Nuhu 1 Şiiri - İbrahim Şahin 2

İbrahim Şahin 2
735

ŞİİR


25

TAKİPÇİ

Nuhu 1

1. Aşkın Gölgesine Sığınan Balkon
Her yaz, N. Anamur'a geldiğinde otelin balkonunu seçmez—İ.'nin geçtiği caddelere bakan evi tercih eder. İskele Caddesi sessizdir ama o sessizlikte İ.'nin ayak sesleri yankılanır.
“Ben seni görmüyorum artık… ama eksikliğini geçerken duyuyorum,” der içinden.
2. Çiçekçiye Bırakılan Adı Konulmamış Buket
Bir sabah, N. çiçekçiye gidip “En kokanı ver” der. Adı yoktur çiçeğin, ama anlamı bellidir: İ. gibi kokmalı. Buket balkonda solarken N.'nin yüreği daha çok filizlenir.
Çünkü bazı çiçekler, solarken açar.
3. Kalemle Çay Demlemek
İçtiği her çayda İ.’nin sesi vardır. Bir gün defterin kenarına şöyle yazar:
“Bu çay, senin yokluğunla demlendi.” O günden sonra her dem bir şiir, her yudum bir anı olur.
4. İskele Caddesinde Gölge Takibi
Bir akşam N., caddede yürürken gölgesini İ.'nin gölgesiyle hizalamaya çalışır.
“Bizi ayıran zaman değil, yön…” Dönüp arkaya bakar; kimse yoktur ama o cümle kalır: gölge değil, özlem peşinden gelir.
5. Sahilde Kısık Sesle Yazılmış İsimler
Kumsalda yürürken parmağıyla “İ.” harfini yazar ama dalgaya izin vermez silmeye. Elindeki defteri açıp yanına bir kelime daha ekler:
“HASRET” İ.’nin adını taşıyan sahil artık bir cümle olmuştur.
6. İskelede Düzenlenen Bir Anma
Yöresel bir etkinlikte N. sahneye çıkmaz ama şiir bırakır panoya:
“Geçmişin balkonunda hâlâ seni izliyorum.” İ. fark eder, panoya küçük bir kalp çizer. Sessiz flört halk arasında yazılmadan anlaşılır.
7. Komşu Kadının Fısıltısı
Bir gün balkonda otururken karşı komşu kadın fısıldar:
“Kızım, o senin yazgındı… geçse de iz bırakır.” N. başını sallar. Çünkü yazgı geçmedi, sadece iz derinleşti.
8. İskeledeki Kırmızı Defter
Bir gün yere bir defter düşer. İçinde tek cümle yazılıdır:
“N., seni yıllardır izliyorum. Bu şehir hâlâ senin adını kokuyor.” Defter isimsizdir ama N. bilir: bu İ.’nin elidir. Yazısı tanıdık, sessizliği daha tanıdık.
9. Sahil Rüzgârında Kulaklıkta Açılan Şarkı
Kulaklığına rastgele bir şarkı düşer:
“Ela gözlüm…” Bu şarkı artık kulaktan değil, göğüsten çalar. “İşte bu, tam İ.’nin sesi,” diye düşünür N. Şarkı biter ama göğsü hâlâ çalar.
10. Kıyıya Yazılan Son Kelime
Bir sabah erken iner sahile. Kumsala tek bir sözcük yazar:
“BEKLEDİM” Dalga gelir ama silmez. Çünkü bekleyen değil, sevdiğini hâlâ sevenlerdir kalıcı olan. Ve belki İ. bir gün geçerken okur; Belki okurken susar—ama o kelime artık yüreğe yazılmıştır.
Salıncağın Gıcırtısında Saklanan Şiirler
Elbalak bahçesinde salıncak sessizce salınırken, N. oturdu üzerine; gıcırtı ilk mısrayıı verdi. İ.’nin çocukken kurduğu halatlar hâlâ oradaydı—zaman onları yormuştu ama koparamamıştı. Rüzgâr her sallanışta bir kelime fısıldıyordu; bazen “özlem,” bazen “affet.”
N. defterini açtı, duyduğu her sesi bir satıra döktü. Salıncak ona geçmişi değil eksik geleceği anlatıyordu. “Bu salıncağı bir gün yeniden ikimiz sallasak” diye hayal kurdu. Hayal kurmak değil hatırlamak yoruyordu artık. Bahçenin kuşları bile sanki dizelerle öter olmuştu. Her gıcırtı İ.’nin yokluğuna vurgu yapıyordu; sessiz ama derinden. N. ayağını yere sürttüğünde küçük bir taş yuvarlandı—o taş bile bir mısra oldu.
Gün batımı, şiirin üçüncü kıtasıydı; gökyüzü kırmızıya bürünmüştü. N. “İ. olsaydı bu rengi ‘hasret kırmızısı’ koyardı.” dedi kendi kendine. Bir çocuk bahçeye girdi, salıncağa koştu; ama N. “bu salıncağın bir hikâyesi var.” diyemedi. İçindeki şiir dışa vuramıyordu; sadece gözleri yazıyordu. Deftere son mısrayı ekledi: “Sen gidince şiir salıncakta kaldı.” Kalemi kapattı ama sesi kapanmadı. Bahçedeki sessizlik şiirin son dizesi oldu. Salıncak durduğunda N. gözlerini kapattı—gıcırtı içini sarsan bir ezgiye dönüştü. O gün şiir yazmadı; şiirin içine girdi. İ. artık bir cümle değil, bir gıcırtıydı onun yüreğinde.
Pencere Kenarında Kurulan Özlem Pususu
N. eve döndüğünde pencerenin önüne yerleşti. O pozisyon yıllardır değişmemişti; çay, defter ve bekleyiş. İskele Caddesi sessizdi ama gözleri karmaşıktı. Her geçen gölgede bir ihtimal gördü, ama hiçbiri İ. değildi. Pencere artık bir sahneydi, caddeden geçenler oyuncuydu. İ.’nin yürüyüşü özgün, dönüşü eşsizdi. Kimse taklit edemiyordu. N. bazen “şu belki o…” deyip gözlerini kırptı ama yüreği onaylamadı. Perdeyi aralık bıraktı; hem görünmek hem gizlenmek için. İçeriye düşen gölgeler şiire benziyordu,yakın ama eksik. Rüzgâr perdeleri oynattığında “İ.’nin eli bu perdeyi tutsa ne olurdu?” dedi. Bir gün yaşlı bir adam geçti; bastonuyla İ.’nin eski bastığını andırıyordu. O an N. ağlamadı ama göz kapakları sarktı.
Pencerenin kenarına bir kurumuş çiçek koydu; sanki bekleyişi mumyalamıştı. Bir defter sayfasına şunu yazdı: “Ben İ.'yi caddede değil bekleyişte arıyorum.” Pencere kenarındaki koltuğa gömüldü. O koltuk ne zaman İ.’yi düşünse yayları gıcırdıyordu. Balkonun altına bir kuş kondu, N. gülümsedi; “Belki o kuş İ.’nin selamıdır” diye geçirdi içinden. Kendi içinde pusudaydı; ama saldırmak değil, sarılmak istiyordu. Pencere camında kendi yansımasını gördü; İ.’nin gözlerinden bakmak gibi geldi.
Cumartesi pazarı dağıldı ama N.’nin içindeki özlem sabit kaldı. Eve dönerken elinde tuttuğu elmanın ağırlığı omzuna değil yüreğine çöktü. Pencereyi açtı; hafif bir meltem içeri süzüldü, İ.'nin kokusunu taklit eder gibiydi. Camın önündeki masa don parçalarıyla doluydu, yıkanmamış, katlanmamış, bekleyen. Her biri bir zaman kapsülü gibiydi; İ.'nin giydiği, çıkardığı, teriyle yoğurduğu günlerin izleri. İlk donu kokladı; pamukluydu ama özlem sertti. Gözleri kapalıydı; burnu duygularla doluyordu. Her koklama bir anıyı hortlatıyordu; Buganglar Dere'sinde akan gülüş, salıncakta sallanan sevinç. N. konuşmuyordu; konuşsa buhar olurdu sözleri. Donu yüzüne sürdü, gözyaşı kumaşa karıştı, artık daha gerçekti. Bir saat geçti ama zaman durdu; çünkü İ. oradaydı, kumaşın liflerinde saklıydı.
