Sümer tabletlerinden beri,
bulamadı insan, çözemedi,
nedeni ve var edeni.
Aslında bir bayrak yarışıydı
hayat denen şey.
Babadan kıza, anadan oğula,
Ne de mahir kesiyor taşı,
Erivanlı taş ustası.
Karar veremiyor bir türlü,
ne yana kayacağına,
üzerine konan minicik yağmur damlası.
İşte o kadar kusursuz,
Ne iş yaparsın?
“Gü” alır satarım, “Gü” dedi şair.
Ve sözünün kimi zehirdi, kimiyse zahir.
“Gü”;
Bazen Gü-neş, bazen Gü-nah, bazen Gü-ven.
En çok gü-neşi severim ben,
Ben bir ıhlamur ağacıyım,
üstelik
Gülhane parkında da değilim.
Bin sekiz yüz otuz Amerika’sında
ki zenciyim.
Adına türkü yakılmamış, şımartılmamış.
Ben olunca biz, ikimiz,
susar dilimiz, konuşur gözlerimiz,
çarpar yüreklerimiz, kaybolur gölgemiz.
Biz, ikimiz, uyanmamayı dileriz.
Ve sanırız ki sonsuza değiniz.
Ama biz olunca ben;
Fırtına kopacak diyordu içimde bir ses,
kasımda, kasımın son baharında.
Önce kuş geçimi sonra koç katımı,
ardından mevsimsiz sıcaklar.
İşte geliyordu kasım fırtınası azar azar.
Eskimiyor artık evler,
çünkü ruhsuzlar.
Çünkü bahçelerinden, erik çalmıyor çocuklar!
Tulumbalar su basmıyor,
yok, örülmüş kuyular.
Kemirmiyor kiremitlerini;
Önce,
güzelleştirdi dünyayı insan.
Şimdiyse,
cepten yiyor.
Ama bilmelidir ki
Hazrın sonu erken geliyor.
Olgun olmak da zor,
olgunlaşmakta!
Dalından kopup,
yere düşen bir elma.
Hangi çocuğun ağzında,
On iki eylül bin dokuz yüz seksen,
acı ve zulüm büyür, mutluluk eksen.
Duvarlarda pankartlar;
“Faşizme ölüm”, “Halka hürriyet”,
Radyoda muhtıra;
“Düzeni tesismiş” niyet.
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!