Mıraldanmalar 2 Şiiri - Uğur Balcıoğlu

Uğur Balcıoğlu
31

ŞİİR


60

TAKİPÇİ

Mıraldanmalar 2

Bugünlerde kendi adım bana yabancılaşmaya başladı. Öyle ki, birkaç kez tekrar ettiğimde bu adın benim gerçek adım olmadığı hissine kapılıyorum. Ya geçici bir ad bu ya da bir hata. Adıma yabancılaştığım gibi kendime de yabancılaştım. Sadece kendime mi? Doğduğum topraklara, çocukluğumun geçtiği sokaklara, beni büyüten akasyaya bile yabancılaştım. Aslında benim gibi memleket sevdalısı birisi için buna yabancılaşmak denemez; bu bir travma sonucu etrafımdaki herşeyin birdenbire anlamını yitirmesinden kaynaklanan geçici bir durum. Evet öyle. Bana ne olduğunun gayet iyi farkındayım. Keşke bununla kalsa. İnsanlığa ne olduğunun da farkındayım, Tanrı’ya ve Ortadoğu’ya ne olduğunun da.
Ama bu, sonucun nedeni değil. Hangi sonucun diye soracak olursak; uzaklaşma, bildik tanıdık herşeyden herkesten…Şu bildik çevre yolu gürültüsünden, uğultulardan, sokaklardan, vitrinlerden, otobüs terminallerinden. Hatta otobüs görmeye bile dayanamıyorum şu günlerde demekle abartmış olmam. Hesap etsem ömrümün bir beş yılını mutlaka ve mutlaka otobüslerde geçirmişimdir. Kalkış saatini beklerken geçirdiğim süreyi hesaba katmıyorum bile. Uzaklaşma diyordum, nereye olursa…Bir sırt çantası bile almadan, hazırlıksız, hesapsız, istikametsiz…
Daha önce birçok kez farklı bedenlerde farklı coğrafyalarda dünyaya gelmiş olmalıyım. Yoksa neden çeksin beni başka başka diyarlar, başka kültürler, başka başka diller. Bahsettiğim travma yapmış olamaz bana bütün bunları.
Anadilimde şarkı dinlemek bile dayanılmaz oluyor bazen. Bazen dilini bilmediğim ülkelerde yabancı insanların arasında olmak, yabancı bir şehrin sokaklarında amaçsızca yürümek istediğim oluyor. Galiba artık anlamak istemiyorum. Evet anlamak istemiyorum; ne şarkıları ne kitapları, ne insanları, ne hayatı, ne de Tanrı’yı…Doğaya ait olmak istiyorum, doğada yaşamak, doğadan beslenmek, tabiat ananın kollarında bulmak ihtiyacım olan her ilacı, her gıdayı. Ancak bunun için ne yapılması gerektiğini henüz bilmiyorum. Belki kendime yeni bir ad bulduğumda bunu gerçekleştireceğim. Ya da gerçekleştirdiğimde yeni bir ad bulacağım; çünkü bu ad tesadüfen bulunmuş bir ad olmayacak. Belki de bir adım olması gerekmediği sonucuna varacağım. İnsanların isimsiz olduğu bir dünyadan gelmiş olduğum hissine kapılıyorum bazen. Hatta o dünyanın bile bir adı yok.
Henüz hayata gelmemiş olanları düşündüm az önce. Henüz doğmamış olanlardan bahsediyorum. Ana rahmine düşmemiş, hatta sperm bile değillerden bahsediyorum. Kainat durdukça hayata hiç gelmeyecek olanlardan bahsediyorum. Kısacası olmayanlardan ve olmayacaklardan bahsediyorum. Ya yavaş yavaş sıyırıyorum ya da hiçlik denen şeyin perdesini aralamama az kaldı. Dünyaya gelmeden önceki hiçlikten bahsediyorum. Hatta evren ne zaman yok idiyse ondan, o zamandan. Orada zamandan bahsedilebilirse tabii…Eğer gerçekten olduysa bir Bing Bang olayı, işte onun öncesinden. Öyleyse zaman ne zaman başladı? Yoksa, ölümü altedebilmek için şuurumun oynadığı bir oyun mu bu? Eksi sonsuzu bulursam artı sonsuzu da bulacağım sanki. Oyun demek iyi niyet barındırmıyor şüphesiz. Bunu kuşkucu oluşuma vermem gerek belki de. Belki masum bir arayış bir çıkış yolu bir çırpınış belki. Ya da düpedüz huzursuzluk..
