeyse tamamını Çocuk Sevenler Derneği’nde geçiriyor, çocuklarla oynamak, onları güldürebilmek hoşuna gidiyor; onların başını okşayıp baba sıcaklığını hissettirebilmenin maddî yardımdan daha fazla yararlı olduğuna inanıyordu. Maddî destek verdiği kuruluşlar da vardı. Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı, Türkiye Sokak Çocukları Vakfı, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği gibi kuruluşlar maddî destek verdiği kuruluşlar arasında yer alıyordu. Sosyal yardım kuruluşlarına maddî destek ve kimsesiz çocukları bağrına basmanın dışında kimsesiz yaşlılara da oldukça duyarlıydı. Arada bir hediyeler alarak İhtiyar Huzur Köşeleri Derneği’ne gider oradaki yaşlıların tek tek gönlünü almayı başarırdı.
Muzdarip Bey, parasının olduğu gibi zamanının da çok azını kendisine ayırırdı. Baharın esintisi kendisinde bir dolaşma hissi uyandırmıştı. Kim bilir belki de gençlik günlerini anımsayacaktı. Hiç yapmadığı şekilde özenerek giyindi, aynanın karşısına geçti, tekrar tekrar baktı; uygun bulmadığı gömlek, pantolon değiştirdi, değiştirdi… Aynanın karşısında ‘’tamam’’ dedikten sonra çıktı dışarı…
Muzdarip, caddede her gördüğü kişiyi yıllarca görmediği dostunu yeni görmüşçesine tepeden tırnağa süzüyor, yüzlerine gülümsüyor, göz göze geldiklerine selam veriyor. Selama kimisi hiçbir tepki göstermiyor, kimisi karşılık veriyor, kimisi de ‘’ bu nerden çıktı şimdi.’’ der gibi ters ters bakıyor. Ötüşen kuşlara bakıyor, bulutlara bakıyor, caddeden her gecen arabaya bakıyor, her birine el sallıyor.
Muzdarip Bey, parka giriyor, güllere bakıyor, gülleri kokluyor, fıskiyelerden fışkıran suyun her damlasına dokunuyor. Yerdeki her karıncayı tek tek izliyor, her biri ile sohbet ediyor. Banka oturuyor. Oturuş, o oturuş… Artık hiçbir şey görmüyor, duymuyor, tek duyduğu kasığındaki sancı. Eli ile ovuyor, elini bastırıyor… Ağrı gittikçe artıyor. Ağrıdan kıvranıyor… Önünden sarmaş dolaş geçen geçene, hiç biri dönüp acıdan kıvranana bakma gereği duymuyor.
Muzdarip Bey, kafasını kaldırır kaldırmaz ‘’HOSPİTAL…….’’ Levhasını gördü, içinden ‘’İyi olacak hastanın doktoru ayağına gelirmiş, şükür yakında hastane varmış.’’ dedi. Oturduğu banktan kalktı, derince bir nefes aldı. Gözü HOSPİTAL’da başladı yürümeye daha dorusu sürünmeye… Kıvrana kıvrana, inleye inleye ‘’HOSPİTAL…….’’ın kapısından içeri girdi. Danışmada bir bayan, bir yandan tırnaklarını törpülüyor, bir yandan sakız çiğniyor. Sakız çiğnemedeki mahareti gözden kaçmıyor. O küçücük ağızdan çıkıp şişen balonu çıkartıp al ağzından koy hastanenin bir köşesine, şişme yatak olur ya da tutun ucundan İstanbul’un semalarına açılırsın. Muzdarip Bey, görevli bayana yaklaştıkça yaklaştı. ‘’Şak, şak’’ eden sakız patlamaları nerdeyse kulak zarını patlatacak. Muzdarip Bey, ‘’ Acıya dayanamıyorum, ne olur yardımcı olun.’’ diye çığlık attı. Görevli, umursamaz lakayt tavırlarla ‘’Bağırma, sağır yok karşında, ver kimliğini.’’ diye karşılık verdi. Muzdarip Bey kimliğini verdi. Görevli sol eli ile saçlarını dalgalandırıyor, sağ işaret parmağı ile Muzdarip Bey’in Kimlik No’sunu tek tek girdi. Muzdarip Bey’e ‘’25 Tl fark ücreti ödemeniz gerekiyor.’’ dedi. Muzdarip Bey:
- Bir temiz hava alıyım diye evden alelacele çıktım. Şurama bir ağrı saplandı, adım atamıyorum. Ağrımı giderin bir koşu eve gider para getiririm.
- Beyefendi mevzuat el vermez.
- Mevzuat el vermesin, doktor bir el atsın yeter.
- Mevzuat Beyefendi, mevzuat.
- Mevzuatı karıştırmayın işin içine.
- Beyefendi, mevzuat hep işin içinde.
- İzin vermeyin.
- Mevzuat bu, izin mizin dinlemez.
Tartışmayı duyan başhekim gelir. Gözü ne hastada ne de görevlinin görevinde. Kral edasında,
- Ne oluyor burada?
Görevli:
- Beyefendi muayene olmak istiyor.
- Bırakın olsun.
- Beyefendi ücret ödemiyor.
Başhekim, Muzdarip Bey’e döner. Muzdarip’in acıdan kıvrandığı hiç mi hiç dikkatini çekmez. Bildik sorusunu sorar,
- Niçin ücret ödemiyorsunuz?
- Anlatayım efendim. Bir temiz hava alıyım diye evden alelacele çıktım. (sağ kasığını tutarak) şurama bir ağrı saplandı, adım atamıyorum. Ağrımı giderin bir koşu eve gider para getiririm.
Başhekim görevliye dönerek ‘’ Beyefendiye senet düzenleyin, sonra da muayenesini olsun.’’
Görevli,
- Tamam, efendim.
- Senedin miktar kısmını boş bırakın.
- Anlaşıldı, efendim.
Görevli, başhekimden gizlediği sakızı tekrar sahneye koyarak başlar senet düzenlemeye… Bir yandan karıştırılan dosyaların çıkarttığı ses bir yandan çiğnenen sakızın, ‘’Pat, Pat’’ sesleri… Bir müddet sonra - Muzdarip Bey’in dermanının, sarpının son sınırına dayandığı müddet- Muzdarip Bey ’e senedi imzalamasını söyledi. Muzdarip Bey, senedi imzalamasına imzalayacak gel gör ki senede bir türlü ulaşamıyor. Senede uzandıkça uzanmaya çalışıyor, görevlide kesintisiz ‘’şak, şak’’ sesleri. Muzdarip Bey arada bir düşecek oluyor, danışma kabinine tutunarak kalkıyor. Bir hamle, iki hamle derken onuncu hamlede senede ulaşabildi. Senedi imzaladığında ağrısını unuttu. Sanırsınız’ Muzdarip Bey’ in zoru senedi imzalayabilmek. Şükür senet imzalandı. Görevli vizite kâğıdı Muzdarip Bey’e uzattı, baloncuklar yapmaya devam ederken eli ile saçlarını dalgalandırmayı ihmal etmedi. Muzdarip Bey, dayanamadı sordu, ’’ Ben nere muayene olacağım Hanım Kızım? ’’ Görevli, görüntüsünden hiçbir taviz vermeden yine umursamaz tavırlar içerisinde ‘’ Beyefendi elinizdeki kâğıtta yazar.’’ Muzdarip Bey, ‘’ A kızım kâğıda bakmaya dermanım var mı, görmüyor musun halimi? ’ dedi.’ Görevli, ‘’ Beyefendi, 2. Dâhiliye’’ Muzdarip Bey, 2. Dâhiliyenin yerini sormaya cesaret edemedi. Koridor girişine kadar zorlanarak yürüdü. Koridor girişinde polikliniklerin yerini belirten açıklayıcı levhalar vardı, tek tek hepsine baktı. 2. Dâhiliye… 2. Dâhiye; 2. Katta yazıyor, çare yok, ikinci değil 5. Katta da olsa sürüne sürüne çıkacaktı.
Muzdarip Bey, elinin biri ile merdiven korkuluklarından tutuyor, biri ile kasığını. Üç basamak çıkıyor, üç dakika dinleniyor, tekrar üç basamak, tekrar üç dakika… Son basamaktan ayağını çektiğinde bekleme süresi hayli uzadı, yorgunluk üç günlük yoldan gelmişliğin biraz fazlası. 2. Dâhiliyeyi bulmak zor olmadı, sırada beklemek fazlası ile zor. Beklemede geçen her bir dakika; saate, güne bedel.
Muzdarip Bey sıra kendisine geldiğinde derin bir nefes aldı. Sanki sorunu bekleme sırasının sonunu erişebilmekti. Sıranın sonunu getirdi, sevinçten ağrısını unuttu. Doktora vizite kâğıdını uzattı. Doktor,’’Şikâyetiniz nedir? ’’ diye sordu, Muzdarip Bey sağ kasığını göstererek ‘’ Doktor Bey, şuramda dayanılmaz bir ağrı var.’’ Doktor, ‘’ Ne kadar süredir var ağrınız? ’’ diye sordu. Muzdarip Bey’, ‘’ Yaklaşık iki saatten beri.’’ diye cevapladı. Doktor, ‘’ Bir muayene edelim anlarız sebebini, uzanın sedyeye.’’ dedi., Muzdarip Bey sedyeye uzandı, doktor önce mide üstünden bastırdı sordu,’’ acı var mı? ’’ Muzdarip Bey, ‘’yok’’ dedi, sonra, sol kasık, sağ kasık, cevap yine ‘’yok’’. Doktor sağ kasığın alt bölgesine bastırdığında Muzdarip Bey’den ses çıkmadı çıkmamasına yalnız dişlerden çıkan çatırdı çatır bir depremi andırır derecede, bedeninin kıvrılması depremde göçük altında kalmışlıktan daha ezik, daha büzük… Doktor, ‘’ Acı var mı? ’’ diye sormaya gerek duymadı, Muzdarip Bey’i n acıyı hissettiğini dişlerinin çatırtısından, kıvranmasından fazlası ile anlamıştı. Muzdarip Bey’e film çektirip getirmesini söyledi. Muzdarip Bey, 2. Kata çıkışını anımsadı, anımsadı çünkü röntgen; I.katta idi. İki kat; oldu gözünde dört kat, inecek tekrar çıkacaktı. Zor işti doğrusu. Çare yok ilk adımı atması ile hissettiği ağır yorgunlukla başladı yürümeye… Bu defa inişte basamakları saydı. İlk bölümde on basamak. Basamak sayışı işe yaradı; on, dokuz, sekiz… Basamak sayısı azaldıkça sıkıntısı azalıyor, ağrıları hafifliyordu. 2. Kat bitti. Bir on, bir on daha derken I. Kat da bitti. Şükür röntgende sıra yoktu. Filmi çektirdi. Filmin on dakikada çıkacağı söylendi. On dakika beklemek sıkıntısız geçti, merdivenlerden iniş yorgunluğunun dinlenmesene vesile oldu. Film çıktı. Muzdarip Bey filmi aldı bu defada merdinin basamaklarını sayarak başladı merdiven basamaklarını çıkmaya. Bir on, bir on matematikte olduğu gibi eşit olmuyor; yorgunluk her basamakta bir kat daha artıyor, yorgunluk ağrıyı bastırıyor, yorgunluk ağrıyı unutturuyor. Son nefes son solukta merdiven basamakları bitti.
Muzdarip Bey, filmi doktora uzattı, doktor ilk bakışta ‘’Apandisiniz var, ameliyat edeceğiz, önce siz yazacağım tahlilleri yaptırın, sonra sizi hastanede konuk edeceğiz, yarına da ameliyat ederiz.’’ dedi. Muzdarip Bey, ‘’ Ağrım! ’’ diyebildi. Doktor, ‘’Siz tahlilleri yaptırın, yatış işleminden sonra hemşireler size ağrı kesici bir iğne yaparlar, ağrılarınız hafifler.’’ dedi.
Muzdarip Bey, merdivenleri yine saymaya başladı. Laboratuar da ne yazık ki I.katta idi.
On, dokuz, sekiz… On, dokuz, sekiz…
Bir kan tüpü kan, bir kan tüpü kan daha, bir kan tüpü kan daha… Tahlil işlemleri tamam. Bu defa sonuç bekleme yok. Sıra yatış işlemleri; evrak al, evrak götür evrak kayıta. Evrak kayıt adı üstünde kayıt ediyor, kayıt etmiyor bekletiyor, bekle babam bekle. Muzdarip Bey, bayıldı bayılacak. Bayılmadı, düşmedi, ayakta. Ağrı unutuldu, gözler saatte, kaç dakika geçti geçecek… Dakikalar sayılırsa bırakın bir saati yarım saat olmadı. Muzdarip Bey’e sorsanız saatler, olmadı bir gün der. Kayıt tamam. Şimdi Sıra 10 Numaralı hasta koğuşunu bulmakta. 10 numaralı koğuş yan binada. Çık dışarı, dön köşeyi, geç karşıya, I. Kat hasta koğuşu hasta koğuşu olmasına da acil vakalar. Çık II.kata; II. Kat hariciye, çık III’e, III; ortopedi. Çık IV.kata; şükür IV. Kat; ‘’Dahiliye’’ 10 Numaralı koğuş koridorun sonu. Dört katı çıkan Muzdarip Bey, koridorun sonuna mı yürüyemeyecek bir solukta yürüdü. Kendisini yatağa atması görmeye değer, daha kapıdayken fırlattı kendini yatağa; nerdeyse ranza kırılacaktı. Çok geçmeden hemşire geldi, ağrı kesici iğnesini yaptı ve çıktı. Hemşirenin çıkması ile Muzdarip Bey daldı uykuya...
Muzdarip Bey, ne kadar uyudu bilinmez, tek bilinen uykunun en tatlı yerinde kapısı çalındı, hasta bakıcı yemeğini getirmişti, Muzdarip Bey, ağrıdan yorgunluktan yemeği çoktan unutmuştu, yemeği görünce aç olduğunu hissetti, ilk kaşıkta yemeğin tadını, son kaşıkta doyma hissinin mutluluğunu hissetti. Yemeğin üstüne bir su. Yemek, su, yorgunluğu unutturdu. Kendine güvenebilse kantine inecek bir de çay içecekti, gözü yemedi kantine inmeyi. Kolay olanı vurup kafayı uyumaktı; öyle yaptı Muzdarip Bey.
Sabah kahvaltını yaptıktan sonra, ameliyat için odadan alınmasını bekledi. Bekle, bekle… Arada bir saate bakıyor, bir saat, bir saat. Saatler geçiyor gelen giden yok. Kapısı açıldı. Kapının milim hareketinde Muzdarip Bey’de bir telaş. Almaya mı gelmişlerdi? Hayır, gelen odacı öğle yemeğini getirmişti. Muzdarip Bey yemeğini yedi bu defa kendinde kantine inip çay içme gücünü bulduğunu hissetti. Gidemezdi ya kendisini almaya gelirlerse… Beklemenin en kötüsü süreyi bilmeden beklemekmiş bekleye bekleye öğrendi.
Muzdarip Bey’in odasında sessiz bekleyiş. Dışarıda doktorlarda bir telaş bir telaş… Hastanenin Başhekimi hastaneye gelişte arabası ile bir tırın altında kalmış. Araba hurda. Başhekimde kırık çıkık fazlası ile… İç kanama, dış kanamanın haddi hesabı belirsiz. Kanamalar durduruldu. Dikiş, pansuman tamam. Kırıklara sıra gelmedi. Başhekimin kan kaybı fazlasının fazlasındaydı.
Muzdarip Bey, Başhekimle ilgili olduğunu sonradan örendiği anonsu duydu, ‘’ Dikkat, dikkat! Hastanemiz personelinden biri için çok acil 0 Rh+ kana ihtiyat vardır. Kan verebileceklerin danışmaya başvurmaları rica olur. Tüm hastane personeli ve hastalara duyurulur.’’
Anonsu duyan laborant Başhekimin bulunduğu ameliyathaneye koştu, apandis ameliyatı olacak hastanın kanının 0 Rh+ olduğunu söyledi. Başhekim kontrolü kendi elinde bulundurma düşüncesi ile hastayı yanına çağırttı.
Hasta bakıcılar, doktorlar, meraklılar 10 numaralı koğuşta. Muzdarip Bey, telaşta, heyecanda, bilgi veren yok. Asansörler açılıyor, çıkmak bilmeyen merdivenler saniyesinde iniliyor. Dakikalar dolmadan Muzdarip Bey, Başhekimin karşısında. Karşısında bir gün önce kükreyen aslan edasındaki Başhekim gitmiş yerini kapana sıkışmış bir yaratık çaresizliğinde yardım için yalvaran bakışlarda bir Başhekim…
Onca doktor ve Başhekim. Muzdarip Bey, şaşkın… Başhekimin huzuruna niye getirilmişti? Şaşkınlığı fazla sürmedi. Başhekim hazine bulmuş sefil sevincinde gözlerini ışılatarak direk konuya başardı:
- Muzdarip Bey, kan nakline ihtiyacım var, uygun kanın sizde olduğunu öğrendim. Bir ünite kanınızdan verirseniz bedeli kaç para ise öderim.
Muzdarip Bey, hiç düşünmeden sakin tavırlar içerisinde emin bir ifadeyle ‘’
Efendim, kanım insan kanı. Bir insana hizmet edecekse, insanlığın bedeli olmaz.’’ dedi.
Onca kalabalıkta çok az sayıda yüzler asıldı, maskeler düştü; zahmetlide olsa mahcubiyet duygusunu gösterebildi.
KAFAYI ÜŞÜTENLER DERNEĞİ
Yalnız Bey, soyu hanedanlara dayanan soyun son temsilcisidir. Dedesinin dedesinin büyük dedesinden kalma birkaç iş hanı, bir konak geçimini sağlamaya yetiyor da artıyor bile o nedenle çalışmasına hiç de gerek yok.
Yalnız Bey’in gençliğinde Hanedan soyundan gelmesine duyulan özenti hoşuna gitmiyor değildi, fırsat buldukça hanedan soyundan geldiğini vurguluyor çevresindekilerin gıptasına omuz kabartıyordu. Hanedan soyundan gelme üstünlük sıfatını ve mal varlığını bir başkası ve başkaları ile paylaşma durumunda azalacağına ve yok olacağına inandığı için evlenmeye de karşı olmuş ve hiç evlenmemişti.