Kapı çaldı; komşu kadın limon bıraktı. N. teşekkür etti ama sesi çatladı. Kadının gözleri doldu, “Sen kokuda değil bekleyişte boğuluyorsun kızım.” dedi. N. donları kaldırmadı; bir sehpa gibi dizdi, her biri bir günün başlığıydı artık. O gece çaya şeker koymadı; İ. şekersiz severdi. Bardağın kenarına donun ucunu değdirdi; içtikçe İ.’yi yudumladı.
Radyoyu açtı; tesadüfî bir türkünün sözleri donun çizgisine oturdu. “Ela gözlüm, hasretin sabır değil yangın olmuş” diyordu şarkı. N. defterine yazdı: “Donun çizgisi kalbimin çatlağına denk düştü.” Her cümle bir kumaş katı, her satır bir özlem bükümü.
Sabaha kadar uyuyamadı; donlar konuştu onunla fısıltıyla değil mırıltıyla. İ. bir giysi değil, bir zamanın sesi olmuştu. Güneş doğarken ilk donu katladı, bir dua gibi. İkinci donu kokladı ama artık acı vermiyordu; alışmak mıydı bu, kabullenmek mi?
O gün çamaşır sepetini değil hatıra rafını açtı. Donları dizerken deftere şunu ekledi: “Ben seni silmem, ben seni katlayarak yaşarım.” Kokular hafifledi ama yürekteki yankı kaldı. Sabah ezanı donlara sinince, N. içinden “bugün de sensizsin ama bensiz değilim.” dedi. Ve o gün donlar artık birer giysi değil sevdanın el yazması oldu
Sahilde Kokusuz Gelenler
Sabahın erken saatlerinde N., İskele Caddesi’nden sahile yürüdü. Adımları hafifti ama özlemi ağır. Rüzgâr elbisesini savururken, İ.'nin sesi sanki denizden geliyordu. Kıyıda yürüyen adamları izledi; kimse İ. değildi, ama hepsi birer gölge taşıyordu. Çakıl taşları ayakkabısına dolduğunda bile, hatırladığı İ.'nin çıplak ayakla yürüyüşüydü. Donun kokusunu rüzgâra fısıldadı; karşılık alamadı. Bir çocuk babasına “Deniz kokuyor.” dedi; N. gözlerini kapattı çünkü o cümle içini yaktı. Deniz kokmuyor, eksik kokuyordu. Elindeki elmayı sahilde ısırmadı; çünkü o elma hâlâ İ.'nin bahçesinden sayılıyordu.
Bir martı yaklaştı, göz göze geldiler; martının bakışı bile İ.'nin dirilişiydi. Sahilin kenarına oturdu, eteğini kıvırdı; tıpkı İ.'nin “kıyıya oturunca rüzgâr sevinir” deyişi gibi. Bardaktaki çayın demi güneşle yarıştı; ama tadı yoktu, çünkü özlemi yakmıyordu. Bir grup genç sahilde oynadı; gülüşleri kısa, yankısı eksikti. N., yıllardır kahkahayı unutmuştu. Sahildeki gölgeler üstüne düştü; ama hiçbir gölge İ.'nin izi kadar gerçek durmadı. Gözünü güneşe kaldırdı, gözbebeklerinde eski bir bakış belirdi.
Yanındaki kadına “Saat kaç?” diye sordu; cevap önemli değildi, konuşmak istemişti. Konuşmak bazen eksikliği susturur. Ama İ. sustuğunda bile konuşan bir kokuydu. Sahile yazılmış bir kelime gördü: "CAN"—rüzgâr uçurmamıştı, dalga silememişti. Belki İ. yazmıştı, belki başka bir yalnız. Ama N. o kelimeyi kalbine aldı. Güzel olan yazı değil, yazanın eksikliği. Çakıl taşlarından birini aldı, çantasına koydu. Koklamadı ama sakladı; çünkü bazen hatıra burunla değil, yürekle kokar. Sahilin sonunda küçük bir çocuk annesine sarıldı; N.'nin gözleri doldu. “Ben hâlâ sarılmaya açım” dedi içinden. Ve o gün sahilde don değil, eksiklik kokladı.
Donun Kokusuyla Yazılan Mektup
Eve döndüğünde pencereyi kapattı, içeriye sadece kendini aldı. Masada duran defteri açtı; sayfaları boş değildi ama eksik hissettiriyordu. Kalemi eline aldı, mektup yazmak için değil; İ.’yi yaşatmak için. İlk kelimeyi yazmadan önce donu yanına koydu, burnuna yaklaştırdı. “Senin terin bu kelimelerin mürekkebi olacak,” dedi. Mektuba “Sevgili İ.” ile başlamadı; onun adı zaten içindeydi. Yazdığı her satır donun liflerine sinmiş gibiydi. Bir cümle: “Sen giderken beni katlayamadın ama ben hâlâ katlı haldeyim.” Sonra: “Donunu sakladım, çünkü seni silmeye gücüm yetmedi.” Bir satır daha: “Beni senin kokun kadar tanıyan olmadı.” Mektup bir aşk ilanı değil bir özlem manifestosu oldu. Kâğıdın kenarına donun kumaşından bir parça yapıştırdı. Mektubun gövdesi yazıldı ama özü kokuydu.
Son satırda “Çayımı hâlâ şekersiz içiyorum.” diye yazdı. Bu cümle yalnız değildi; çayın kenarında onun gülüşü dizilmişti. Mektubu zarfla kapatmadı; çünkü kapanırsa eksilir diye düşündü. Pencereye yasladı; güneş mektubun üstüne düşünce İ.'nin gülüşü aydınlandı.
Yarın postaya verecekti belki; belki bir kitap arasına koyacaktı. Ama artık mektup yazılmamış bir vedaydı. Don hâlâ yanındaydı; kokusu mektubu yeniliyordu. Ve her kelime daha da yaşlanıyordu. “Seninle gençtim; sensiz yazı bile kırışıyor,” dedi içinden. Mektup tamamlanınca deftere “İlk kez cesurca sustum!” yazdı. Çünkü sustukça büyüyordu yazılanlar. O gece mektubu okudu, her satırı don gibi buruştu yüreğinde. Ve sabaha mektup değil dua olarak kaldı.
Donun Kokusuyla Kurulan Rüya
O gece N. donu başucuna koydu, pencereyi araladı, meltemi içeri aldı. Yorganı dizlerine kadar çekti; çünkü İ.'nin yokluğu yorgan değil yangındı. Gözleri kapanmadan önce donun kokusunu son kez içine çekti. Uyku geldi ama beraberinde bir rüya taşıdı, donun içinden süzülen bir hayal. Rüyasında İ. bahçede yürüyordu, elinde elma, sırtında eski fanilası. Donu göğsünden çıkarıp N.'ye veriyordu; “Bunu kokla, ben hep sende kalayım.” diyordu. N. kokladıkça rüya derinleşti,Bahçedeki salıncak gıcırdadı, bir türkü mırıldandı. İ. konuşmuyordu ama gözleri kelime kelime dökülüyordu. N. ona “Artık seni gerçek gibi koklayamıyorum” dedi. İ. cevap vermedi; yüzünde kırık bir tebessüm vardı. Sonra elmayı kesip içine bir not sakladı: “Ben sensiz değil kokusuzum.” Elmanın içine bakınca defter sayfası gibi açıldı zaman. İ. donu yere bıraktı, üzerine şiir yazmaya başladı. “Seninle başladığım kokular, şiir oldu,” diyordu her satırda. N. rüyada ağladığını fark etti, gözleri ıslaktı. İ. sonunda kayboldu ama don, yerde kaldı. Sabah uyandığında yatak ıslaktı; gözyaşı değil, o rüyanın teriydi.