Ölmeden önce ölmek… Evet böyle. Bunu başarırsam sonsuzlaşacağım. Evet sonsuz olmak istiyorum. Hatta bunu isteyen ben miyim yoksa diğer ben mi emin değilim. Onu bulup ortaya çıkardığımda bu da netleşmiş olacak. Ve evren büyük patlamayla oluştuysa, bu patlama nerede oldu? Neyin içinde oldu? Evreni kapsayan ,sarıp sarmalayan birşey daha mı var?
Etrafımdaki bazı nesnelerin adları da artık çok tuhaf geliyor. Bunların adlarını telaffuz ederken tereddüte kapılıyor, doğru sözcüğü kullanıp kallanmadığım konusunda emin olamıyorum. Masanın adı gerçekten masa mı? Ya masa değil de başka bir şeyse? Kurumba’ysa mesela? ama niye ‘’kurumba’’? Çok saçma değil mi? Ve aklıma niye bu sözcük geldi? O halde saçma olan şey isimler değil, varlıklara isim verilmiş olması. Evet hiçbir şeyin ismi olmamalı. Ve ben ‘’kurumba’’ sözcüğünü demin uydurdum. Oysa masa, masa olana kadar insanlığın belleğinde ne evrimler geçirdi. Belki ‘’kurumba’’ da uydurma değil, sadece ben öyle sanıyorum. Ancak, sözcüklerle ilişkim eskiden böyle değildi.
Franszıca’da çiçek ne demekti bilmiyordum ama fleur sözcüğünü ilk gördüğümde bunun çiçek demek olduğunu bildim. Anladım demiyorum, bildim. Çünkü emindim. Çünkü bu sözcük bana çiçeği çağrıştırdı. Olsa olsa çiçek olabilirdi. Bu sözcüğün karşılığı olarak çiçekten başka bir şey düşünemezdim, düşünemedim de. Şimdi ise fleur sözcüğünün yerine geçebilecek hiçbir sözcük düşünemiyorum. Öyle örtüşüyor ki, adı olduğu varlıkla. Fleur, fleur, fleur…Hiç yitirmiyor anlamını. Kaç kere söylersem söyleyeyim her seferinde bana çağrıştıdığı şey bir bahçe dolusu rengarenk çiçek. Ama neden kır çiçekleri değil, bu kısmı biraz tuhaf. Evet, neden kır çiçekleri değil? Gözlerimi kapatıp çocukluğumdaki kırları düşünüyorum ve bunu yaparken de fleur sözcüğünü fısıldıyorum. Yok, olmuyor. Yaban tavşanına, yaban domuzuna başka isimler veren Fransızlar acaba yaban çiçeklerine de başka isim vermiş olabilirler mi? Umarım vermemişlerdir. Onlardan bahsederken de umarım fleur sözcüğünü kullanıyorlardır. Ama şu an hiç de sırası değil bunu araştırmaya kalkmanın.