Yaş ilerledikçe Yalnız Bey, yalnızlığının farkına varmış yalnızlığını giderme adına sorumluluk yüklemeyen, yasalara karşı suya sabuna dokunmayan ne kadar dernek varsa hepsine üye olmuştu. İlk önce Bana Neciler Derneği’ne üye oldu. Sonra Sana Neciler Derneği, ardından, Tekere Çomak Sokanlar Derneği, Suyu Yokuşa Akıtanlar Derneği, Yosunları Yaşatma Derneği, İlahi Taktir Cemiyeti, Süt İçtim Dilim Yandı Diyenler Derneği, Sürüngenleri Kurtarma Memurları Süründürme Derneği, Şakşakçılar Derneği, Taktakçılar Tıktıkçılar Derneği, Kürtajcılar Pürtajcılar Derneği, Leylekleri Çiftleştirme Derneği, Kaplumbağaları Yumurtlatma Derneği, Avutanlar Derneği, Avunanlar Derneği, Burnundan Kıl Aldırmayanlar Derneği, Keline Kıl Ektirtenler derneği, Karda Yürüyenler Derneği, Sapıkçılar Dayanışma ve Destekleme Derneği, Denize Karpuz Kabuğu Düşürenler Derneği, Eşeğe Ters Binenler Derneği, Deveye Hendek Atlatanlar Derneği, Uzaylılarla Dayanışma Derneği, Barışı Çökertenler Savaşı Hortlatanlar Derneği, Yandım Anam diyenler Derneği, Yananı Allah Görür Diyenler Derneği,, Anasını Alıp Gidenler Derneği, Sapsız Baltalar Derneği, Pabucunu Ters Çevirenler Derneği Çatısızlar Bacasızlar Derneği… Dernek dernek….. Kaç derneğe üye olduğunu kendisi bile bilmiyordu tek bildiği, dernekler adına aldığı kupalar, plâketler… Dernek yetkilileri ile çektirmiş olduğu resimler, bir de gazetelerde kendisi ile çıkan haberler, her birini çerçeveletir, evine her gelene tek tek gösterir, her biri adına saatlerce açıklamalar yapar. Bunlar Yalnız Bey’in ömründe tattığı en büyük mutluluk kaynakları…
Yalnız Bey’in hayat üçgeninde arada bir röportaj verdiği gazeteciler, dernek yetkileri bir de aksatmadan görüştüğü doktoru yer almaktadır. Bunun dışında bütün günlerini, dolaşmaktan bıkıp usanmadığı konağının bahçesini dolaşmakla geçirir.
Yalnız Bey, sabahleyin her gün olduğu gibi güneş doğmadan uyandı. Aşçısını çağırarak aşçısına, kahvaltı hazırlamasını emretti. Aşçısına, ‘’ Sen kahvaltıyı hazırlayana kadar ben bahçede dolaşıp bir temiz hava alacağım.’’ dedi. Bir de kahvaltıda bıldırcın yumurtası pişirmesini söyledi ve çıktı konağından dışarı. Güneş doğmadan bahçeyi dolaşmanın uğruna inanırdı. Kuş sesi ile birlikte titreşen her gül tomurcuğunu kendisinin uyandırdığını sanıp mutlu olurdu.
Yalnız Bey, konağın kapısından ilk adımı atar atmaz karşısında yere serilmiş erik dalları ile göz göze geldi, olanca hızı ile kırılan dallara koştu. Dallar kırılmış erikler etrafa saçılmış… Kırılan dalları eline aldı fırlattı, aldı fırlattı… Hem dalları fırlatıyor hem ‘’Konağın sahibi miyim yoksa bekçisi mi belli değil. Erikler yolunuyor, ben görüyorum, ben topluyorum.’’ diyerek kendi kendine söyleniyor, son dalı fırlatıyor, güllere yöneliyor. O da ne! Güller talan… Yalnız Bey, Yalnız Bey değil, oldu Şaşkın Bey… Güllere bakıyor, güller ona bakmıyor, kimi boynu bükük, kimi yoluk. Yalnız Bey, etrafa bakıyor, her gördüğü talan, gökyüzüne bakıyor, gökyüzü; bulut yüklü, üstüne düştü düşecek. Kendi kendine ‘’Erikler yolunuyor, ben görüyorum, ben topluyorum, güller yolunuyor ben görüyorum, ben saçımı başımı yoluyorum. Olmaz böyle, olmaz böyle! ’’ diye diye konağın kapısına geldi. Konağın kapısını yarı açtığında aşçısının ‘’Yalnız Bey, Yalnız Bey! Bıldırcın yumurtaları çalınmış.’’ dediğini duymasına fırsat kalmadan sağ eli kalbinin üstüne gitti, olduğu yere yığılıp kaldı. ‘’ Tansiyon hapımmm’’ diyebildi. Aşçısı hapını getirdi, Yalnız Bey, hapını yutmaya çalışırken aşçısı elinde getirdiği ıslak havlu ile Yalnız Bey’in terini silmeye çalışıyor. Ter sildikçe artıyor, aşçı siliyor, Yalnız Bey sağanak yağmur gibi yağdırıyor… ‘’Bıldırcın Yumurtası çalınmış! ’’ sanki yer gök aynı cümleyi sayıklıyordu. Yalnız Bey’in beynindeki yankı, çarpanların katlarına katlanıyor. ‘’Bıldırcın Yumurtası çalınmış! ’’, ‘’Bıldırcın Yumurtası çalınmış! ’’, ‘’Bıldırcın Yumurtası çalınmış! ’’… Cümle tekrarlanıyor, yalnız beyin soluk alışverişi artıyor. Aşçı telaşlı… ‘’ Yalnız Bey, sakin olun, Allah göstermesin kalbiniz durur, olan eriklere olsun.’’ demesine kalmadan Yalnız Bey, ‘’Erik deme çıldıracağım! ’’ dedi. ‘’ Bıldırcın yumurtası çalınmış.’’ Yankısı gitti yerini bir film şeridi gibi gözleri önüne serilen kırılmış erik dalları, yolunmuş güller aldı. Film şeridi tekrar tekrar üstüne derken Yalnız Bey, kısa sureli uykuya daldı. Uykuda da rahat yok. Film rüyasında tekrarlıyor. Yalnız Bey, ‘’Mazbut! ’’ feryadı ile uyanıyor, başlıyor söylenmeye, ‘’ Konağın sahibi miyim yoksa bekçisi mi belli değil. Erikler yolunuyor, ben görüyorum, ben topluyorum. Güller yolunuyor ben görüyorum. Bıldırcının yumurtası çalınıyor, ben görüyorum. Bıldırcın boğazlanıyor ben görüyorum. Güya konağın bekçisi var, her ay tıkır tıkır maaşını alıyor, bir lira eksik alsa kıyameti koparıyor. Şimdi ben ona sorarım kıyamet nasıl kopartılıyor. Avazı çıktığınca bağırır,’’ Mazbut! Mazbuttt! Mazbut, gelir, hazırolda divanpençe:
- Emredin efendim!
- Erikler yolunmuş, bütün dalları kırılmış, görmedin mi?
- Gördüm efendim, kırılan dalları tek tek topladım. Topladığım dalları da kurutup yaksın diye Süliman Amcaya verdim.
Mazbut’un sakin hali ve vermiş olduğu cevaplar Yalnız Bey’in sinir kat sayısını bir kat daha arttırıyor. Yalnız Bey, sesinin olanca şiddeti ile,
- Bu nasıl görmek, dallar kırılmadan göreceksin!
Mazbut, gayet sakin:
- Gördüm efendim, dün dallar kırık değildi.
Yalnız Bey’in ağzından nerdeyse salyalar akacak, dişlerin gıcırtısını duyan, köpekler kemik yiyor sanacak. Yalnız Bey, ses tonunu arttırmak istese de ses tonu artmıyor, ses kısıldı bağırmaktan. Mazbut’un işiteceği şekilde,
- Dalları kırık, kırık değil görmeyeceksin, dalları kıranı göreceksin.
Mazbut sakinliğini koruyor, aynı sakinlikte:
- Dalları kıranı görmedim efendim.
Yalnız Bey, yumruklarını sıkıyor, dişlerini sıkıyor, bakışları ile Mazbut’u parçaladı parçalayacak:
- Güller kopartılmış, onu kopartanı da görmedim deme sakın.
Mazbut, ayarlı makine olsa aynı sakinliği koruyamaz, sakinlik aynı,
- Demeyeceğim efendim.
Yalnız Bey, aldığı cevaba sevinmiş gibi bu defa farklı bir ses tonu ile,
- Güzel, demek ki gördün gülleri kopartanı.
Mazbut aynı sakinlikte,
- Gördüm efendim.
Yalnız Bey, bu defa kızgınlık ölçüsünü kaybettiği yerden yakalayarak,
- Bir de gördüm diyor, olmadı bir de yardım etseydin.
Mazbut aynı sakinlikle,
- Ettim Efendim.
Yalnız Bey, kızgınlığını bir mertebe ilerleterek,
- Çıldıracağım! Kimdi kopartan, nasıl yardım ettin? Söyle deli etme beni!
Mazbut gayet sakin:
- Gülleri kopartan bendim efendim.
Yalnız Bey, kızgınlığı bir mertebe daha arttırarak:
- Nee! Sendin haa! Söyle, gülleri niye kopartın?
Mazbut, aynı sakinlikte,
- Söylüyüm efendim.
Yalnız Bey:
- Söyle diyorum sana, söyleee!
Mazbut sanki bahçe turunda, aheste aheste dolaşıyor, dolaşırken,
- Efendim, yoldan yeni evli bir çift geçerken ilk defa böyle bir bahçe gördüklerini çiçeklerin kokusuna bayıldıklarını söylediler. Ben de koklamaları için bir demet koparttım kendilerine takdim ettim.
Yalnız Bey, yumrukları sıkıyor, dişleri sıkıyor; sinirden kesik kesik sözcüklerle,
- Be- been, sana tak- takdim etmeyeceğim hatta ke-keseceğim, maaşından keseceğim.
Mazbut’ta sakinlikten taviz yok:
- Kesersiniz efendim, isterseniz kesik kesik verin, ben onları yapıştırıp bakkal çakkal birine yuttururum.
- Kes karşılık vermeyi.
Mazbut bu defa mazlum rolüne bürünüp boynunu bükerek,
- Kestim efendim. Kesmezsem maazallah kellemi kesersiniz
Yalnız Bey, sinir mertebelerinden iki üç basamak inerek,
- Bıldırcın yumurtalarına ne diyeceksin, onu merak ettim.
Mazbut bilgiç bir eda ile,
- Yımırta mı? Arka sokaktaki kadının gelişme engelli bir çocuğu varmış, doktor bıldırcın yımırtası yemesini söylemiş, zavallının yımırta alacak parası yokmuş. Yımırtaların hepsini topladım ona verdim.
Yalnız Bey, sinir basamaklarından birkaç basamak atlayarak,
- Her parası olamayanı ben mi düşüneceğim. Biri de gelip oturacak evim yok dese bu koskoca konağı mı vereceğim.
Mazbut yine mazlum rolünde,
- Öyle deme efendim, zenginin parası, garibin duası.
Yalnız Bey, sinir basamaklarının sona dayandığını, daha doğrusu kendisinin bittiğini anlayarak,
- Sus! Bir de akıl vermeye kalkma. Çık! Bahçe kapında bekle. Doktorum gelecek bekletmeden odama getir.
Mazbut, ‘’ Emriniz olur efendim.’’ diyerek çıkar, kapıda beklemesine gerek kalmadan doktorla göz göze gelir. Anında Yalnız Bey’in kapısını çalar. Yalnız Bey’in sinir basamakları harekete geçer, ‘’Yine ne var? ’’ diye bağırır. Mazbut her zamanki sakinlikte ‘’ Doktorunuz geldi efendim.’’ der. Yalnız Bey, ‘’Kaç kez söyleyeceğim doktorum geldi ise bekletme al içeri.’’
Doktor, gayet güler yüzlü, içeri girmeden kapıdan başlıyor konuşmaya,
- Sizi gayet iyi gördüm efendim, maşallah, Allah nazardan saklasın.
Yalnız Bey, hasta çocuk rolünde, isteksiz ifadelerle,
- İyi değilim doktor.
Doktor,
- Önce bir muayene edelim, anlarız sebebini. (Nabzını ölçer.) Nabız atışı gayet iyi. (Kalp atışını dinler) Kalp atışı gayet iyi. (vücut ısını ölçer) vücut ısınız da iyi. Peki iştahınız nasıl?
- Ye ye doymuyorum doktor.
- Sindirim, kabızlık, gaz…
- Vallahi doktor on dakika bir tuvaletteyim hiçbir sorun yok. Ben gece uyku uyuyamıyorum.
- Peki, şikâyetiniz nedir?
- Gündüz bir dakika yerimde duramıyorum hep sinir hep sinir… Gece uyku uyuyamıyorum.
- Sebep?
- Doktor ben çevreci biriyim. Tema Vakfı tarafından yüzlerce ödül aldım. Bu konağın bahçesinde bitkinin her türlüsü, meyvenin her çeşidi, evcil, yabani hayvanın her türü var. Bütün bunları huzur için yapıyorum gelin görün ki huzur yok. Bir bakıyorsunuz eriğin dalı kırılmış, bir bakıyorsunuz gül dalından kopartılmış, kümesten yumurta çalınmış. Bir keresinde kümesten tavuk çalan birine silahla ateş ettim, komşuları akıl vermiş davacı oldular. Yasalarımız yasa değil, neymiş efendim silahla sadece yatak odasında ateş edilirmiş. İşe bak, işe! Benim bildiğim yatak odasında ateşli silah kullanılmaz. Neyse lafı uzatmayalım altı ay hapis geldi. Para cezasına çevirdim, para bir şey değil, sinir yapıyor. Doktor konuyu değiştirme adına gözüne ilişen kupaları, plâketleri sorar, sorduğuna pişman olur. Yalnız Bey, başlıyor anlatmaya, ‘’ Doktor Bey, bu plâketi bana, Bana Neciler Derneği verdi. Hükümet yeni bir yasa çıkartmış. ‘’Sevgililere Bakışma Vergisi Düzenleme Yasası’’ Kahvede önüne gelen atıp tutuyor. Ben, bana ne dedim. Dernek bu plâketi verdi. Bu kupa Sana Neciler Derneği’nden.
Hükümet yeni bir yasa çıkartmış. ‘’Sevgililere Bakışma Vergisi Düzenleme Yasası’’ Kahvede önüne gelen atıp tutuyor. Ben, bana ne dedim. Dernek bu plâketi verdi. Bu kupa Sana Neciler Derneği’nden, Hükümet Yabancı Uyruklulara Mülk Edindirme Yasası çıkartmış yine kahvede önüne gelen atıp tutuyor. Ben önüme gelene sana ne, parası olan alır dedim. Hükümetin kulağına gitmiş, hemen Sana Neciler Derneği’ni harekete geçirmiş. Şu görmüş olduğun karpuz küre, Denize Karpuz Kabuğu Düşürenler Derneği tarafından verildi. Türkiye’de daha karpuz fideleri yeni dikilirken ben özel uçakla Madagaskar’dan karpuz getirdim, malum bizim basın böyle haberleri manşetten verir. Bu kupayı leylekleri Çiftleştirme Derneğinden aldım. Şu karşıda gördüğün ağaç leyleklerin çiftleşebileceği en doğal ortam olarak seçildi. Şu kupa Tekere Çomak Sokanlar Derneği’nden, Bu plâket Suyu Yokuşa Akıtanlar Derneği’nden, o plâket Yosunları Yaşatma Derneği’nden, Bu İlahi Taktir Cemiyeti’nden,
Doktor:
- Bu?
Yalnız Bey,
- O mu? O, Süt İçtim Dilim Yandı Diyenler Derneği’nden, Bu timsah rozeti, Sürüngenleri Kurtarma Memurları Süründürme Derneği’nden, Bu oyuncak Şakşakçılar Derneği’nden, bu tokmak, Taktakçılar Tıktıkçılar Derneği’nden, bu neşter Kürtajcılar Derneği’nden…
(Doktor bayılmadı ise de bayılmasına az kaldı denebilir. Gözler daldı dalacak. Beyin söylenilenleri algılamıyor, sadece her söze kafa inip kalkıyor.) Doktorun son anladığı cümle’’ Doktor Bey, çıldırmanın son kertesindeyim, anlıyor musun? ’’
Dokto,r birden kendini toparladı. Soracak soru bulamadı.
Yalnız Bey,
- Doktor Bey, ben sizi değil, siz beni uyutacaksınız…
Doktor, Yalnız Bey’in gözünün içine bakarak,
- - Şikâyetinizin sebebini anlayabilsem sizi uyutacağım da… İştahınız nasıl?
- İştah dediniz de aklıma geldi. Geçenlerde bir dernek kurdum, ‘’Fasulyeyi Kaynatanlar Derneği’’ Rakipler ‘’Kafayı Oynatanlar Derneği’’ni kurdu. Kurmalarına bir şey demem de bizim etkinlik gününde aynı yerde onlar da etkinlik düzenledi. Biz fasulye kaynatıyoruz kazan kazan… Onlar halay çekiyor, el ele, kol kola. Bizim kazanı gören ‘’ Aboovv’’ diyor başlıyor oynamaya.. Fasulyeler pişti. Ziraat odası başkanı ile benden başka kimse yok kazan başında. Başkan kibarlık olsun diye yemiyor, basına poz veriyor, demeç veriyor. Ben yiyorum yiyorum kazan eksilmiyor. Yemesem ödediğim para boşa gidecek. Yürüyorum bir iki, yiyorum iki tabak, yürüyorum bir iki, yiyorum üç tabak, yürüyorum bir iki, yiyorum beş tabak, tabak tabak…
Doktor:
- Hop hop! Yeter tabakhaneye döneceksin. Gaz, kabızlık var mı?
- Doktor o gün dakika bir taarruz beş’’ Zart, zart, zart, zart, zart! ’’
Mahalleli saldırıya maruz kaldığını sanıp mahalleyi akşamdan terk etmiş Benim ev okulun hemen köşesi. Sabah bir sessizlik bir sessizlik... Meğer okulun müdürü ilk dakika okulu tahliye ettirmiş.
- Öğrenciler bayram etmiştir.
- Beşi onu edememiş.
- Toplumun her kesiminde azınlık da olsa olumlu düşünen vardır. Eğitin aksamasına üzülenlerin olması şaşırtıcı olmamalı.
- Onların ki eğitim aşkı değil kör talih.
-O da ne?
- Üçü beşli kaçarken ayağını kırmış, geri kalan da korkudan altına işemiş.
- Korkmaları, hatta altlarına işemeleri gayet normal.
- Ne yani doktor, benim normal olmam için altıma mı işemem gerekir onumu demek istiyorsunuz?
- Siz beyninize işemişsiniz haberiniz yok.
Yalnız Bey,
- Doktor bırakın espri yapmayı bana gerçekleri söyleyin.
- Efendim siz ve sizin gibiler yalnızlık denizinde gemilerini bir müddet yüzdürürler ya da yüzdürdüklerini sanırlar ama sonunda mutlaka rotayı şaşırırlar.
- Doktor! Bırak denizi gemiyi, rotayı, ben gemi kaptanı değilim ben bu konağın sahibiyim ve kafayı üşütmenin kertesindeyim.
- Nihayet aynı şeyi söyleye bildik. Ben de diyorum ki siz ve sizin gibilerin kafayı üşütmesi tıbbi bir gerçek olmasa da kaçınılmaz bir gerçek.
- Ne! Şimdi ben kafayı üşütmüş müyüm?
- Maalesef Efendim.
Yalnız Bey, kafayı üşütmüş bir şekilde ‘’ Üşüdük, üşüdük’’ diyerek turalar. Birden,
Doktor, beni bu ödülleri aldığımdaki alkışlar bu hale getirdi.