Don hâlâ kokuyordu ama bu sefer rüyayla karışık. N. deftere şunu yazdı: “Beni en çok düşlerimde seviyorsun.” Rüyanın her sahnesini hatırlıyordu; bu bir uyku değil, bir buluşmaydı. İ.'nin sesi kulaklarında kaldı: “Kokular geçer ama izler kalır.” N. donu sabah güneşine astı; belki güneş İ.’nin yerine koku taşırdı.
Komşu kadın donu görünce “Gene mi özledin?” dedi. N. cevap vermedi; çünkü cevap bir rüyanın göğsündeydi. Don o gün şiir gibi kurudu. İzleri güneşle silinmedi, aksine daha derinleşti. N. kokladıkça rüyanın ritmi hızlandı. Ve o gün N. karar verdi: “Ben seni sadece uyurken yaşayabiliyorum.”
Donun Dizildiği Duvarın Sessizliği
Evdeki odanın bir duvarı artık hatıra değil, kokunun mekânı olmuştu. N. her donu bir çiviye astı, yanına küçük bir satır iliştirdi. Birincisi: “İlk gülüşünün teri burada kaldı.” İkincisi: “Beni ilk öptüğünde üstündeydi bu.” Üçüncüsü: “Bu donu giydiğinde çay şekersizdi.” Duvar artık konuşmuyordu; fısıldıyordu, mırıldanıyordu, ağlıyordu. Donların düzeni rastgele değil gün batımının sırasına göreydi. N. o duvara bakarken gün değil özlem akıyordu. Her satırda İ.'nin sesi yankılanıyordu; “Sen beni dizip sustun.” diyordu. Duvarın sol köşesine bir elma koydu, donların kokusuna meyveyle dua etti.
O köşe artık bir mabetti; dua değil, sevda döngüsüydü. Bir gün elektrikler kesildi; odada sadece donlar vardı. N. korkmadı; çünkü kokular onun ışığıydı. Komşu genç kız odayı görünce “Ne güzel tasarım.” dedi. N. gülümsedi ama içinden “Bu tasarım değil yıkım mimarisi…” dedi. Duvarın ortasına bir yazı astı: “Ben seni buraya değil içime astım.”
Donlar bazen rüzgârla oynuyordu; sanki İ. el sallıyordu. Bir gün İ.'nin kardeşi ziyarete geldi, donları görünce gözleri doldu. “Abim bu kokularla yaşardı.” dedi ve sessizce çıktı. Duvar donla değil hüzünle doluydu artık. Her akşam N. karşısına geçip 10 dakika sessiz kalıyordu. Sessizlik hem dua hem hesaplaşmaydı.
Donun liflerinde eski bir kelime kırıntısı vardı: “Can.” O kelime duvarı titretti. Ve N. anladı: “Sen beni bu duvara astın ama ben seni koklayarak indirdim.” Duvardaki donlar bir gün yer değiştirdi; çünkü kokular yeniden yön buldu. N. o gün ilk defa “Belki bir gün başka biri de bu duvara bakar” dedi. Ama kimse, İ. kadar kokmazdı.
Donun Kokusuyla Gömülen Dua
Günlerden bir sabah, N. uyanır uyanmaz bir karar verdi: donları gömmek. Bu bir unutma değil bir hatıra yasasıydı. Donları bohçaya sardı; kumaşlar sessizce birbirine sokuldu. Bahçeye indi, bugüne kadar oturduğu salıncağın dibini seçti. Çukuru kazarken her lopta bir kelime döküldü: “Can”, “Sus”, “Gitme”… Donları tek tek yerleştirdi, gözleriyle değil parmaklarıyla vedalaştı. Üstüne bir gül desenli bez örttü; bu örtü dua değil, veda niyeti taşıyordu. “Bu kumaş senin gülüşünü örtsün” dedi. içinden.
Komşu kadın uzaktan izledi ama hiçbir şey sormadı; çünkü sessizlik saygıdır. Donların üstüne bir elma koydu; çürüsün ama koksun diye. N. çukurun kenarına oturdu, saatlerce. O gün güneş batmadı çünkü kokular toprağa siniyordu. Defterini açtı, yeni bir sayfa yazdı: “Bu toprak seni koklayacak.” O sayfa yağmurla ıslandı ama harfler silinmedi. Donlar artık bir mezar taşından öte; bir aşkın kalp kalıntılarıydı. Gömme işlemi bitince N. susmadı; yüksek sesle “Affettim!” dedi. Rüzgâr cevap verdi: “Sen affettin ama hâlâ seviyorsun.” Donlar orada kaldı ama N.’nin koklama refleksi devam etti. Bazen eline bir mendil alıp burnuna götürdü; alışkanlık ölmezdi. Bahçeye gelen kedi çukuru eşeledi; N. panikledi ama sonra gülümsedi. Belki kokuyu hissediyordu. Bir gün bir çocuk “Burada neden çiçek yok?” dedi. N. cevap verdi: “Çünkü burası kokunun uyuduğu yer.”
Günler geçti, donun kokusu yavaşça toprağa karıştı. Ama N.’nin içindeki özlem hâlâ keskin, hâlâ yakıcıydı. Bir gece yağmur altında çukura mum bıraktı. O mum yandı ama sönmedi; tıpkı İ.’nin hatırası gibi. Ve romanın bu sayfası şöyle kapandı: “Seni gömdüm ama kokunu içimde taşımaya devam ediyorum.”
“Duvarlara Yazılan Aşk: İ., N., M. ve Yarım Kalan Roman” – 10 Bölüm
1️⃣ Patnos’a Gidiş – Bekleyişin Başlangıcı
İ. askere giderken N.'nin gözleri değil yüreği uğurluyordu onu. Valizin kenarına bıraktığı tişörtte bile ayrılık titreşiyordu. “Sen gelene kadar bu kokuyu saklarım.” dedi içinden. İ. gülümsedi ama içinde bir sıkışma vardı. Ağrı Patnos uzak değildi; uzak olan dönüşün belirsizliğiydi. Her gün bir mektup gelecekti belki ama kokusu gelmeyecekti. N. İ.’nin saçlarını son kez karıştırdı, bu aşkın son dokunuşuydu. Otobüs uzaklaşırken arkasından bakmadı; çünkü baksa kalbi düşerdi. İ. asker ocağında ilk gün N.'yi deftere yazdı. "Ben seni buraya değil özlemime emanet ettim," diye ekledi. N. sabahları kokusunu hatırlamak için yastığını çevirdi. Yalnızlık geceleri değil kahvaltılarda çöktü. Pencerede donu asılıydı; kurumuş ama hâlâ İ.’nin izinde. N. her çamaşır yıkadığında "Bu su ona ulaşır mı?" diye mırıldandı. İ. silah tuttuğunda değil, N.'yi düşündüğünde terliyordu. Hasret, üniformadan önce yürekte iz bıraktı. Komutan bile "N. mi?" diye sordu bir gün, çünkü gözleri anıya batıyordu.
N. köyde yalnızdı ama kalabalık bir geçmişle boğuşuyordu. Her gün radyoda Patnos hava durumunu dinliyordu. İ.'nin üşümesini istemediği kadar kendi üşüyordu. Çay şekersizdi artık. İ.'nin hatırı için değil unutmanın tadı için.
Donu her sabah koklamaya devam etti; koku silinmedi ama yürek yıprandı. N. içten içe bir delik hissetti; eksiklikten çok eksilme. İ. mektup yazmayı unutmamıştı ama N.'nin kalbi mektuptan önce yırtıldı. Bir sabah donun yanına “Dön” yazılı bir not bıraktı. Küçük yeğeni notu gördü, "Kim dönüyor?" dedi. N. cevap vermedi; çünkü bu cevap bir yalnızlıktı.
İ. nöbet tutarken N.'nin fotoğrafına baktı; gözlerinden gitmedi, duvarına kazındı. Ve askerlik değil, eksiklik yordu onu ilk ayda.