Bir bahçe dolusu rengarenk çiçek. Evet bir bahçe dolusu…İnsan eliyle ekilmiş çiçekler bunlar. Hani şu marketlerin bahçe reyonlarında satılan üzeri renk renk çiçek resimli küçük zarfların içine konmuş tohumların olduğu çiçekler. Kadifelisi, iki hatta üç renklisi, moru, lilası, pembesi, kimi beş kimi kat kat bir sürü yapraklı olanlarından…
Bir dilin mantığını kavradığınızda öyle bir an geliyor ki, artık karşılaştığınız bazı sözcükler için sözlüğe sadece teyit etmek için bakmak kalıyor geriye. Ficelle sözcüğünün sicim, ip vs. anlamında olduğunu sezmek çok keyifli bir durum. Yo öyle metnin ya da cümlenin gelişinden falan değil, düpedüz ele veriyor kendini sözcük. Ve ben dildeki bu durumu insanlarda da gördükçe daraltıyorum çevremi. Çünkü falanca kişinin falanca olay karşısında ne yapabileceğini, nasıl düşünebileceğini, ahlaki tutumunun ne olabileceğini sezmek beni bunu yapmaya zorladı.
İnsanların tek bir tutum ya da davranışı, başka bir durumda nasıl davranabileceklerini, ne yapacaklarını ele veriyor. Bu, çok adaletsiz bir önyargı gibi görünse de aslında gerçeklik ve geçerlilik payı çok büyük.
Dün, akşama doğru alışverişe çıktım ve bir kitapçıya daldım. Kitapçı derken, zaten girdiğim alışveriş merkezinde başka kitapçı yok, tek bir tane var ki ben ne zaman o alışveriş merkezine gitsem ayaklarım beni oraya götürür. Standları incelerken iki öğrenci de benimle aynı bölümde kitaplara bakıyordu.
Üniversiteli oldukları belliydi. Kız konuşmuyor, oğlanın raflardan çekip sayfaları rastgele karıştırarak okuduğu kısımlara başını sallayıp dudak bükerek, kimine burun kıvırarak görüşünü belli ediyordu. Oğlanın sırtı bana dönüktü. Kızın yüzü ise ara ara görünüyordu. Oğlanın adı Deniz’di. Neden öyle düşündüm bilmiyorum. Kızın adı da Naile…Olmamaları gereken bir yerdeydiler. Bu dünya onlara göre değildi, bu dünya ya da bu çağ. Hypatya’yı hatırladım bir an. Neredeyse iki bin yıl olmasına rağmen, faillerinin hala dışarda dolaşıyor olması ne büyük bir tehdit insanlık için. Bugün artık Güneş’in sabit olduğu, dünyanın hareketli olduğu biliniyor. Ama Hipatya kalkıp gelse onlar yine katlederler Hipatya’yı. Günümüzde etmiyorlar mı sanki? İşte böyle bir dünyada bu pırıl pırıl gençlerin ne işi olabilir ?
Deniz ile Naile kitabı okuyarak çıktılar kitapçıdan. Kasaya ödeme yaparken bile Deniz hala kitaptan ayırmıyordu gözlerini. Naile iyice sokulmuş, neredeyse başını Deniz’in omzuna yaslamış kitaba bakıyordu. Aradıkları bir ödev konusu muydu bilemiyorum, yoksa akşam bahsettikleri şair ya da yazarın merak ettikleri kitabı mı ? Deniz ve Naile henüz yurtta kalıyorlar. Eve çıkmayı elbette çok istiyorlar ama bunun için maddi imkanları şimdilik çok kısıtlı. Eğer birlikte evde kalıyor olsalardı ve ev sahipleri yaşlı bir kadın olsaydı ve bu yaşlı kadının daha birkaç gün önce edindiği yavru bir kedisi olsaydı ve bu yaşlı kadıncağız, minik kedicik bahçede oynarken aniden rahatsızlanıp hastaneye kaldırılmış olsaydı, Deniz ve Naile akşam eve döndüklerinde bu kediciği kapının önünde aç susuz halde miyavlarken bulacak ve onu alıp yukarıya kendi evlerine çıkarıp karnını doyuracaklardı. Hatta Naile, Deniz’in dolaptan aldığı soğuk sütü elinden kapıp hemencecik ocağın üstünde ısıtacak ve ondan sonra doğrayacaktı içine dünden kalan bayat ekmek parçalarını. Bunu, kasaya ödeme yaparken, Naile, başı Deniz’in omzunda, bir eliyle kitabı kendine doğru çekiştirirken gördüm. Kesinlikle böyle yaparlardı. Ve neden sonra Naile, aşağı inip yaşlı kadının kapısını çalar, durumu anlamaya çalışırdı. Yaptı da…Hatta kulağını kapıya yaslayıp yaşlı kadının evde olup olmadığını anlamaya çalıştı. Açık televizyonun ya da şarjlı küçük el süpürgesinin sesini duymayı ümit etti. Bütün bunlar, daha onlar eve çıkmadan oldu, ne dahası, henüz kitapçıdan çıkmak için kasada işlerini bitirip arkalarını döndüklerinde cereyan etti bütün bunlar. Gelecekte oldu. Gelecekte filan adreste filan gün ve saatte.