Yarın ilk işim ‘’Kafayı Üşütenler Derneği’’ni kurmak. Şartı şurtu olmayan tek adres.
Aşağıdakiler ortadakiler
En üst katlardaki mutlu sakinler
Ben sen, onlar bunlar şunlar ve bizler
Biraz birazcık, azıcık üşüdük
İçerde dışarıda işte güçte
Sevdada kavgada uykuda düşte
Ben sen, onlar bunlar şunlar ve bizler
Biraz birazcık, azıcık üşüdük
Her birey, her okur derneğimizin doğal bir üyesidir. Bu kitabı bir arkadaşınıza daha okutursanız derneğimizin aktif sayısı ‘’ 1’’ artacak.
KÜLTÜRÜMÜZÜN MAYASI NASRETTİN HOCA
Hortuköyü bir ilke şahit olmuştu. Görülmüş bir şey değildi, ilk defa doğarken gülen bir bebekle karşılaşmak. Doğarken gülen bebek, üç ayda konuşan bebek, sekiz ayda yürüyen, onuncu ayda koşan bebek… Üç yaşında konuşması ile herkesi hayrete düşüren bebek…
Köyün, çevre köylerin dilden dile konuştuğu büyümüş de küçülmüş dediği Nasrettin altı yaşına girdiğinde annesi oturtur karşısına:
- Oğlum sen büyüdün. Seni bir sanata vereceğim.''Sanat altın bileziktir.''derler. Sanat öğreneceksin. Koluna altın bilezik takacaksın. Köyde bir demirci, bir berber, bir de terzi var. Söyle bakayım! Sen ne olmak istersin?
- Terzi olmak isterim anne!
-Tamam oğlum. Terzi, teyzemin oğlu. Seni dövmez. Güzel de öğretir. Ustalar, mesleğini çıraklara kolayca öğretmez. Sen dur. Ben hemencecik konuşup geleyim. Sen bugün başla. Bir gün, bir gün.
.- Tamam, anne sen git. Ben, şuracıkta beklerim.
Anne, ehramını örtünür terziye gider. Nasrettin, yalnız kalır. Kendi kendine konuşur:
‘’Ben terziliği öğrenebilir miyim? Ya elimi dikersem... (iki elini birleştirir tutar.) Elimi böyle tutarsam, iğneyi nasıl tutacağım? Demek ki iki elimi böyle dikme şansım yok. Diksem diksem (sağ eli iğneyi tutar, sol başparmağını, işaret parmağı ile birleştirir.) böyle dikerim.’’
Anne terzi ile görüşmüş, terziden beklediği cevabı almıştır, sevinçle eve gelir:
- Tamam, oğlum hemen gidiyoruz. Dur! Önce seni bir okuyum. Sana dua edeyim ki tez elden öğrenesin.
Yavrucuğum! Gurban olduğum Allah'ım, barmaklarına guvvet versin. Gözceğizine fer versin. Böyyük sabırlar versin. Allah'ım yolunu açık etsin.Gısmetlerini, gazancını bol eylesin.
Anne, oğul el ele tutar, terziye giderler. Terzinin dükkânına girerler. Anne:
-.Selamünaleyküm Veli Efendi.
.-Aleykümselâm, Elife Bacı
-. Öp oğlum Veli Amcanın elini!
Nasrettin terzinin elini öpme ile öpmeme arası öper daha doğrusu öpme taklidi yapar.
Terzi:
- El öpenlerin çok olsun yavrum. Sen cin gibi bir çocuğa benziyorsun. Cinliğini başka yerlere vermezsen mesleği çok çabuk kaparsın. Amma cinliğe verirsen kapamazsın.
Elife:
- Veli Efendi, çocuk sana emanet. Eti senin, kemiği benim. Bana müsaade.
- Müsaade senin, Elife Bacı. Gözün arkada kalmasın. Senin çocuğun, benim çocuğum sayılır.
Anne, oğlunu emin ellere teslim etmenin gönül rahatlığı ile eve döner. Nasrettin artık terzi çırağıdır.
Terzi:
- Nasrettin, al şu süpürgeyi dükkânı süpür. Bir çırağın, günlük yapacağı ilk iş dükkânı süpürmek. İkinci iş, ustasının ağzına bakmak.
- Veli Amca! Siz dikişi ağzınızla mı dikiyorsunuz?
- Tövbe tövbe..! Elimle dikerim tabi ki.
- Niye ben elinize bakmıyorum da ağzınıza bakıyorum?
- Söyleyeceklerimi duyabilmen için ağzıma bakacaksın. Şimdi bak bakıyım ağzıma.
- Bakamam amca?
- Bak yavrum! Çırak ustasına karşı gelmez. Bak diyorsam, bakacaksın?
- Bakamam amca!
- Bak diyorum! Niye bakamıyor muşsun?
- Ağzın açık değil ki ağzınıza bakayım.
Terzi, Sinirden ne yaptığını bilmez. Ağzını açabildiği kadar açar:
- Al bak o zaman!
-.AA! Amca, sizin on üç tane dişiniz yok.
-.Allah Allah... Ula oğlum! Bir bakmada nasıl saydın on üç dişi?
- O ne ki Amca! Ben bir bakışta gökte kaç yıldız olduğunu sayıyorum.
Terzi, kendi kendine konuşur: ‘’ Bu çocukla işim zor. Annesinin hatırı olmasa iş kolay, vurursun bir tepik, koyarsın kapının önüne.’’ Nasrettin’e döner,
—Sen şimdi ged. Yarın sabah ibibikler ötmeden gel.
- Amca ibibiktir bu. Kaçta öteceğini ben nereden bileceğim?
- O zaman güneş doğmadan gel! Bana da amca demeyeceğen. Usta deyeceğen tamam mı?
- Usta kısmı tamam da güneşe ben karışamam, koskocaman güneş… İstediği zaman doğar.
- Sen git. Annene söyle; Ustam benim güneş doğmadan dükkânı açmamı söyledi.’’ de yeter.
Nasrettin ertesi gün güneş doğmadan dükkâna gelir, dükkânı açar. Süpürgeyi alır eline, gözü kumaşlara takılır. Süpürgeyi bırakır. Kumaş topunun birini alır ‘’Terziler bu kumaştan niye kuşun kanadı gibi kanat dikmiyor? Dikseler insanlar da kuş gibi uçsa… Vallahi herkes alır. Terziler de zengin olur. Demek ki terziler zengin olmayı istemiyor.’’
Nasrettin, kumaşı kollarına kanat yapar, dükkândan bir baştan bir başa uçma taklidi yapar.
Vakit epey geçer. Ustası gelir:
- Oğlum! Ben sana gün doğmadan gel demedim mi?
- Dedin usta!
- Niye gelmedin?
- Geldim usta!
- Geldiysen niye dükkânı süpürmedin?
- Düşünüyordum usta.
- Dükkân süpürmenin nesini düşünüyorsun! Alırsın süpürgeyi şöyle eline, süpürürsün.
- Usta, ben onu düşünmüyordum.
- Ya neyi düşünüyordun?
- Terziler Bu kumaştan kuşkanadı dikse ne olur? ’’ diyordum.
- ….. olur. Tövbe tövbe.. Sen beni günaha sokacaksın. Al şu süpürgeyi, süpür şurayı!
Nasrettin dükkânı süpürür. Nasrettin dükkânı saat başı süpürür. O gün dükkân süpürmekle akşam olur. Nasrettin evine gider.
Nasrettin, ilk gün meslek öğrenme sevinci ile işe başlamıştı. Günler geçti, dükkân süpürdü. Haftalar geçti dükkân süpürdü, aylar geçti dükkân süpürdü.
Nihayet altı ay sonra terzi, Nasrettin’e dikiş söktürür.
O gün akşam annesi Nasrettin’e,
- Oğlum, altı aydır terzi yanına gedip giliyon. Söyle bakıyım ne öğrendin?
- Anne, ettiğin dualar sayesinde altı ayda dikiş sökmeyi öğrendim. Ömrüm yeterse dikiş dikmeyi de öğrenirim.
- Anlaşılan sen terzi olamayacaksın, yarın ben seni medreseye göndereceğim. Orada okuyup ‘’Din Âlimi’’ olursun.
Ertesi gün Nasrettin medrese tahsiline başlar. Bir haftada kıraat, altı ayda Kuran’ı hatmeder. Bir yıl, iki yıl- üç yıl derken Nasrettin ‘’ Din Âlimi’’ olur.
- Nasrettin kendi medresesini açar, ders vermeye başlar.
. Nasrettin Hoca, ilk gün Elif- Bey’i anlatır. Ders bitimi akçeleri toplar. Kesesine koyar.
Bir hafta sonra ders okuma dersi…
Öğrenciler gider Nasrettin Hoca paraları sayar:
—Bir akçe, İki akçe… Yüz akçe. Gidiyim pazara kendime iyi bir eşek alayım.
Nasrettin Hoca pazardan eşeği alır. Eşeğe ters biner.
Halk:
- Hocam eşeğe ters binmişsin!
- Binmişsini var mı? Bindim!
- Niye ters bindin o zaman?
.- Eşek önden gelenleri görüyor. Ben de arkadan gelenleri göreyim.
Nasrettin Hoca evine gelir, eşekten iner kendi kendine konuşmaya başlar,
‘’ Eşeği aldığın zaman, önce bineceksin. Seni düşürmüyorsa, yola da iyi gidiyorsa iyidir. Seni düşürüyorsa, yola da iyi gitmiyorsa geri vereceksin. Şimdilik iyi, bir de yükte denemeli. İyi de, ne yüklemeli? Oduna gitmeli.’’
Hanımına seslenir,
- Hanım, Hanım!
- Huu! Ne var Hoca Efendi?
- Baltayı getir! Oduna gideceğim.
Nasrettin Hoca, baltasını alır, eşeğine biner, ormanın yolunu tutar, ormana varır, eşeğe yükleyecek kadar odunu keser, eşeğe yükler. Eşeğinin kulağına,
—Sen, şu yoldan eve gideceksin ben ormanı dolaşacağım. Bakarsın bir keklik, bir tavşan yakalarım. Akşama ziyafet çekerim.
Nasrettin Hoca, dereleri tepeleri dolaşa dolaşa köye gelir, umut ettiği avı bulamamıştır. Eşeğe odun yüklemeyle kendini avutur. Hanımına eşeği sorar. Hanımı:
- Eşeği ben mi sana soracağım, sen mi bana soracaksın?
- Yahu, ben eşeğe odunu yükledim eve gelmesini söyledim, ben biraz avlanmak istedim.
- Hoca Efendi, eşek senin dediğini anlar mı?
- Anlar, anlar.
—Demek ki ben önce gelmişim. O, adı üstünde eşek.
Nasrettin Hoca, bir müddet bekler... Eşeğin gelmeyeceğini anlayınca arkadaşını çağırtır:
—Hanım, ben yoruldum, Hasan’a söyle, Çakal Deresi’ne kadar gitsin, eşeği arasın.
Hasan eşeği aramaya gider, vakit geçtikçe geçer, akşam olma vaktine yaklaşır. Eşek yok, Hasan yok. Bu defa Hoca Nasrettin Hasan’ı aramaya çıkar. Çakal Deresi’ne kadar varır. Baksa ki Hasan bir yandan ıslık çalmakta, bir yandan türkü söylemekte.
Hasan’a:
- Hasan sen ne yapıyorsun?
- Eşeği arıyorum Hocam.
Nasrettin hoca içinden,’’Demek ki el, elin eşeğini, türkü söyleyerek ararmış.’’der.
Eşeği kendisi aramaya başlar, bıraktığı yerde bulur. Eşeğe:
—Sen, daha bıraktığım yerde otluyorsun. Madem otlayacaksın, biraz da kendi aklını kutlan şuralarda otla. Bak, çayırlara çayırlar; yemyeşil.
Nasrettin Hoca, Hasan’ı çağırır: ‘’ Hasan, eşeği buldum, seni kaybedip bir de seni aramaya gelmeyim, gel birlikte gideceğiz.’’ Hasan gelir, önde odun yüklü eşek arkada Hasan, Hasanın ardında Nasrettin Hoca yola koyulurlar.
Odun yüklü eşek sağ salim eve gelmiştir artık. Nasrettin Hoca, eşeğin yükünü indirir, hanımına seslenir:
-Hanım, odun geldi kasaptan ciğer alıp geliyorum, bir güzel pişir yiyelim.
Nasrettin Hoca, ciğeri getirir, hanımına verir. Hanımına: ‘’ Ben köy odasına gidiyorum, sen ciğeri pişir, ciğer pişene kadar ben gelirim.’’der ve köy odasına gider.
Hanımı, kızını komşularına yollar: ‘’ Teyzelerini çağır bize gelsin.’’
Komşuları gelir. Nasrettin Hoca’nın hanımı:
—Komşular, Hoca Efendi ciğer getirdi, bir yalan uydurabilirseniz o ciğeri size yedireceğim. Böylece kursağınız da bir et görsün.
Zöhre:
- Ben buldum yalanı. ‘’Ciğeri kedi yedi.’’ deriz.
- Ay kız aklınla bin yaşa emi! Madem yalan hazır, elimizi çabuk tutalım Hoca gelmeden ciğeri yok edelim.
Hanımlardan biri ateşi yaktı, biri ciğeri doğradı, biri pişirdi, biri sofrayı hazırladı hep birlikte yediler derken son lokmada Hoca’nın ayak sesi duyuldu. Kadınlar bin telaşla ortalığı topladı, sessizce köşelere oturdu. Hoca geldi, başköşeye bağdaş kurup oturdu:
—Hanım, getir ciğeri, yiyelim.
—Hoca Efendi, ciğeri kedi yedi.
—Kediyi getir, o zaman.
Hanımı kediyi getirir.
Nasrettin Hoca:
- Koş kızım, sen de kantarı getir.
Kızı kantarı getirir. Hoca Kediyi tartar. Kedi bir okka.
Nasrettin Hoca:
—Kedi bir okka. Ciğeri kedi yediyse, ciğer nerde? Bu ciğerse kedi nerde?
—Vallahi onu kediye sorun Hoca Efendi.
—Ben, sana sormasını, sorarım da günaha girmekten korkuyorum. Seni Allah’a havale ediyorum.
Hanımı ağlayarak:
— Ben gidiyorum.
—Nereye?
— Havale ettiğin yere.
—Bırak sen o yeri… Evin yolunu bilip, geri gelemezsin.
Hoca’nın hanımı evin yolunu bulup geri döner mi bilinmez, tek bilinen ağlayarak evden çıktığıdır.
Aradan aylar geçer Hoca’nın hanımı eve dönmez. Eve dönmeme sebebi, evi bulamaması mıdır, yoksa Hoca’ya kızgınlığı mı bilinmez.
Aylar geçtikten sonra halktan biri hocaya:
- Hoca Efendi, dün sizin hanımı aşağı mahallede görmüşler, ev ev dolaşıyormuş.
- İnanmam!
Halktan başka biri:
- Geçen gün de bizim mahallede görmüşler.
- Yemin de etseniz inanmam.
- Yemin ederiz Hocam!
.- Şimdi burada kaç ev var, bilen var mı?
Beyaz sakallı biri,
- Ben varım, Hocam!
- Veledi Hüseyin sen misin?
—Evet, Hocam.
—Sen söyle, o zaman kaç ev var?
— On yedi Hocam!
Benim hanım evden çıkalı üç ay oldu. Dedikleri gibi ev ev dolaşsa, on yedi günde bir de benim eve uğrardı.
Hoca hanesi üç kişiliktir; bir eşeği, bir kendisi, bir kızı. Hoca, ibadet saatlerinde ibadetini yapar, ders saatlerinde dersini verir, artan zamanda eşeği ile dertleşir. Evden çıkarken eşeği ile vedalaşır, eve gelişte eşeği ile hasbıhal eder.
İlk horoz sesinde uyanan Hoca, kendisinden önce eşeğinin yiyeceğini vermek istedi, ahıra yöneldi. O da ne? Eşek yok. Hoca ahırdan dışarı fırlar avaz avaz:
- Komşular! Eşeğim çalınmış gören duyanınız var mı?
İlk gelen komşusu,
- Hoca, kapıyı kilitlemiş miydin?
.- Kilitlemedim.
- O zaman suç senin. Kilitlemiş olsaydın böyle olmazdı.
.- Bu hırsızın hiç mi suçu yok?
- Yoktur Hocam!
Eşeği ile dertleşen Hoca, eşeğin yokluğunda kendi kendine konuşmaya başlar ’’ Hanım gitti. Eşek gitti… Bırak gitmesini, gitmesine gitsin de, cemaat; hanımını bırak, bir eşeğine sahip çıkamadı diyecek. Ne yapmalı biraz para bulup bir hanım, artan paraya da eşek almalı. İyi de nerden bulmalı? Buldum! Göle yoğurt mayalayacağım. ‘’
Hoca, elinde kepçe, yoğurt mayası, gölün yolunu tutar. Köyün meraklıları takılır peşine… Kepçeyle yoğur mayasını göle döker, başlar karıştırmaya…
Köyün meraklıları:
—Hocam, hayırdır?
—Hayır, hayır. Göle yoğurt mayalıyorum.
- Hocam, göle maya tutar mı hiç?
- Tutmayacağını ben de biliyorum.
- Biliyorsun da niye mayalıyorsun?
- Ben ya tutarsa diyorum.
Göle yoğurdu mayalayan Hoca, Öğle namazı için camiye geldiğinde yine köyün başka meraklıları:
- Hocam duydun mu?
- Neyi?
— Senin boz eşek, Mısır’a kadı olmuş.
- Bak sen şu yüce Allah’ın işine… Ben hep bu eşekte bir şey var diyordum. Ben, çömezlere ders anlatırken, kulaklarını dikip, dikkatli dikkatli dinliyordu.
Her sözü hikmet bilinip dilden dile dolaştırılan Hoca, Hakkın rahmetine kavuştuktan yıllar sonra araştırmacılar şöyle bir not düşer tarihin sayfalarına ’’Fıkraları’nın en büyük özelliği; hem düşündürücü olmasının yanında ders verici olmasıdır. Hayat mücadelesinde aklın ve bilginin önemine işaret eder. Kısa ömrümüz içerisinde bir birimizle iyi geçinmez gerektiğini vurgulayarak toplumsal dayanışmayı savunur. Hoca, bazı insanların zenginlik, şöhret gibi geçici şeylere gereğinden fazla değer vermesini alaycı bir üslupla eleştirir. Onun fıkralarının kahramanı; eşeği, hanımı, mahallenin çocukları, esnafı, komşuları… Bu kahramanlar bugünkü dönemde de var olabilecek kahramanlar. Bütün bu özellikler Nasrettin Hoca’yı ölümsüz kılar. Nasrettin Hoca, topluma vermek istediği bilgiyi; eşek aramada arkadaşlık dostluk ilişkisi, eşek alımında ticaretin kuralları, eşeğin kadı oluşunda eğitimin inceliği gibi fıkraları içerisinde kimseyi kırmadan ustaca vermeyi başarmıştır. Nasrettin Hoca’nın bütün fıkraları incelendiği zaman; sadece bir güldürü ustası olmadığını her alanda bir bilge olduğunu görürüz. Bugünkü kültürümüzde, toplumsal değerlerimizde, bilgide, bilimde Nasrettin Hoca’nın mayası var. O sadece gölü değil, kültürümüzü de mayalamıştır. ‘’
O mayanın tadı değil midir Nasrettin Hoca’nın fıkralarını tatlandıran?
