Serin Öpücük
Yanırken içim , ateşgibi alnım,
Dünya telaş yeriymiş, şimdi anladım.
Ben bu cihanı gülistan sanırdım,
Bitmiyor acılar, yandıkça yandım.
Bu hâlimde ruhum kıvranırken,
Bir merhamet umdum Yüce Rabbim’den.
Serin bir rüzgar esti Kapılardan
Bir huzur doldu içime ta uzaklardan
Bir fısıltı duyuluyor, sessizce, içten,
Bir selam geldi, sanki Rabbimden
Bir öpücük kondurdu yanan alnıma
Pamuk kadar yumuşak dudaklarıyla
Dedim: Kimsin, nereden gelirsin
İçime ferahlık veriyor her nefesin.
Derken öptü alnımı bitti telaşım,
Gitti hararetim, söndü ateşim.
Ne ateş kaldı, ne bir korku izi,
Bir huzur sardı içimi,gitti tüm sızı
sükûnla doldu içim,Telaşım bitti,
Can kafesime sanki farı nur indi
dedim Adını bağışla ey yüce kâmil,
Ben bu hale nasıl oldum nail
Gülümserken gül kokuları doldu
Ve Dedi ki Ben azrail
Yucel Unal 2
Kayıt Tarihi : 12.7.2025 15:06:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Zamanın dar, sokakların ise geniş olduğu bir dönemdi. Bizim için hiçbir kapı aralanmıyordu, dünya daralmış, gökyüzü bile başımızın üstünde bir avuç kalmış gibiydi. Elimizde ne bir anahtar, ne de bir sığınacak gölgemiz vardı. İşte öyle bir günün yorgunluğunda, elim eşimin avucunda, Karaman’a dönmeye karar verdik. Umutsuzlukla değil belki ama boynumuzu bükerek, yalnızlığımıza razı gelerek… Karaman’ın tanıdık sokaklarında, bir çatı ararken, rahmetli Saniye ablamızın kapısını çaldık. O vakur kadın, bize sadece bir gece değil, bir ömürlük bir şefkat bahşetmişti. O gece, onun sıcacık odasında sarıldık birbirimize. Odanın tenhalığına inat, içimizde bir düğün başladı sanki. Sabah, umutla karışık bir mahcubiyetle fotoğrafçıya gittik. Stüdyonun vitrininde bir gelinlik, bir de damatlık duruyordu. Sanki bizi bekliyordu yıllardır. Hiç düşünmeden üzerimize geçirdik. Elbiseler, üstümüzde eski bir düş gibi duruyordu ama yüreğimiz yepyeniydi. O karelerde ne bir çalgı vardı ne de bir kalabalık... Ama o fotoğraflar, aşkımızın ilk ve en sessiz tanığı oldu. Kendi düğünümüzü kendimiz yapmış olduk, ne gelin alayı vardı, ne zurnalar… Ama gözlerinde gördüğüm o sıcaklık, bin düğüne bedeldi. Kalacak bir yer ararken, yarı inşaat halinde bir ev bulduk. Duvarları sıvalı değildi ama umutlarımız çoktan tavan yapmıştı. Kardeşlerimi de yanımıza aldım, birlikte o yuvaya hayat üfledik. Sobamız yoktu, yatağımız yoktu. Yalnızca bir tencere, birkaç kaşık ve birkaç tabaktan ibaretti evimiz. Ama birbirimize sarılıp ısınıyorduk. O eksiklikler arasında bile zengindik aslında; çünkü sevgiyle döşenmişti evin her köşesi. Gün doğar doğmaz inşaatlara gidiyor, nasırlı ellerimle evimizi geçindiriyordum. Eşim, maaşının tamamını bir kooperatife yatırmıştı. O birkaç yıl, hayatın en sade ama en içli zamanlarıydı. Yorgunduk ama birlikteydik. Sonra askerlik geldi, veda zamanı... Eşim, bir odalı bir eve taşındı, toprak damlı, sessiz, yalnız. Biz iki yıl birbirimizden uzakta, aynı gökyüzüne bakarak yaşadık. Her gece gözlerini düşünürken, kendime “bu mesafe bizi büyütüyor” diyordum. İki yıl sonra döndüm. Döndüğümde artık sınavlara girip başka bir yolda yürümeye karar verdim. Polislik sınavını kazandım, ardından tapu kadastro sınavını… Ve sonunda tapuya adım attım. Çocuklarımız olmuştu artık… Onlar bizim her şeyimizdi. Ama onlara bakacak kimse olmayınca, eşimi işten çıkardım. Bizim en büyük sermayemiz, çocuklarımızdı. Ankara’da bir gecekondu kiraladık. Kooperatife girdik. Yavaş yavaş başımızı sokacak bir ev sahibi olduk. O evi sonra sattık, Karaman’a döndük. Yüz dönüm tarla aldım. Toprağın bereketiyle bir süre yaşadık. Ama o tarlaları sonra sattık; çocuklar evlendi, onlara destek olduk. Onlar