Bir kız tanıdım, dünyaya dans etmeye gelmiş. Bir kız tanıdım sadece dünya ile dans etmiş. Gözleri henüz adı konmamış bir renk, gecede aylin düşer gözbebeklerine, gündüz toprak kokusu yakar genzimi. Teninin rengini kimse söyleyemez, bir bakarsın doruklarda erimemiş karın mat beyazı, bir bakarsın çiçekler açmış al yanağında, kırmızı dersem çok koyu olur, pembe dersem açık kalır anlatmaya.
Papatyalar vardır ya hani; bir kayalık papatyası kadar ince. Ve güneşteki gölgesi kadar uzun. Salınarak yürümesin, ne olur; kimseler görmesin. Bir çobanın kavalındaki ağıt kadar dokunur içime. Endamı, ala şafakta demlenen çay buğusu, bakarsan; incinecek kadar narin.
Oysa bakmayın masum durduğuna isyanın kızıydı, özgürlüğün kimliğiydi saçları. Tek telini görmedim ki, toka denen kelepçenin esaretini kabullenmiş, müjganında perde sanki bütün firar türküleri, mağrur ve dik başı, çatık kaşı vardı görebilene. Suskunluğu bir yetimin matemiydi, güneşin Nemruta secde edişiydi gülümsemesi...
Bir gece yarısı uyandım gülümseyen çığlığıyla saçlarının, rüzgâr sarkıyordu saçlarına, mahremine. Usul usul okşayışını seyrederken rüzgârın, saçların kaçışını gördüm bir an, tellerin nazına daldım. Böylesine bir aşkın tek şahidi olmak ne zordu oysa, taşınması ne kadar ağır bir sırra tanıklık ediyordum bilmeden...
Kuşların gülücüğü eksilmesin yüzünden
Kar yağsada bu sessiz vadiye, gün bitmesin
Yapraklar üşüse de, çiçekler üşümesin