SOSİS ALİ
Türkçe Öğretmeni ilginç bulduğu öyküleri sınıfa getirir bizzat sınıfa kendisi okurdu. Öyküyü okurken adeta kendinden geçer, dış dünya ile bağlantıları keserdi. Öyküyü okumadan önce sınıfa gerekli uyarıları yapar, sınıfın kendisini dinlemeye hazır olduğuna kanaat getirdiğinde kendisini okumaya kaptırırdı.
O gün daha kendisi sınıfı uyarmadan tüm sınıf dersi kaynatma bahanesine koro halinde:
- Öğretmenim biz sizin okudunuz öyküleri dersten daha çok seviyoruz, bugün bize ne okuyacaksınız?
Öğretmen kendisini havaya kaptırdı, ‘’ Arkadaşlar, bugün size Amerika’da gerçek yaşanmış olayı konu alan bir öykü okuyacağım. Öykü azmin başarmadaki gücünü göstermesi açısından önemli bir örnek o nedenle hepinizin çok dikkatli dinlemesini isteyeceğim. Benim, bakışlarınızdan kimin dinleyip dinlemediğini, kimin anlayıp anlamadığını çok iyi anladığımı bilmenizi isterim. Kimin dinleyip dinlemediğini soru sormadan bakışlarından anladığımı anlamışsınızdır. Öyküyü okurken gözüm üstünüzde olacak, en iyi dinlediğini tespit ettiğim öğrenciye soru sorup sözlü notunu ona vereceğim. Unutmayın en iyi dinleyen aynı zamanda en iyi anlayandır. Anlaşıldı mı? ’’ dediği anda tüm sınıf:
- Anlaşıldı Öğretmenim!
Öğretmen daha öyküyü okumaya başlamadan bütün öğrenciler bir zafer kazanmış sevinci ile birbirine bakışmaya başladı. Yüzlerinden kazanmış olmanın sevinci yansıyordu. O da yetmedi zafer işaretleri kalkıyor, iniyordu. Öğretmen öyküyü çıkartana kadar yer değişikleri yapıldı. Gerekçe hazır; ‘’ Öğretmenim, sizi daha iyi dinleyebilmek için ön sıraya geçtim, yanımdaki arkadaş konuşturuyor onun içinin ben arka sıraya geçtim, ben sağa, ben sola geçtim. Kısacası yer değiştirmeyen tek öğrenci kalmadı. Öğretmen içinden, ‘’ Uyarı nasıl da işe yaradı, not vereceğimi duyunca nasıl ciddiye aldılar.’’ diyordu.
Öğretmen, öyküyü okumaya başladı. Öykünün ilk cümlesinde kendini kaptırdı, sözcükleri olanca gayreti ile vurguluyordu. Tüm sınıf muhabbete çoktan başladı. Kimi kaş göz işareti yapıyor, kimi resimler gösteriyor, kimi işaretleşiyor, kâğıtlar yazılıp elden ele dolaşıyor öyle ki öğretmen bir cümleyi okuyana kadar kâğıt en arka sıradan, ön sıraya ulaşıyor yazılarak en arka sıraya dönüyordu.
Koca sınıfta dinleyen bir tek Ali vardı, o da öyküyü değil arkasındaki sırada oturan arkadaşlarının konuşmalarını dinliyordu. Arkasındaki sıradaki arkadaşlarının muhabbeti teneffüste birbirlerine çekecekleri ziyafetin muhabbeti… Yiyecekler, içecekler sayıldıkça Ali’nin içi gidiyor, ağzının suyu akıyordu. Ali konuşmaları daha iyi duyabilmek için arkaya yaslandıkça yaslanıyordu. Gözleri ile de öğretmenini takip ediyordu. Bu durum öğretmeninin dikkatini çekti. Ali’nin dinlediğini sanarak gözleri ile tasdik etti. Ali’nin tüm gayreti konuşulanların tek bir sözcüğünü kaçırtmamaktı. Arkadaki arkadaşının biri yanındakine soruyor:
- Kaç paran var?
- 20 lira.
- Ben de 30 lira var.
Ali, ‘’ 20 lira, 30 lira… 20 lira; 40 simit, tüm sınıfa yeter ayran dersen öyle.30 lira; 30 lira bir hafta yeter neler alınmaz ki…’’ diyordu.
30 lirası olan, 20 lirası olana ’’ Bugünkü ziyafetler benden. Yarında sen ısmarlarsın, söyle bakalım ne yemek istersin? ’’ diyordu. 20 lirası olan:
- Hamburger.
- Yanda içecek?
- Cola.
- Light mı, cappy mi?
Ali içinden, ‘’ Çocuklara bak, hem hamburger yiyorlar, yanda da cola. Bir de soruyorlar, light mı, cappy mi diye. Yuh be! ’’ diyordu.
Öğretmen, okumasını sürdürüyor, arada bir Ali’ye göz kırıyordu. Ali’nin kulağına öykünün sadece bir noktası takılmıştı. Öyküde hamam da üç gen iddiaya giriyor, üç genç hamamda giyeceklerini bırakacaklar, elbisesiz dışarı çıkacaklar ve bu şekilde hayatta kalma mücadelesi verecekler. Üç yıl sonra kim üç bin dolar biriktirse iddiayı o kazanacak, kaybedenler beş yüz dolar kazanana vereceklerdi. Ali hamburger muhabbetini dinlemeyi bıraktı, dolar hesabına daldı, kendi kendine ‘’ Üç bin dolar biriktirenin parası olacak, parası olmayan nasıl beş yüz dolar versin, neden parası olan olmayana vermiyor? ’’ diyordu. Bir an arkada ki arkadaşlarının konuşmalarını anımsadı, arkadaki arkadaşlarının parası var kendisinin yoktu. Parası olan olana ikramda bulunuyordu. Bugüne kadar sınıftan bir arkadaşı kendisine bir şey ısmarlamamıştı ama bir başkasına yani parası olana hep ısmarlamışlardı. Demek ki bu işler böyle oluyor. Para yiyecek, para içecek, ziyafet, dost, para, para… Ah Napolyon, Ah!
Ali, arka sıradaki arkadaşlarının muhabbetine kendini yine kaptırdı. Arkadaki arkadaşının biri öbürüne teneffüs ziline kaç dakika kaldığını soruyor, öbürü yirmi dakika kaldığını söylüyor, bu defa öbür teneffüste neler yenileceği, bir öbür teneffüste neler yenileceği, bir sonraki gün ne yenileceği sıralanıyor, liste uzadıkça uzuyor; hamburgerler, poğaçalar, açmalar, salamlar sosisler, tostlar, meyveliler, gazlı içecekler, lightler, cappyler…
Ali’nin iç çekişi hat safhada, ağzı sulandıkça sulanıyor, kafa geri gidip gidip geliyordu. Kendini tamamen unutmuş salamların, sucukların içine dalmıştı. Kendini tutamasa bağıracaktı, ‘’Gelsin, salamlar, sucuklar, coca colalar.’’
Öğretmenin öykü okuması bitti. Bütün öğrencilerin gözü öğretmene yöneldi. Öğretmen mutlu oldu, öyküyü okumayı iyi ettiğine inandı, öyküyü yorumlamaya başladı:
- Arkadaşlar, öyküyü hepinizin can kulağı ile dinlediğini gördüm hepinize teşekkürler. Öyküde azmeden insanların neleri nasıl başarabileceklerini gördünüz. Azim, azim. Azim başarının göbek adı. Başarmak için önce başaracağınıza inanacaksınız sonra azmedeceksiniz. Yılmayacaksınız. Tabi ki öncelikle neyi başaracağınızı bilmeniz gerekir. Hedef, hedef… Hedefsizlik rotasız gemiye benzer.
Bütün sınıf koro halinde’’ Haklısınız Öğretmenim, öyküyü çok beğendik bir daha okur musunuz? ’’ diyordu.
Öğretmen, ‘’ Arkadaşlar, öykü bir defa okunur, öyküde önemli olan mesajı alabilmektir, içinizde mesajı alamayan var mı? ’’ diye sorduğunda, bütün sınıftan ‘’ yok’’ cevabını aldı. Bunun üzerine konuşmasına devam etti,
- Arkadaşlar, ben mesajı hepinizin aldığına eminim verdiğiniz cevapta kuşkum yok. Bence Ali arkadaşınız mesajı almanın yanında öyküyü bire bir yaşadı. Ben arkadaşınızı kutlarım, öyle güzel dinledi ki öykünün bir cümlesini bile kaçırmadı. Dinleyici, okuyucu beğendiği olay yazılarında kendini kahramanların yerine koyar, onlarla birlikte sevinir, onlarla birlikte kızar, Ali de aynen öyle yaptı; zaman zaman yerinden fırlayacak gibi oldu, zaman zaman kendisini frenlemiş gibi ya da kendisine karşı bir saldırıdan kendini koruyacak gibi geri çekti. Gözlerini hedeften hiç mi hiç ayırmadı. Demek ki Ali’nin de elde etmeyi çok istediği bir şey var? Nedir Ali elde etmek istediğin şey?
- Sosis, Öğretmenim.
Tüm sınıfta bir kahkaha, öğretmen şaşkın… Birden Ali’nin kendisi ile alay ettiğini düşünerek Ali’yi azarladı, çıkardı not defterini bir de sıfır verdi. Bu defa Ali Şaşkın…
Ali, ne öğretmenine anlatabildi, ne arkadaşlarına, arkadaşlarının yediklerine nasıl iç çektiğini.
O dersten sonra Ali’nin adı Sosis Ali kaldı.
PROBLEM PROBLEMİ YUTARSA
Anne, akşam yemeğini hazırlama telaşında, baba Tv’de taraftarı takımın gol atması peşinde. Can ödevleri tamamlamanın peşinde…
‘’Semih aldı topu, Rıdvan’a verdi. Rıdvan şut. Top tac. ‘’
Baba’’ Be şerefsiz, o pas taca çıkartılır mı? Allah senin belanı versin! ’’
Anne bir mutfak, bir oda; mekik dokur. Her odaya girişte babaya bir taş. ‘’ Bırak şu elinden kumandayı, işin bir ucundan da sen tu!’’
‘’’Hasan topu Mikoviç’e verdi, Mikoviç Oktava’ya. Oktava şut ve gol! Sayın seyirciler, mac 1-0 oldu.’’’
Baba ‘’ O gol yenir mi? Öküz gibi durursan kalede çok gol yersin daha! ’’
Annenin sesi yükselir’’ Herif, sana diyorum, sana, madem bana yardım etmiyorsun, kapat televizyonu çocuğun ödevine yardımcı ol! ’’
Baba:
- Hanım git başımdan, sinir tepemden aşkın.
- Sinir benim tepemden aştı, paçalarımdan dökülüyor.
- Topla paçalarını, sen sofrayı hazırla.
- Emrin olur, başka bir emrin. Başının altına yastık koyayım rahat izle. Al eline kumandayı, maçı sen yönet. Sen yıldızlardan da iyi top koşturursun, golleri de sen atarsın.
Anne dediğini yaptı. Beyinin başının altına bir yastık koydu. Beyinin keyfine diyecek yok. Geçti beyinin karşısına, baktı beyinin gözünün içine…
‘’Rıdvan rakipten aldı topu. Rıtvan kaleye yöneldi. Kale boş. Rıdvan şut! ’’
Anne çekti Tv’nin fişini.
Babada sinir kat sayısı hâkimiyet sınırın bir mil ilerisi. Fırlattı kumandayı, Tv’ye mi hanımına mı belli değil. Kumanda pencerenin çerçevesine çarptı. Kumanda param parça…
Anne sakin. Anne mutlu ‘’ Otur rahatça maçını izle, birazdan yemeğin de önüne gelir! ’’ dedi ve mutfağa gitti.
Anne gitti elinde defter Can geldi ‘’ Baba ödevlerim var. ‘’ Baba ödevlerini kendin yapmayı öğreneceksin.’’ Can ‘’ Yapamadıklarım var baba.’’ Yapamadıklarını öğretmenine soracaksın.’’ Can ‘’ Öğretmen kızıyor baba.’’ Baba’’ Öğretmenin beni kızdırmasın eve ödev vermek yasak, şikâyet ettirmesin kendisini.’’
Anne, babanın karşısında, ‘’ Bu çocuğu ben anasıysam sen de çocuğun babasısın. Çocuğunun bir ödevine yardımcı olmaktan acizsin. Oldu olacak en iyisi bilmiyorum de kurtul.’’
Baba, Tv’de elle kanal arama mücadelesinde.
Can tekrarlıyor ‘’ Baba ödevim var! ’’ Anne tekrarlıyor ‘’ Çocuğun ödevi yapılmadan sofraya oturmak yok! .’’
Baba yakaladı kanalı.
‘’ Maçın son dakikaları. Beraberliği Semih’in atacağı şut belirleyecek. Semih aldı topu. Semih Şut! ’’ Televizyonun fişi yine çıktı.
Baba saçını başını yolmada. Anne tekrarda ‘’ Çocuk bekliyor! ’’ Can tekrarda ‘’ Şu soru baba.’’
Baba aldı defteri. Baktı probleme. Problem yaş problemi ‘’ Babanın yaşı senin yaşının iki katının 10 fazlasıdır. Annenin yaşı babanın yaşından5 eksiktir. Annenin yaşı kaçtır? ’’
Baba yazdı deftere,
‘’’Annemin bağırması babamın bağırmasından yüz fazladır. Annemin bağırması kaçtır? ‘’
Can ertesi gün hiç bakmadan defterini götürdü. Ödev kontrolünde gönül rahatlığı ile açtı. Ödev kontrolü kendine geldiğinde öğretmen dikkatlice okudu. Can’a ‘’ Bu ödevi kim yaptı? Can ‘’’ Babam yaptı öğretmenim.’’ Öğretmen ‘’ Tahmin etmiştim.’’ Can ‘’ Babam yüksek mimardır öğretmenim.’’ Öğretmen ‘’ Belli oluyor, bak bakalım baban nasıl çözmüş? ’’
Can probleme baktı. Problemde ’ ‘’’Annemin bağırması babamın bağırmasından yüz fazladır. Annemin bağırması kaçtır? ‘’
Öğretmen’’ Bu problemi babana söyle, annene çözdürsün.’’ Can atıldı devreye ‘’ O problemi çözmede ne var ki? ’’ dedi. Öğretmen ‘’ Tamam, o zaman kalk tahtaya çöz de görelim.
Can tahtaya kalktı.
‘’ Öğretmenim, babam bağırdığında annem bağırmaya başlamışsa babam susar. Bu durumda babamın bağırmasına 1 dersek annemin bağırması da 100 ise 1+100=101 olur.’’ Dedi.
Öğretmen Can’ın defterine yeni bir ev ödevi sorusu yazdı ‘’ Babanın bağırma kat sayısı+ Annenin bağırma katsayısı x Can’nın yaşadığı korku: 100=? ’’
Bu problem problemlerin yutanı olmuştu. Kalem yazmaz, dil söylemez olmuştu.
Can okulu bitirmişti. Anne baba problemi çözmeye çalışıyordu.
ŞEHİDİN İLK DAMLASI VATANINA SON DAMLASI OCAĞINA DÜŞER
Salih’in evi alışıla gelmiş günlerden farklı bir gün yaşıyordu. Salih’in büyük oğlu, küçük oğlu Can’nı öpmüyor, Can’la oynamıyordu. Abisi Can’nın tanıdığı tanımadığı büyüklerin elini öpüyordu, abisini büyükler öpüyordu. Abisini annesi öptü. Annesi hıçkıra hıçkıra ağlıyor, dönüp dönüp abisine sarılıyor. abisi, annesinin elini öpüyor. Abisi, babasının elini öpüyor, babası abisini…
Abisi Can’ı öpüyor. Can şaşkın.. Abisi, ‘’Hoşcakalın..’’ diyor. El sallıyor. Abisi gözden kayboluyor. Anne, ağlamaya devam ediyor. Baba sessizliğe bürünmüş, bakışlar durgun. Eş dost akraba,’’ Allah kavuştursun.’’ diyor. ‘’Sayılı gün tez biter.’’ diyor. ‘’Allah sağ salim dönüşünü nasip etsin.’’ diyor. Annesi soruyor, ‘’Kınalı kuzum sağ salim döner mi? diyor. Eş- dost, ‘’ İnşallah.’’ diyor. Can, olan biteni anlamaya çalışıyor. Kulaklarında büyüklerin sözleri yankılanıyor. Sözler peş peşe, ‘’ İnşallah, şaş Allah, sağ sağ, salim, salime, selim’, ’Kınalı kuzu’’ İyi de evde kuzu yok. Bir tek Can’nın bildiği ‘’ Miyav’’’ var.
Evde bir sessizlik bir sessizlik… Salih gitmiş, eş dost dağılmış. İçin için ağlayan bir anne, duvarla bütünleşmiş bir baba… Babanın kucağında Can. Can şaşkın… Babaya bakıyor, baba evin yedek duvarı. Can bilse nabız atışını yoklayacak. Nefes alıp verdiği, nabızlarının attığı kuşkulu.. Anneye bakıyor, anne gök gürültüsüz yağışta, Gözyaşı, sel. Dökülen gözyaşları şalvarının oluşturduğu vadide toplanıyor. Şükür eşyalar güvende. Can anlıyor, üzücü bir durum var. Başlıyor sorulara:
- Baba, anne niye ağliyi?
- Oğlum, abini askere yolladık.
- Asgerlik kötü bi şey?
- İyi bir şey oğlum.
- Anne niye ağliyi?
- Oğlum annen sevinçten ağlıyor.
- Abi ev garanlik olince geliy?
- Gelmeyecek oğlum.
- Ev şavk olunca geliy?
- Ev aydınlık olunca da gelmeyecek oğlum.
Can, fırlıyor babanın kucağından, oyuncağı elinden alınmışçasına basıyor çığlığı. Çığlık sesi bastırdı annenin çığlığını. Çığlık sesi, durdurdu annenin göyaşlarını… Anne, adı üstünde anne… Anne hemen aldı Can’ı kucağına, öptü, okşadı. Gözlerinin içine baktı, ‘’Niye ağlıyormuş benim bir tek yavrum? ‘’ Bir tek’’ sözü sevgi göstergesi mi, yoksa gerçekten tekliğin ifadesi mi? Can’da gözyaşları yerini titremeye iç çekişlere bırakır. Can annesinin sorusuna cevabı verir:
- Abi getdi, getdi.. Beni payka kim götüycek, kim oyuncak aliycak? Ben kime abiy diycem?
- Gelecek oğlum, gelecek?
- Ne zaman?
- Askerliği bitince gelecek oğlum.
Can yüzünde kalan son gözyaşı damlaları gömleğinin kolu ile siler. İç çekişler, titremeler bitmiştir. Şaşkınlık devam ediyor. Can, babaya döner. Hecelenen sorular peş peşe;
- AA- as-kee-ker-lik ney?