bizim hayattaki en büyük yatırımımızdı. Bir daire, bir arsa, sonra bir umut… Hayat böyle geçti. Şimdi dönüp baktığımda; eksiklerimiz çoktu belki, ama yüreğimiz hep tamdı. Ne zaman ki birbirimize sarıldık, işte o zaman evimiz oldu, yuvamız oldu, hayatımız oldu. Bölüm 2 – Yarım Kalan Duvarlar Arasında Bir Yuva O yarı inşaat ev... Dışarıdan bakıldığında soğuk, kupkuru ve renksizdi. Ama biz oraya ilk adımımızı attığımızda, sanki koca ev derin bir nefes almış gibi oldu. Rüzgâr, çıplak duvarlar arasından içeri süzülüyordu, ama içimizde öyle bir sıcaklık vardı ki, hiçbir kış onu üşütemedi. Kardeşlerim de geldi... Hep birlikte sıvasız odalarda, çimento kokusuna karışmış bir hayatı paylaştık. Herkesin bir kenarda bir rüyası vardı; kimi yatakta değil, yerde bir yorganın altında, ama gözleri gökyüzünde… Çünkü orada bir gelecek vardı, dokunamadığımız ama hayalini kurduğumuz. Soba yoktu, ama biz birbirimize sarılarak ısınıyorduk. Yatak yoktu, ama sevgimiz yere serdiğimiz eski bir kilimi bile saraya dönüştürüyordu. Bir tencere vardı, bazen içinde sadece çorba, bazen sadece su... Ama onun başında eşimin gözlerinin içine bakarak kaşıkladığım her lokma, sanki bir ziyafetti. Hayat bize eksik olanı çokça verdi; ama biz de ona direncimizi ve sevgimizi verdik. Ben her sabah işe gitmek için evden çıkarken, eşim kapıya kadar gelir, elimi sıkıca tutar, gözümün içine bakardı. O bakışta, hem “dikkatli ol” vardı, hem de “ben seni bekliyor olacağım.” İşte o bakış, inşaatlardaki her tuğladan daha sağlamdı bana. O yüzden hangi duvarı örsem, içinde hep onun hayalini taşıdım. Gece olduğunda, küçük bir ampulün titrek ışığında göz göze gelirdik. Sesimiz çıkmazdı, ama suskunluğumuz konuşurdu. Her günün sonunda, bir tuğla daha koyardık hayalimize. Belki de hayatın en güzel yanı buydu: Eksiklerle dolu bir evde, kalabalık bir mutluluğu paylaşmak. Bölüm 3 – Uzaklıkla Sınanan Sevda Hayat henüz tam yerini bulmamışken, ansızın askerlik çıktı karşıma. O mecburi vedanın ertesi sabahı, sessiz bir sokakta vedalaştık. Ne gözyaşı döktük, ne ağıtlar yaktık... Ama gözlerimizde biriken o bulanıklık, kalbimizin içini çoktan ıslatmıştı. Eşim, o koca yüreğiyle yalnız kalmayı göze aldı. Bir odalı bir toprak eve taşındı. O tek odada, hem kendine, hem bana, hem geleceğe yer açtı. Benim için beklemek; onun için ise sabretmek demekti. Ve biz, birbirimizi iki yıl boyunca aynı gökyüzünün altında ama farklı şehirlerin yalnızlığında sevdik. Ben her gece yıldızlara onun adını fısıldarken, o da her sabah çocuklara “babanız yakında gelecek” diyerek güne başlıyordu. Bu, aşkın sessiz ama kudretli sınavıydı. Zaman geçti. İki yıl sonra döndüğümde, saçlarımda birkaç beyaz, gözlerinde birkaç çizgi vardı. Ama kalbimizdeki sevda, aynı gençlikteydi. Bölüm 4 – Sınavlar ve Kaderin Yeni Yolu İnsan bazen hayatın kıyısında yürürken, bir anda önüne iki yol çıkar. İkisinin de nereye gittiğini bilmezsin; ama bir tanesi kalbinden bir sızıyla, diğeriyse umutla çekiştirir seni. Benim önümde de bir yol açılmıştı, belki uzun zamandır beklediğim ama cesaret edemediğim bir patikaydı bu: sınavlar... Askerlik sonrası eve döndüğümde, gözlerimin içine bakan çocuklarım vardı artık. Ve elime sarılan, yorgun ama vazgeçmemiş bir eşim. O bakışlar, “bir şey yapmalısın” diyordu. Sıradan bir iş, sıradan bir yaşam bize yetmiyordu. O yüzden karar verdim: sınavlara girecektim. İlk kazandığım sınav polislikti. Sonra tapu kadastro sınavı geldi. İki yoldan birini seçmem gerekiyordu. Biri disiplin, diğeri düzen… Ben düzeni seçtim. Belki de çocuklarım için daha sağlam bir temel atmak istiyordum. Ve böylece kaderin rotası yeniden