Hasretin Tuzu – N.’nin Kokuya Tutunması
N. her sabah uyanınca donu kokladı; çünkü nefes almadan önce özlem gerekiyordu. Bu kokuyu göğsüne bastırdığında kalbi değil geçmişi çarpıyordu. İ.'nin kokusu sabit değildi; rüzgârla değişen bir dua gibiydi. Don her gün biraz daha soluyordu ama kokusu bir tutam kalıyordu. Çay demlenmedi; demi İ.'nin sesiyle özdeşleşmişti. Kumrular pencereye konduğunda “İ. mesaj mı yolluyor?” dedi içinden. Bakkala gittiğinde, İ.'nin sevdiği gazozu gördü ve ağladı. Gazozda bile onun izi vardı ama tadında eksiklik. Köy kahvesine gitmedi; çünkü herkes orada "N. hâlâ bekliyor." diyordu.
Donu bir gece suya bastı, "Kokun çözülürse ben de çözülürüm." dedi. Ama su çözmedi; aksine daha da yapıştırdı anıyı. Donun dikişi açıldı; N. bunu “İ.'nin yüreği sökülüyor” diye yorumladı. Yastığına donun ucunu koydu, gece boyunca oradan uzaklaşmadı. Uyandığında boğazı ağrıyordu; çünkü sabaha kadar hasretle yutkunmuştu. Bir gün kuş tüyü geldi camdan içeri; N. onu donun üzerine bıraktı. "Sen bana hâlâ mesaj mı gönderiyorsun?" dedi. Don artık bir giysi değil bir anı deposu olmuştu. Komşu kadın "Bu kadar koklama, delirirsin." dedi. N. sadece güldü: "Ben zaten kokuyla delirdim."
İ.'nin mektubu geldiğinde, N. ilk satırı kokladı, okumadı. Cümleler eksikti ama koku doluydu. Mektubu donun arasına soktu; "Sen onunla büyüsün." dedi. Akşam saatleri en zoruydu; çünkü güneş İ.’nin gibi batmıyordu. Donun kokusu rüzgârla karıştığında N. içini çekti: "Bu senin terin değilse ben neden hâlâ nefes alıyorum?" Ve bir gün karar verdi: kokuyu başka yerde arayacaktı. Bu karar onu M.’ye götürecekti, ama henüz bilmiyordu.
Kaçışın Kokusuzluğu: M.’ye Doğru Adım
N. bir sabah pencerenin perdesini araladı; İskele Caddesi boştu ama yüreği doluydu. Donu kokladı, İ.’nin sesi hâlâ liflerdeydi ama teselli vermiyordu. Kalbi bir sızıydı, gözleri özlem pususunda bekliyordu. Ama o gün, kokular bile işe yaramadı. N. sokakta yürüyen M.’yi gördü; M. gülüyordu, biraz İ.’ye benziyordu ama sesi daha cılızdı. İçinde yankılanan boşluk M.’nin gülüşüne tutunmak istedi. “Belki seninle unuturum.” dedi içinden ama dudakları söylemedi. M. eline elma uzattı ama o elma İ.'nin bahçesinden değil pazardan alınmıştı. Yine de aldı. Çünkü unutuş bazen taklitten geçer. Donu evde bıraktı, pencereyi kapattı; bu bir kaçıştı. İle yazılmayan satırları M. ile eksik cümlelere tamamlayacaktı. Ama kalemi tutan parmak hâlâ İ.’nin adını ezberliyordu. M. öpmek istediğinde gözlerini kapadı, İ.’nin nefesi zannetti. Açtığında bir eksiklik vardı: kokusuzdu. Beraber köyden çıktılar; N. arkasına bakmadı ama geçmiş sırtında yürüyordu. Donun kokusu valizde kalmıştı; M.’nin kokusu hâlâ aranmıyordu. İle yaşadığı hayaller, M. ile çekilen fotoğraflara sığmadı. Bir gece M. “Beni seviyor musun?” dediğinde, N. “Ben seni unutmakla seviyorum.” dedi. Don defteri hâlâ evdeydi; N. her gece rüyasında kokluyordu. M. gülüyordu ama sesi İ.’nin gülüşü kadar uzun yankı yapmıyordu. Kaçış ne özgürlük verdi ne ferahlık, sadece daha derin bir özlem sundu.
Yollarda yürürken N., İ.’nin ayakkabılarındaki tozu düşündü. M. ile geçirilen zaman, sadece İ.’yi unutmamak için tutulmuş bir takvimdi. Kokular değişmedi; yalnızca eksikliği başka isimle taşındı. Donu unutmadı, sadece sakladı. Ve o gün, N. anladı: M. ile gidiş, İ.’ye varamayan bir yoldu. Ama yürüdü çünkü yüreği hâlâ İ.’ye dönecekti. Kaçmak unutmak değildir. Donun kokusunu M. silemedi. Ve N. yalnızlıkla değil yanlışlıkla yola çıkmıştı.
İ'nin Sılaya Dönüşü
Askerliği biten İ., valizini değil özlemini omzuna aldı. Otobüste koltuğa otururken gözleri buğuluydu; çünkü gittiği köy, bıraktığı N. değildi artık. Yolda radyoda “Ela Gözlüm” çaldı; kalbi sarsıldı. İçinden “Ben hâlâ onun gözlerinde kalmış mıyım?” dedi. Valizinde askeri kıyafet değil yılların hasreti vardı. İskele Caddesi’ne vardığında gökyüzü tanıdık, sokaklar garip geldi. Don asılı değildi artık; çay ocağının sesi bile eksikti. Pencerelerin ışığı değişmişti; en sevdiği balkon bomboştu. Kalbi çarpmadı, direk yıkıldı. Kapıyı çaldığında cevap veren olmadı çünkü N. gitmişti. Komşu kadın gözlerini kaçırdı; sonra fısıldadı: “M. ile gitti gız...” İ. o anda sustu, o suskunluk bir ömür sürdü. Eve girdi, don kokusu yoktu ama anılar hâlâ duvardaydı. Pencereden esen rüzgâr, bir zamanlar N.'nin saçlarını okşayan meltemdi. Bir eşyanın yerini değiştiremedi; çünkü her şey N.’nin yokluğuyla sabitlenmişti.
Balkon kenarında bir defter buldu: kenarında “Unutulmaz.” yazıyordu. Sayfalarını çevirdi; kokmadı ama ağladı. İ. ilk defa gözyaşını saklamadı. “Ben bu evde değil onun kokusunda yaşıyorum.” dedi. Gece boyunca donları aradı ama hiçbir yerde bulamadı.
Mutfağa girdi, çay demlemek istedi ama şekersizliği unutmuştu. Pencereye oturdu, ışık sızdı ama sıcaklık vermedi. O gece eski tişörtünü kokladı N.’nin elleri hâlâ liflerindeydi. Kütüphaneden bir kitap aldı, arasından bir tel toka düştü. İ. tuttu, gözlerine değdirdi, “Sen hâlâ buradasın.” dedi.
Don yoktu ama donun hatırası duvarlardaydı. İ. o gece uyumadı; sadece yüreğiyle konuştu. Ve sabaha şu cümleyle başladı: “Ben senden değil kokundan ayrı kaldım.”
📘
: “Bu roman, bir donun kokusuyla yazıldı.” Sayfalar boştu ama özlem doluydu. Her paragraf bir hatıranın yeniden doğuşuydu. N.’nin eksikliği harfleri kımıldattı. “Sen gidince cümleler yalnızlaştı,” yazdı ilk satırda. Çay kokusuyla açılan bölüm, donla kapanacaktı. “Her cümleye bir duvar rengi vereceğim,” dedi. Romanın adı belli oldu: “Donun Gölgesindeki Kadın.” Giriş kısmında balkon penceresi anlatıldı; o sahne hâlâ titriyordu. İçinde geçen en çok kullanılan kelime “N.” idi, sonra “Can”, sonra “koklamak.” Kütüphaneye gidip romanın ismini katalogda aradı, bulamadı. Çünkü bu roman ilk kez yazılıyordu; onun özleminden süzülüyordu. İçerik bölümlendi: Askere gidiş, boş dönüş, duvar konuşmaları. N.’yi karalamadı; eksikliği kutsadı. “Bu romanı bana değil ona armağan ediyorum,” dedi. Yanına eski donu koydu; kokusu romanın ruhuydu. Bir gece yazarken kalbi çarptı; “Bu cümlede N. var” dedi. Bir editör gibi değil, âşık gibi yazıyordu. Yazdığı her kelime, özlemle yoğrulmuş bir ilmek gibiydi. Donu deftere sardı; hem korumak, hem duygulandırmak için. Romanın kapağı için sahil çizdi; üzerinde “Aşkım” yazıyordu. Yayınevine gitmedi, çünkü yayınevi bu kalbi basamazdı. Bittiğinde defteri öptü; N.’nin alın çizgisi gibi geldi. “Ben bu romanla seni içimden çıkaramam,” dedi. Ama çıkarmak değildi niyeti; yaşatmak istiyordu. Ve sonuna şunu yazdı: “Don gitti, roman kaldı.”