- Oğlum, askerlik bir çocuğun büyümesi. Büyümesi erkek olmasıdır. Bak, abin büyüdü, erkek oldu, asker oldu. Sen de büyüyeceksin.
- Ben erkek olcem mi?
- Olacaksın oğlum?
- Asger olcem?
- Olacaksın oğlum.
- Ben mama yiyecek, mama çok yiyecek, büyecek erkek olacak, asger olcek, abiye gidecek.
Anne devreye girer:
- Ben sana mama yedireyim çabuk büyü.
Can’nın mama yeyişi; mama yeyiş yarışmasından daha hızlı… Mama yeyiş Can’a bütün üzüntüyü unutturmuştur.
Can uykuda. Can, yüzüyor derin rüyalarda. Can asker elbisesi giyor. Can’ın eli silahta. Can çığlık atıyor, ‘’ Silah, boyumdan büyük, silah agir, galdiremiyem! ’’ Çığlık annenin uykularını böler. Anne yüreği….. Anne Can’ı öper, okşar. ‘’ Oğlum büyecek, oğlum asker olacak.’’ Can derin uykuda. Can koşuyor rüyadan rüyaya. Can koşuyor düşman peşinde. Can’da çığlık,’’Düşman gaçma! ’’
Sabah Can kahvaltıda. Bu can başka Can. Can sofrada ne var ne yoksa hepsinden yiyor. Mama devri bitti. Can büyüme yolunda. Kaşık elde. Kaşık dalıyor her tabağa. İki kaşık dökülüyor ele yüze. Bir kaşık buluşuyor ağızla. Lokmanın biri yutulmadan biri daha. Anne:
- Yavaş ye oğlum, boğazına tıkılacak.
- Çok yiyiycem, yiyiycem, böyiycem, böyiycem, asger oliycem.
Can bahçede…
Can sokakta. Can tek başına oyun aynuyor. Can’nın tek oyunu askercilik. Can koşuyor, can yakalıyor. Yakaladığı çoğu kes bir ağaç dalı, bir odun parçası, bir taş, bahçeye atılmış bir eşya parçası; her biri can için bir düşman.
Can, ola ki bir yaşıtını bulursa ‘’ Benle askercilik oyniy min? ’’ Derse ki arkadaşı ‘’Oynayalım.’’ Can, ‘’ Sen düşman ol, ben asger, sen gaç, ben seni yakaleyim.’’ Arkadaşı derse ki’’ Sen düşman ol.’’ Can kabul ediyor. Amaç askercilik oynamak.
Can düşman, arkadaşı asker. Can koşar, bahçe bahçe, sokak sokak. Can düşer, can kalkar, arkadaşı kovalar, arkadaşı yakalar. Can düşer, can kalkar. Can savaş kaçkını... Elbisesinde yırtılmadık yer, vücütta çizilmedik yer kalmaz. Can’ da üzülme yok, can’da ağlama yok. ‘’ ‘’Asker ağlamaz.’’
‘’Can asker olacak. ‘’ Askercilik, Can’ın oyunu,, askercilik Can’ın rüyası. ‘’ Can asker olacak.’’ Canın babası Can’a asker elbisesi alıyor. Can’daki sevinç asker olmadan da öte. Can giyiyor elbisesini. Elbiseye bakma sevini saman alevi… Can’dan ilk soru gelir:
-Hani silagim? Silagsiz asger oliy mi?
Baba biliyor silahsız asker olmaz., Baba biliyor silah ölüm.. Baba Can’ın dünyasında oyuncak da olsa silah olsun istemiyor.
Can, tekrar sorar:
- Bana silag alcan mi?
- Oğlun silah düşmana kullanılır, burda düşman yok, bir ben var, bir annen. Silahı sen asker olunca verecekler. O silahla düşmanın peşinden gidersin.
- Çok yemek yiycem, yiycem, çabucak büyiycem, asger oliycem.
- Tamam oğlum, sen büyü, büyü asker ol.
Günler geçiyor, Can oynuyor, Can yiyor, Can büyüyor. Can soruyor, baba cevaplıyor.
Can oyun oynuyor, annenin gözü televizyonda, kulağı şehit haberlerinde. Her şehit haberinde gözünün önüne kınalı kuzusu gelir. Her şehit haberinde kendisini yatak odasına atar, gözyaşlarını yanaklarında süzer.
Anne TV karşısında.Anne yerinden fırlar, ‘’ Allah kahretsin, yine şehit, yine şehit.’’ Can:
- Şehit nediy?
Baba çaresiz, sözcükler boğazında düğümlenir.Can sorar:
- Şehit kim diy?
Baba tane tane anlatır’’ Askerde vatan uğruna.. ‘’ (Bir türlü ölen sözcüğü çıkmaz ağzından.)
Can,’’ Her asker şehit miy? ’’ diye sorar. Baba:
- Değildir oğlum. Sadece ölene şehit denir.
Artık her şehit haberinde bir asker öldüğünü Can da anlamaya başlamıştır. Her şehit haberinde babasının bakışlarındaki değişiklik, annenin gözyaşları Can’ın yüreğine de absinin ölüm korku tohumlarını serpmeye başlamıştır.
Can’ın ‘’ Asker olacağım.’’ Sözüne bir yenisi eklenmiştir. ‘’ Ben asker olacağım, abiyi ben koruyacağım.’’
Can’ın soruları değişmiştir. ‘’ Abim ne zaman gelecek?
- Az kaldı, oğlum.
- Günler geçmiş ‘’ Ne zaman’’ sorularının yerini ‘’ Kaç gün’’ soruları almıştır.
Günler azalmış azalmış son bir rakamına düşmüştür. Her çalan kapı zilinde, her açılan kapıda abi geldi beklentisi son çalan telofanla birlikte uçup gitti. Çalan telefonda abi ‘’ Teskere bıraktım, onbaşı oldum.’’ diyordu. Babanın yalvarmaları, annenin çığlıkları fayda etmedi, verilen karara.
Anne dövünüyor, anne hıçkırıyor. Can soruyor:
- Abi şehit mi oldu?
Baba cevaplıyor:
Şehit olmadı, onbaşı oldu.
- On başlı mı oldu, başı mı kesildi?
- Oğlum onbaşı; komutan. Abin askerliğini bitirdi, komutan oldu.
- Ben asker olunca on başlı olacağım
- Oğlum sen binbaşı olacaksın.
- On başlı on kişinin komutanı, bin başlı bin kişinin komutanı.
Can artık oyun oynamıyor. ‘’ Komutan oyun oynamaz.’’ diyor.
Annenin gözü televizyonda, kulağı şehit haberlerinde. Can’da bitmeyen teselliler. ‘’ Ben komutan olacağım, abimi ben koruyacağım.’’
Can okulda. Can artık ‘’ Binbaşı’’ diyebiliyor. ‘’ Ben okuyup binbaşı olacağım.’’ diyebiliyor.
Can’ın okulda ‘’ Binbaşı olacağım.’’ deyişi bir gün sürdü. Ağşam eve geldiğinde evde ilk defa görülmemiş bir kalabalık, görülmemiş bir ağlama kargaşası görüyordu. Can annesinin ağladığını her gün görmüştü babasını ilk. Baba ağlıyor baba ‘’ Ben öldüm.’’ diyor. Can ‘’ Baba ölen abim.’’ diyor. Baba,‘’Oğlum, şehidin ilk damlası vatanına, son damlası ocağına düşer. O damla beni, anneni her gün öldürür.’’ dedi.
Can kendi kendine ‘’ Abi öldü, baba, öldü, anne öldü, ben yaşıyor muyum? ’’ diyordu.
Sahi, Can yaşıyor mu? Sahi, yaşayan bedenler kaç ölü beden taşır can bedende?
SİFONU ÇEKTİM
Her anne bir Karatay… ‘’Çocuğuma ne yedireceğimi, nasıl yedireceğimi en iyi ben bilirim!’’ diyor. ‘’ Tabağına ne koyarsam onu yer, hele bir yemesin!.. Açarsın ağzını, tıkarsın lokmayı ağzına, kaşığın sapı ile tulum peyniri basar gibi basarsın. Lokma nimettir, çocuğum yemedi diye lokmayı çöpe döken kadınlar var ya kadınlar hiç mi hiç Allah korkusu yok. Afrika’da , Somali ‘de milyonlarca çocuk açlıktan ölürken biz de milyonlarca ton yiyecek çöpe gidiyor. Yazık, Yazık!’’ Allah sizi inandırsın daha tek lokmayı çöpe atmadım, kurban olduğum Allahım attırmasın.’’ diyor.
Her anne- baba bir Cüceloğlu… Kimi baba ‘’ Çocuğa nasıl yaklaşılır en iyi ben bilirim, testten başını kaldırdı mı basarsın sopayı. Bak bakayım bir daha kaldırabiliyor mu?
Kimi anne ‘’ Çocuk çalışırken işi gücü bırakacaksın. Çamaşır, bulaşık bekler. Çocuk beklemeye gelmez. Çocuğun başında nöbet tutacaksın, elin ensesinde olacak. Başını kaldırdı mı elin ensesinde olacak. Nefes aldırmayacaksın. Nefes aldırmayacaksın ki okuduğunu sindirsin. Bir nefes aldı mı bütün okudukları uçar gider. Çocuk öküzün trene baktığı gibi bakar kalır ardından…’’ diyor.
Oldum olası derslerden anlamam. Testlerden hiç mi hiç anlamam. Tek tutkum futbol. Bir de vurdulu kırdılı filmler, az da olsa polisiye romanlar… Bunları annene gel de anlat. Anlatamadım tabi ki. Bir anlaşma imzaladım annemle. Anlaşmayı rızamla imzaladım dersem hâşâ, yukarda Allah var, çarpar. Anlaşmayı mecburiyetten imzaladım. On teste karşılık bir sayfa roman okuyabilecek, yüz testte karşı bir saat top oynayabilecektim. On test, yüz test kolay. Topu topu yüz harfi yuvarlak içerisine alacaksın. Gel gelelim topu nasıl oynayacaksın? Diyeceksiniz, tutkusu olan biri top oynamayı niye dert edinir? Okuldan 3.00’te çıkıyorsun, eve gelişin 3.30. Üzerini değiştirdin, yemeğini yedin saat oldu 4.30. Yüz test çözdün oldu saat 6.30.. 6.30’da hava kararmış, sokaklar boşalmış, topu kiminle oynayacaksın.
Kendi kendime dedim ki ‘’ Testi, fazlası ile çöz, top oynamayı hafta sonuna kaydır, hafta içi haklarını da ekle üstüne, hafta sonu iki gün doya doya top oyna.’’
Okuldan eve geliyorum, geçiyorum testin başına. Dikiliyor annem başıma. Sorulara bakıyorum, sorular bana bakıyor. İşin garibi ben soruları görüyorum, sorular beni görmüyor.
Önce soruyu okurmuş gibi yapıyorum, sonra başlıyorum düşünmeye, bir yandan düşünüyorum, bir yandan her satırın altını iyicene çiziyorum. Arkadaşlar öyle yapıyordu. İyi kötü sekiz senede sekiz harf öğrenmiştim. A, B, C, D, öğrendiğim harfler arasındaydı. Düşünmeyi sindirdikten sonra gözüme kestirdiğim harfi dairenin içine alıyorum. Annem başlıyor saymaya, ‘’ Bir’’ Ben daire içine alıyorum annem ‘’ İki’’ , ben daire içine alıyorum annem sayıyor ‘’ Üç, dört…….., doksan dokuz…’’ Çoğu kez yüz demeden uyumuş kalmıştır.
Ben test çözdükçe daha doğrusu çözer gibi yaptıkça annem kendini kaptırıyor. Test çözer gibi yaptıkça dedim, ben asla yalan söylemem, yalan söyleyenden hoşlanmam. Bu huyumdan değil mi sınıfta çok az arkadaşım oluşu.
Ben test çözer gibi yapıyorum annem coşuyor. Ben test çözer gibi yapıyorum annem coşuyor. Her daire içine aldığım cevap şıkkı annemde rakip takımın kalesine atılan bir gol sevinci. Test çözme oyunu nerdeyse bana top oynamayı unutturdu unutturacak. Ben çözdükçe annem gaza geliyor ‘’Yatmadan önce on test daha çöz, aklında kalır.’’ Sabah kalkıyorum ‘’ Dur, yüzünü yıkamadan on soru çöz! ‘’ Sofraya oturacağım ‘’Oturma, on test çöz, iştahın açılır! Sıkışmışım tuvalete gideceğim ‘’Dur, sık dişini, on test çöz, dirayetini arttırır!’’ Tuvaletten çıkıyorum ‘’ Ara verme, araya soğukluk girmesin hemen on test çöz!’’
On test; yatak duam, on test, iştah açıcım, on test; isal sökücüm, on test yemek üstü sindirim kolaylaştırıcı meşrubatım, bol köpük ayranım. On test hayatım.
On test annemin sevinci. Annemin övünç kaynağı. Komşularımıza nasıl hava atar bir bilseniz ‘’ Benim oğlan var ya, benim oğlan, on test çözmeden yatağa girmez, benim oğlan var ya benim oğlan, on test çözmeden sofraya oturmaz. Benim oğlan var ya, benim oğlan on test çözmeden tuvalete gitmez. Benim oğlan on test çözmeden tuvaletten çıkmaz.
Annemin test sevinci birinci TEOG sınavına kadar katlayarak sürdü. Allahtan TEOG sınavı çabuk geliyor yoksa annemin mahallede tek dostu kalmayacaktı, anemi yolda sokakta kim görse yolunu değiştirirdi. ‘’ Şimdi yine başlayacak, oğlum var ya oğlum, diye.’’ diyerek.
TEOG sınavında annemin yerini kafesinden fırlayacak bir aslan aldı. Annelik dürtüsü olmasa beni tek pençede parçalayacaktı, ben TEOG’ta sıfır almıştım. Annemin ilk sözü ‘’ Bunu bana nasıl yaparsın?’’ Beni derin bir düşünce aldı TEOG’a niçin girmiştim, anneme bir şey yapmak için mi? Cevabını bulamadım, anneme verilecek cevabı buldum. Bülbül gibi şakıdım’’ Canım annem, cicim annem, vallah billâh sınav başlamadan öncede yüz test çözmüştüm, hepsi de doğru idi. Sınav başlamadan önce bir sıkıştım bir sıkıştım, koşa koşa tuvalete gittim. Tuvalete zor yetiştim. Sınava geç kalmamak için bir yandan pantolonumu çektim bir yandan sifonu. Sifonu çektim, bütün cevaplar uçup itmiş. Sınava girdiğimde hiçbir şık gözükmüyordu, soruda A, B, C, D var, cevap anahtarında küçük küçük kutucuklar var, o koca soruları ben küçücük kutucuklara nasıl sığdırılacağını bilemedim . Söz, yarın ben o sifonu kırarım.’’dedim. Annem ‘’ Sen sifonu kırmadan ben kafanı kracağım.’’ dedi demesine. Tabi ki kırmadı, kırsaydı ikinci TEOG sınavından nasıl sıfır alacaktım?
DEMOKRASİ ve ÖZGÜRLÜK MÜZESİNE HOŞ GELDİNİZ
Demokrasi… Özgürlük… Söyleyişi bile okşuyor insanın gönlünü tıpkı insanın birinden ‘’ Seni seviyorum.’’ sözünü duyması gibi…
Ozanlar değil midir en güzel sevgi sözünü söyleyenler…
Ozanlar değil midir en güzel değerlere gönül verenler…
İşte, ozan dememiş miydi ‘’Adını dağlara, taşlara yazarım/ Hey özgürlük!’’
15 Temmuz gecesinde inlemişti dağ taş ‘’ Özgürlük’’’ sesiyle. Caddeler dolmuş taşmıştı. Gündüz boşalmış, geceler bir daha bir daha dolmuş taşmıştı. Bir başkaydı özgürlüğün sesi gecelerin yelinde, bir başkaydı yıldızların altında. Her gece, katlandıkça katlanıyordu tadı, kokusu. Mırıldayan her dudakta aynı terennüm’’ Hey özgürlük’’ Kaybedilişinde anlaşılan bir değer gibi 15 Temmuz’un kertiğinde katlandıkça katlanıyordu tadı.
Kadınsı duygularımın yok oluşuna ilk defa şahit oluyordum. Yere düşen bir çocuğun karşısında gözyaşı seline boğulan bende yere serilen bedenler karşısında tek damla gözyaşı damlamıyordu. Yere serilen her beden alkış sesine boğuluyordu. Bende alkışların en güçlüsü. Haykırışların en güçlüsü ‘’ Ey vatan, sen nelere kadirsin!’’
Kadınsı duygularımı yok oluşuna ilk kez şahit oluyordum. Kavgayı gördüğünde kavgadan yüz adım, bin adım kaçan ben göğsümü kurşuna siper ederek üstüne üstüne gidiyordum, yüz adım, bin adım…
Tehlikede evin yolunu tutan ben, evi, çocukları, akan zamanı unutmuştum. Şerife bacıları Nene Hatun görüyordum. Hayır, hayır Nene Hatunun ruhu bendim. Asım Olçakları, Ömer Halisleri Seyit Onbaşı görüyordum.
Şehit kanı ile sulanmıştı vatan bir kez daha. Şehit kanı ile boyanmıştı bayrak bir kez daha.
Yüzlercesi şehit olmuştu vatan uğruna bir kez daha.
O güne, günlere tanıklığım sorgu üstüne sorguluyordu beni. ‘’ Şehit düşmemekle iyi mi etmiştim? Meydanlara çıkmakla bitmiş miydi görevim?’’ Hayır, hayır bitemezdi. O günleri yarınlara miras olarak taşımalıydım. O günleri yarınlara miras olarak taşıyabilirsem Çanakkale’de, Dumlupınar’da cephede; 15 Temmuz cadde, sokakta vatan uğruna canını verenlere ödeyebilecektim borcumu. Ödeyebilecektim vatana olan borcumu.
O günleri öyküleştirmeliydim. O günleri destanlaştırmalıydım.
Yarınlara bu duyguyu en iyi ben anlatmalıydım. Yarınlara... Çocuklarıma, torunlarıma… İyi de nasıl anlatmalıydım? Belki de bugünden başlamalıydım anlatmaya.
Anlatacaktım anlatmaya, fırsat verse ikizim. Atılıyor lafa ‘’ Hangi saniye benden ayrı idin?’’ Benden yanıt yok. Direktifler diziliyor ‘’ Anlatacaksak birlikte anlatacağız. Ben yok, biz var. Biz demek; birlik demek. Birlik demek; güç demek, başarı demek.’’ Susmak bilmiyor. Veriyorum kalemi eline. Yazıyor, siliyorum. Alıyorum kalemi elime yazıyorum, siliyor…
Olmuyor, olmuyor. İçimden bir ses ‘’ Öykü öyle yazılmaz.’’diyor. Gözlerim ışılıyor. Birden öğretmenimin ‘’ Yazdıklarınızı içten yazınız, içten yazmak için içinizdeki sese kulak verin.’’ sözü çınlıyor kulaklarımda. Oldu bu iş. İçimden ses geldi. Kendimi teslim ettim içimin sesine. Söylediklerini yazmaya, yazdıklarımı okumaya başladım.
