Fakat bir demlemeye mahsus çay, defalarca kaynatılıp servis yapılıyordu, toplanan paraları kimlerin paylaştığı ve nasıl bir vicdanla harcadıklarına tercüme gerekmiyordu.
Bir ağacın altında, İbrahim isminde uyanık olduğunu zanneden, himmet dedeli olduğunu, hiç sormadan söyleyen, arkadaşla oturuyorduk.
Bu İbrahim’le tanışmamızda, benim için çok enteresan olmuştu, çarpıp azarlamıştım ve bir daha yakınımda dahi, seni görmeyeyim diyerek ikazda bulunmuştum.
Askerliğimizin ilk günlerinde, yemekhanede topluca oturuyorduk, benim yanıma yaklaştı, ön dişleri altın kaplama, göz rengi yeşile yakın, ilk aklıma gelen çalgıcı veya çingenemi olduğu idi.
Tanıştık, kaç atış yaptığımı sordu, anlayamadım, daha bölükle atışa gitmemiş tik ki, atış yapılsın, bu arkadaş benden önce gelmedi ki, atış yapmış olsun.
Sen nerede ve ne zaman atış yaptın dedim, buraya teslim olmadan deyince, nasıl yaptın diye yeniden sordum, maksadını anlamaya çalışıyordum, bet teresine gittim, orada işimi hallettim deyince, bu salağın en çok önem verdiği meselenin, uçkuru olduğunu anladım o an anladım fakat, çok canım sıkılmıştı.
İlk tabirim lan sen dangalak mısın, senin ne yaptığını,niçin yaptığını merak eden mi var, sakın bir daha benimle böyle densiz konuşma demiştim, bu çocuktan gıcık kapmıştım.
Daha sonraki günlerde, baktım ki durumunu düzeltiyor, bana yakın olmak istiyor, bende acıyarak ses çıkartmamıştım.
Ağacın altında oturuyorduk, dedi ki: büyük revirde hemşehrimiz anbulans sürüyormuş, kıdemliymiş yanına gidelim, ziyarette bulunmuş oluruz deyince, bende uygundur tanışalım diyerek, o istikamete doğru yöneldik.
Revire vardık, hem şehrimizi sorduk ve onu bularak tanıştık, hoş kalender, ezilmişliği çehresinde barındıran, dahili dertlerini yansıtmayan bir insandı, izzet ve ikramda bulundu, hasret kaldığımız çayı ve kahvaltıyı onun sayesinde içerek ve yiyerek gidermiştik.
Bir anlamda acemi olduğumuz için, rahat oturuyorduk, bilmediğimiz bir konu olursa, hem şehrimiz bizleri uyarır diye umuyorduk.
Bir çavuş yanımıza yaklaşarak, saat 20.50 civarında, arkadaşları merak etmezler mi diye sorunca, hem şehrimiz vallahi bilemiyorum, misafirim oldukları içinde seslenemiyorum demesin mi, anladık ki bir şeyler ters gidiyor, fakat çok geç kalmıştık.
Biz acemi bir askerlerdik, nasıl olsa hemşehrimiz herkesi tanıyor diyerek, rahat oturuyorduk fakat, durum öyle değilmiş.
Mahcup olduk, onunda fazla üzülmemesi için, sen merak etme biz gereğini yaparız dedim ve müsaade isteyerek, teşekkür ettik ve oradan ayrıldık.
Biz gereğini yaparız diyerek,aslında çok büyük bir laf ettik, fakat neyi, hangi mazeretlerle yapacaktık, bölük koğuşa çıkmış, yat komutu biz bulunamadığımız için verilemiyormuş, bölük askerleri bizleri aramışlar bulamamış, firar ettiğimize dair kuşkuları bir hayli yoğunlaşmış.
Yanımda bulunan İbrahim titriyor, parolayı bilmiyoruz, koğuşa oldukça uzak bir mesafedeyiz ve ayrıca parala bilmeden, oraya nasıl ulaşacağız, koğuş binasına varsak bile, nöbetçilerden nasıl kaçacağız, bu ihtimallerin hepsi başımıza iş açacaktı.