📘 8. Kalpte Ferhat ile Şirin Gibi Taşımak
İ. artık duvarlara değil dağlara yazıyordu adını. Her sabah sahile indi; N.’nin adını taşlarla yazdı. Her taş, bir özlem; her çizgi, bir yürek izi gibiydi. Ferhat gibi kazdı ama su değil aşk arıyordu. “Bu dağların arkasında sen varsın.” diyordu. Deniz dalgasını silse de kalbi yeniden yazıyordu. Bir gün N.’nin adı dalgalarla yıkandı; İ. ağladı. Ama gözyaşı da suyu güçlendiriyordu. Kumsala “Seni Kalbimde Taşıyorum.” yazdı.
Görenler hayran kaldı; ama bu yazı yalnız ona yazıldı. Şirin için dağ delen Ferhat gibi, İ. de roman deliyordu. “Senin için bir hayatı oyuyorum.” dedi.
Bir gece taşlara şiir yazdı; biri “Kokun Taşta Kalır.” Denize bastı çıplak ayakla, N.'nin izini aradı. Ay ışığıyla parlayan taşları öptü; her biri bir hatıra. “Ben senin gölgeni taşımıyorum, seni taşıyorum.” dedi.
Kaldırım kenarına N.’nin donunu astı. Evet, dışarıda. Polis geldi ama aşkın suç olmadığını gördü. İ. “Bu don, dağları deldi.” dedi. Donun içinden bir çiçek çıktı; koku hâlâ yaşlıydı. Romana o çiçeği ekledi; “Aşkın somut hali.” Yolda yürürken onu tanıyan biri donu sordu. “Bu don bir sembol, bir vefadır,” dedi İ. Ve o günden sonra herkes sahile onun için geldi. N. gelmedi ama adı duvarlardan dağlara terfi etti. İçinde artık taş değil, sevda vardı. Kalbi ağırdı ama taşıma gücü Ferhat’tandı. Ve dağın zirvesine şunu yazdı: “Sen yoksun ama hep varsın.”
📘 9. Donun Yeniden Diriltilişi
Don yıpranmıştı, eskimişti ama kokusu hâlâ yakındı. İ. donu yıkamadı; çünkü kir değil anı taşıyordu.
Bir gün donu özel bir dolaba koydu; adına “Mabet.” Mabetin içinde dua değil özlem vardı. Donun kenarına bir nazar boncuğu iliştirdi. “Kimse göz koymasın.” dedi. Donun göbeğine bir kalp çizdi; bu bir onarım değil yaşatma idi. Bir gece donla konuştu: “Seninle başladım, seninle bitmem.”
Evde misafir geldi, donu fark etti. “Bu nedir?” dedi, İ. cevapladı: “Bu romanın ruhu.” Misafir sustu; çünkü anlamadı ama hissetti. Don artık bir giysi değil bir hatıra heykeliydi. Her ay donun kokusunu kontrol etti. Azaldığında içine biraz N.’nin parfümünü sıktı. Böylece don dirildi; kokuyla, duayla, aşkla. Bir gün donun kenarına “N.” harfini işledi. Eli titredi ama harf sağlam durdu. O harfe bakınca gözleri doldu. Çünkü N. hep o harfte yaşıyordu. Donun bir köşesine tarih yazdı: “Gidiş—Dönüşsüz.” Ama dönüşsüzlükte bile bir umut vardı.
Donun üstüne şiir yazdı, her dize bir özlem. “Don yırtıldı ama hatıra parçalanmaz.” dedi. Donu sergilemeye karar verdi,evin baş köşesine. Misafirler geldi, hikâyeyi dinledi, ağladı. Don artık toplumsal bir hatıra hâline geldi. Ve İ. son defa donu öptü, bir veda değil bir vefa için.
📘 10. Sonsuzluk Duvara Kazınırken
İ. bir çivi aldı, duvara “Sonsuz” yazdı. Bu kelime, N.’nin donunu bile aşan bir anlam taşıdı. Duvar artık yazılıydı; her harf kalp atışı gibiydi. Sonsuzluk, onun için N.’nin unutulmamasıydı. Bir gün elektrikler gitti ama duvardaki yazı parladı. Çünkü kalp ışıkla değil sevdayla parlar. İ. duvarın önüne sandalyeyi koydu, her gün oturdu. “Bugün de seni unutmamayı başardım.” dedi.
Gelen geçen duvara bakınca etkileniyordu. Bir gün bir çocuğun sesi duvardan yankılandı: “Kim bu N.?” İ. gözyaşıyla cevapladı: “Benim romanım.” Duvara her ay bir kelime ekledi: Can, Öz, Gidiş. Duvarda artık bir hayat vardı. Misafirler dua etti; bu duvar kutsaldı. Biri duvarı boyamak istedi, İ. engel oldu. “Bu boya, aşka saygısızlık olur.” dedi. Ve bir gece duvara dokundu, titredi. Duvar onun kalbi gibi atıyordu. Duvarda çatlak büyüdüama İ. korkmadı. Çünkü bu çatlaklar, aşkın izleriydi. İ. duvarın içine bir not yerleştirdi: “Seni hep sevdim.”
Ve bu not hiç kimseye gösterilmedi. Bir gün yağmur yağdı, duvar ıslandı ama yazı silinmedi. Çünkü sevda suya dayanıklıydı. Sonunda İ. o duvarın önünde uyuyakaldı. Rüyasında N.’yi gördü, “Don hâlâ duruyor mu?” dedi. İ. “Sadece durmuyor, yaşıyor,” dedi. Duvar artık onun değil N.'nin mezarı gibiydi. Ve sonsuzluk, bir duvara yazı kazımakla yaşandı.
📘 1. Kelle Paçanın Kokusunda Yazılan Aşk
N. sabah erkenden kalkar, pazara iner, kasabın önünde keçi kafası beklerdi. Ağzına odun saplarken gözlerinde sevda parlıyordu çünkü bu kafa İ.'ye yapılacaktı. Kıllarını köz ateşine tutarken, kızgın maşayla köklerini tek tek söküyordu. Bu temizlik bir çorba hazırlığı değil bir aşka gösterilen saygıydı. Kelle paça, N.’nin özverisiyle değil kıvamıyla pişerdi. İç organları, yürek gibi didik didik ayıklanırdı. Tencerede ağır ağır pişerken, N.’nin gözleri saat gibi işlemez; sezgiyle ölçerdi kıvamı. İçine sarımsak katarken, "Bu onun direncine katkı.” derdi. Mutfak değil savaş alanıydı; her baharat bir mızrak, her kemik bir anı. İ. çorbayı içerken “Anama yaptırdığım gibi olmuş.” derdi. Ama N. anneden fazla; hem kadın hem mutfak ustasıydı. İçilen her yudumda N.'nin teri vardı, kokusu çorbaya sinmişti. Alt komşu kokudan değil, gıcırtıdan şikâyetçiydi. Çünkü geceleri kıvı sesi evi sallardı, garyula gibi matbaa çalışırdı. N.'nin aşkı sessiz değildi; kıvı sesinde yankılanırdı. Her gece İ. beslenir, sonra kıvıya geçerdi; hayat ritimle sürerdi. İ. ses çıkarırken N. içeriden dua okurdu; hem keyfi sürsün hem komşu duysun. Bir gece alt kat komşusu kapıya dayandı: “Bu kıvı matbaa mı gız?” N. kapıyı açmadı ama sesleri kısmayı da aklına getirmedi. Çünkü aşkın sesini kısamazsın; kıvı susarsa kalp susar. Kelle paça ertesi gün tekrar yapıldı; kıvıdan önce damak hazırlanmalıydı. İ. çorbayı içtikten sonra “Bu kıvı beni uçuracak!” derdi. N. gülerdi ama kaşıkla da dua ederdi. Geceleri kıvı sesi duvarları titretir, sabaha kadar sürerdi. Buna “Mutfak sonrası aşk döngüsü” adını vermişti kendi kendine. İ. uykudan önce “Kıvı biraz erken açılsa” derdi, sabırsızdı. N. mutfaktan odaya geçerken bir transa girerdi; enerji hâli. İ.’nin beslenmesi eksik olursa kıvı sesine tempo tutmazdı.
