Şemsettin Kaya Şiirleri - Şair Şemsettin ...

0

TAKİPÇİ

Şemsettin Kaya


Köyümüzün her tarafının beyaz bir kar örtüsüyle kaplı olduğu günlerinden birinin sabahında uyanmış alelacele kahvaltımı yaparak evimizin karşısındaki tepede arkadaşlarımla oluşturduğumuz kayak yerine gitmeye hazırlanıyordum. Sabahın sert soğuğu ve karlı havanın yapışkan, ıslak dünyası beni bu heyecandan hiçbir zaman alıkoyamamıştı. Altını törpüleyerek dümdüz hale getirdiğim ayakkabımı birazdan giyecek, alt tarafını kaydıra kaydıra eskittiğim pantolonumun üstüne gocuğumu giyip kapıdan rüzgar gibi çıkıp gidecektim. Her tarafın karla kaplı olduğu bir kış günüydü ve hava açıktı. Yerde beyaz bir deniz gibi serili olan karın üzerine yeni doğan güneşin ışığı vurmuş, geceleyin buzlaşmış küçük kar taneleri pırıl pırıl parlıyordu. Birazdan yükselecek güneşin etkisiyle kar sertliğini yitirmeden kayabilmek için hemen dışarı fırladım. Annemin ardımdan söylenmelerini duyamamıştım bile… Dışarısı pırıl pırıl bir kış sabahıydı. Karla kaplı avlumuzun sol yanındaki duvardan atlayarak evimizin birkaç yüz metre ötesindeki tepeye gidecektim. Gecenin soğuğunda taşlaşmış karları ezerek duvarın önüne kadar gittim. Gideceğim yeri görmek için yerde bir tümsek oluşturan taşlara basarak duvarın arka tarafında kalan geniş araziye doğru baktım. Kayak yapacağımız küçük tepenin yamacında köylülerin ağıllarından temizlenmiş gübrelerini döktükleri yerde bembeyaz bir at vardı. Alnındaki siyah benek olmasa yerdeki karın bir parçası sanılırdı. Çöplerin üstünde bir şeyler yemeye çalışıyordu. Biraz hareket edince topalladığını fark ettim. Sabahın bu saatinde bu at nereden gelmiş olabilirdi. Sanki yıllardır hep oradaymış gibi, oraya aitmiş gibi sakin bir edayla çöpleri karıştırıyordu. Duvarı hemen tırmanarak öbür tarafa atladım. Sertleşmiş karların ayağımın altında gıcırdayan sesleri arasında yer yer karlara batarak oraya doğru koştum. Tepeyi çıkana kadar nefes nefese kalmıştım. Atın benden korkup kaçmasından çekinerek yanına yavaşça yaklaştım. O hiç oralı bile olmadı. İnsanlara alışık bir at olmalıydı. Teni bembeyazdı. Upuzun bir kuyruğu vardı. Alnındaki siyah benek duruşuna bir asalet, bir ağırlık katmıştı. Çok sakin bir şekilde çöpteki kuru otları yiyiyordu. Yanına yaklaşınca başını kaldırdı ve küçük bir hamleyle yana doğru kaçtı. Bu hareket esnasında arka ayağındaki topallık ortaya daha çok çıkmıştı. Toynaklarının hareketini sağlayan eklemlerde bir sakatlık vardı. Toynağı ters dönmüş gibiydi. Nerdeyse yere değdirmeyerek yürümeye çalışıyordu. Arka ayağını kullanamıyordu. Büyük ihtimalle iyileşmeyecek bir sakatlıktı bu… Etraftaki köylerden birilerinin atı olmalıydı. Artık işe yaramayacağı düşünülmüş olmalıydı. Kış mevsimi de gelip karlar yağınca ona verecekleri yemlerle başka hayvanları doyuracaklarını düşünüp kovmuşlardı. Kendi başının çaresine bakmasına karar vermişlerdi büyük ihtimalle... Kim bilir nasıl bir attı? Ne yiğitleri sırtında dolaştırmış ne sabanlara koşulmuştu. Ya da çektiği arabalarda ne değerli şeyler taşımıştı? Kim bilir kaç kişi güzelliğine hayran kalmıştı? Ama işlerine yaramayacağını anladıkları anda terk etmişlerdi onu. Yalnız başına salmışlardı onu kurdun kuşun içine… Bu soğuk karlı havalarda ne yiyip ne içecekti? Nerede barınacaktı? Aç köpekler, kurtlar gördükleri anda, kokusunu aldıkları anda parçalayacaklardı onu… Dörtnala koşup kaçacak sağlam ayakları da yoktu. Zaten ayakları sağlam olsaydı bu hale düşer miydi? Bütün bunların farkındaymış da acısını yüreğine gömmüş, umursamaz bir tavır takınmış gibi kuyruğunu sallayarak önündeki çöpleri ayıklamaya çalışıyordu. Mağrurluğundan hiçbir şey kaybetmemişti. Bembeyazdı. Tüyleri parlıyordu. Kuyruğu upuzun, bir ressamın tuvalinden çıkmış gibi düzgün hatlarıyla bakanı hayran bırakacak bir güzellikteydi. Topal ayağını göstermemeye gayret eder gibi duruyordu. Hareket etmedikçe ayağının topal olduğu anlaşılmıyordu. Belki de böyle görünmeye gayret ederek düştüğü acıklı durumu saklamaya çalışıyordu. Çaresizliğini gizleyerek onurunu incitecek bir şekilde görünmekten kaçınıyordu sanki. Elimi uzattım ve boynuna dokundum. Gözlerim dolmuştu. İçimde sonsuz bir dilekle ayağının iyileşebilmesini umdum. Bu at benim olmalıydı. Bu at çakalların köpeklerin sofrasına yem olmamalıydı. Asaleti ayaklar altına alınmamalıydı. Her zamanki gibi mağrur olmalıydı. Yaşlanıncaya kadar, ölünceye kadar benim olacaktı. Beni sırtında gezdirecek, onunla beraber ilkbaharda rüzgarların içine dalacaktık. Geniş kanatlarını çırpan bir kuş gibi gezecektik köyümüzün bayırlarını… Beni sonsuzluğa doğru uçuracaktı. Boynunu hafifçe okşadım. Bana dönüp dostça baktı. O bakıştan sonra onu artık bu şekilde bırakamayacağımı hissettim. Arkadaşlarımla karda kayma düşüncelerimin hepsi bir anda silinmişti kafamdan. Onu peşimden götürmek için bana bir ip lazımdı. Çöplerin arasında bulduğum bez parçalarını birbirine bağlayarak işimi görecek uzunlukta bir ip yapmayı başardım. Atın boynuna geçirip bağladım. Bana hiç bir tepki göstermedi. İpin kalan kısmını da kavrayarak arkamdan çekmeye başladım. Karların içine batan ayakları ve topallığı nedeniyle arkamdan gelmekte zorluk çekiyordu. Buraya gelirken karların üstünde oluşturduğum ayak izlerine basa basa ilerliyordum. At da arkamdan seke seke geliyordu. Sabah koşarak geldiğim yolu şimdi yavaş adımlarla ve içimde sabahkilere hiç benzemeyen duygularla aşıyordum. Sabah atladığım duvarı bu defa dolanarak evimizin avlusuna kapıdan girdik. Annem kapının önündeki karları temizliyordu. Sesimizi duyunca dönüp arkasına baktı. Yanımda bir atla geldiğimi görünce önce bir anlam veremedi. Ama arkamdan gelen atın topal olduğunu görünce durumu az çok tahmin etmiş olacak ki;
-Nereden buldun bu sakat atı Cemil? Dedi.
-Çöplükte gördüm anne, nerden geldiğini bilmiyorum. Ama çok güzel bir at. Dayanamadım eve getirdim. Annem iyice doğrulup ata doğru bakarak;
-İyi, bir şeyler ver karnını doyursun sonra sal gitsin. Baksana ayağı topal, işe yarasa bırakmazlardı. Dedi. Annemin böyle diyeceğini tahmin etmiştim. Son derece kararlı bir sesle;
-Anne ben bu atı bize getirdim. Ona ben bakacağım. Çok iyi bir at. Ayağı iyileşirse işimize çok yarar. Baksana daha gencecik… Annem:

Devamını Oku
Şemsettin Kaya

bir kadın
ömrü gözlerinde kalmış
dünleri yaşamakta yüreği
tersine yaşayabilmek umudunda her şeyi
yaşanmışlıklarını ters yüz çevirebilmek hayatının
ve gözlerini yeniden açmak gençlik çağına

Devamını Oku
Şemsettin Kaya

doğuşu hep güzeldi güneşin
kimsenin görmediği zamanlarda
kızıl ve utangaçtı
ufuğa gömülürken de gülümserken de sabaha
mahçuptu.
ben de insanlığımdan utanıyordum o sıralar

Devamını Oku
Şemsettin Kaya

zamanın neresindeyim
hangi sabahın uyanışı
içimde sönmüş volkan kaynıyor
bir yolculuk telaşındayım
köhnemiş duygularımı
güneşe çıkarıyorum

Devamını Oku
Şemsettin Kaya

tarihin karanlık derinliklerinden geldim
bin yıllık susamışlığıyla yüreğim
kapında yüzü kara bir dilenci
aşkına aç, varlığına susamış

şiirler biliyor suskunluğum

Devamını Oku
Şemsettin Kaya

bir yaprağa düşen gölge
dingin bir akşam
ve senin yüzün
yalnızım ben de bu gece sizler gibi.
ılık ağır ve kararlı
bir yağmur damlası düşüyor