Zorluklar, insanları her zaman güçlü kılar, öğretisiyle hareket ederek, bir şekilde aşmamız ve en az zararla telafi etmemiz gerekiyordu.
Sinsi ve gizli bir şekilde karanlıkları tercih ederek, apar topar ilerliyorduk, düşünmeye çalışıyordum fakat, İbrahim durmadan panikliyor ve şimdi ne yapacağız diyerek, sızlanıp duruyordu.
İbrahim sus, canımı sıkma, koğuşa sağ salim çıkarsak, ben ne söylersem, sen doğru olduğunu teyit et ve gerisine karışma dedim, ama ne söyleyeceğimi ve nasıl bir mazeret bulacağımı hiç bilmiyordum.
Birileri gibi ağlamayı ve sızlanmayı, katiyen tercih etmiyordum, çünkü benim böyle, basit bir tarzım bulunmuyordu, gerektiği taktirde, lüzumu ölçüsünde riski her zaman üslenmesini bilmişimdir.
Nihayet kamufleler dahilinde, nöbetçileri atlatarak, koğuş binasının kapısından içeriye girebilmiştik, ilerliyorduk, soluk soluğa kalmıştık, bizleri arayanlarla karşılaştık, vallahi durumunuz çok vahim, tüm bölük soyunmuş vaziyette, kaç saattir sizleri arıyor ve bekliyorlar dediler.
Ben onlarla hiç konuşma gereği duymadan, bölük çavuşu bana gizli bir görev vermişte ve ben o görevi, harfiyen yerine getirmiş bir asker edası ile çavuşun önüne vardım ve dikildim çakı gibi durdum.
Herkes ayaktaydı, çıt dahi çıkmıyordu, ne olacağını merakla bekliyorlardı, çavuş Kayserili, anlat bakalım neredeydiniz, diyerek sordu?
Fakat çavuşun bizi sorgularken, çok alaycı bir tavrı vardı, benim anladığım ve yüz hatlarından okuduğum şuydu, sen ne söylersen söyle, asla kurtuluşun yok, şapa oturdunuz edasıydı.
Sözlerime komutanım, siz bizlere sürekli olarak, botlarınızı veya keplerinizi çaldırdığınız veya kaybettiğiniz zaman, bölüğün şerefinin, beş paralık olacağını ve böylelikle bölüğe, en büyük saygısızlığı yapacağımızı söylemiştiniz.
Biz İbrahim’le gezerken, bir asker kafamdan kepimi aldı ve çok süratli bir şekilde kaçtı, bu şekilde ve kepsiz gelemeyeceğim için, kaçan askeri takip ettim, bu askeri havan taburunda buldum.
Bölük çavuşlarına, şikayette bulunarak kepimi aldım, askeri dövdüler, bana da bölük çavuşuna selam söyle, çakı gibi asker yetiştirmiş, tebrik ederim ve en kısa bir zamanda onun ziyaretine geleceğimi söyle dedi, diyerek sözlerimi bitirdim.
Bölük çavuşu İbrahim’e dönerek, doğrumu söylüyor diye sordu?
İbrahim komutanım doğru söylüyor aynen böyle oldu deyince, bölük çavuşu kasaturayı çıkarttı, ellerimize yavaş sayılacak bir şekilde, birer tane vurarak seni kutluyorum, bölüğün şerefini kurtarmışın, ama çok geç kaldığın için sana, bir kasatura mükafatı verdim diyerek, meseleyi bu şekilde neticeye kavuşturdu.
O kadar rahatlamıştım ki, içim içime sığmıyordu.
Günlerimiz çok hızlı geçmiyordu, spor, yürüyüş, marş, selam, sağa-sola dönüş, tekmil ve silah eğitimi aynı hızda devam ediyordu.
Nöbet tutmak, en çok sevdiğim görevlerimin arasında geliyordu, kendi halimde efkarımı gecelerle paylaşmak, şiir yazmak beni çok rahatlatıyor, tüm stresten arındırıyordu, işte bu zaman askerlik benim için bir mana ifade ediyordu.