Don yastığın kenarına konurdu; çünkü terin izine giden yol oradan başlardı. Kelle paça kadar donun kokusu da gecenin tadıydı.
. İşkembeden Açılan Yatak Menüsü
N. işkembeyi karıştırırken gözleri alt kattaki pencereye takıldı. Cam yarım açıktı, komşunun rüzgârla boğuşan perdeleri bale yapar gibi savruluyordu. Bir an düşündü: "Perde mi özgür, ben mi sıkışmışım?"
İşte tam o sırada, Gıcık Komşu Fehiye abla, elinde çamaşır suyu şişesiyle balkona çıktı. “Akşam yine gürültü var!” diye bağırdı ama bu sefer N. susmadı. Elindeki tahta kaşıkla “İşkembenin suyu gibi sessiz ol abla!” dedi. Balkondan içeriye çekilirken mutfakta gölgeler dans ediyordu.
O gece, işkembe pişti, yatak kuruldu, menü açık: Bir tutam kekik, bir damla inadın özütü, iki kişilik hayal…
3. Komşunun Rüyasına Giren Tencere
Gece saat 02.43. Alt komşu Zehra abla yerinden fırladı, rüyasında dev bir işkembe tenceresi ayaklarına düşüyordu. Rüya değil yukarıdan sızan mutfak kokusuydu sebep; N. o saatte kelleyi doğrayıp limonla ovuyordu. Tencere gümbür gümbür; içeride kıvı fısıldıyordu, dışarıda komşu feryat. Zehra abla kapıya dayandı, İ. cevap verdi: “Kelle aşk ister abla, zaman tanı!” Zehra sustu ama kalbi içeriye girdi, tencereyle göz göze geldi. Kokunun ritmiyle rüyaya dalmıştı; uyanıkken bile hayal kuruyordu artık. İ. “Bu çorba seni bile yumuşatır.” dedi, kaşıkla davet etti. Komşu içeri girdi, ilk yudumda gözleri parladı. “Bu bir yeme değil bir itiraf.” dedi. N. gülümsedi, “Ben yalnız yemek değil sevda da yaparım.” Tencerede kemik kaynadıkça evin içi geçmişe döndü. Komşu eski kocasını hatırladı; belki bir kıvı sesiyle dönerdi adam.
N. “Her kadının bir tenceresi olmalı ama içinde aşk kaynamalı.” Zehra abla ağladı, tencereye dua etti. İ. kıvıyı susturdu, çünkü duygular çoktan konuşuyordu. Evde işkembe kokusu yetmedi, balkon perdesine kadar sinmişti. Komşu evine döndü ama kalbi N.’de kaldı. O gece ilk defa alt kattaki ışık sabaha kadar yanmadı. Zehra, rüyasında N.'nin donlarını ütülediğini gördü bu sefer sessizlik gürültüydü. Kıvı gece boyunca nefes gibi geldi; komşunun içinden bile geçti. Tencereden çıkan buhar Zehra’nın penceresini buğulandırdı, kelimeler görünmez oldu. N. uyumadı; çünkü sevda sabaha kadar pişerdi. İ. donu yastığın altına koydu, çorbanın kokusuyla uyudu. O gece ev yemek değil dua oldu. Komşu sabah bir tabak çorba aldı, sokağa çıktı, “Ben de seviyorum.” dedi. İ. ve N. duymadı ama mahalle duydu. Tencere mutfakta sustu, ama hikâye mahallede başladı. Ve o gün çorba değil rüya kaynadı.
. MAHALLEDE İLK İŞKEMBE PROTESTOSU VE KIVI’NIN GÖZYAŞLARI
Saat 14.03. Güneş tam tepede, mahallede kıvı kokusu sokaklara taşmış. Bir grup genç kapıya dayandı, ellerinde pankart: “Damaklar Özgürdür!” N. şaşırmadı, elindeki kepçeyi bırakmadan “Bu çorba kimseyi zorlamaz.” dedi.
İ. kapıya çıktı, elinde bir tabak. “Önce tadına bakın, sonra konuşun.” Gençler durdu, biri çorbayı kokladı; gözleri buğulandı. “Bu… bu özgürlük gibi kokuyor.,” dedi. Bir kız ağladı, pankartı yere bıraktı: “Ben bu tencereye âşık oldum.” Mahalle sustu, çünkü kıvının sesi protestoyu bastırmıştı. N. tencereye eğildi, “Sen sadece yemek değil barış da pişiriyorsun.”
Bir amca sokağın köşesinden megafonla bağırdı: “Bu kıvı, mahalle anayasasına girsin!” İ. alkışladı, gençler tabak dağıttı, pankartlar tabak altlığı oldu. O gün sokakta yürüyüş değil kaşık sesi vardı. Bir gazeteci geldi, “Bu tencere bir fenomen,” dedi. N. “Ben fenomen değil Zehra annemin duasıyım.” dedi. Tencere o an iç çekti, buharıyla gökyüzüne kalp çizdi. Bir çocuk buharı izlerken “Ben de büyüyünce kıvı yapacağım.” dedi.
İ. gözlüklerini sildi, “Bu gözlük değil tarihin tanığı” dedi. Mahallede kimse konuşmadı çünkü sevda her şeyi anlattı.
Kıvı ağladı, tencereden damla düştü; N. onu mendille sildi. İ. mendili sakladı, “Bu mendil, ilk gözyaşımız.” dedi.
Ve o gün işkembe protestosu barışa dönüştü. Mahalle ilk defa kokuyla birleşti, pankartsız sevda yaşandı. Komşular birbirine sarıldı, çorba paylaşıldı. Tencerede o gün yemek değil, tarih pişti.
🎉 6. N.’nin Aşkı Tezgahtan Taşa Sıçrarken Meydanda Çıkan Kıvı Festivali
Saat 18.12, güneş batmaya hazırlanıyor ama meydan alev gibi. Kıvı kokusu Aydın’dan Bodrum’a kadar ulaşmış, vapurda bile insanlar iç geçiriyor. Belediye Başkanı gelmiş, “Bu tencere seçim vaadim olsun.” demiş.
N. önlüğünü çıkarmadan “Ben kimseye vaatte bulunmam ama kalbi doyururum.” demiş. İ. sahne kurdurmuş, arkasında dev tencere maketi—içinden buhar değil hayal çıkıyor. Mahalle çocukları kıvı bayrağı taşımış, üstünde “Kalpten Kaşığa” yazıyor. Komşular kıvı kıyafeti giymiş, her biri bir malzeme: biri sarımsak, biri kelle, biri dua. Bir radyo sunucusu yayına geçmiş, “Bu festivalde mikrofon değil kepçe konuşuyor” demiş.
N. sahneye çıktığında sessizlik meydanı kaplamış; sevda nefes tutmuş. Tencereden çıkan her kaşık sesi alkış olmuş, meydan duaya dönmüş. İ. eline megafon almış, “Bu kıvı kimsenin değil bizimdir!” demiş. Bir yaşlı teyze kucağında torununa çorbayla ninni söylemiş. Gençler selfie çekerken kıvı arka planda gökyüzüne kalp çizmiş. Festivalde konuk şair tencereye şiir yazmış, “Sen yemek değil vuslatsın.” demiş. N. alkış almamış, çünkü onun alkışı gözyaşıydı. İ. tencereden son kıvıyı çıkarırken “Her kasenin içinde bir hikâye var.” demiş. Tencere boşalmış ama meydan dolmuş.