Devamını Oku
Şemsettin Kaya

Yatılı okula yazıldığım zaman on iki yaşındaydım. Ailemden uzakta, ortaokulun birinci sınıfına başlamıştım. Yazıldığım okul, köyümüze epey uzaklıkta bir şehirdeydi. Uzun süreli tatiller gelmedikçe eve pek gidip gelemiyordum. Hem maddi imkansızlıklar buna el vermiyordu hem de derslerimden geri kalarak bana umut bağlayan ailemi hayal kırıklığına uğratmak istemiyordum. Ama şehir yaşantısını da hiç sevmemiştim. Kendimi çok güçsüz ve yalnız hissediyordum. Araba gürültüleri, gizli bir endişe ve korku barındıran insan bağırışmalarını üstümde bir ağırlık gibi hissediyordum. Çok yalnızdım. Sokaklarda yürürken her an başıma bir olay gelecek sanıyordum. Ailemi o kadar çok özlüyordum ki bazen her şeyi bırakıp köyüme gitmek istiyordum. Ama kendi kendime verdiğim sözler ve bir gün aileme ıspatlamak istediğim başarılarımı düşünerek bundan vazgeçiyordum. Kaldığım yatılı okulda sağlık koşulları çok kötüydü. Çok çeşitli yerlerden gelmiş yüzlerce çocuk bir arada yaşıyordu. Yedi ile on beş yaşları arasında yüzlerce çocuk vardı. Çocukların çoğu taşradan, köy ortamından geldiği için şehirdeki çocuklar gibi temizlik alışkanlıklarını edinememişti. Okulun idaresi de her şeyi aynı anda düzeltmeye yetişemiyordu. Zaten yeteri kadar personel yoktu. Sular çoğu zaman kesik oluyordu. Öğrencilerin bir kısmı yıkanma fırsatı bulamıyorlardı. Sular, içi paslanmış depolarda korunmaya çalışılıyordu. Bütün bunların dışında okulda asayişi sağlamak, çocukların didişmelerine engel olmak, onca çocuğu kontrol altına almak ayrı birer sorundu. Kavga çıkmadan biten bir gece yoktu. Her sabah mutlaka birilerinin bir eşyası çalınıyordu. Çocukların neredeyse hepsi mutsuzdu. Kimisi kötü rüyalar gördükten sonra uyanıp ağlıyordu. Geceleri uykuda annelerini çağırıyorlardı. Anladığım kadarıyla hiç biri kendini güvende hissetmiyordu. Yatakhanelerde sürekli ağır bir koku vardı. Yıkanamayan çocuklar, gece altını pisleten yaşı küçük çocuklar ve bu çocukları yaşları küçük olduğu için ezmeye çalışan büyük yaştaki çocukların gürültüleri… Bir tavşan gibi uyumak zorundaydık. Her an birileri dolabını karıştırabilir yada biri gelip ayakkabını, battaniyeni alıp götürebilirdi. Sabahları kalkıp ayakkabısını yerinde bulamayan çocuklar oluyordu. Ağlaya ağlaya görevlilere giderlerdi. O gün ayağına uyan bir ayakkabı bulunduysa ne ala… Yoksa bütün günü çıplak ayakla geçirmek hatta derslere bu vaziyette katılmak zorunda kalırlardı. En kötüsü kış aylarında yataklarına gittikleri zaman battaniyenin yerinde yeller estiğini görmek olurdu. Bu yüzden kendimi tam anlamıyla uykuya bırakıp yeterince dinlendiğimi hatırlayamıyorum. Ders çalışmak için uygun bir ortam bulamıyordum. Her yer çocuk kaynıyordu ve sürekli bağrışma halindeydiler. O kadar çoktular ki seslerini birbirlerine ulaştırmak için bağırmak zorunda kalıyorlardı. Zamanla bu onlarda bir alışkanlık haline geldiği için artık gerekmediği yerlerde de seslerini yükselterek konuşuyorlardı. Geniş salonlarda bile sürekli bir uğultu vardı. Bu yüzden önceleri ders çalışmak konusunda epeyce sıkıntı çektim. Daha sonraları bu ortama alışmış olacağım ki artık pek rahatsız olmadan çalışmaya başlamıştım. Bütün bunların yanında okuldaki ders saatleri ayrı bir kabus gibi yaşanırdı. Sınıflar tıklım tıklım doluyordu. Her