Silah eğitimi, günümüz teknolojik şartlarından uzakta kalarak, çok eski olan ve savaş mazisi bulunan Kırıkkale tüfekleriyle sağlanıyordu.
Marş söylemekten, selam durmaktan, dönüş yapmaktan, ot toplamaktan, taş toplayıp taşımaktan, daha sonraki haftalarda aynı taşları, eski yerlerine getirmekten, kulağıma gelen bol küfürden, en çok kullanılan ruh ve hoca kelimelerinden bıkmıştım.
Bir vukuata bulaşmamak için, zekamı askerliği özümsemek yerine, manasızlığın hat boyuna çıktığı bir mekanda, anlam ifade eden konularla ilgilenmeye başlamıştım.
Güneşin altında, susuz bir mekanda, sineklerin bol olduğu bir tarlada, ot toplamak ve öğle yemeği olarak bulgur pilavı ve turşu yedirmek, askerin tahammül eğitimine tabi tutulduğu hissini veriyordu.
Lakin anlam bütünlüğünü bulmak mümkün değildi, bu nedenle sabretmekten bıktım, başka çözümler üretmeye başladım.
Askerliğin en çekilmez olduğu durumlarda, ben sürekli ziyaret bahçesinde veya izin alarak tercih ettiğim mekanlara gidiyordum, yani bir anlamda kafama göre tümen içinde takılıyordum.
Bu son derece zor başarılacak ve bir o kadarda riski barındıracak tehlikeli bir konuydu, dolayısıyla herkes cesaret ederek tercih edemezlerdi.
Hafta sonlarında kıdemli askerler, onbaşı ve çavuşlar Allah muhafaza kendilerini mürebbi görerek, keyifleri nasıl isterse o şekilde davranıyorlardı, sende emir kulusun, reddetme gibi bir tercihin yok, elbisesini mi yıkattıracak, içkimi aldıracak, keyfi hizmetinde emir erimi yapacak hiç belli olmazdı.
Ben vatan hizmetine talip olmuştum, bunu kanun emrettiği için yapmalıydım, fakat çok daha da önemlisi de, burayı Peygamber ocağı diyerek öğrenmemiz ve bu nedenle, çağrılmadan kendi isteğimizle gelmemizin, başka bir sebebi olamazdı.
Maalesef burada, hayali sukuta uğramam, çok geç olmadı, bölük komutanının içtima alanında, askerlere dönerek orospu çocukları diyerek bağırmasını, nasıl izah edeceğiz, eğer o alanda bir tek orospu çocuğu varsa, oda bizzat ve zaten kendisiydi.
Başımıza komutan olarak, görevlendirilmiş bu müsveddenin, taşıdığını genlerinin odağını ve kimin tohumu olduğunu hala merak ediyorum.
Üst teğmendi, onun için puşt kelimesi, son derece yetersiz kalıyordu, tabur komutanının gözüne girmek için, gece geç saatlerde, Reolara bindirilerek, kara yollarından veya başka resmi kurumlardan inşaat ve başka malzemeler çalınıyordu!
Eğitim alanına, zatıalilerinin talimatlarıyla, yazlık oturma yeri ve kapalı kamelyalar yaptırılıyordu, komutan rahat edecek ve misafirlerini ağırlayacak diye.
Ne yazık ki, askerin biri aracın arkasından düşerek, beyni parçalanmış ve eğitim zayiatı olarak tümeni terk etmişti.
Yazlık yerler yapılmıştı bitmeye çok yakındı, fakat tabur komutanı, bölüğün duyacağı bir şekilde bağırarak, bölük komutanını azarladı ve günlerce uğraştığımız, güneşin altında ne emekler vererek yaptığımız yerler, bir günde yerle bir edildi ve onca malzeme heder oldu gitti.
Biz bunları kimlere anlatacaktık, mümkün mü anlatmak, on başı namaz kılıyor diye, garibanları koruyor diye, pusu kurdular tüfeğini çaldılar, hapse attırdılar, bunları yapanlar bölükte sözleri geçen, köpeklerle çiftleşmek için peşinde koşan, rahatlıkla akşamları içki içen, vatan ve millet sevgisinden yoksun bulunan, İzmir ve İstanbul da yaşadıklarını söyleyen azmanlardı.