çizildi. Yeni görevim, yeni sorumluluklar demekti. Fakat eşimin işi, çocukların büyüyen ihtiyaçları, gözümün önünde duran ama omuzlarımda ağırlığını her gün biraz daha hissettiren bir yüktü. Ve ben... kendi kararımla bir başka zorluğu daha göze aldım: Eşimi de işten çıkardım. Çünkü biliyordum; çocuklarımızın yanında annelerinin olması, her şeyden daha önemliydi. Hayat, bize kolayını hiç sunmadı. Ama biz zoru sevdik. Zor olanı başardığımız her gün, aramızdaki bağ biraz daha güçlendi. Birbirimize her baktığımızda, gözlerimizin içinde, o ilk günkü fakir ama onurlu bakışı yeniden buluyorduk. Ve bu bakış, hiçbir maaşla, hiçbir terfiyle satın alınamazdı. Bölüm 5 – Ankara’da Umuda Kurulan Gecekondu Ankara’ya doğru yola çıktığımızda, elimizdeki tek sermaye; biraz para, biraz eşya ve çokça hayaldi. Başkent dedikleri yerde, biz sığıntı gibi bir semtin ucunda, gecekondu diye adlandırılan o küçük eve yerleştik. Ama biz ona “yuvamız” dedik. Çünkü içi sevgimizle, sabrımızla, alın terimizle doluydu. Kooperatife girmek, uzun vadeli bir rüyanın temelini atmak gibiydi. Bugünden kısmak, yarına umut ektiğimiz bir yatırım oldu. Evin her tuğlasında bir fedakârlık, her penceresinde bir bekleyiş vardı. Ve sonunda başardık. Bir dairemiz oldu. Küçük, sade ama bizimdi. O duvarlara baktıkça, aklımıza geçmiş günlerdeki sıvasız ev, bir tencere, bir yorgan ve sevgimizin ilk hâli geliyordu. Ama hayat durmaz. Yeni ihtiyaçlar, yeni sorumluluklar, yeni kararlar... O evi sattık. Karaman’a dönüp yüz dönüm tarla aldık. Çünkü toprak demek, gelecek demekti bizim için. Ve o tarlalarda sadece buğday değil, evlatlarımızın geleceğini de büyüttük. Bölüm 6 – Toprakta Büyüyen Hayatlar Karaman’ın rüzgârı biraz serttir. Ama insanın içinde sıcaklık varsa, dışarının soğuğu da, hayatın zorluğu da bir nebze hafif gelir. Biz o rüzgârlı topraklarda, yalnızca buğday, arpa, yonca değil… Umudu, geleceği, ailemizin yarınlarını ektik. Yüz dönüm tarla almıştım. Kulağa çok gelir ama onu almak değil, onu tutunur hâle getirmekti mesele. Toprağı avuçladığım her sabah, sanki içimdeki geçmişe de sarılıyordum. O yokluk yılları, askerlikteki ayrılıklar, sobasız geceler... Her biri, şimdi tarladaki bir başağın içinde yeşeriyordu. Çünkü bu topraklar, bizim fedakârlığımızın sessiz karşılığıydı. Çocuklar o yıllarda büyüyordu. Her biri birer ağaca döndü zamanla; kök salan, boy veren, gölge eden… Onların gözünde sadece bir baba değil, dimdik duran bir dağ olmak istedim. Bu yüzden tarlalardan gelen kazançları onlara aktardım. Bir daire, bir arsa… Elimden ne geldiyse, gelecekte onların zorlanmaması için verdim. Çünkü hayat, bana çok öğretmişti: Bazı şeyler zamanında yapılmazsa, çocukların kaderi, babalarının hikâyesine benzer. Onlar evlendiğinde, içimde garip bir sessizlik oldu. Sevindirici ama biraz da eksilten bir şeydi bu. Artık evde bir sandalye boş kalıyordu. Çorba bir tabak fazla oluyordu bazen. Ama onların kendi sofralarını kurduklarını bilmek, o fazlalıkları mutluluğa dönüştürüyordu. Biz yaşlandıkça, ektiğimiz tohumlar yeşerdi. Onlar iş sahibi oldu, ev sahibi oldu. Ama bizim sahip olduğumuz en büyük şey, hâlâ aynıydı: Birbirimize bakarken içimizde büyüyen sessiz ama derin sevgi. Bölüm 7 – Geriye Kalanlar ve Sessiz Bir Teşekkür Zaman, tıpkı rüzgâr gibi… Ne estiği belli olur, ne geçtiği. Bir bakmışsın ki, koşarken büyüttüğün çocuklar senden daha uzun boylu olmuş, bir sabah pencereden bakarken saçlarının arasına kar düşmüş. Bir bakmışsın ki, bir ömrün yükü yavaşça omuzlarına çöküvermiş. İşte ben de öyle bir günde fark ettim: Yolun sonu değil belki ama kıyısıydı bu artık. Artık sabahın köründe