Aman Allahım, o da ne? Ben yaşlanmışım. Saçlar beyaz, gözde gözlük. Göğüsler suyunu çekmiş. Bel kambur, elde baston. Tekrarlıyorum aynı sözü ‘’ Dünyaya gözümü yummadan, toprağı öpeceğim. Çeşmeden bir su içeceğim. Köyümün derelerinde ayağımı serinleteceğim. Torunum soruyor ‘’ Toprak ne, çeşme ne? Dere ne?’’ Ben ‘’ iniş takımlarınızı takının yerküre iniyoruz.’’ diyorum. ‘’ Takımlarımıza ….. koordinatlarını yükleyin’’ diyorum. ‘’ Hazır! Butona basın.’’ diyorum.
Butona basılmış, inmişiz odak koordinata. Kanatlar katlanmış, ayağımız yere basmış. Karşımızda bir yazı ‘’ DEMOKRASİ - ÖZGÜRLÜK PARK ve MÜZESİ’’ Yaklaşıyoruz kapıya. Bir ses ‘’ Lütfen, butona basınız.’’ Benim torun hem çevik hem meraklı, çoktan basmış bile butona. Yine bir ses ‘’ DEMOKRASİ-ÖZGÜRLÜK PARK ve MÜZESİNE HOŞ GELDİNİZ.’’ Bir ses daha ‘’ Lütfen, butona basınız. ‘’ Butonum, torun; ben bir şey demeden hallediyor. Bir kapı açılıyor. Köhne bir kamyon, direksiyonda siyah ferace içinde yaşlı bir kadın. Bir ses ‘’ Lütfen butona basınız.’’ Butona basılır basılmaz başlıyor kadın şoför konuşmaya ‘’ Ben Şerife Boz, 15 Temmuz demokrasinin son virajında, direksiyona el atan.’’
Yeni buton yeni kapı, Askeri üniformalı ‘’ Ben, Ömer HAlİSDEMİR, ben o gün ölümden korksaydım, o gün ölmeseydim bir başka gün yine ölecektim. Ben o gece öldüm, binlercesi ölmesin diye. O gece öldüm özgürlüğün tadı kadran olmasın diye. Aslında ben ölümsüzlüğe adım attım o gece…’’
Bir kapı, bir buton daha. Tank; tankın altında bakışları ışık saçan biri ‘’ Ben, Metin Doğan. Bir hiç uğruna ölmektense vatan uğruna ölmeyi tatmak istedim o gece. Binlercesine ışık, binlercesine yol oldum o gece.’’
Erol OLCAK, Abdullah OLÇAK ‘’ Vatan sevgisi evlat sevgisi, vatan sevgisi baba sevgisi.’’ diyor baba- oğul.
Yeni müzeler, yeni kapılar. Vatanı yoktan var edenler: Anafartalar Komutanı, Seyit Onbaşı, Meçhul Askerler…
Nene Hatunlar, Hasan Tahsinler, Sütçü İmamlar, Karayılanlar…
İyi ki butonlar var. Yoksa torun ‘’ O ne, bu ne?’’ diye diye kalan iki tel saçtan edecekti.
Parkın çıkışında yeni bir müze daha. Bu defa butonlar yok. Torun soruyor ben cevaplıyorum ‘’ Bu, kitap insanlar yıllar önce kâğıtlara yazardı. Bu, araba. İnsanlar yıllar önce sadece karada yaşardı. Bir yerden bir yere araba ile giderdi.’’
Torun sordukça soruyor ‘’ İnsanlar niye şehit, niye gazi oluyordu?’’ Ben anlatıyorum ‘’ insanlar yaşam alanlarının sadece toprak olduğunu sanıyordu. O nedenle güçlü olan güçsüzün toprağını alma sevdasındaydı. Vatanı uğruna ölmeyi göze alan koruyabiliyordu vatanını tıpkı Çanakkale’de, Sakarya’da olduğu gibi 15 Temmuz’da olduğu gibi. Torun soruyor ‘’ İyi mi ettiler?’’ ‘’ İyi ettiler tabi ki taşımış olduğumuz Y1 Belgesi onların sayesinde. Bu gün sadece G1 Belgesi taşıyanlar vatanı olmayan sadece gökte barınma hakkı elde edenler. Onlar da Y1 Belgesi olanlara her yönden bağlı, hakları kısıtlı.
Torun sordukça ben şakıyorum. Nerdeyse ihtiyarlığımı unutup periler gibi hünerler sergileyeceğim.
Torunun son sorusu ot tıktı boğazıma ‘’ Anneanne, insanlar yaşamayı, yaşatmayı bilmiyor muydu? Tek öğrendikleri birbirlerini öldürmek miydi?’’ Susmuştum…
Ben sustum, ikizim girdi devreye ‘’ Ne yazık ki insanoğlunun ‘’Demokrasi ve Özgürlük’’ ü keşfi, uzayın keşfinden fazla zaman aldı.
İkizimden geri kalamazdım, şaşkınlığımdan sıyrılıp son sözü ben söyledim. ‘’ Demokrasi, özgürlük volkanların suskun hali. Uyum hali. Bir yer değiştirirse katmanlar, Yerkür’ün, Uzöbir’in Cehennem hali.’’ diyebildim.
İnsanın insanı yaşatması gerçekleşmiş miydi? Gerçekleşecek miydi acaba?..
DEMOKRASİ, ÖZGÜRLÜK ŞEHİTLERİ BENİ BAĞIŞLAYIN
Alışılmış bir gece değildi o gece. Selalar vakitsiz okunuyordu. Sofralar ortada kalmış, yorganlar açılmamıştı…
Selalar vakitsiz okunuyordu… Soranlara müezzin ‘’ Birazdan ölüm haberleri duyacağız. Ölülerimize vaktinde sahip çıkmazsak ölümlerin ardı arkası kesilmez.’’ diyordu.
İlk ölüm haberi gelmişti. Ölmüştü Ömer HALİSDEMİR. Bu ölüm; ölümlere ‘’Dur! ’’ deyiş… Bu ölüm; ölümlere barikat, ölümlere kelepçe. Bu ölüm; umutlara müjde.
Tanklar koyulmuştu yollara. Uçaklar gözü dönmüşçesine uçuyor, gözü dönmüşçesine fır dönüyordu. Nere, ne zaman konacak, nereyi ne zaman vurdu vuracak bilmece.
Bu gidişe kim’’ Dur! ’’ diyecek?
Bu gidişe, bu vatanı kendine yurt etmiş yediler - yetmişler ’’ Dur! ’’ diyecek. Yediler - yetmişler ‘’Dur! ’’ diyecek, görülmemişçesine, duyulmamışçasına…
Sofrasını yerde bıraktı Şerife Boz. Giydi feracesini. Geçti köhne kamyonun direksiyonuna. Geçti yan komşusu yan koltuğa. Mahalle çoluk çocuk kasaya…
Binler yol, binler kurşun. Milyonlar gözyaşı. Sele döndü dönecek. Hainleri boğdu boğacak. Tank Boğazı geçti geçecek. Vatan gitti gidecek.
Tanka takoz gerek, takoz kazandıra üç beş saniye. Üç beş saniyede milyonlar imdada yetişti yetişecek.
Metin DOĞAN takoz. Tank çare peşinde. Ölüm tablosu bu kadar mı güzel olur? ‘’Ölüm soğuk, ölüm ürpertici.’’ Bu ölüm başka. Bakışlar ışık saçıyor. Dudaklar en güzel ezgileri mırıldıyor. Yumruk; özgürlük abidesi. Bakışlar ışık. Koşuyor milyonlar ışığa. Yaşasaydı Picasso, Dali, Van Gogh, Da Vinci, Miro, Renoir, Mone çoktan girişmişti savaşa. Her biri resmi en iyi kopyalamanın, resmi önce abideleştirmenin mücadelesinde olacaktı.
Tank can havli… Bariyere tırmanır, bedene tırmanır. Tırmanışlar nafile. Üsküdar sel olmuş akıyor, Acıbadem sel olmuş akıyor.
Cağaloğlu ölüme koşuyor. Boğaz ölüme koşuyor. Yedi - yetmiş ölüm yarışında. Yarışmayı ilk göğüsleyen baba- oğul Erol OLCAK, Abdullah OLÇAK. Şüphe yok tanık olabilseydi Mehmet Akif Yazacaktı:
Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber
Sana aguşunu açmış duruyor peygamber
Vatana bedel ödemek bu kadar mı sevindirirdi insanı? ‘’ Bir bacağım kurban olsun vatanıma, ikinciyi vermeye hazırım.’’ diyordu en gür seste Derya OVACIKLI.
Oğlunu kaybeden Bayram KOCATÜRK ‘’ Oğlum, baba ben şehit olacağım' diye gülerek söylerdi. Oğlumu gülerek uğurlayacağım.’’ diyordu.
Verilen canlar, dökülen kanlar şairin:
Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır
Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır
dizelerine bir göndermeydi.
Akan her kandamlası sahiplik belgesine atılan bir imzaydı.
………..
Binler yürek yüreğe, binler el ele. Birikiyor biyo enerji. Birikiyor… Eriyor koskoca tanklar. Yükseliyor gözyaşı seli. Yutuyor koskoca tanklar.
Çankaya- Tandoğan…
Namlu çevrilmiş masum yüzlere. El tetik. Tetik çekti çekecek. Binler öldü ölecek. Yükseliyor ‘’Allahü Ekber’’ sesleri. Her Allahü Ekber bir şamar, her Allahü ekber bir kurşun. Her Allahü Ekberde donup kalıyor bir tetik el. Her Allahü Ekberde atıyor bir hain kendini yere. Düşen her hain, diliyor el aman. Tükürüyor suratına yedi - yetmiş. Tükürüyor, kurşun sıkmıyor, boğazını sıkmıyor. Biliyor insan, insan canına kıymaz. İnsan, insana can verir.
Bir Mehmet iki ateş arası son mektubunu yazıyor ‘’ Milletime çare olamadığım için milletimin kurşunu ile öleceğim, milletime kurşun sıkamadığım için hainin kurşunu ile öleceğim. Ölüm beni korkutmuyor. ‘’Vatan haini’’ diye anılmak beni korkutuyor. Ne olur ızdırabımızı anlayın. Dua mua da istemeyiz hani. Yeter ki vatan haini diye anmayın.
İstanbul caddeler dolmuş taşmış. Yer gök Al yıldız bayrak Ankara- İzmir caddeler dolmuş taşmış. Yer gök Al yıldız bayrak. Adana- Samsun caddeler dolmuş taşmış. Yer gök Al yıldız bayrak. Edirne- Kars caddeler dolmuş taşmış. Yer gök Al yıldız bayrak
Seksen milyon bir yürek, seksen milyonun dilinde:
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
………
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklal.
Her doğan yeni günde her yaşama merhaba diyen ‘’ Inga, ınga! ’’ seslerinin ardından üflüyor kulaklarına imamlar, kimisine Ömer, kimisine Olçak…
Her Ömerler, Olçaklar yarınlara bir tohum.
Öğretmenler sınıflarda aşılıyor ‘’Biz birlik, biz yarın. Biz özgürlük. Biz demokrasinin bekçisi. Her birimiz bir Ömer, bir Halis, Bir Olçak…’’ sözü ile duyguların en güzelini.
Bense şehitlere, gazilere sesleniyordum ‘’Ey yüzlerce şehit, binlerce gazi! Bağışlayın beni. Ben, ne Picassolar gibi resmedebilirim sizi, ne de Mehmet Akif gibi şiirlerde yüceltebilirim. Ben, ancak sizi naçizane gönlümde yüceltebilirim.’’
FİLM ADI:
VATAN KURDUNU BÖYLE ATAR
FİLM ÇEKİM ZAMANI:
FİLMLERİN MAKARA SARDIĞI GECE
FİLM ÇEKİM MEKÂNI:
ANADOLU’NUN TÜM SATHI
VATAN KURDUNU BÖYLE ATAR
Kırlangıçlar susmuştu Temmuz akşamı. Atmacalar göç etmişti dağların kuytusuna. Yer gök inliyordu. Yer gök deprem… Her dört duvar deprem merkezi. Her çarpan yürek fay hattı.
Bu deprem başka deprem…
Çığlıkların yerini ‘’ Allahü Ekber’’ sesleri almıştı. Bu deprem başka deprem. Kaçmıyordu ölümden insanlar. Korkmuyordu ölümden. Koşuyordu ölüme yarışırcasına.
Bu deprem başka deprem…
Yardıma koşmuyordu Somali. Yardıma koşmuyordu, Arjantin. Bu deprem başka depremdi. Taziyede bulunmuyordu Putin, taziyede bulunmuyordu Obama. Meraktaydı, İngiltere. Meraktaydı, İtalya. Film izliyordu, Fransa Belçika. Bu film, bol serüven, bol trajedi.
Bir filme tanık Temmuz gecesi…
Bu film başka film. Seksen milyon yönetmen. Seksen milyon başrol oyuncusu. Seksen milyon senarist. Mekân; cadde, boğaz. Mekân; yer gök. Perde semalar. Perde tüm satıh Anadolu. Dekor kostüm; bol çeşit, bol çeşni.
SAHNE:1
Bu film başka…
Alt üst görev yetki. Alt üst makam mevki. Başçavuş Ömer, albay olmuş, albay piyade. Gürlüyor Ömer ‘’ Emir bende, ölüm sırası sende. Türk askeri vatanı korumak için emir beklemez, bedenini siper etmek için emir beklemez. İşte Sırat. Önce vatan kurdunu atar Sırat’tan. Peşinden yiğidini salar uğurlamaya. Merak etme kaçmam, birlikte çıkarız sorgu makamına. Suratını görmek isterim sorgu meleği karşısında.’’ dedi ve sıktı bir kurşun, bir kurşun, bir kurşun daha... Albay uçtu Sırat’tan tepe taklak. Ömer bu, bırakır mı peşini, takındı otuz kanat uçtu peşi sıra. Sırat altı çukur, Sırat altı tünel. Tünel adım başı barikat. Karış karış demir çivi döşeli. Ömer kanatlı kuş. Albay sürüngen. Bir kanatta süzülüyor Ömer. Tünel ağzı Cennet-i ala. Albay her kulaçta bürünüyor yaradan yaraya.
SAHNE:2
‘’ Dağ-tepe aşan tank; bir bedenden geçemez.’’ Senarist böyle yazmış. Yönetmen emrediyor ‘’ Bu film çekilecek!’’ Yönetmen emrediyor ’’ Bu film, montaj olmayacak noter huzuru gerçek olacak.’’ Yedi düvel noter, milyon optik mercek. Milim sahne gözden kaçmaz. Milim yalan, milim montaj imkânsız.
Metin Doğan başrol oyuncu. Atıyor bedenini palettin altına. Beden demir kütlesi. Beden sağ.Palette ‘’ Tık ‘’yok. Fizik profesörleri şaşkın. Optik mercekler şaşkın. Oscar ödüllü yönetmenler, Berlin ödüllü senaristler şaşkın. Aktörler şaşkın. ‘’ Beden tank eziyor.’’ Bu nasıl olur? Cevap peşinde fikir babaları. Toplantıda Benjamın, Thomas, Faraday, Andre, Wılhelm. Labarotuvarda Luıgı, Hennıg Joseph, Robert, Carl.
SAHNE: 3
Baba- oğul tek kurşunda ölecek. Baba oğula gülecek. Oğul babaya. Başrolde Erol Olçok, Abdullah Olçok. Tek kurşunda seriliyor yere baba Erol. Tek kurşunda seriliyor yere oğul Abdullah. Kıvrılıp dönüyor baba oğula, oğul babaya. Gülümsüyor baba oğula, oğul babaya. Güller açıyor babanın yanağı, güller açıyor oğlun yanağı. Işık saçıyor babanın gözleri. Işık saçıyor oğlun gözleri.
SAHNE: 4
Gözyaşı sel olacak. Cadde sokak sel olup akacak. Vatan kurdunu ‘’Marmara’ya dökecek. Gözyaşı sel olup aktı Üsküdar, aktı Acıbadem. Doldu taştı Marmara. Kızıla boyandı deniz, ay yansıdı üstüne. Yer gök al yıldız bayrak.
Şair okudu şiirini:
‘’ Ey Marmara! Nelere kadirsin
Yüzyıl öncesi yuttun boğazında yedi düvel
Yüz yıl sonrası yuttun öbür boğazında yedi çakal
Ey düvel-i cihan bak da ibret al
SAHNE:4
Bedenden kale yükselecek. Meclis kaleye hapsedilecek. Kurşun işlemeyecek kaleye. Tek taş oynamayacak yerinden. Kale havadan , karadan kurşun yağmuruna tutulacak- Film gerçekçi olacak- Kale örüldü bir nefeslik an biriminde, Eyfel yüksekliğinde.
START!
ÇEKİM!
F-16’lar kuş sürüsü. Kurşun sağanak yağmur. Köşe başlarından destek atış. Her kurşun depiyor geri.. Her kurşun gül açıp süzülüyor semalara. Peşinden kanat çırpıyor beyaz güvercinler. Bir taş güvercin olup uçmadan bir taş konuyor yerine. Kurşuna geçit yok.
Gökyüzü güvercin sürüsü, yeryüzü alkış sesi. İnliyor kale, ecel havli F-16’lar.
SAHNE: 5
Bütün satıh ay yıldıza donatılacak, gökyüzü yıldıza. Beyaz güvercinler ‘ ‘ Semaha duracak’’
START!
ÇEKİM!
Bütün satıh al yıl yıldız, Semalar yıldız kümesi. Güvercin sürüsü semahta.
Bu nasıl organize? Bu Nasıl senarist, nasıl yönetmen? Soruları ile gelen şaşkınlık ‘’ Bu nasıl görsellik(!)..
Şair şiirine bir yenisini ekledi:
:
‘’Ey Rabbim! Bahşettiğin Cennet-i Ala bu olsa gerek
Dost düşman bakıyor imrenerek’’
Vatan kurdunu attı
Kurulsun düğün dernek
Çalsın zurna, çekilsin halay
Bu diyar başka diyar, bayrağı al
Ölüm şerbeti yiğidin, şanı şehit
Mekânı Cennet, toprağı gül
DİP NOT:
Biz bu filmi yedi asırda yazmıştık. Biz bu filmi yüz yıl önce çekmiştik Çanakkale’de, Dumlu- pınar’da, karlı tepelerde, buza kesen gecelerde katığımız buğday tanesi, süngümüz yürek, tırnağımız keski.