Bunlara yurttaş, dindaş vatanın asker evlatları diyebilirler birileri, fakat ben hiçbir şekilde bunları tedaviden geçirmeden, normal bir insan statüsünde bakamam.
Gariptir belki fakat, genelde bu sıfatta bulunan insanlar, askeri kışlalarda kuvvetti ellerinde bulunduruyorlardı, tabi ki böylece adeta saltanat sürüyorlardı.
Yazdığım şiirler askerde çok işime yarıyordu, bölükte ki tahakküm sahipleri, yazdığım şiirleri, benden isteyerek kendi nişanlısına veya eşlerine yazıyorlardı.
Yemekhanede oturuyorduk oldukça sıcaktı, sürekli terliyorduk, bölük çavuşuna Hasan abi bir bardak su içebilir miyim dedim, hassi...tir lan git ve komutanım diyerek yanıma gel dedi, bu tavır o kadar zoruma gitti ki!
Kalktım ve sert bir şekilde, komutanım su içebilir miyim dedim, oda iç dedi, fakat ben içmiyorum diyerek yerime oturdum.
İçimden Mustafa, eğer bu çavuş Hasandan, hıncını alamazsan yazıklar olsun sana, dedim ve o gün bu stresle günümü geçirdim.
Tabur test olacaktı, o bakımdan herkes tüm kıyafetlerini yıkamak durumundaydı, ben zaten temizdim fakat ortalıkta görünürsem, biri çıkar al şu işleri de hallet derse işim kötüydü, reddetmek beni daha çok zora sokardı.
Yemekhanenin önüne çıktım, beş kişi aralarında konuşuyorlardı, oraya doğru yöneldim, henüz üç dakika geçmeden, arkamdan yüzüme biraz sert tokat geldi, kim lan bunu yapan, diyerek arkamı döndüm ki, bizim sanat okulundan cart tin diye lakap taktığımız, arkadaşım olmasın mı!
Sarıldık kucaklaştık, hal hatırdan sonra, beni götürmeye gelmiş, çavuş talimgahında çamaşırhaneden sorumlu on başıymış, sağ olsun izin istedi, beraberce mekanına gittik, benim tüm kıyafetlerimi, yıkadı, ütüledi ve yemeğimi getirdi, yedik daha sonra muhaberede hemşehrilerimiz var, hadi oraya gidelim de, seni onlarla tanıştırayım iyi arkadaşlar dedi.
Sevindim olur diyerek oraya vardık, tanıştık ve aklıma hemen çavuş Hasan geldi, bir şekilde hıncımı almalıydım ondan, yoksa rahatsız oluyordum.
Dedim ki hem şerim, bana müsaade ederseniz, geçici bir müddet kıdemli astsubay, Mustafa Eren olacağım dedim, hayırdır dediler olayı kısaca anlattım, bu fırsatı değerlendirmem lazım, diyerek onları ikna ettim.
Kabul ettiler fakat, çok sıkıntılı olacağını belittiler, ben her sıkıntıya razıyım dedim ve bizim bölüğü bağlattırdım.
Tank çavuş Hasan Sağlam buyurun komutanım dedi, bende Hasan evladım, bölüğünüz askerlerinden Mustafa Cilasun ve Musa Usanmaz diye iki askerin, ziyaret bahçesinde, anne ve babaları sabahtan belli bekliyor, hemen onları buraya gönder, bekliyorum dedim.
Emredersiniz komutanım, derhal göndereyim dedi ve telefonu kapattım, aradan beş dakika geçti yeniden bağlattım, oysaki kırk beş dakikada gelemezler, fakat bulamayacağını bildiğim için, aynı tekmili tekrarladı oğlum henüz gelemediler ne yaptın dedim.