kalkıp inşaata koşmuyordum. Artık toprağı ellerimle değil, gözlerimle okşuyordum. Ve artık çocuklarım beni arayıp, “Baba, sen nasılsın?” dediğinde, sesimin titrememesi için boğazıma yumruk gibi oturan duyguları yutuyordum. Bir ömür geçti… Ama bu sadece bir zaman dilimi değil, binlerce alın teri damlasının, susulmuş acıların, yutulmuş gözyaşlarının ve sessiz sevinçlerin toplamıydı. Ve en çok da, içimde büyüyen ama hiç dile getiremediğim o teşekkürün… Eşime. Onunla birlikte başladım bu hayata. Sıvasız duvarlar arasında birbirimize sarılarak ısındık. Kimi zaman bir tencere yemeği bölüştük, kimi zaman bir çift sözü... Ben çalışırken o sustu, o sustuğunda ben anladım. Konuşmasak da yaşadık, yaşadıkça büyüdük. Her gece, sessiz bir teşekkür geçer içimden: “İyi ki… iyi ki vardın.” Hayat çok şey aldı bizden. Sağlığımızdan, gençliğimizden, belki hayallerimizden bile. Ama bizi birbirimizden alamadı. Her şeye rağmen elini tuttum, o ilk günkü gibi. Ve her seferinde içimden şöyle dedim: “İşte hayat… Ne giydiğimiz gelinlikti, ne de oturduğumuz ev. Hayat, senin gözlerindeki sabırdı. Hayat, bizdendi... Ve seninle güzeldi.” Şimdi zaman daha yavaş akıyor. Çocuklar kendi evlerinde, kendi hayatlarını sürdürüyorlar. Biz, sessiz bir köşede, geçmişe bakarak dinleniyoruz artık. Ama her an, her hatırada, o ilk sobasız gecenin sıcaklığı hâlâ içimizde. Ve her şeye rağmen, içimizde hâlâ o gencecik sevda, kimsesizliğin ortasında el ele verdiğimiz o karanlık ama umut dolu günlerin anısı… Bölüm 8 – Emeklilik: Hayatın Sessiz Perdesi Yıllar boyunca koştum, yoruldum, direndim... Her sabah gün ışımadan yollara düştüm. Ellerim nasır tuttu, gözlerim geceyle gündüz arasında yitip gitti. Ama şimdi… Artık sabahları kimse seslenmiyor ismimi. Artık zaman bana ait gibi, ama eskisi kadar değerli değil sanki. Emekli oldum. Ne garip kelime şu “emeklilik”… Dışarıdan bakanlar dinlenme sanır, oysa insanın içinde bir tür boşluk başlar. Hayatın bütün ağırlığını sırtlamışken, bir anda yük inince, insan kendi gölgesinden bile yorgun kalıyor. “Ben şimdi ne yapacağım?” sorusu, emekli maaşından daha önce kapını çalıyor. Ama ben her sabah kalktığımda hâlâ eşime çay koyuyorsam, Çocuklarım hâlâ “baba” diye arıyorsa, Torunlarım gözlerimin içine masumca bakıyorsa, Ben hâlâ yaşıyorum demektir. Çalışarak geçen yıllar sadece geçim değil, aynı zamanda bir iz bırakma çabasıydı. İnsan bazen sadece çocuklarına bir miras değil, bir duruş bırakmak ister. Ben onlara sadece ev, arsa, tarla vermedim... Yalın ayak başladığım yolda, dimdik yürüyüşümü de miras bıraktım. Ve en çok da: “Hiçbir zaman yıkılmadım” diyebilecek bir baba hatırası. Bir zamanlar boş tencerelere su koyup kaynattığımız günler vardı. Bugün soframızda çeşit çeşit yemek olsa da, o kaynayan suyun içindeki duasızlığı, çaresizliği ve gururu asla unutmadım. Kimi akşamlar eşimle oturup o ilk fotoğrafımıza bakıyoruz. Gelinlik, damatlık… Arkası bir stüdyo perdesi ama önünde koca bir ömür. O fotoğrafa her baktığımda kalbim sızlıyor, ama bu sızı acıdan değil… O an, hayatımızın en sade ama en asil günüydü. Bunca yıl sonra dönüp bakınca, şunu gördüm: Zenginlik, malda mülkte değil. Gerçek zenginlik, yokluk içinde bile birbirinin gözünü güldürebilmektir. Ve biz, bunu başardık. Şimdi bazen evin bir köşesinde, çayım elimde, duvara yaslanmışken kendime şöyle fısıldıyorum: “Yoruldun… ama güzeldi. Acılar da oldu, ihaneti de gördün, yorgunluğu da tattın ama… İnsanca yaşadın. Ve sonunda, sessiz bir huzurla başını yastığa koyabilecek kadar doğru geldin bu yoldan.” Bölüm 9 – Sessiz Akşamlar, Derin İç Çekişler Zaman ilerledikçe fark ediyorsun… Hayat bir