Bir gazeteci “Bu festival bir kült değil kültür” diye yazmış. Çocuklar dans etmiş, kıvı ritmiyle. Meydana dökülen her damla gönüllere sinmiş.
Ve o gün kıvı pişmedi sadece, aşk taşlara yazıldı.
7. Kıvı’nın Gölgesinde Ortaya Çıkan Gizli Aşık: Çöpçü Veli’nin Hikâyesi
Gece saat 01.21. Sokak bomboş ama Veli’nin kalbi kıvıyla dolu. Yıllardır sabah 5’te çöpleri toplayan adam, o gece çorbanın buharıyla uyandı. Elindeki çöp arabası değil sevda arabasıydı artık. Veli mahallede kimsenin tanımadığı ama herkesin hatırladığı adamdı. Kıvı festivalinde kimse onun bakışını görmedi; ama tencere hissetti. N. sabah artan çorbayı dışarı bıraktı, “Alan duasını alsın.” dedi. Veli aldı ama kaşıkla değil gözyaşıyla içti. “Bu çorba değil bana ait bir kelime.” dedi. İ. onu fark etti. “Sen kimsin gızın gözleri gibi ağlayan?” dedi. Veli sustu, ama mendilini tencereye bağladı. Mahalle onu konuştu: “Veli de âşık olmuş.”
N. ona bir tabak daha uzattı, “Kalbin varsa masaya otur.” dedi. Veli yıllarca sustuğu her şeyle konuştu o tabakta. “Ben seni temizlerken sevdim.” dedi, “Çöp değil kıvı döktüm sokaklara.” N. gülümsedi, tenceredeki son kelle parçasını ona verdi.
İ. “Bu kıvı adamı değiştirdi gız!” dedi. Veli artık sokakları süpürmüyor; duyguları topluyordu. Her sabah bir tabak çorbayla başlıyordu mahalle. Ve Veli, N.’ye mektup yazdı: “Senin sevdan, çöpü bile şiire çevirdi.” O mektubu mahalle duvara astı, üzerine yazıldı: "Çorbanın kokusunu alan herkes âşıktır." Tencere o gün sustu, çünkü kelimeler kendini pişirmişti. Ve Veli, kıvının gölgesinde sevdaya döndü.
.

N.’NİN TARİFE SIĞMAYAN KALBİ
N. sabah uyanırken gülüşüyle mutfağı aydınlatırdı. Tezgâhtaki patates bile onun gülüşüyle yumuşardı. Tarif defteri doluydu ama asıl reçete gözlerindeydi. İ. mutfağa girdiğinde önce N.'nin gülüşünü içerdi. Elini yıkarken su “Bugün aşk kokuyor.” derdi gibi dökülürdü.
N. un serpince tezgâha, gökyüzü bile beyaza dönerdi. Kıymayı ovalarken gülüşü hamura karışırdı. Her çorbanın buharında bir tebessüm gizlenirdi. Tarif “2 bardak un” derdi, ama N. “bir kalp dolusu sevda” derdi. İ. kaşığı kaldırmadan önce onun yüzüne bakar, tarifin yönünü bulurdu. N.'nin ses tonu bile baharat gibi yemeğe sinerdi. Bir gün deftere “Gülüşle pişen yemek, başkasına anlatılmaz.” yazdı.
İ. o cümleyi okurken tabağın üstü buğulandı. Komşu kadın tarifi sordu, N. sadece gülümsedi: “Sen önce kendini sev.” Sarımsak bile onun yanında utanırdı, bu kadar baskın lezzete. İ. bir gün onun gülüşünü kavanoza saklamak istedi ama başaramadı. Çünkü gülüş sabit değil nefesle değişendi. N. soğan doğrarken bile gülerdi; gözleri değil kalbi sulanırdı. Tariflerde ölçü yoktu, sadece sevda miktarı. Bir gün kek kabardı, İ. “Senin gibi gız bu,” dedi. N. gülmedi, sadece “Kek şekli değil, anı taşır” dedi. Fırından çıkan her şey onun iç dünyasının yankısıydı. Yemek tarifleri değil gönül reçeteleriydi. İ. “Ben senin ellerinde pişiyorum.” dedi.
N. tarifin altına “Aşk ölçüyle değil teslimiyetle pişer.” yazdı. Komşu kadın tarif aldı ama gülüş eksikti. O yüzden kek kabarmadı, çünkü kalp karışmamıştı. N. gülüşünü çay tabağına bırakır, sabahları içilmeden anlaşılmazdı. Defterdeki son sayfaya “Ben bir tarif değilim, seninle pişenim” yazdı. O gün mutfak değil evin tamamı yemeğe dönüştü.
Akım N. yemeği sevmezdi, doymaktan korkardı. Poposu bir tabak şişer diye lokmayı hep yarım alırdı. Ama İ.'nin tabağına gönülden dökerdi her lokmayı. Zeyve pazarı onun bayramıydı. Elma tezgâhlarında çocukluğunu arar, nane kokusunda annesini bulurdu. Sacta kebap yaparken teri alnına değil İ.'nin gülüşüne düşerdi. Karpuzu Zeyve çayında soğuttu, dilimini birlikte ısırdılar. Çayı onun gözlerinde demledi. Kahveyi gülüşlerinde köpürttü. Bir yudum bakış, bir fincan sessizlik oldu o an. İ., akşamı sabırsızlıkla beklerdi. Çünkü yıldızlar ancak Akım N.’yle anlamlıydı. Akım N., her susuşta bir cümle kurardı İ.'ye. Cümleler dudaktan değil kalpten taşardı. Zeytin çekirdeğini avucunda sakladı, dilek diledi. Kuru incire “Benim gibi küçül ama tatlı kal.” dedi. Bir üzüm tanesiyle ömrü tatlandırmak isterdi. Nefesini tuttu, İ.'nin ismini içten okudu. Saçına kar düşmeden elini tutmayı düşledi. Gün bitince, kalbi hâlâ pazardaydı. Akım N., yalnız yürüdü ama yalnız hissetmedi. İ.'nin adımlarını ezberlemişti. Sandalyesini güneşe çevirdi ama gölgesine İ.'yi oturttu. Akşamın sessizliği, İ.'nin gülüşüyle doldu. Kalbindeki tabakta hâlâ sıcak sac kebabı vardı. Her hatırlayış bir kaşık çay gibiydi, içtikçe derinleşirdi. Her akşam dua yerine İ.'nin adını fısıldadı. Bir gün “yeniden Zeyve’ye gidelim.” diyebilseydi... Belki karpuzu yine birlikte soğuturlardı. Ama şimdi sadece hatırlarla doyar olmuştu.

N. ve İ., Anamur Pullu Kampı’nda denizin serinliğine doğru yürüdüler. Gözleri birbirini yakaladı, bakışları konuştu, flörtleşmenin en tatlı hali çamın dibi kamelyada başladı. Kamelyanın altında küçük bir sofra kurdular; karpuz, peynir, taze ekmek ve buz gibi kola vardı. Denizden gelen hafif rüzgâr, çam ağaçlarının kokusunu taşıyordu. İki yürek, dalgaların sesiyle birleşirken, kahkahalar sofranın etrafında dans ediyordu. Karpuz dilimleri paylaştılar, peynirle ekmekler birbirine karıştı. Göz göze, el ele, o an zamanı durdurdu. Anamur’un güneşi yavaş yavaş batarken, kalpleri o kamelyada yeni bir hikâye yazıyordu.
N. ve İ., Anamur Alaköprü Dragon Çayı’nın berrak suyunda çimdiklerini hissettiler. Çay kenarında oturup serinliği paylaştılar. Malgalda ateşi yaktılar, balık pişirmeye başladılar. Duman yükselirken, sohbetleri derinleşti.
Göz göze geldikçe kalpleri hızlandı. Rüzgâr hafifçe esiyordu, yapraklar usulca hışırdıyordu. Balık kokusu çayın serin havasıyla karıştı. Yan yana oturup sıcaklığı hissettiler. Akşama kadar birbirlerine küçük şakalar yaptılar. Gözlerindeki parıltı büyüdü, sessizlik anları daha anlamlı oldu.