sırada üç yada dört kişi otururdu. Okulda yatılı kalanların dışında çevre mahallerden gündüzlü olarak okumaya gelen çocuklar da vardı. Bunlarla beraber sınıflarımızın mevcudu neredeyse iki katına çıkardı. Böyle bir ortamda ders işlemek çok zordu. Öğretmenlerimiz de bu durumdan bezmiş gibi görünüyorlardı. Derslere isteksizce girdiklerini yüzlerinden okuyabilirdiniz. Bütün bu kalabalığın içinde kendimi kaybolmuş gibi hissediyordum. Sahip olduğum bilgileri ve yeteneğimi ortaya çıkarmak için bir türlü fırsat bulamıyordum. Öğretmenler ders boyunca konu anlatmaktan çok öğrencilerin sessiz olmalarını sağlamaya çalışıyorlardı. Böyle bir ortamda hiç kimsenin yaşadığı şeyden dolayı mutlu olabileceğini sanmıyorum. Öğretmenler de öyleydi. Bir zamanlar sahip oldukları idealist düşüncelerini, heyecanlarını kaybetmiş gibi görünüyorlardı. Onlar da bir an önce böyle bir yerden kurtulma çabası içindeydi düşündüğüm kadarıyla… Geceleri yatakhaneme geldiğim zaman o kadar yorgun hissediyordum ki kendimi, ayakta duracak hal bulamıyordum. Zayıf olan bünyemden dolayı diğer çocuklara göre daha bitkin oluyordum. Yatağıma bir an önce uzanıp dinlenmek istiyordum. Oysa duygularım farklı şeyler istiyordu. Aslında heyecanlı bir çocuktum. Sürekli konuşmak gülmek bir şeylerden söz etmek istiyordum. Ama içinde bulunduğum ortam bu isteklerimi yaşamak için uygun olmaktan çok uzaktı. Çocukların konuştuğu konular farklıydı. Daha doğrusu hiç bir şey konuşmuyorlardı, sürekli didişiyorlardı. Bu yüzden kendimi daha çok yalnız hissediyordum. Kimseyle ilişki kuramıyordum. Bunu belki de ben istemiyordum. Yalnız kalmak her ne kadar acı verici olsa da bunu ben tercih ediyordum. Böylece aylar geçti. Bu süre içinde yalnızlığımı giderecek yeni buluşlar aramaya başladım. Önceleri bir radyo almayı düşündüm. Ailemin verdiği az miktardaki parama kıyamamama rağmen dışarıya çıkabildiğim ilk hafta sonunda bir seyyar satıcıdan küçük bir el radyosu aldım. Bu çok hoşuma gitmişti. Köydeyken de evde hep radyo dinlerdim. Okula geldiğimden beri radyo dinleyememiştim. Böyle bir karar verdiğim için kendi kendimle gurur duymuştum. Bu arada radyo dinlemeyi ne kadar çok özlediğimi anladım. Çok mutlu olmuştum. Heyecanla okula geri dönüp bulduğum ilk kuytu köşede radyomu açıp dinlemeye başladım. O gün yalnız kalmayı o kadar istiyordum ki okuldaki çocuklara rastlamamak için köşe bucak kaçıyordum adeta… Kimsenin gitmediği gölgelik kuytu yerlere gidiyordum. Ders aralarında dışarı çıkmıyor, sınıfta cebimde taşıdığım radyomu çıkarıp dinliyordum. Akşamları yatmadan önce kulaklıklarını takarak dinliyordum. Çoğu zaman radyomu kapatmadan uykuya dalıyordum. Sabah uyandığımda pilleri bitmiş vaziyette buluyordum onu. Artık kendimi eskisi gibi yalnız hissetmiyordum. Köydeyken dinlediğim programları burada da dinleyebiliyordum. Bu bana aynı zamanda aileme yakın olduğum hissini veriyordu. Sanki onların yanındaymışım gibi hissediyordum. Bu yüzden eskiye göre daha iyi hissediyordum kendimi. Ama bu pek uzun sürmedi. Yine radyomu kapatamadan uykuya daldığım bir geceden sonra sabah uyandığımda radyomun yerinde yeller esiyordu. Yatağımı büyük bir titizlikle aramama rağmen bulamamıştım. Radyom çalınmıştı. Yatakhanede yatanlara doğru baktım. Ve bütün hiddetimle;