Komutanım araştırıyorum, bulmaya çalışıyorum demez mi, lan zevzek geri zekalı, senin bölüğünde ki askerden haberin yok mu, komutanım yanlış anladınız, elbette haberim var, hemen gönderiyorum dedi ve ben telefonu kapattım.
Bir müddet sonra yeniden arayarak, küfür dışında ağzıma gelen hakareti yapmıştım ve dolayısıyla oldukça rahatlamıştım, fakat beraber olduğumuz arkadaşlar, bu duruma katılarak gülüyorlardı.
Akşama yakındı, teşekkür ederek arkadaşlarla vedalaştım ve ziyaret bahçesine vardım, Musa’yı gördüm yanarak beni arıyormuş, ona merak etme durum kontrolüm de, ben ayarladım bu durumu deyince, yapma ya Allah aşkına nasıl yapabildin, gerçekten mi söylüyorsun diyerek defalarca sormuştu.
Musa da benim yaşlarımda evli ve iki çocuğu olan iyi, fakat oldukça çekingen bir arkadaştı, cesareti yok denecek kadar azdı.
Musa dan ayrıldım, çavuş talimgahın oradan bölüğe gidecektim, çünkü nereden geliyorsun denince rahatlıkla söyleyecektim.
Gidiyorum fakat yol bitmiyordu, hiç görmediğim yerler karşıma çıkıyordu, uzaktan bir kulübe gibi görünen yere yaklaştım, iki tane asker, tüfeği bana doğru yönelterek, parola sordular.
Baktım ki durum oldukça kritik, oğlum ne parolası siz kafayı mı yediniz, alay komutanının şoförü Yunusla beraber geziyorduk, komutanın hanımı çağırdı oda hemen ayrıldı, bende buradan bölüğüme gidiyorum deyince, peki biz nereden bilelim doğru söylediğini dediler.
Öğrenmek çok basit, telefon açar sorarsın dedim, o zaman tamam tertip biz seni görmemiş olalım, şuradan nereye gidiyorsan çekip git dediler.
Fakat ben bu yolun nereye gittiğini bilemiyordum, askerlerde soramadım, çünkü açık vermeyeyim diye.
İlerliyordum fakat nereye gideceğimi bilemiyordum, içimi bir ürperti sardı lakin metin olmam gerektiğini biliyordum.
Metanetimi korumak adına, tek yardım isteyeceğim, kulu olduğuma inandığım, Allah’a gönlümü açtım, içimden geldiğince dua etmeye ve ezberimde ne kadar sure varsa su içer gibi okuyordum.
Zırhlı tümen olması sebebiyle, tatbikatların tanklarla yapıldığı, ayrıca yabancı misyon şeflerinin, nezaret ettiği bir mekan olması, daha da önemlisi bizlere anlatılan bilgilere göre, o meşhur 12 EYLÜL harekatının tapıldığı, bir tümen olması nedeniyle, arazisi de o anlamda oldukça geniş olduğundan, gözümün aldığı alan, yüksek tepelerin olduğu ve her şeyin tam net görülemediği için, sanki meçhule doğru yol alıyordum.
Acemi bir askerdim, gizli paniğim o yüzdendi ve öylece ilerliyordum derken, yorucu olan uzunca bir yoldan sonra, fark edilebilir bir yeşil alan ve daha yüksek bir tepede binaları gördüm.
Çok sevindim lakin, bir koşuşturmaca dikkatimi çekiyordu, burası herhalde çok önemli bir yer diye içimden mırıldanıyordum ki, yaklaştıkça üst rütbeli komutanlar olduğunu, hemen fark ettiğim an, daha da çok heyecanlandım!
Fakat durmuyor ilerliyordum, bir başka seçeneğin olmadığını da biliyordum, ne olacaksa olsun diye içimden geçiriyordum.
Tahmin ettiğim kadar, tabur içtiması yapılmış, komutanlar karargaha geliyorlardı ve dolayısıyla bu binada o meşhur çamlı köşk olmalıydı, yani tümen komutanının mekanıydı.
