Her yıl, ağustosta. Bu büyü işte,
kısaca allegro diyorum ona ben:
Hem zarif, hemde kaba oluyor ağı.
Hem zarif, hem de kaba nasıl olur
derseniz, bakın: ince dokuduğu için
zarif, uzun uzadıya çalışmadığı için
kaba. Köşeleri sever çoğunlukla
aşağıda dokur ve ağın dışına çekilir.
Nereden mi biliyorum bunları?
Eskiden örümcektim ben.
Her yıl ağustosta. Yalnız kalınca
rahatlarlar: Kadın eli dolaşmaz
dolaplarda, duvarlarda. İpin ucunu
kaçırıverirler tabii: Ekmek
..........
..........
Kayıt Tarihi : 26.8.2000 03:37:00





© Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık

Kapılar aralanır, gölgeler düşer,
Gönül otağıma oturur acı.
Dil susar göz konuşur,
Bakışlar donuklaşır.
Bir acı feryat tır dolanır dillerime,
Esmer saatlerin hükmü başlar yeniden,
Mazim karışır istikbalime düşünce loşluğunda.
Zonklar beynim insanlığa vesselam.
Yerelden evrensele bir yelpaze çizer gönül pergelim.
Mahmur gözler uykusuz kalırda neylersin.
Nemlenir göz bebekler, taşa kesmemiş yürekler ağlar da ağlar.
Yurdundan sürgün yemişlere değmez mi birkaç üzüntü.
Kapkara levhalara yazı yazılır bugün.
Kurşun griliğinde efkârını dökersin sayfalara.
Şiir lay lay lom dan alır seni,
Leylim leye sürükler,
Bir inilti dökülür dudaklardan,
Binler ağıt yetmez dinmeyen mezalime,
İnsanlık alçalır en derine,
Arzuhaller gönül otağından yükselir göğe.
Kapanır gülümseyen kapılar,
Sökülür direkleri otağın,
Çarıksız ayaklardan kam damlarken yüreklere,
O yedi düvel durduramaz doğurduğu piçini.
Fitiller ateşlenir, her taraf toz duman,
Her yer çöl ve umman,
Kul uyanır derin uykularından,
Bu yaşanmış bir rüyamıydı,
Yoksa tevili bi kabil bir hülyamı.
Hayatlar sönerken,
Zalimlik alev alev tutuşur serpilir.
Haklı susar, Hayâsızlık konuşur.
Ve kapanır mazlumların dünya defteri.
Kalpleri mühürlenir zalimlerin.
Sözleri ve duaları çarpılır yüzlerine,
Hiçbir dilekleri yükselmez Hak katına
Alçakların Tekbirleri iade edilir kabulsüz.
Her iki cihanda nasipsiz ve nesepsiz,
Ve vicdan araladığı kapıdan
Gördüğü manzaranın ürpertisi içinde,
Usulca kapatır aralık kapıları.
Ümit söner uzar durur kıyametin saati,
Kapanır mahşeri vicdan,
geride kalan İsmail’den öte boğazlanmış bilmem kaç insan.
28.09.2014
/>Atila Yalçınkaya şiiri
Duvarın bir yerine bir ilmek atmaya görsün! Hızla ve neşeyle oradan oraya koşturmaya başlar. Bu arada kaç takla atar! Ağzında bir salya bir salya… Mekik gibi bir o tarafa bir bu tarafa… Acele acele, biteviye ama üstün körü, alelade…
Derken çekici tuzak tamamlanır, avlar birer birer takılmaya başlar. Öyle bir faktır ki anında sersemletir, tutar, asla bırakmaz! Dünya meşgalesi de öyledir. İnsan bir defa çarka takılmaya görsün! Artık kendisini kurtulması çok ama çok zordur! Büyük bir nefis mücadelesi gerektirir ki bu da oldukça zordur ve tek başına süreklilik kazanması imkânsız gibidir. O nedenle uzmanlarının yardımına ihtiyaç vardır. Ancak o zaman kolaylaşır ve kalıcılı olur. Aksi halde insanı helak eder. Dünyasını da ukbasını da başına göçürür!