Şimdi Temmuz akşamı çektik yıldızlı gecelerde. Şükür karnımız tok, sırtımız pek. Ayağımız yalın değil. Silahımız aynı. Yüreğimiz süngü, tırnağımız keski. Yönetmenimiz aynı, senaristimiz aynı. Oyuncumuz aynı. Bir düşmanımız ayrı. Bu düşman bedenimizin parçaları. Elimiz, ayağımız, gururumuz. Adı ‘’ İhanet’’
İMZA:
Seksen milyon senarist Seksen milyon yönetmen Seksen milyon oyuncu
GÖSTERİM:
Yedi asır
TÜM DÜNYA SİNEMALARINDA
GECEYLE GELEN ŞAFAĞIM
İlk defa uykusuz geçirdiğim geceydi, 15 Temmuz gecesi. Bir türlü geçmek bilmeyen gece… Sabahı karanlık olan gece… Yanıtsız sorularla dolu gece… Sabaha ne olacak? Sabahı görebilecek miyiz soruların top sesleri ile yarıştığı, top seslerinin ‘’Allahu ekber!’’ sesleri ile yankılandığı gece…... 15 Temmuz öncesi anneme, babama kafamı kurcalayan başka başka sorular sorardım. Onların cevabı kısa ve net ‘’ Zamanı gelince anlarsın.’’ Kızardım onlara, bir soruya cevap vermek zor mu diye. ‘’ Zamanı gelince anlarsın.’’ Çocukları baştan savmanın kolay yolu muydu? Annemin bıkmadan tekrarladığı söz ‘’ Anne olunca anlarsın anne sevgisini.’’ Anne olmadan anlaşılmaz mıydı anne sevgisi? Büyüklerin deyimiyle ‘’ Zamanı gelince anlarsın…’’ Anlamsız ya da basit bulduğum öğretmenimizin sorusu ‘’ Vatanınızı seviyor musunuz?’’ Gülümserdim’’ Bunu bilmeyecek ne var.’’ Öğretmenin sorusuna Sınıfın en yaramazından en çalışkanına ‘’ Severim!’’ diye karşılık verirdik. Savaş, barış, dost, düşman okumuştuk kitaplardan, dinlemiştik öğretmenlerimizden. Öğretmenlerimiz sormuş, biz cevap vermiştik. Çok zaman ‘’ Doğru söyledim, 100 aldım.’’ diye övünmüştüm. Darbe masallarını- 15 Temmuz’a kadar masaldı benim için- babamdan çok duymuştum. Kızardım babamın filmin en heyecanlı yerinde ‘’ Biz ne darbeler gördük.’’sözüne. Kendi kendime ‘’ Gördüysen gördün, bize ne.’’ derdim hep. ‘’ Zamanı gelince anlarsın!’’ 15 Temmuz bir zamandı. Tekrarı olmayan bir zaman. Anlamanın kapımı çaldığı zaman. Darbenin ne olduğunu anlamamın zamanı. Kitaplarda okuduklarımdan farklıydı, babamdan duyduklarımdan farklı. Sabaha kadar uyumadığım, ölüm korkusunun soluklarımla yarıştığı darbe. Babama kızmanın suçluluğu üzerime çöken bir yük; bedenimde ayrı bir savaş, sokakta ayrı bir savaş. 15 Temmuz; vatanı sevenin, sevmeyenin tartı zamanı, ayna zamanı. 15; Temmuz dost kim, düşman kim anlamanın zamanı. 15 Temmuz’da vatanı sevmenin ‘’ Seviyorum.’’ demek olmadığını anladım. Vatanı sevmek tankın altına bedeni sermekmiş meğer. Vatanı sevmek; vatana zarar vereceğini hissedenin kurşunu kendi kafasına sıkmasıymış meğer. Vatanı sevmek; vatana göz koyanın kafasına kurşun sıkmakmış meğer. Vatanı sevmek; aylar boyu açlığı susuzluğu, uykusuzluğu göğüsleyip, evdeki evladı terk edip vatana sarılmakmış. Vatanı sevmek; kini, düşünce farklılıklarını bir saniyede yok edip tek yumruk olabilmekmiş. 15 Temmuz’da bir tek ben mi çok şey öğrendim? 15 Temmuz’da Cumhurbaşkanından-başbakanına, yedisinden yetmişine, yetmiş beş milyon çok şey öğrendik. Bunlardan en önemlisi; gerektiğinde tek yumruk olabilmek. Gerektiğinde vatan uğruna seve seve can verebilmek. 15 Temmuz, adını tarihe yazan şehitlerimizin ölümsüzlüğünü tarihle birlikte kalplerimize kazıdı. 15 Temmuz, bir güneş bakmasını bilene, 15 Temmuz, bir yol yürümesini bilene. 15 Temmuz, bir hazine, harcamasını bilene. 15 Temmuz; vatanı sevmenin, millet olmanın dosta düşmana, bütün cihana haykırmanın zamanı. Selam olsun 15 Temmuz’u ölümsüz kılan şehidine, gazisine, gecesini gündüzüne katan, yüreğini yıldız yapıp karanlığımızı aydınlatan daha nicesine… Selam olsun yurdumun kurduna kuşuna. Selam olsun Anadolu’ma, selam olsun Türkiye’me. 15 Temmuz, vatanın bir parçası olduğumu anladığım geceydi. 15 Temmuz, bu vatanın sahipsiz olmadığımı anladığım geceydi ve bu vatana bir can borcum olduğunu anladığım geceydi.
DESTANLAR DİYARI ANADOLU
Babalarımızın anlattıkları bize masal gelirdi, değil mi? Bana da öyle gelmişti doğrusu. Tekrar tekrar anlatılmasından sıkılsak da onlar anlatmaktan sıkılmazdı.
Babam, babasından Çanakkale Savaşları, Kurtuluş Savaşı masalları dinleyerek büyümüş. Babamın babası her iki savaşa katıldığı için anlatımı yaşayarak anlatırmış. Belki de bu yüzden masallaştırmadan anlattığı için sıkılmadan anlatırmış. Babam da sıkılmadan dinlemiş olmalı ki benim sıkılacağımı aklının köşesinden bile geçirmeden anlatırdı hep. Masalın her sonunda da’’ Bu günlere şükür. Allah yurtsuz yuvasız bırakmasın. Bayrağımızı yerlere düşürmesin.’’ derdi.
Bir de sınıflarda, vatan, millet, bayrak şiirini en güzel okuyan yarışına girerdik. Öğretmen de en güzel okuyanı seçerdi. Seçilen sevinir, seçilmeyen üzülürdü. Vatanın, milletin, bayrağın ve de özgürlüğün bizim birinci seçilmemiz kadar önemi yoktu ta ki 15 Temmuz’un zorlu gecesine kadar.
O gece savaşın masalını dinlemiyor, kitaplardan okumuyordum. Savaşı yaşıyordum. İnsanların ölüm yarışına, insanların öldürme yarışına girdiği gece. Ben ölecek miydim? Ben sabaha çıkabilecek miydim? Çocukların gözünün önünde anne babaları öldürülüyordu. Kardeşleri ölüyordu.’’’ Ya aynı durumda ben kalırsam..’’ düşüncesine bile dayanamıyordu bedenim. ‘’Ya onlar nasıl dayanıyor? ’’ sorusu sınavlarda zorlandığımız sorunun binlerce kat zorluğu…
Meclis yıkılıyordu. Evimiz yıkılacak mıydı? Okulumuz yıkılacak mıydı? Arkadaşlarım olacak mıydı? Sorular uzadıkça uzuyordu. Sorular geceyi uzatıyordu, gece soruları… ‘’Sabah olacak mıydı? ’’
Sabah olmuştu. Ortalık aydınlanıyor. Silahlar susuyor, silahlar toplanıyordu. Silahların yanında silahtan daha tehlikeli tetik eller toplanıyordu.
Yediden yetmişe halk sokaktaydı, günlerce gece. Gecenin karanlığını aydınlatıyordu.
Yediden yetmişe halk sokaktaydı, günlerce gece. Vatanın kokusunu kokluyordu. Özgürlüğün havasını soluyordu günlerce gece. Hiçbirinde ne korku, ne yorgunluk, ne uykusuzluk, ne açlık-susuzluk. Uykusuzluğun ilacıydı özgürlüğün havası. Açlığın ilacıydı özgürlüğün havası. Korkunun ilacıydı özgürlüğün havası.
Anlamıştım cevapsız soruların cevabının vatan olduğunu, özgürlük olduğunu. Anlamıştım vatan için, özgürlük için bedenin vatana kurban edildiğini.
Ve anlamıştım birine masal gelenin birinin gerçeği olduğunu. Vatanın gerçeğimiz, nice adsız şehidin, gazinin gerçek kahramanları olduğunu, yüz binlerin masalın okuyucuları olduğunu.
Ve anlamıştım masallardan ne destanlar yazıldığını, ne destanlar yazılacağını.
Ve anlamıştım destanlar diyarının Anadolu olduğunu, Anadolu’nun vatanımız olduğunu.
RÜYALAR GERÇEK MİYDİ?
Birinci ders başlamıştı. Ben sessizliğe bürünmüş, rüyamın beşiğinde bedenden bedene giriyordum ninnilerin eşiğinde…
Birinci ders, öğretmenin dikkatini çekmemiştim. Anlattıklarını işitmiyordum. Hareketlerinden, dersi anlattığını anlıyordum.
İkinci ders, ben öğretmeni fark etmemiştim, öğretmen beni. Ders ne zaman başladı, ne zaman bitti anlamamıştım. Derssin bittiğini, dersin değişmesinden, öğretmenin değişmesinden anlamıştım. Ders ‘’Dil ve Anlatım’’dı.
Daha öğretmen derse başlamadan yanıma kadar geldi ‘’ Görkem, bu şiiri senin okumanı istiyorum.’’ dedi. Ben ‘’ Okuyamam öğretmenim.’’dedim. Öğretmen görmediğim kadar şaşkındı… Şaşkındı, benden hiç beklemediği bir cevap almıştı. Eğildi, gözümün içine iyice baktı ‘’ Yanlış duymadım değil mi? ’’ dedi. Ben açıklama yapmak zorunda kaldım, üzülmüştüm şaşırmasına. ‘’Öğretmenim, kendimde değilim.’’dedim. Öğretmen ‘’ Belli, kendinde olmadığın, kendinde olsan bu cevabı vermezdin.’’ dedi. Cevabım öğretmeni rahatlatmıştı. Ruhumu okşayan bir sesle ‘’ Özel değilse sebebini paylaşmanı istiyorum.’’ dedi. ‘’ Özel değilse’’ sözüne birkaç arkadaşım alaycı alaycı gülerek bana baktı. Onlara göre ben yaşta biri kendinden geçmişse aşk acısı kıskacındadır. Acaba öğretmenime de mi öyle gelmişti? ‘’ Özel değilse…’’ demişti. Öğretmenimle paylaşmasam kuşkuları abideleştirecektim.
Öğretmene ‘’ Gördüğüm rüyanın tesirinden kurtulamadım.’’ demeden gülenlerin sayısı arttı. ‘’ Gördüğün rüya neymiş acaba? ’’ soruları sıralandı peş peşe… Öğretmen, gülen ve konuşanları susturdu. Doğrusu anlatacağım rüyayı öğretmenimin de çok merak ettiği bakışlarından belliydi.’’
Başladım anlatmaya ‘’ Öğretmenim hani okulun girişinde iki asker var ya...’’ Öğretmen ‘’ Hangi asker? ’’ diyor. Ben ‘’ Hani Çanakkale Şehitlerinden, birinin pantolonun yarısı yok, pantolon düşmesin diye bir iple bağlamış, Birinin çorabı yok…’’ Öğretmen, ‘’Anladım, sonuca gel.’’ diyor. Ben devam ediyorum anlatmaya, daha doğrusu gördüğüm rüya bir film gibi geçiyor gözümün önünden… Ben izliyor, ben irkiliyor, ben tüylerim diken diken, arkadaşlarıma, öğretmenime aktarıyorum.
‘’ Öğretmenim, ders sizin dersinizdi. Siz yoktunuz. Biz sıraların üstünde koşuyor, olmadık naralar atıyorduk. Kitaplarımızı yırtıp uçak yapıp pencereden fırlatıyorduk. Birkaç defa müdür geldi, ‘’ Bu ne gürültü! ’’ diye bize kızdı. Müdür gitti, biz yine başladık gürültüye. Birden kapı açıldı. Biz müdür geldi sandık, fırladık ayağa. Bir baktık sınıfa giren o iki asker. ‘’ Üşüyoruz! ’’ diyorlar. Biz, bir kahkaha attık.’’ Bu şekilde giyinirseniz tabi ki üşürsünüz.’’ dedik. Onlar başladı konuşmaya ‘’ Kıyafetimiz bizim onurumuz. Onurumuzla oynarsanız da çok üşürüz. Çoğu zaman bizi hiç görmediniz. Bizse sizin hepinizi tek tek her saniye gördük, Siz sıralara çeltik attıkça biz üşüdük. Siz duvarlara kötü sözler yazdıkça biz üşüdük. Siz boş geçen derslere sevindikçe biz üşüdük. Siz başarısızlıkta yalana sığındınız, biz üşüdük, üşüdük. İşin en kötüsü vatanın başköşesine resmimizi asmıştık ‘’ Biz bu vatanı böyle kurtardık.’’ diye. Arada bir, birileri resmimizi kaldırmaya kalkıyor, kendi resmini asıyor’’Biz bu vatana böyle ihanet ettik.’’ diye. İşte, o zaman buza keseriz. Ne olur, resmimize sahip çıkın. Yoksa çok mu bir şey istedik?
Bazen yüreğimize su serptiniz Mayıslarda, Temmuzlarda. Bazen içinizden birileri üstümüzü örttü. Siz bilmediniz, belki onlar da bilmedi, olsun, biz bildik. Biliyor musunuz siz bu vatanda bir çiçek gibi süzüldükçe biz ısınırız. Ne zaman bir çiçek soldu, ne zaman ki vatanın bağında bir çatlak oluştu, işte, biz o zaman üşürüz. ‘’ dedi.
Sanki gördüğüm bir rüya değil, bir filmdi. Filmin birinci perdesi kapanmış ikinci perdesi başlamıştı. Asker sınıftan çıkıyor beyaz kanatlı nineler giriyordu ‘’ Ben Kara Fatma’yım.’’ ‘’ Ben Elif Bacıyım.’’ Nene Hatun ‘’ Bebek anasız büyür, vatansız büyümez diyerek bedenimi düşmana siper etmiştim. Beden geçici, vatan kalıcı demiştim, görüyorum ki yüreklerinizde yaşıyorum. Biliyor musunuz vatan diriyi yaşattığı kadar ölüyü de yaşatıyor.’’ diyordu.
Karayağız delikanlılar giriyordu. ‘’ Ben Çakırcalı’yım.’’ diyordu. ‘’ Ben, Demirci Efe.’’ Ben Karayılan’’diyordu.
Bir öğretmen giriyordu ‘’ Ben bağımsızlığa atılan ilk adım, bağımsızlık kelepçesine sıkılan ilk kurşun Hasan Tahsin’im.’’ diyordu.
Gördüğüm rüya gördüklerime benzemiyordu. Bir tarihin serüveniydi. Bir rüyaydı rüya olmasına; ömür boyu gerçeğim olmasına inandığım.
Ben sözümü bitirmiştim, rüyadan uyanmıştım, öğretmen rüyaya dalmıştı. Bir öğretmen mi? Başta gülenler de rüyaya dalmıştı…
KİM KİME GÜNÜNÜ GÖSTERDİ ACABA
Her gün yüceliyorduk. Daha doğrusu yüceldiğimizi sanıyorduk.
Her gün velilerimiz okula geliyordu. Biz bir kez velilerimiz çoğu kez, saat başı... Her biri öğretmen dersten çıkarken kafasını uzatırdı, ‘’ Ne oldu? ‘’ Bizde cevap hazır. Bizde cevap binler.
Öğretmen her gün aynı. Dersi dinlemeyenlere, defterini kitabını uçak yapıp uçuranlara ‘’ O uçakla geleceğini yolcu ettin biliyor musun?’’ diyordu. Uçak iniyor kalkıyor öğretmenden her iniş kalkışta bir söz ‘’ Oynarken neler kaybettin biliyor musun?’’ Uçaklar çoğu kez öğretmenimizin kafaalanına iniş yapıyordu. Biz öğretmenin kızacağını beklerken öğretmen ‘’ O davranışın hata olduğunu söylemek zaman kaybıdır. O davranışı yapan o davranışın kendisine bir getirisi olmadığını bilseydi, o davranışı yapmazdı. Onlar kendi zamanlarını çalabilir ama dersi dinleyen üç beş arkadaşının zamanını asla. Ona izin vermem.
Yolculuk molası.
Annelerimiz ‘’ Ne olu, öğretmen ne dedi?’’ Sormazlardı derste ne yaptın?’’ Tek sordukları ‘’ Öğretmen sana ne dedi?’’ Biz sıralardık öğretmenin demediği, annemin duymak istediği sözleri’’ Öğretmen bana geri zekâlı dedi, ben anlatsam da anlamazsın dedi hatta tüm sınıfa abdalsınız.’’ dedi. Bütün anneler ‘’ Biz ona gösteririz gününü.’’ Annelerimizin hepsi soluğu müdürün odasında alıyordu. Müdür annelerimizi bir şekilde yolcu ediyordu. Tabi annelerimizin yolu kısa. Sınıfın kapısına kadar. Bekleyişler sürüyordu. Meraklı bakılışlar, meraklı sorular…
Öğretmen sadece uçaklarımıza laf atmıyordu. Daha doğru öğretmen bize laf atmıyordu, biz attı olarak algılıyorduk. Bir defa anne- babalarımız tarafından güdülenmişiz. Her birimiz ayarlı bir kompütür susmak bilmiyor öğretmeni şikâyetimiz. Öğretmen defteri, kitabı açmamıza, deftere kitaba yazmamıza, sorulara cevap vermemize, sınıfa girişimize, çıkışımıza da laf atıyordu.
Öğretmen laf atmasa da biz attırıyorduk daha doğrusu atmış gibi anlıyorduk.’’ Anne öğretmen bana koridorda manalı manalı baktı.’’ Annem atılıyor devreye ‘’ Ben anlarım onun ne diyeceğini, şu tipe bak şu tipe. Tıpkı mal tipi demiştir. Ben onun hesabını sorarım.’’
Öğretmen bazı arkadaşlarımıza sınıfta bir şey demez, teneffüste köşe bucak çeker ‘’ Yaptığın davranış doğru değil, davranışlarına dikkat et.’’ derdi Öğretmen arkadaşlarımızla konuşurken konuşmaları duymazdık ama görürdük. Öğretmenimizin konuştuğu arkadaşımız annesine ‘’ Öğretmenimiz beni merdivenin altına çekti.’’ Görenler ‘’ Anne öğretmenimiz Ayşe’yi, Fatma’yı merdivenin altına çekti’’ derdi. Kopardı kıyamet ‘’ Öğrenciyi, hem de kız öğrenciyi merdiven altına nasıl çeker, görür o gününü.’’
Öğretmen geri adım mı atmıştı, dersini almış mıydı anlamadık. Öğretmen artık dersi dinlemeyenlere değil dinleyenlere kızmaya başladı. Ödevi yapmayanlara değil yapanlara.