Hiç istifimi bozmadan, nizami bir biçimde selam vererek, aşağıya doğru ilerliyordum, kıyafetim yeni temiz ve ütülü olduğundan zannederim ki, karargahta görevli askerlerden biri zannederek, hiç kimse bir şey sorma gereğini bile duymadı.
Komutanları geçince, koşarak tabur yemek hanesine, yemek almaya gelen, bölük askerlerinin arasına karışarak, kendi bölüğümün askerlerinin arasına karıştım, yemek ekibindenmişim gibi yaptım.
Arkadaşlarım beni fark edince, özellikle İbrahim, nerdesin herkes seni arıyor, bölük çavuşu burnundan soluklanıyor, fena halde sana kızgın, haberin olsun dedi.
Tabi durumun çok vahim olduğunu hissettim, fakat İbrahim’e çaktırmadım, sanki oda telaş memuruydu!
Bölüğe geldik, oldukça haşin ve gaddar olan Hasan çavuş, gür bir ses tonu ile bağırarak, Kayserili gel buraya dedi, fakat tüm bölük ona bakarak, olacakları merakla bekliyorlardı!
Alaycı bir tavırla söyle bakalım Kayserili, sen nerdeydin, bölük seni aradığı halde izine rastlanmadı, nerede olduğunu bir bilen kimse çıkmadı, yaklaş ta askerliğin kaç bucak olduğunu göstereyim sana dedi.
Komutanım beni çavuşum gönderdi, çavuş talimgahından, çamaşırhane sorumlusu arkadaşım geldi ve onunla, çavuş talimgahına gittik dedim, lakin yüksek bir ses tonu ile hangi çavuş gönderdi dedi.
Çeçen çavuş, diyerek karşılık verdim ve hemen çeçeni çağırttı oda geldi, çeçen çavuşa, bunu sen mi gönderdin, diyerek kızgın bir edayla sordu, çeçen çavuş benim yüzüme baktı, sabahki olayı bir an hatırlayamadı ve cevap vermekte geç kaldı.
Hasan çavuş bana dönerek, hani ne oldu Kayserili derken, Çeçen çavuş tamam hatırladım, doğru ben göndermiştim ve sana da söylemiştim diyerek çıkıştı, bu arada oh be elhamdülillah, diyerek oldukça ferahlamıştım.
Hasan çavuş ulan Kayserli, yine yırttın hadi gözümden kaybol dedi ve ben tabi ki oradan hemen kayboldum, fakat içim içime sığmıyordu, yüreğim serinlemişti.
Normalde askerlik, oldukça önemli ve hatta zevkli, yirmi yaşına kadar, herkes den ve her bir yerde dinlemek zorunda kaldığın, askerlik muhabbetini, tüm açıklığıyla ve bir solukta öğrenmiş oluyorsun.
Fakat ne zaman görev dışında, yani erbaşların keyfe keder istek ve talepleri seni buluyorsa ve de yapmak zorunda bırakıyorsa, işte o zaman bir yolunu bulup stresten kurtuluyorsun, tabi ki riskinin de oldukça çok, olduğunu bildiğin halde.
Zira aklın yolu birdir, ne yapacağını, nasıl yapacağını ve ne zaman yapacağını hesapladığın vakit, çok bir meselede kalmıyordu zaten.
Mesela bir örnek verirsem, daha da iyi anlaşılacağını umuyorum.
Bir gün bölük, oldukça ciddi bir şekilde, sayım yapılarak toplandı, tabi bizde tabi oluyoruz, fakat nereye gideceğimizi bilemiyoruz.
Sıraya girdik, daha sonra çok uzun olan, yorucu bir yürüyüşle, bazen uygun adım ve bazen marşlar eşliğinde ve çok sıcak bir günde, sivri sineklerin serbest atış yaptığı bir mevsimde, hafif çamurlu ve otların hür büyüdüğü bir mekanda, bölük çök diye bir ses duyuldu.
Merakla bekliyorduk, fakat sinekler fırsat vermiyorlardı, düşünmeye bile.
Çavuş tiz bir ses tonuyla, bölük haberiniz olsun, bu gördüğünüz otlar, bugün yolunacak ve bu gördüğünüz alan, tamamen temizlenecek demesin mi!