En ince ve en dayanıklı, kimyasal yüklü iplikler kullanır, mostrası yalnız kendisinde olan en etkileyici dantelleri örer ama o kadar dayanıksız bir çadır kurar ki hafif bir rüzgârla dahi yıkılabilir, en ufak temasla darmadağın olabilir! Oysa kendisi için fazlasıyla sağlam, yeterli ve rahatça kullanabileceği bir barınaktır.
Dünya hayatı da öyle aldatıcıdır. Kimse burada sonsuza kadar kalacak değildir. Evlerin en dayanıksızı örümceğin evi ve dünya hayatıdır. Sonunda mutlaka ama mutlaka başımıza yıkılacaktır! Ahiret hayatı ise evlerin en sağlamıdır! Sonsuza kadar dayanacak, asla yıkılmayacaktır! O nedenle dünyaya aldanmamak, güvenmemek lazımdır.
İşte böyle ince ve zarif görünümlü ama itinayla, yavaş yavaş yapılmadığı için işçiliği kaba ve ekonomik ömrü çok az bir iş ortaya çıkar. O ağlar daha çok köşelere kurulur. Ankebut aşağıda çalışır, ağın dışına çekilir. Bunu herkes bilir.
Birer örümceğe benzeriz biz de… Daha çok hiç ölmeyecekmişiz gibi dünya için çalışırız da ukbayı pek aklımıza getirmeyiz. Oysa akıllı, nerede daha çok kalacaksa, oraya daha çok yatırım yapandır. İnsan ömrü olsa olsa ne kadardır ki!.. Ya sonsuz ukba hayatı?
Yaz günleri dünyalar onun olur! Hele ağustosta, o civciv sıcaklarda… Hanım gider bey gider, ev ona kalır. Rahat rahat yapar gecekondusunu, uzun resmi tatillere denk getirilip üç beş günde tamamlanan kaçak yapılar gibi… Hani hemen birer perde takılıverir pencerelerine, içeriye birkaç eşya atılarak girilir ki yıkamasınlar!
İpin ucu kaçmıştır bir kere. Sahipleniverirler devlet arazilerini… Bir nevi gasptır. Kul hakkına tecavüzdür, aslında ama kimin umurunda! Örümceklerin arsız hırslarına sahiptirler. Hani mutfakların en ücra köşelerine, çekmece içlerine, lavabo altlarına falan yerleşirler ya… Ya da loş yerlere… Apartman boşluklarına, bodrumlarına… Abajurlara bayılırlar! Çünkü onlar kasnak görevi görmekte, bizimkiler de oyalarını daha kolay örebilmektedirler. Değme trapezciler cesaret edemezler o hareketleri yapmaya! Böyle bir tutkudur bu! Şairin dediği gibi “Andante grazıoso” denebilir, çalışma tempolorına.
İşlerinin inceliğini iyi bilirler. Avlanmanın püf noktalarını… Ona göre kurarlar tuzaklarını. Biz de öyleyiz. Neyin nereden geleceğini gayet iyi bilir, oralara kurarız tezgâhlarımızı. Bu tezgâhlar, maddi de olabilir manevi de… Kimin nerden ne beklentisi varsa o tarafa… Elde edilecek çıkarın büyüklüğüne veya getirisinin önemine göre… Tezgâhın her çeşidini iyi biliriz! Tezgâhlamanın da öyle… Etrafta bunca tezgahtar varken ne mutlu tezgahlanmayana!..
Bu iklimde, bu coğrafyada ölümcül değillerdir. Karadullar hiç bitmez ama dünyalarımızda. Erkeğini ağına düşürme çabası… Sonra da başının etinden başlayarak yeme bitirme… Vahşice… Acımasızca… Allah, kadın ve şeytan şerrinden muhafaza buyursun zavallı, kadın kız konusunda acayip aciz erkekcikleri!.. Onların ağlarına düşmeyen, kurnaz olan yok gibidir.
Akla hayale gelmeyecek yerlere yerleşiverirler. Bir süre kullanılmayan her eşya tapulu mülkleridir sanki… Ah o salgıları! O salgıları!..
Bir şairin uzun süre kullanmadığı piyanosunun kapağının altında da rastlanabilir mesela. Fırtına'nın ilk notalarını çalmak için tuşlara dokunduğunda görür de siyah, diyez, attaca der o yüzden onlara, tuhaf bir tebessümle.