Ben huzursuz, tüm sınıf huzursuz. Annemiz sorarsa ne diyecektik. Her gün annemizin okula gelişi bizi kahramanlaştırıyordu. Sınıfta bir asaletimiz, evde bir asaletimiz vardı. Bulduk çaresini. Biz dersi dinlemeye, ödevi yapmaya, öğretmen bize kızmaya başladı. Velilerimiz görevi başında. ‘’ Bu nasıl öğretmen çocuğum dersi dinlemese de suç, dinlese de.’’
Şikâyetler bir türlü bitmedi, yıl bitmişti. Sınıfta Takdir-Teşekkür almayan bir öğrenci yoktu ve ilişikte bir not ‘’ Beni şikâyet edebilirsiniz.’’
Velilerimiz eksiksiz yine okula gelmişti bu defa yalnız müdüre değil hem müdür hem öğretmene. Hem müdür hem öğretmene özür dilemeye ama hiç birinin aklına çocuğundan özür dilemek gelmedi.
SIĞINAĞIMI YAKACAĞIM ATEŞİNİZ VAR MI
Bahane başarıda gözü olmayanın sığınağıdır. O sığınakta iskele yok ki demirleyeler. Dalgalarda yaprak gibi savruldukça savrulurlar. Girdaplarda boğuştukça boğuşurlar. Girdap çeker dibine dibine. Çırpınışlar nafile. Şans eseri vurmuşsa beden kıyıya, dudaklardan dökülür ‘’ Kaderimde varmış.’’ Bilmezler limana sığınan kendileri, kader dedikleri yazgı kendi hünerleri.
Sığınak dediğin iş ola, aş ola. Yarınlara yol ola, taşıya bizi yarınlara. Bahane dediğimiz sığınak ağzımızdan çıktığı an gitmiştir. Kalan biz. Elde var sıfır. Birikir sıfırlar, birikir… Biz hiç. Biz kendi gölgesinden korkan. Bitmiştir bahaneler. Tek söylem ‘’ Benden bir ….. olmaz.’’ ‘’ Şans yüzüme gülmedi.’’
Bahane sığınağı başlangıçta çocuğa bir eğlence gelir. Ortak eder eğlencesine annesini, babasını ‘’ Ben öğretmeni sevmiyorum.’’ İnanır anne- baba çocuğunun sözüne. Çocuk mutlu, çocuk kahraman. ‘’ Ben oturduğum yeri sevmiyorum, arkadaşımı sevmiyorum, dersi sevmiyorum.’’ Sevmiyorum uzar da uzar. Döner anne-babaya ‘’ Sizi sevmiyorum.’’ Hazır yeni bir bahane ‘’ Ergenlik belirtisi.’’ Üzerine varmayalım.’’ Eklenir sevmiyorumlara bir yenisi ‘’ Ben yaşamayı sevmiyorum.’’
İnsanın yaşamı sevmesi kendisini sevmesiyle başlar. Sevmeler arkadaşa, çevreye yaşama yayıldıkça yayılır, bağlar bizi yaşama.’’ Yaşamı seviyorum.’’ demenin çığlıkları yükselir.
İnsanın kendisini sevmesinin yolu bahane sığınağını yerle bir etmekten geçer. Başarıya giden yola ilk adımı atmaktan geçer. Çocuk tatmalı kalemi tutmanın sevincini. Görmeli sözcükleri yazdıkça kendine yeni pencereler araladığını. Farkına varmalı arkadaşı ile uğraşmadığında arkadaşının kendisi ile uğraşmadığını. Görmeli kendisi ile uğraştıkça arkadaşlarının kendine hayran kaldığını. Görmeli kendisi ile uğraştıkça başarı yolunda adım adım ilerlediğini. İnanmalı o küçük adımların kendini zirveye taşıdığına.
Diyebilmeli ‘’ Sığınağımı yakacağım ateşiniz var mı?’’
‘’Başarmak için yola çıkanlar asla yorulmaz.’’ Onun içindir ki asla mola vermezler. Yorulanlar sığınacak bahane arayanlardır.
Atacak adımı olanlar bir saniye bile tereddüt etmeden atmalı bir adımı. Görmeli bir adımlar bizi nerelere taşıyacak.
MEĞER BABAM EŞEKMİŞ
Her birimizin boynu virgül olmuştu virgülü yazmaktan. Kolu virgül, parmakları virgül… Öğretmen virgül diyor başka bir şey demiyordu. Virgül, virgül, virgül…
Virgül ne çok şeymiş bir türlü aklım almadı. Trafikte arabaya yol veriyor ‘’ Geç!’’ diyor, ‘’ Dur!’’ diyor. Diyor da diyor…
Virgül her an her yerde. Evimizde. Dostumuza açılan kapı. Sevmediğimiz komşumuza kapanan perde.
Virgül kapalı yollarda çıkışa erdiren kazılı tünel. Altgeçit, üstgeçit, duble yol. Kaldırım, kaldırım taşı…
Öğretmen soluksuz yazdırıyor. Yaz babam yaz. Yazmaktan kollarım koptu kopacak. Mercimek büyüklüğü bile etmeyen virgülü nasıl olurda beynim almıyordu. Kafamda bin bir soru işareti. Soru işaretini öğretmenimiz haftaya yazdıracakmış. Öyle dedi. Soru işareti virgülün kaç katı. Soru işaretini hiç anlamayacağım kesin.
Beynimde sürekli tekrarlayan sorular ‘’ Virgül mercimekten küçük.’’ Virgül her şey.’’ Virgül her an her yerde. ‘’Virgülü kafam niye almıyor yoksa beynim mercimekten de mi küçük? Öyle ise bu koskoca kafa bana yük mü?’’
Kendimi sorulara kaptırmış, kendimi sorulara teslim etmişim, haberim yok. Öğretmen yanıma gelmiş niçin yazmadığımı soruyor. Gösteriyorum son sayfayı, çeviriyorum bir ön sayfayı, bir ön sayfayı. Öğretmen yazdıklarıma bakmıyor, gözümün içine bakıyor. Öğretmenin bakışlarını anlamıyorum. Öğretmen değiştiriyor bakışlarını, kirpikleri bir ok, fırladı fırlayacak. Hemen başımı sıraya koyuyorum, ellerimle korumaya alıyorum. Öğretmen kulağımdan tutuyor kaldırıyor başımı. Parmağını gösteriyor, parmağı bileğim kadar. ‘’ Bak!’’ diyor, ‘’ Baktım!’’ diyorum. ‘’ Ne gördün?’’ diyor, ‘’ Parmak’’ diyorum. Öğretmen yüksek sesle ‘’ Tahtaya bak !’’ diyor. ‘’ Baktım öğretmenim?’’ diyorum. Öğretmen ‘’ Ne gördün?’’ diyor. Ben ‘’ Tahta’’ diyorum. Öğretmen çıldırdı çıldıracak ‘’ Tahtada ne görüyorsun?’’ diyor. Ben şaşkınca ‘’ Yazı’’ diyebiliyorum. Öğretmen ‘’ O yazıyı oku!’’ diyor. Okuyorum ‘’ Oku da adam ol baban gibi eşek olma’’ Yazıyı okudum okumasına. Sorular saldırıya geçti. ‘’ Öğretmen ne demek istemişti?’’ Öğretmene soramazdım. Babama sormalıydım.
Eve geldiğimde ilk işim babama sormak oldu ‘’ Baba sen eşek misin?’’ Babam, baba heybeti ile doğruldu hafif kızgınlıkta gözlerimin içine baktı. Bakışlarından ben söylemiş olsaydım tek yumrukta beni halının desenleri arasına ilmikleyeceği anlaşılıyordu. Babam iyice bana yaklaştı kısık sesle ‘’ Oğlum babaya öyle söz söylenmez.’’dedi. Ben emin bir şekilde ‘’ Öğretmenim öyle söyledi.’’ dedim. Babam ‘’ Yarın ne cesaretle söylediğini birlikte öğreniriz.’’ dedi.
Beynimde yeni sorular oluştu ‘’ Yarın ne olacaktı?’’ Sorular bir türlü bitmiyordu. Benim uykum gelmiş soruların uykusu gelmemişti. Ben uyumak istiyorum, sorular beni uyutmuyordu, uykumu bölüyordu.
Ertesi sabah beni uyandıran annem değil sorulardı, peşinden babam.
Okula babamla birlikte gittik. Babam müdürün odasına girdi, beni dışarıda bıraktı. Babam eşek olamazdı. Babamı ilk defa aslan gibi kükrediğini, heybetlendiğini müdürün odasına girerken gördüm. Babam içeri girmiş babamın içeri girişi gözlerimde büyüdükçe büyüyordu. Hayır, Hayır! Babam eşek değildi. Benim babam aslandı.
Çok geçmeden öğretmenimin müdürün odasına girdiğini gördüm. Gözlerimde öğretmenimin girişi babamın girişinin tersine küçüldükçe küçülüyordu.
Yanıma sınıftan birkaç arkadaş geldi. Niye beklediğimi sorduklarında olanları anlattım. Arkadaşlar gülmeye başladı. Arkadaşlar niye gülüyordu, babamın aslan oluşuna mı, eşek oluşuna mı?’’ dememe kalmadan babam müdürün odasında anırarak çıktı. Meğer babam eşekmiş.
BÜYÜK FİKİRLER KÜÇÜK BEDENLERDEN ÇIKAR
Adı Umut’tu. Umutları Çarşamba pazarı, dünyası kör pencere kapalı kör karanlık.
Umutları Çarşamba pazarı, dünyası kör pencere kapalı kör karanlıktı ta ki Çarşamba günü beden dersine kadar.
Ne olduysa beden dersinde oldu.
Beden dersinde sınıf beden dersine çıkmış Umut sınıfta tek kalmıştı. Umut sanki yangına düşmüş yanıyordu cayır cayır… Umut çığlık çığlığa… Biliyordu ömür boyu bir kez olsun koşamayacağını, biliyordu bir kez olsun topa vuramayacağını. Biliyordu bir kez olsun tadamayacağını gol atmanın sevincini. Oysa neler, neler vermezdi bir kez koşmaya, bir kez olsun topa vurmaya, bir kez gol atmanın sevincini tatmaya. Bütün bunları düşündükçe Umut bin ölüyor, bin diriliyordu. Her dirilişte gözünün önünde aynı manzara… Sınıfın duvarlarına bakıyordu, sınıfın duvarları üstüne üstüne geliyordu. Duvarlar düşmandı. Okul düşmandı. Sokaklar, uçan kuşlar kısacası hayat denilen şey de düşmandı. Bir kurtuluş muydu ‘’ Yaşamak istemiyorum!’’ demek. Hayır, hayır! Olamazdı. O kötünün de kötüsüydü. Beterin de beteri.
Umut’un kaçıncı ölüşü, kaçıncı dirilişiydi bilinmez birden sınıfa ağlayarak koşa koşa Semih girdi. Semih bir yandan ağlıyor, bir yandan ‘’Bana top oynatmadılar.’’ diyordu. Umut’un tüm dikkati Semih’e yoğunlaştı. Umut Semih’e bakıp gülüyordu. Umut gülebiliyordu. Umut sanki yangından sağ çıkmıştı. Umut yangından sağ çıkmanın sevincini yaşıyordu. Semih’e bakıp ‘’ Koşabildiğinin farkında değil.’’ ‘’ Yarın top oynayabileceğinin farkında değil.’’ ‘’ Farkında olsaydı ağlamazdı.’’diyordu kendi kendine. Semih’in sınıfa gelişi ile çıkışı bir oldu. Koşarak giderken söylediği tek cümle ‘’ Ben size göstereceğim.’’ cümlesiydi.
Semih gitmiş Umut gülmeye devam ediyordu. Her gülüşte bir şeylerin farkına varıyor, her bir şeylerin farkına varışta gülüyordu.
Çok geçmeden Semih ağlayarak sınıfa geri dönmüştü. Bu ağlayış farklıydı. İçten sahici. İçten sessiz. Dayak yediği her halinden belliydi.
Umut fark ettiklerine bir yenisini ekledi ‘’ Paylaşamadıklarının farkında değiller.
Umut farkında olmadan fark ettiklerini yazabileceğinin farkına varmıştı çoktan da haberi yok. İlk cümlesini yazmıştı çoktan ‘’ Yaşadıklarımız fark edemediklerimiz yaşayacaklarımızsa fark edebildiklerimizdir.’’
Beden dersi bitmiş, koşmalar, oyunlar bitmiş, teneffüs bitmiş, yeni ders başlamış, tartışmalar bitmemişti.’’ Ben senden iyi koşarım, ayağım takılmasaydı ben sana gösterirdim.’’ Ben sana gösterdim göstereceğimi.’’ Öğretmen susturmakta güçlük çekiyordu. Umut parmak kaldırdı ‘’ Bazen koştuğumuzu sandığımız koşudaki adımlar bizi geriye götürür, bazen de yerimizde saydırır, biz farkına varamayız.’’ Umut’un sözüne karşılık geldi anında ‘’ Laf söyledi bal kabağı.’’ Umut aldırış etmedi. ‘’ Anlamadıklarının ya da anlamak istemediklerinin farkında değiller.’’ dedi kendi kendine.
Öğretmen sınıfı susturmuş etkinliğe başlamıştı. İlk etkinlik ‘’Deyimleri cümlede kullanma’’ İlk deyim ‘’ Kafayı yemek’’ İlk parmak kaldıran Umut. ‘’ Bize kafayı yediren kafamız değil basıp ezemediğimiz saplantılarımızdır.’’ Öğretmen şaşkın, sınıf kahkahanın doruğunda. Öğretmen aldırışsız sessiz adımlarla Umut’un yanına kadar geldi. Umut’un saçını okşarken gözüne Umut’un defterine büyük harflerle yazdığı ‘’ YAŞADIKLARIMIZ FARK EDEMEDİKLERİMİZ, YAŞAYACAKLARIMIZSA FARK EDEBİLDİKLERİMİZDİR.’’ cümlesi takıldı. Tahtaya yöneldi. Aynı cümleyi tahtaya yazdı ‘’ Yaşadıklarımız fark edemediklerimiz, yaşayacaklarımızsa fark edebildiklerimizdir.’’ Sınıfa döndü ‘’ Her birinizin bugüne kadar nelerin farkına varabildiğinizi, nelerin farkına varamadığınızı yazıp gelmenizi istiyorum.’’ dedi.
O gün eve eski Umut gitmiş yeni bir Umut gelmişti. Umut suskun, annesinin, babasının teselli yumağı değildi. Yumak çözülmüştü. Umut Anne babasının her karamsarlığında müdahildi. Mutlaka ve mutlaka bir görünmezi görür, bir çıkış yolu koyardı ortaya. Umut bir ışık yakaladığının o ışıkla kendi dünyasını aydınlandığının, birlikte yaşadığı can parçalarının dünyasını aydınlatmaya başladığının farkına varmıştı. Bu ışığın daha ne kadar, ne kadar büyüyeceğinin farkına varmıştı. Dünyaya kafa tutan kişinin, kişilerin beynin bir avuç içini doldurmadığını, dünyaya adını yazdıranların beyninlerinin bir avuç içini doldurmadığını düşündükçe koşmuyor uçuyordu o ışıktan o ışığa. Zirveye koşarak erişilmiyordu, fark ettiklerimiz bizi kollarına alıp oturtuyordu zirveye.
Umut kendi sözü öğretmeninin ödevi ‘’ Yaşadıklarımız fark edemediklerimiz, yaşayacaklarımızsa fark edebildiklerimizdir.’’ Sözünü açıklamıyor yaşıyordu birebir. Bir şeyin daha farkındaydı; fark ettiklerinin arkadaşlarının fark edemeyeceği farklılıklarda olacağı. Yazdığı ilk cümle yaşadıklarının, yaşayacaklarının özetiydi. Arkadaşları ödev yapmış olmak için yapmış olduğun farkına varamayacaktı. Hatta birçoğu ödevin bile farkına varmayıp yalana sığınacaktı. ‘’ Yazacaktım da, şimşek çaktı da, aklım uçtu da, defterim suya düştü de kalemim çatıya çıktı da; da, da…’’ Bir farkına varabilseler ‘’ da’’ ların her biri kaçırdığımız trenin bir vagonu, önce lokomotifin resmini çizerler sonra dizerler peşi sıra ‘’da’’ları..
Umut çoktan çizmişti lokomotifin resmini dizdikçe diziyordu vagonları.
Umut hep lokomotifin makinisti. Umut kondüktörü vagonların.
Ödevlerin okunacağı gün gelmişti. Ödevlerin okunacağı dersin zili çalmıştı. Bir Umut farkındaydı ödevleri okuma sonrası olacakların.
Umut ilk parmak kaldıran. Umut ilk okumaya başlayan.
Umut’un ilk cümleleri havadan, sudan.
Umut soruyordu:
- Kaçımız soluduğumuz havanın farkında?
- Kaçımız düşündük su savaşı diye doyasıya eğlendiğimiz oyunlarda döküp boşa harcadığımız suyun damlasına muhtaç kaç canlı olduğunu.
- Kaçımız farkında üzdüğümüz birinin iki damla gözyaşında gönlünde koskoca bir ırmağın kuruduğunun?
Sorular uzadıkça uzuyor ‘’ Kaçımız farkında yürüdüğümüz sokakların?’’ Kaçımız farkında mevsimlerin bize sunduğu güzelliklerin?’’
Her soruda öğretmen şaşkın…
‘’ Kaçımız farkında öğrenciliğin bize sunulan en büyük fırsat olduğunun?’’
‘’ Kaçımız farkında bize altın tepside sunulan fırsatı elimizle itip, ayaklarımızla tepeleyip çöpe attığının?’’
‘’ Kaçımız farkında insanoğlunun kaç milyon yılda yazıyı bulduğunun, kaç milyon sonra yazıyı sanata dönüştürebildiğinin?
Son soru öğretmenin yanağında iki damla yaşın düşmesine yol açtı. ‘’ Kaçımız farkında bizim hayallerimiz için anne babalarımızın hayallerini yüreklerine gömdüklerinin? Peki, sorsam kaçımızın hayalleri var, kaçımız hayallerimizin peşinde koşuyoruz?’’
Öğrenciler sessizliğe büründü, kimi başını eğdi. Umut sormaya devam ediyordu ‘’
‘’ Dersi kaynatmak için yarışanlar acaba bindiği dalı kestiklerini hiç düşündü mü ya da derse katılmak için yarışabileceklerini ?’’
‘’ Ben bir değil binlerce kez düşündüm ve dedim ki ‘’ Yaşadıklarımız fark edemediklerimiz, yaşayacaklarımızsa fark edebildiklerimizdir’’ ‘’
‘’ Ve ben kendi adıma diyorum ki yaşayacağım o kadar çok şey var ki her biri yaşamaya değer. Bu değerler yaşadıkça kıymet bulacak değerler. Anlatılacak, gülecek değerler değil.’’
Umut’un sınıfta oluşturduğu eşitsizliği sadece ve sadece Umut’un konuşması bozmuştu baştan sona. Başta umut dâhil hiç kimse farkında olamamıştı zamanın nasıl geçtiğinin.
Umut konuşma sonrası zamanın nasıl geçeceğinin farkındaydı…
İbrahim Şahin 2
Kayıt Tarihi : 25.9.2017 13:41:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!