İşte o an, mutlaka bir çözüm bularak, ziyaret bahçesine intikal etmem lazım diyerek, hızlı bir şekilde kararımı verdim ve zemin yoklamasına başladım.
Bir miktar otları toplayıp kucakladım ve uzak bir yere atmak için yürümeye koyuldum, gittiğim yerde üç, beş askeri gözüm kesti.
Kimseye çaktırmadan dikkat kesildim, bizim bölüğün askerleri değildi, selam verdim ve hangi bölükten olduklarını öğrendim, havan bölüğünden olduklarını söylediler, hepside benim gibi acemi askerlerdi.
Cebimde her zaman hazırda tuttuğum, not yazılmış kağıdı çıkartarak, telaşlı bir şekilde, tertip biraz önce ziyaret bahçesinden geldim, şu arkadaşın annesi, babası ziyaret bahçesine gelmişler ve saatlerce bekliyorlarmış, bölüğü burada yazıyor bir yardımcı olursanız sevinirim dedim ve yanlarından istikametimi değiştirerek, hızlı adımlarla ayrıldım ve başka bir yoldan bölüğe karışarak otları yolmaya koyuldum.
Bir taraftan da onları gözetliyordum, ne zaman gelecekler diye, hiçbir şey yokmuş gibi bölük askerleriyle konuşarak, bazen de şakalaşarak, içimden gizlice neticeyi bekliyordum.
Takriben yarım saat sonra, Kayserili diye çağrılmaya başlandım, fakat bu çağrılmayı hiç duymuyordum, çünkü kağıdı getiren askerlerin gitmesini bekliyordum.
Onların uzaklaştığını görünce, yeni duymuş gibi irkilip, çavuşun yanına doğru yürümeye başladım, buyurun komutanım beni istemişiniz dedim.
Çavuş biraz gülerek, lan Kayserili seni anan kadir gecesi doğurmuş aslanım, ben ne yapayım, hadi gözün aydın ziyaretçilerin gelmiş memleketten, seni bekliyorlarmış, hediyeden bizi mahrum bırakma, akşama geç kalma kaybol dedi.
Ziyaret bahçesinin yolunu tuttum, fakat oldukça uzakta bulunduğu için, hızlı bir tempoda oradan uzaklaştım.
Nihayet oraya ulaştım, tabi ki ziyaretçim yok biliyorum, sivil vatandaşları seyretmek bile yetiyordu, rahatlamak için, bu zorlayan psikoloji, beni çözüm bulmaya zorlamıştı ve hamt olsun ki, yine ufak bir gayretimle vukuatsız atlatmıştım.
İşte bu ve buna benzer durumlarda, mutlaka bir çözüm bulmuşumdur, tabi bu benim zeki olduğumdan değil, gayret ve zamanlama noktasında sabretmem ve tevekkel olmamdan kaynaklanıyor zannediyorum.
Bir insan askere neden gitmek ister, tabi bir çok sebep sıralamak mümkündür, fakat en önemli unsur, temel bir görev olması, kendini tanıması, müşterekliği tatması, vatan müdafaasında seferber olması, bunun içinde eğitim alması, daha kaba bir ifadeyle, yaşadığı toplumda adamdan sayılması denilebilir.
Fakat, askerlik o kadar farklı bir meslek ki; anlaşılamayan, meşkuk, monoton ve birazda basit ve hatta teknoloji oldukça geri kalmış, basit bir eğitim masası, ezbere dayalı eğitim vesaire, bunlar o günün şartların da böyleydi, bugün nasıl bilemiyorum!
Şefkati, sevgiyi, nefreti, övgüyü, mananın mantıksızlığını, tahakküm ve disiplinin ifrat noktalarını, güvenin en fazla olması gereken yerde, tedbirin önemini daha iyi anlıyorsun, hele gurbeti öylesine yaşıyorsun ki, sanki aile fertlerinden ilk defa ayrı kalıyorsun vallahi sormayın gitsin.