Aslında belki de zehirsizdi zavallı ama o çok korkmuştu, öldürücü olabilir de ölümüne sebebiyet verir falan diye. TAK diye kapatıvermişti piyanosunun kapağını o panikle!.. Azrail’i sanmıştı onu. Sanki canını alacak ve onun gözlerinden görmeye başlayacak!.. Aman Allah’ım! Şehir çocuğu… İstanbul kibarcığı… Bizim gibi taşralı değil ya! Ödceğizi patlamış!.. Korku mu, taşkı mı, yoksa ikisinin arasındaki bölünmüş bir yangın mı, anlayamamış! Ağına rastlamamış olması mümkün değil ama belki de kurnazdı vaktiyle! Meçhul…
O yaratıklar için mevsimler, aylar, zaman falan önemli değil. Mekân önemli. Loş yerler, rahatça çalışabilecekleri süreler…
Ben de öyleyim. Ankebut gibi loş ve boş mekânları severim. En sakin akşamları, boylu boyunca geceleri… Kuytulara çöreklenirim. Fakat işimi itinayla yaparım. Örümcek olsaydım, ağımı ipekböceğininki gibi örerdim. Öyle örerdim de belki bir işe yarardı, hayatıma mal oluşuna bari değerdi!
Hep ince ince yaptım işlerimi. Ağır ağır işledim nakşımı. Sarma değil, çiniğnesiydi, dantel değil iğne oyasıydı işlediklerim. Salgım hep ipekti… O çalışma hayatının içinden, işimi yavaş yavaş fakat emin olarak yapa yapa geçerek geldim bugünlere.
Öyle bir çaldım ki akordeonumu, öyle bir kullandım ki daktilomu, klavyemi! Parmaklarımın uçları nasır bağladı!.. Ellerim yapayalnız… Yapayalnız parmaklarım… Sadece elimin emeği… Kimseden yardım istemedim, istemeye tenezzül etmedim!
Bir ben bilirim yaşadığım hayatı! Yalnız ben… Ne kadar yalnız… Ne kadar ıssız… Siz nereden bileceksiniz!
Akordeonun tuşları pek ses çıkarmaz, çıkarsa da kimsenin duyacağı yükseklikte değildir ama daktilomum ve klavyemin tuşlarının sesi her yere ulaşmakta… Onların sesleri duyulmakta, sayfalardan veya ekranlardan dudakları okunmakta… Okunmakta ve gönüllere dokunmakta… Bir tarftan da zaman ilerlemekte, ömrüm yavaş yavaş azalmakta… Bir süre sonra ben de çekip gideceğim buralardan. Eğer ipekböceği gibi değil de örümcek gibi ördüysem ağımı, dünya için kendimi ve ahretimi feda ettiysem, Ankebut gibiydiyse ağzımdan çıkanlar, yanı salgım, yani yazdıklarım; boynuma dolanacak yılan gibi. Kurduğum yuva darağacım, ağzımdan çıkanlar yağlı urgan olup boğazıma geçecek. Eninde sonunda ecel vuracak iskemleme tekmeyi ve ben kuru bir örümcek gibi sallanıp kalacağım!
Herkes kendi hayatının mimarıdır. Kendi ağını kendisi örer ve o ağ, onun sonu olur. Ankebut’unki gibi değildi, ipekböceğininki gibiydi ördüğüm hayatın ağı… Onca emek, onca itina… Ağzımdan dökülenler, klavyemden çıkanlar Bursa ipeği ama ne yazık ki ördüğüm ağın içinde esir kaldım.
İki seçenek var benim için… Ya kızgın buhar içinde can vereceğim ya da karar vereceğim, azmedeceğim ve ne olursa olsun kozamı kendi ellerimle delip, feraha çıkacağım!
Koza dünya… Dünyaya kıyamazsam dünya bana kıyacak!
Dünya hayatını elinin tersiyle itmek, kozayı delmek… Kurtuluş… Sonsuza uçuş… Ana karnından, plesentadan çıkar gibi… Ödülümü almaya gideceğim! İnşallah kelebek gibi özgür, mutlu ve umutlu… Rabbime gideceğim!
Kanat kanat özgürlüğe… Sonsuz’a, sonsuzluğa… Sonsuz bir var oluşla…
Biteviye mutluluğa…
Onur BİLGE
TÜM YORUMLAR (12)