yolculuk değilmiş sadece; aynı zamanda bir vedalaşmaymış. Kimi gün gençliğine veda ediyorsun, kimi gün sağlığına, kimi zaman bir dosta, bir kardeşe… Ve en sonunda, bir bir düşen yapraklar gibi, insanın içinden bir parça daha eksiliyor. Artık ev sessiz. Koridordan gelen ayak sesleri yerini derin bir boşluğa bırakmış. Mutfağa bir tabak eksik gidiyor. Evin duvarları bir zamanlar çocuk çığlıklarıyla yankılanırken, şimdi ancak duvardaki saat sesi duyuluyor; tık… tık… Ama bu sessizlik boğucu değil. Aksine, insanın içini yavaş yavaş örten bir huzur battaniyesi gibi. Artık çok fazla konuşmuyorum. Eskiden anlatmak için yanıp tutuşan yüreğim, şimdi susmanın kıymetini öğrendi. Çünkü yaş ilerledikçe, insanın sesi azalıyor, bakışı derinleşiyor. Ve bir noktada anlıyorsun: Hayatı konuşarak değil, bakarak yaşıyor insan. Bir çay bardağının buğusuna bakarken anlıyorsun yalnızlığı. Bir yorganın altında eşinin nefesini dinlerken anlıyorsun hayatın sadeliğini. Ve bir sabah, aynaya baktığında gözlerinde artık yalnızca geçmişin değil, pişmanlıkların da izlerini görüyorsun. Ama pişman değilim. Yaşadığım her acı, beni bu hâle getirdi. Sırtı dik, sözü tok, ama kalbi hâlâ çocuk gibi kırılgan… Hayat beni eğdi ama hiç bükemedi. Artık geçmişi anarken gözlerim nemleniyor ama ağlamıyorum. Çünkü yaşlı gözlerden düşen her damla, aslında bir zamanlar yaşanmış bir ömrün itirafı. Ve o itiraflar, insanı hafifletiyor. En büyük hazine neymiş biliyor musun? Bir ömür geçse de, dönüp eşine bakarken hâlâ “iyi ki sen” diyebiliyorsan… O zaman her şey yerli yerindedir. Yokluklar, ihanetler, yorgunluklar… Hepsi unutulur gider. Ama o bakış kalır. Bölüm 10 – Aile Denen Karanlık Aynalar İnsan gençken düşmanın dışarıda olduğunu sanıyor. Sokakta, işte, hayatta... Oysa yaş ilerledikçe anlıyorsun ki, bazen en büyük kırgınlıklar aynı çatı altında başlıyor. Aynı ekmeği böldüğün, aynı kaptan kaşık salladığın, aynı anayı babayı paylaştığın insanlardan… Ben kardeşlikten bir duvar bekledim… Ama duvar değil, yalnızca gölge oldular. Ben çocukluğumdan itibaren omuzladım. Onlar rahattayken ben sırtımı da, yüreğimi de dayadım. Ne zaman ki elimde azıcık bir bolluk oldu, önce onların kapısını çaldım. Onlar açmadı... Ama ben yine de elleri boş dönmesinler diye bir yolunu buldum, verdim. Diyalize girdiğim yıllar… Bedenim her geçen gün biraz daha susarken, ruhum da yavaş yavaş soluyordu. Yedi yıl... Tam yedi yıl, makinelere bağlı yaşadım. Günde dört saat değil; dört yıl her gün içimde aynı dua: “Allah’ım dayanacak gücüm kalmadıysa, beni sabırla öldür, ama umutsuzlukla değil…” O yıllarda kardeşlerim bir kez olsun elimi tutmadı. “Böbrek vereceğiz” dediler… Yedi yıl boyunca beni oyaladılar. Oysa bana söyledikleri her “inşallah” bir umut gibi değil, bir ihanet gibi saplandı içime. Ben inandım… Ben, onlara hâlâ kardeş sandığım için kandım. Diyalizdeki o son yıllarda, yavaş yavaş içime döndüm. Kırıldım ama kimseye söylemedim. Küstüm ama bağırmadım. Sustum… Çünkü insan en çok güvendiğinden utanır, kızmaz. Bana yardım etmeyenler, sonra yüzüme “biz senin yerinde olsak” diye başlayan nasihatler sıraladı. O an anladım: Aile, her zaman senin kanından olmaz. Bazen en büyük kardeşlik, seni hiç tanımayan bir yabancının samimiyetinde saklıdır. Ben artık kimseyi suçlamıyorum. Ama kimse de “biz hep senin yanındaydık” demesin. Benim yanımda olan tek şey; Makinenin çıkardığı "dıt dıt" sesleri ve eşimin sustukça büyüyen sadakatiydi. Bölüm 11 – Bir Kadının Sessiz Kahramanlığı: Eşim Her başarı hikâyesinin görünmeyen bir yüzü vardır. Ve benim hayatımda, o görünmeyen ama her şeyi taşıyan yüz; eşimin yüzüydü. Onu ilk