Akşam güneşi yavaş yavaş ufka yaklaştı. Çay kenarında yanan ateşin ışığında birbirlerine gülümsediler. Sessizliğin içinde kelimeler dans etti. Çimlerin kokusu buram buram yayıldı. Anılar biriktirdiler, hikâyeler paylaştılar. Çayın serinliği kalplerini ferahlattı. Akşamın sakinliği onları sararken, mutluluk yüzlerinden okunuyordu. Birlikte geçirilen zaman değerliydi. Küçük anlar büyük anlamlar kazandı. Doğanın içinde, birbirlerine yakın durdular. Gözler birbirini aradı, eller sessizce buluştu. Sohbet, kahkaha ve huzurla doldu. Anılar bir yaprak gibi hafifçe kıvrıldı. Her anı özel kıldı.
Güneş batarken umutları tazelendi. Doğa ve sevgi iç içeydi. O gün, o an, hafızalarına kazındı. Akşam yıldızları yavaşça belirdi. İçtenlikle, safça sevgi paylaştılar. O an, sadece onlar vardı, dünya durdu. Kalpler beraber attı, hayat güzeldi.
kım N. sabah uyandı, kahvesini içti ama fincan ters çevrildi. İ. uyandı, aynada kendi yansımasına el salladı, ama yansıma dalga geçti. Anamur’da kuşlar salsa yapıyordu, palmiye ağaçları ritme kaptırmıştı dallarını. Çay kenarında balıklar uçuyordu, ama balıklar uçmayı yeni öğrenmişti. Akım N. denize girdi, suyun içinde kahve içtiğini fark etti. İ. karpuzu soyarak gitar çalmaya başladı, notalar karpuz çekirdeklerine takıldı. Malgalda balık pişirirken balıklar şarkı söylemeye başladı, ama sadece falsetto. Güneş, bulutları kovalamaca oynuyordu, arada yağmur damlaları dans ediyordu. Çamıl dibi kamelyada kediler piyano çalıyordu, ama ayakları yoktu. İki kahraman sırayla suyun üstünde yürümeyi denedi, ama su onlara şaka yaptı. Karıncalar piknik yapıyordu, küçük sandviçler paylaşıyorlardı. Kola şişesi kendi kendine dans etti, Akım N. alkış tuttu. İ., peynirle karpuz arasında barış anlaşması imzaladı. Akşam olunca, yıldızlar yere inip tavla oynadı. Gözler birbirine takıldı, ama gözlüklerini çıkarmışlardı. Rüzgar, yaprakları fırıldak yaptı, ağaçlar döndü durdu. Çayda yüzme yarışması başladı, ama yüzücüler kaykayla yarışıyordu. Ayılar mangal başında şarkı söyledi, ama mikrofonu tavşan kaptı. Balıklar su altında gazete okudu, ama harfler kaçtı. İ. dalgaların arasında yoga yaptı, dalgalar pozları taklit etti. Akım N. yıldız toplayıp cepine koydu, ama yıldızlar gülümseyerek kaçtı. Gecenin sessizliğinde, karınca orkestrası prova yaptı. Sabah kuşları kahve fincanında uyudu, rüyalarında deniz yürüdüler. Anamur’da absürt gün böyle geçti, kahkahalarla bitti.
[01:06, 28.07.2025] Resim Oluşturan Yapay zeka 1: N., Halkalı Yaylası’nda taş duvar evin önünde İ’ye flörtözce baktı.
Tahta tuvalet kapısı kendi kendine açılıp kapandı, sanki onlara selam veriyordu.
Odun ateşi çıtırdayarak, sırlarını yaylaya fısıldadı.
Birden peynir ekmeğin içine saklanan sinek kahkahalar attı.
Karpuz dilimleri dans ederek sofraya kondu, kola şişesi havada uçtu.
N., bir tabak yemeğe bakıp “Bu ne, sihirli fasulye mi?” diye sordu.
İ, gülerek “Hayır, ama yediğinde uçuyorsun” dedi.
Taş duvar, gizlice onlara kulak misafiri oldu ve fısıltılar yaydı.
Rüzgar, tahta tuvaletin etrafında dolandı, gizemli bir şarkı mırıldandı.
Birden bacak bacak üstüne atan bir kertenkele, onları…
N., “Eğer peynir kazanırsa, tatlıyı dışarı atacağız” diye şaka yaptı.
İ, “Hayır, her ikisi de barışmalı, yoksa yaylada kargaşa çıkar” dedi.
Taş duvar, kahkahalarla sallandı; duvarlar bile mutluydu.
Kola bardağı sonunda kendini yere bıraktı ve uykuya daldı.
Yayla havası, onları sararken rüyalar gerçek oldu.
N., peynirle karpuz arasında dans etmeye başladı.
İ, kolayı alıp onlara eşlik etti; üçü birden neşeyle gülüştü.
Tahta tuvalet kapısı gizlice onları alkışladı.
Odun ateşi son bir kıvılcım attı, geceye veda etti.
Kahramanlar, bu absürt yayla gecesinde yeni dostluklar kurdu.
Sabah olunca taş duvar, anılarını saklamak için sessizliğe büründü.
Halkalı Yaylası, sırlarını koruyarak onları uğurladı
Toprak damın altındaki rüzgâr yavaş esiyordu, ama evin içindeki telaş fırtına gibiydi. İki katlı Bozalı evi, zamanın kalbine kurulmuş bir anlatıydı. Üst katta bir sessizlik vardı, alt katta ise hazırlıkların sesi iç içe geçmişti. Ev önündeki avlu, geleneğin sahnesi olmuştu. Gelin adayı N., yer sofrasında yoğurt batırırken güneş onun üstüne şefkatle eğiliyordu. Sini tepsisi evin orta yerinde duruyor, herkes etrafına dizilmişti. İ., pencere kenarında gözlerini kıstı; yoğurdun kıvamı değil o anın kıvılcımı dikkatini çekmişti. Batırma yoğurdunun kokusu değil paylaşmanın özlemiydi havada dolaşan. N.'nin elleri yoğurdu değil hayatın kalbini yoğuruyordu. Tahta kaşığın hafif sesi, evin duvarlarında yankılanıyordu. İki kız kardeş bakışlarıyla konuşuyor, sözcükler sofraya düşmemeye çalışıyordu.
Bozalı’nın sesi hâlâ evin boşluklarına sinmişti ama kimse ona ses demiyordu artık. Duru arka kapının orada duruyor ama gözleri sofradaki ritmi kaçırmıyordu. Yoğurdun içine düşen bir zeytin, sanki tüm geçmişi anımsatıyordu. Gelin adayı olmak bir tören değil, bir dua gibiydi o gün. Ayakkabılar kapı önünde değil zihnin sınırlarında bırakılmıştı. İ. durup durup N.'ye bakıyordu ama bakışlarında soru değil cevap vardı. Sini tepsisindeki düzen, evin kadınlarının ritmini taşıyordu.
Evin duvarı çatlamıştı yıllar önce, ama hâlâ sırt veriyordu anılara. Gelinliği giymemişti N., ama ellerinde niyet vardı. Eylem arka bahçeden seslendi: “Çayı kıs, ama sohbeti koyult.” Toprak dam güneşle konuşuyor ama gölgesiyle sır tutuyordu. Bir kaşık yoğurt, bir ömürlük sessizlikle eşleşti o gün. İ., ses etmeden kalktı ama gölgesi yastığa uzandı. N.'nin boynu terlemişti ama terinde telaş değil gurur vardı. Sini çevresinde neşe dolu fısıltılar, aynı anda hüzne dokundu. Duru’nun gülüşü babasının bakışlarını taşır gibiydi. O gün batırma değil kökler yoğrulmuştu o sinide. Ev iki katlıydı ama o gün yaşanan, üçüncü bir kat gibiydi: hafıza. Türbeseki Bozalı evi yazılmadı; yaşandı, susuldu, ama asla unutulmadı.

İbrahim Şahin 2
Kayıt Tarihi : 28.7.2025 01:18:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!