Yeni ve bir yıllık evliğim, yirmi dört yaşın da evlendim, eşime hasretim, çocuğum olacak merak içindeyim derken, akşamın bir satın da,19,30 civarın da bölüğün yemek hanesin de, Kayserili telefonun var demesinler mi, öyle şaşırdım ki, hala etrafıma bakınıyorum, gerçekten mi diye!
Ne bakınıyorsun haydi durma koş çabuk gel dediler.
Tabi şaşkınlığı üzerimden attıktan sonra, ahizeyi kulağıma tuttum alo buyurun diyerek, kulağıma gelen sesi tanımaya çalışıyordum, çünkü aile efradımın beni aramaları mümkün değil gibiydi.
Mustafa ben Mustafa dayın, nasılsın iyi misin, nasıl gidiyor askerlik dedi.
Dayı hamt olsun alıştık, aramanızı beklemiyordum onun için şaşırdım diyerek karşılık verdim.
Mustafa dayım, havacı ve kademeli, kıdemli bir astsubay olarak görev yapıyordu.
Sürekli şehir, şehir tayinle gezdiğinden pek sık görüşemezdik, birde dayım asker olduğundan herhalde, oldukça ciddi ve sert bir yapısı vardı, nedense yanına pek yaklaşamaz idik.
Zeki dayım da, karacı bir ast subaydı, lakin kara takım diye bildiğimiz, halktan biri gibi sıcak ve ilgiliydi.
Yine de itiraf etmek gerekirse, arayan ciddi dayımdı, Mustafa sana müjdeli bir haberim var, gözün aydın bir kızın dünyaya gelmiş, tebrik ederim seni, Allah analı, babalı büyütsün dedi.
Bende bu nazik davranışından dolayı, kendisine teşekkür ederek, sevincimi onunla paylaştım, asker ocağında böyle hayırlı bir haber, insana farklı ve garip bir duygular yaşatıyor.
Allah herkese nasip etsin ve bu haberle merakla beklediğim çocuğum, sağ-salim dünyaya gelmiş ve sevgili eşimde selametle kurtulmuş, ve ben böylece baba olma mutluluğuna erişmiş oldum.
Benim yüzünü dahi göremediğim biricik kızımım ismini, babası olarak ben koyacağım dediğim için, yirmi bir gün isimsiz kalarak, dağıtım için izine gelmemi bekliyordu, kolay mı ilk çocuğum onun ismini, güzelce araştırarak koymam gerekiyordu, böyle düşünüyordum.
Kayın pederim hoca olduğu için, sekiz çocuğunun ismini koyduğu gibi, sayısız bir çok çocuğun da ismini koymuştur, içimde ki gizli kanaat benim çocuğuma, babamın isim koyması uygundu.
Lakin, canım babam böyle işlerle pek alakası olmayan, kendi halin de, saf tevekkel, hinliği hiç olmayan canlı bir tarihti, hatıralarını bilmem kaç kez, defaten dinlemişimdir, hatıralarından birisini anlatmaya başlayınca, arkasını ben getirebiliyordum.
Aslan babamın böyle bir hissiyatı olmadığından, benim devreye girmem kaçınılmazdı, babam adına böyle düşünüyordum ve öylede yaptım.
Dağıtım iznine gelmek için, tümene otobüsler gelmiş onlara binerek ayrılacaktık, tümenden elli kilometre uzaklaştığımız halde, tekrar çağrılırız kaygısı içimiz de hakimdi, zira muazzam bir baskı uygulamışlardı.
Daha sonra bu duygunun yok olduğunu fark ettik ve sanki askerliği bitirdik coşkusuyla sılaya, yuvama kavuşacaktım, kolay mı bu!
Gönlümün sultanı güzel Kayserime gelince, daha çok rahatlamıştım, sanki hiç ayrılmamış gibiydim, inzibatlar terminalde indiğimizde gözümüze çarpmasa, daha da iyi olacaktı, lakin onlarda verilen emirleri ifa ediyorlar, ne yapabilirlerdi!
(devamı nakşeden izler 13 te)
Kayıt Tarihi : 5.7.2007 11:25:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!