tanıdığımda ne altın bilezikleri vardı kolunda, ne de sırtında gösterişli giysiler… Ama gözlerinin içinde bir inanç parlıyordu. Hayat boyu onun gözlerinde gördüğüm tek şey, sabırla örülmüş bir sevdanın ateşiydi. İlk evimiz, çatısı eksik bir yarım inşaattı. İlk yatağımız bir eski kilim, yorganımız bir battaniyeydi. Ama onun yüreği; bir saray gibi geniş, bir ana kucağı gibi sıcak, bir dağ gibi sarsılmazdı. Ben çalışırken, o sustu. Ben üşürken, o ellerimi ısıttı. Ben yorgunken, o gözleriyle “dayan” dedi. Hiçbir zaman benden fazlasını istemedi. Bir bilezik için kavga çıkarmadı, bir perde için surat asmadı. Çünkü onun aklı, gelecekteydi… Çocuklarımızın ayaklarının yere basmasında, başlarının eğilmemesinde… Ben askere gittiğimde, iki yıl boyunca o yalnız bir odada hem anne, hem baba oldu. Ne yakınmaya vakti vardı, ne şikâyete mecalı. Ben uzaklardayken, o evde çocuklara masal anlatıyordu. Masallar bitince gözyaşını yorganın altına saklıyordu. Bazen geceleri ona sessizce bakarım… Yüzündeki çizgileri sayarım, her biri ayrı bir acının, ayrı bir fedakârlığın izi. Ve her iz, bana şunu haykırır: “Sana yük olmadım, yükünü taşıdım.” Bir gün bile "neden bu hayat?" demedi. Bir gün bile "başkalarının nesi var, bizim yok?" demedi. Aksine, her zorluğun içinde bana bir tebessüm uzattı. O tebessümle, dünyanın yükünü sırtlanabilirdim. Ben, o kadınla evlenmedim sadece… Ben, o kadınla hayata tutundum. Şimdi birlikte yaşlandık. Eskisi gibi genç değiliz. Ne o bir çocuğun heyecanıyla kahkaha atıyor, ne ben bir delikanlı gibi hızlı yürüyorum. Ama kalbimiz hâlâ aynı yerde: O ilk gecede, sobasız evde, battaniyenin altında birbirimize sarıldığımız o anın içinde. Ona her gün teşekkür edemem belki… Ama Allah’tan her gün dilerim: "Onun hakkını bana ödetmeden al canımı Ya Rab.” Çünkü ben, onun varlığıyla bir hayatı dimdik yaşadım. Bölüm 12 – Çocuklarım: Umutlarım, Acılarım, Dönüm Noktalarım Çocuklar… Onlar, hayatın en büyük armağanı olduğu kadar, bazen en ağır sınavıdır da insana. Ben onları büyütürken, içimde hep bir korku taşıdım; Ya hayal ettiklerimle gerçekte karşılaştıklarında yollarımız ayrılırsa? Ya sevgiyle ördüğüm yuvadan düşerlerse? Her birine kendi adımı verdim, kendi hayallerimi fısıldadım. Onlar için çalıştım, emek verdim, yorgun düştüm. Yüz dönüm tarladan, o dairelerden, o arsalarla onların geleceğini güvence altına almaya çalıştım. Çünkü onlar benim dünyamdı. Onların gözlerindeki parlaklık, benim en büyük servetimdi. Ama hayat, bazen planladığımız gibi gitmedi. Kimi zaman beklediğim ilgi ve sevgi geri dönmedi bana. Kimi zaman, emeklerim karşılıksız kaldı, kırgınlıklar çoğaldı. Bir baba olarak, yorgun ellerimle kaldırmak istediğim yükler, bazen sırtımdan kayıp gitti. Yine de vazgeçmedim. Çünkü bilirim ki; çocuklarını sevmek, bazen yıpratıcı ama hiçbir zaman vazgeçilmeyecek bir sadakattir. Her hata, her eksiklik, her kavga… Onların büyüme sancılarıydı belki de. Şimdi çocuklarımın kendi hayatları var. Onlar evlendi, kendi yuvalarını kurdu. Ama bilirim ki, benim attığım her adım, onların bugününe bir umut tohumu ekti. Ve o tohumlar, bazen en beklemediğim anlarda yeşerdi, meyve verdi. Bana kalan, onlara bıraktığım sadece maddi miras değil. Bir yaşam dersi, bir mücadele örneği, Ve en önemlisi, onları her koşulda sevmenin, karşılık beklemeden bağışlamanın hikâyesi oldu. Bölüm 13 – Sağlıkla Mücadele: Karanlıkta Parlayan Umut Hayat bazen insanın bedenine en büyük sınavı verir. Benim için o sınav, yavaş yavaş sönmeye başlayan bir mumun alevi gibi başladı. Kırılganlığın, acının, çaresizliğin ve umudun aynı anda iç içe geçtiği yıllardı. Yedi yıl… Yedi yıl