-Radyomu kim aldı..? diye bağırdım. Herhalde böyle bir sesi benden ilk defa duymuş olacaklar ki bütün çocuklar bir anda susup bana doğru baktı. Çok kötüydüm. Ne yapacağımı bilemiyordum. Bir defa daha bağırsam aynı sesi çıkaramayacaktım. Üstelik ağlayacaktım. Kimin yaptığını hiç kimse bilmiyordu. Kimi suçlayacağımı bilemiyordum. O kadar çok çocuk vardı ki… Bunu gidip görevlilere anlatmak istemedim. “Okula elektronik eşya getirmeyin diye uyarmıştık biz sizi” diye cevap vereceklerdi. Bu bana hiçbir şey kazandırmayacaktı. Yatağımdan kalktım. Ve bütün dolapları arayacağımı söyledim. Kimse itiraz etmedi. Sonra mahçup oldum. Vazgeçtim. Yatağıma gidip oturdum ve ağladım. Neden insanlar başka insanların mutluluklarını yaşamalarına engel oluyorlardı? Bir türlü tahammül edemiyordum. Neden mutlu bir insanın mutluluğunu başka bir insan bozmak istiyordu? Neden kötülük yapmak istiyordu insanlar?
Yine eski yalnız günlerime geri dönmüştüm. Birkaç gün süren keyifli zamandan sonra her şey eskisi gibi olmuştu. Öteki çoğunluk beni kendine benzetmeyi başarmıştı. Bir daha radyo almamaya karar verdim. Aynı şeyi bir daha yaşamak istemiyordum. Ama bunun yerine başka bir alternatif bulmam gerekiyordu. Benim için uzun geçen bir süre böyle bir boşlukta yaşadım. Sadece derslere giriyordum. Ayaküstü konuştuğum birkaç çocuk dışında kimseyle iletişim kurmuyordum. Akşam olunca da yatağıma çekiliyor, hiç alışık olmadığım halde erken uyumaya çalışıyordum.
Bir gün Türkçe dersimiz esnasında öğretmenim aklıma çok güzel bir fikir getirdi. Okulumuzda bir kütüphane varmış. Ben dahil neredeyse hiç kimsenin bundan haberi yoktu. Haberi olsa bile kimsenin umurunda olduğunu sanmıyorum. Bu yüzden kütüphane unutulup gitmişti. Öğretmenlerin bile onca sorunun içinden akıllarına gelebileceğini sanmıyorum. Ta ki tesadüfen bir derste Türkçe öğretmenimizin aklına gelene kadar… Buna çok sevindim. İlk ders arasında yerini keşfetmeye gittim. İdare bölümünün arka kısmında kapısı kilitli bir bölüm vardı. O kadar az kullanılmış olmalıydı ki kapısı bile pas tutmuştu. Kapısı kilitli olduğu için içeri girememiştim. Dersten hemen sonra Türkçe öğretmenimi bulup kapısını açtırmasını istedim. Kütüphaneyle ilgilenmeme öğretmenim şaşırmış olacak ki;
-Adın ne senin? Dedi. O gün anladım ki Türkçe öğretmenim adımı o güne kadar öğrenememişti. Bu beni biraz üzdü ama sınıflarımızın durumunu düşününce ona da biraz hak verdim. Ayrıca derslerde ben de kendimi gösterme fırsatı bulamamıştım. Ama bu bir başlangıç sayılabilirdi;
-Adım Kemal öğretmenim. Kitaplara bakabilir miyim? Belki okumak için güzel kitaplar vardır diye düşünmüştüm. Dedim.

Devamını Oku
Şemsettin Kaya

bir hayata başlamalısın yine, yeniden
artık olmazlar bitmiş olmalı
ıslaklıkları da yaşamalısın
güneşi gördüğün kadar

dostların olmalı başka mahallelerden

Devamını Oku
Şemsettin Kaya

şehir terminallerinde bıraktım hüzünlerimi
zoraki ayrılıkların ürkek çocuğuydum eskiden
yüzümde ansızın beliren çizgiler
cadde cadde yayılan bir şehir oldu şimdi

şehir bulvarlarında kaldı eski mahçupluğum

Devamını Oku
Şemsettin Kaya

geceye hüznü düştü yağmurların
perdelerde bir şeytan oyunu başlamış
lambanın ışığı titrek, umut vermiyor
karanlık üstüme geliyor duvarlardan
bütün kuşanmışlığıyla gece kapıya dayanmış
lambada alev titrek, korkak, yenilgiye baştan teslim

Devamını Oku