Sevdalıktan kim ölmüş,
İşte ben ölüyorum…
Ne de güzel söylerdi bu türküyü, Karadeniz’in içli delikanlısı. Yağmurun damlasında özü anlatıyordu. Çekirdekte, ağacı; Gölde yansıyan güneşi, en ehemmiyetlisi de kalpde ki insanlığı açığa çıkarıyordu.
“Ecdat! ” söylemiş derlerdi masum çocukluğumuzda,sonrasında nasihatlerine devam ederlerdi.Alınların her iki cenahı açık, bembeyazımsı karın rengine çalmış saçları; ha bir de buruşmaya yüz tutmuş yüzlerinin çilekeş manzarası… Belli ki görüp geçirmişler, geçirdiklerinin telaşesinde pişmiş, saman kağıdı gibi bükülüvermişlerdi.Söyleyecekleri dört kelimeye mukabil, o dört kelimenin kat be kat fevkinde nefes alıyor, hiç bırakmayacakmış gibi bedenlerine salıyorlardı.Ellerinde bir oyun misali uğraşlarını unutuyor, bambaşka uğraşlara istemsizce dalıyorlardı. Ama sadece unutamadıkları bir şey vardı. O da karlı dağların buzlarını eritmiş “Hatıralar! ”dı. Cesaret, umut,mücadele, başarı; sıkıntı, felaket, dönüm noktaları… esasında geride kalmış hayatın avuçlarda kaybolan bir neticesi vardı: “ Tecrübelerin sarsacak sancılarıydı.”
Kimi sokak başında bastonunun altından geçirterek “ Bak, bir ömür bu kadar.” Demese de donuklaşan göz bebeklerinden kulaklarımıza yol açardı. Kimi, Şapkasına laf söyletmez amma sakalını sıvazlayıp, “Ahhh” larla kurulmuş bir dizi hikayeler anlatırdı. Hele öyleleri vardı ki, içinde fırtınası dinmez bir umman; dışarısında kale deresi gibi hep sakindi. Yüzleriyle kalpleri farklı lisanlarla konuşan simalar ise ne itibar edilecek bir isim ne de sözlerinde tesir duyulacak bir varlıktı.
İnsan doğdu, yaşıyor….Hem doğmadan önce de vardı. Biri anne maderinde dese de öteki ruhlar alemini ima etti. Menbağını ise Sadece Allah’ın bildiği ezelde gizliydi. Yok muydu? Hayır vardı. Yoksa var mıydı? Bilmem…kudretim beni benden aciz bıraktı. Adem oğlu yaratılmakla şereflenince, kalbinin derinliklerine hadsizlik yerleştirildi. Zaman geçti, zuhur etti, aciz insan ebediyeti, faniliğe tercih etti. Çünkü göremedi. Beş cenahı günah saçarken ıstırab dolu, meşakkatler diyarında, ufku görecek kadar kafasına sahip çıkamadı. Baktı, baktı da ufka; ne görecek göz kalmıştı ne de idrak edebilecek kafa. Kalp desen, uğraşılmaz meşakkatlerin beş para etmeyen yaftasında. Hissiyat çığ gibi büyümüş, kalb ve akıl, onun mahpeslere tıktırdığı “Var olabilmek…” davasında.
“Ebediyet boyu bir an…” demişti ünlü şair. “Ebediyet boyu bir an…Olmaz mı? ” diye de eklemişti. Sol gözün altında göremediği yer vardı. “Ya Baki, Entel Baki! ” hücrelere işlenmiş, daima bu kavuşmayı bekliyordu. Elinde fanilik asası, bir türlü önünde ki dünya ummanını yaramıyordu. Musa Peygambervari, engelin akıbetinde ki saadeti arıyordu. İnsan, ummandan kaçıyor, hint okyanusunun dipsiz diplerinde boğuluyordu. Bilmiyordu ki, asıl kurtuluş, sol göğsünün hemencecik yanındaydı. Yani muhabbet dergahında,kalbin sığılmayacak, sığılışında.Sığınağındaydı.
Bu gün…Tıpkı o Karadenizlinin çığırdığı türküyüm…Bir heyulaya dalmış bedenime sığınmışken ruhum, Leyla’ya değil de Leyla’yı Leyla yapana koyulmuşum. Uğruna, kameri ikiye yarılmış bir Habibe vurulmuşum.Hayatı, hayat yapan son asrın son münevver nuruna gark olmuşum…
Bende Baki’yi, Baki’ de beni bulmuş, yoktan var edene, yokluğumla varlığımı sunmuşum…
Dertli, tasalı, hakiki teslimiyeti bila- memnun bekleyen Ertuğrul Mirza Koç…
Gümüşhane Günlükleri- Seher Vakti
Kayıt Tarihi : 5.11.2013 23:25:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!