boyunca makinelere bağlı yaşamak, hem fiziksel hem ruhsal bir esaretti. Dört saatte bir makinenin “dıt dıt” sesi, hayatımın en soğuk ritmi oldu. Ama o soğukta bile içimde hep bir ateş vardı; hayata tutunma ateşi. Diyaliz odalarının beyaz duvarları, bazen sonsuz bir hapishane gibiydi. Ama o beyazlıkta, eşimin sessiz sabrı, çocukların arada bir yanımıza uğrayışı, dostların varlığı… Bana direnme gücü verdi. Ama en zor olan, yalnızlık ve ihanetin gölgesiydi. Böbrek nakli için beklerken, ailemin bazı fertlerinden gelen vefasızlık, kalbimde derin bir yara açtı. Yedi yıl boyunca verilen sözler tutulmadı, umutlar söndü. Oyalandım, bekledim, umutlandım, hayal kırıklığına uğradım. Yine de vazgeçmedim. Çünkü insan, en karanlık gecede bile sabahın geleceğine inanır. Ve ben, sabahın sabrını hiç kaybetmedim. Sağlığımın her düşüşü, ruhumun biraz daha güçlenmesine vesile oldu. O zor günlerde öğrendim ki; gerçek güç, acı içinde bile umudu kaybetmemektir. Ve o gücü veren en büyük destek, sessiz yoldaşım, eşimdi. Bölüm 14 – Küçük Mutluluklar, Yeniden Doğuş Yılların yorgunluğunu, acılarını, gözyaşlarını geride bırakmak kolay değildi. Ama insan, hayatın en büyük mucizesini; küçük şeylerde bulur bazen. Bir çocuk kahkahasında, sabah güneşinin pencereden süzülen ışığında, eşinin gözlerindeki şefkat dolu bakışta… O günlerde öğrendim: mutluluk, büyük zaferlerde değil, günlük hayatın küçük anlarında saklıdır. Bir fincan çayın yanında edilen sohbet, beraber izlenen eski bir film, bahçede açan bir çiçek… Bunlar, yorgun bedenimi yeniden canlandıran ilaçlardı. Sağlıkla verilen mücadele, bana hayatı daha derinden sevmeyi öğretti. Yaşamın kıymetini, her nefesin değerini anladım. Ve en çok da, sevdiklerimle geçirdiğim zamanın önemini. Artık sabahları, gün doğarken kuşların cıvıltısıyla uyanmak, birlikte geçirilen kahvaltılar, Ve gece olduğunda eşimin elini tutmak, benim için dünyanın en büyük mutluluğuydu. Yaşadığım zorluklar, beni daha güçlü, daha sabırlı ve daha şefkatli yaptı. Hayatın bana verdiği tüm sınavlara rağmen, içimde hiç sönmeyen bir umut ışığı taşıyorum. Ve biliyorum ki, bu ışık, benimle birlikte yürüyenlerin de yolunu aydınlatacak. Bölüm 15 – Hayatın Renkleri ve Olgunlukla Kabul Yıllar geçti, acılar da, sevinçler de ardında bıraktığı izlerle birlikte hayatımda yerini aldı. Artık biliyorum ki; her karanlık gecenin ardından bir şafak mutlaka doğar. Ve her şafak, umutla gelen yeni bir başlangıçtır. Hayat, bana ne verdi, ne aldı… Bazen ellerim boş kaldı, bazen de dolu. Ama en büyük zenginliğim, yaşanmışlıklarım, deneyimlerim ve karşılıksız sevginin gücüydü. Gençlik yıllarımda hayallerimi kurarken, belki de fazlasını istedim. Ama şimdi anlıyorum ki, gerçek mutluluk, sahip olduklarımızı değil, paylaştıklarımızı çoğaltmaktır. Ve en çok da, hayatı olduğu gibi kabul edebilmektir. Bazen geçmişe dönüp bakıyorum; O çocukluk günlerine, o gençlik yıllarına, o sobasız evdeki sıcak anlara… Her biri birer hazine gibi. İçimde taşıdığım, ruhumu besleyen kıymetli anılar. Yaşadığım tüm zorluklar, beni ben yaptı. Ve bugün, yorgun ama gururlu bir şekilde, Hayatın sunduğu tüm renkleri kucaklayarak yoluma devam ediyorum. Çünkü biliyorum ki, hayat bir yolculuk… Ve her yolcunun kendi hikâyesi vardır. Benim hikâyem, umutla, sevgiyle, sabırla yazıldı. Ve bu hikâyeyi, kalbimde taşıdığım sonsuz bir minnetle sonlandırıyorum. Bölüm 16 – Sonsöz: Bir Ömür Boyu Sevgi ve Mücadele Bu hayat, bana çok şey öğretti. Zenginlik sadece maddi değil; Onur, sabır, sevgi ve fedakârlıkla ölçülürmüş gerçek zenginlik. Hiçbir zaman kolay olmadı, Ama her zorluk, her engel, her gözyaşı bana güç kattı. Ve her sabah, yeni bir umutla uyandım. Sevdiklerimle birlikte yürüdüm, Bazen yanıldım, bazen yanıldığımı anladım. Ama hiç vazgeçmedim. Eşimin sabrı, çocuklarımın varlığı, dostların eli Ve kendi inancım, Beni ayakta tuttu. Bugün geriye baktığımda görüyorum ki, Hayat bir maratondu; Bazen düşüp kalktım, bazen hızlı koştum. Ama hep yürüdüm. Ve şimdi, Bu yorgun ama gururlu yürekle diyorum ki: “Yaşadım, sevdim, mücadele ettim. Ve her şeyin en güzeline layık olduğumu biliyorum.” Her okuyanın kendi hayatında cesaret bulması dileğiyle… Hikâyem burada sona eriyor; Ama yaşam, umutla, sevgiyle devam ediyor. Bölüm 17 – İnançla, Sabırla, Umutla: Hayatın Manası Hayat, sadece bir nefes alış-veriş değil; Bir sınav, bir yolculuk, Ve her adımıyla bize Tanrı’nın sonsuz hikmetini anlatan kutsal bir hediye… Kimi zaman en derin acılar, bizi Tanrı’ya daha yakın kılar. Yıkıldığımızda, aslında yeniden doğarız; Küllerimizden yükselen bir kümes kuşu gibi… İman, işte o yeniden doğuşun en güçlü kanatlarıdır. Her zorluk, her hüzün, her gözyaşı, Bir karşılık beklemeden verilen sabrın, fedakârlığın ve teslimiyetin yansımasıdır. Ben, bu dünyada görevimi tamamlamak için buradayım; Her ne olursa olsun, umutla, inançla yürümeye devam edeceğim. Dünyanın geçici olduğunu bilmek, Bizi gerçek mutluluğa, sonsuz huzura yönlendirir. Gönül köklerimizi ebedi aleme bağlar, Ve bu dünya acılarının, imtihanlarının sadece bir geçit olduğunu öğretir. Yaşadığım her zorlukta, Rabbim’in bir planı olduğuna inandım. Ve o inanç, bana güç verdi; Yolumu aydınlattı karanlık gecelerde. İşte o yüzden her sabah yeni bir nefesle, “Şükürler olsun” diyebiliyorum. Çünkü biliyorum ki; Gerçek zafer, dünyada kazanılan değil, kalpte yapılan zaferdir. Ve kalbimdeki bu inanç, bana sonsuzluk vaat eder. Hayatımı bir bütün olarak ele aldığımda, Kötü günlerim bile bir öğretmendi. Ve ben, öğrendiklerimle daha olgun, daha sabırlı, daha merhametli oldum. Son sözüm şu olsun: Her insanın içinde bir ışık var; O ışığı asla söndürmeyin. İnançla, sevgiyle, sabırla yola devam edin. Çünkü gerçek huzur, ancak bu yolda bulunur. Bölüm 18 – Kaderin Kucağında: Sabır, Teslimiyet ve Huzur Hayat, biz insanlara sonsuz bir sınav verir. Kimi zaman kader ağır gelir omuzlarımıza, kimi zaman da göz kırpar umutla. Ben öğrendim ki, gerçek güç kaderin yükünü taşımak değil, onu teslimiyetle karşılamaktır. Ve bu teslimiyet, Allah’a duyulan sarsılmaz inançtan doğar. “Sabır” kelimesi, benim hayatımın en kıymetli öğretmenidir. Her acıda, her kırgınlıkta, “Ya Rabbi, bu da geçer” diyerek güç buldum. Ve her geçen gün, kalbimde büyüyen bu sabır, ruhumu kucakladı. Biliyorum ki, dünya bir misafirhanedir. Bizler buraya sadece sınav için geldik; Ne servetimiz kalıcı, ne güzellikler, ne de bedenimiz. Önemli olan, Rabbimizin huzuruna temiz kalple çıkabilmek. Ve ben, ne kadar eksik olsam da, bu yolu yürüdüğüm için şükrediyorum. Maneviyatım, bana yalnız olmadığımı öğretti. Gecelerin en karanlığında bile, Allah’ın rahmetiyle aydınlandım. O ışık, bana hayatın anlamını ve sonsuz sevgiyi gösterdi. Ve şimdi, yaşadığım tüm acılar, tüm kayıplar, tüm sevinçler, Bir araya gelip bana şunu söylüyor: “Sen, insan oldun. Ve insan olmak, en büyük ibadettir.” Sonunda anladım ki, en büyük zafer dünya malında değil, Kalpteki sevgi, sabır ve teslimiyette saklıdır. İşte bu yüzden, Her gün dualarımda şükrediyorum: Ya Rabbi, yolumu aydınlat, kalbimi temizle, sabrımı çoğalt.” Ve sana da diyorum ki; Hayatın yükü ne olursa olsun, İnançla, sabırla ve sevgiyle yürümekten vazgeçme. Çünkü gerçek huzur, o yoldadır.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!