Sabah uyandıklarında ikisinin de ilk yaptığı şey gözlerini kediciğe dikip yattıkları yerde beş dakika onu izlemek oldu. Sonra balkondaki dikdörtgen saksının toprağındaki izleri gördüler. Kabarmış toprağın altında kediciğin kakası vardı. Ya balkon kapısı açık olmasaydı diye düşündüler bir an. Ya da balkonda bu saksı ve içinde bu toprak olmasaydı. Ne zamandır dikmeyi düşündükleri sardunya için yeni bir tane almaları gerekiyordu artık. Saksının yanında zemine ters kapatılmış duran ve kediciğe merdiven görevi gören minik limon kasasına da dokunmadılar. Naile’nin dersi Deniz’in dersinden iki saat sonra başlayacaktı ama onlar her sabah birlikte çıkar her akşam birlikte dönerlerdi eve. Biraz daha yiyecek ve su bırakıp kedicik için endişelenmeden evden çıktılar. Yaşlı kadın yine yoktu. Kahvaltı için taze ekmek alıp evine dönmekte olan yan komşudan aldılar haberi. Ama ev sahibelerinin durumu ya da hangi hastanede olduğu hakkında bir şey öğrenemediler. Bahçe kapısına çıkan geçitin sağında yaşlı kadının küçük yoğurt kovalarında kendi elleriyle çimlendirdiği meşe palamutlarını suladılar, toprağının ıslak olup olmadığını kontrol etmeksizin. Sonra yaşlı kadının kapısının önünde duran çöp kovasının mavi poşetini kavradı Deniz. Ve ana caddedeki durağa vaktinde yetişebilmek için bahçe kapısından çıkıp iki tarafı at kestanesi, ıhlamur ve dişbudak ağaçlarıyla uzanan sokakta gözden kayboldular.
Bunlar Naile ve Deniz’in gelecekte yaşaması muhtemel olaylardı. Yürüyen merdivenin başına varınca Deniz sol elindeki kitabı kapattı ve Naile’de kendine geldi. El ele verip ilk adımı attılar. Naile, ayağında Kapri olmasına rağmen paçasını merdivene kıstırma korkusuyla yukarı çekiştirdi. Bununla ilgili kötü bir anısı vardı çocukluk yıllarından. Deniz ise zamanı dondurmuş, yürüyen merdivenin insanı o zamanda yolculuğa çıkaran tılsımıyla kendisine birkaç saniye ayırmıştı. Mamutların yaşadığı dönemde, kuzeyde bir yerlerde sıkı sıkı sarılmış Naile’yi ısıtmaya çalışıyordu büyük ihtimal. Orta kata inince küçük bir hendekten atlar gibi çıktılar merdivenden. Sonra bir kez daha aynı şeyleri yaşayıp zemin kata vardılar. Alışveriş merkezinin dönerli çıkış kapısında Naile yine o her zamanki sıkıntıyı yaşadı ve Deniz eğer kendisinden önce girerse ucu bucağı olmayan bir zaman tünelinde kaybolup gidecek ve onu bu dünyada tek başına bırakacakmış gibi sağ koluyla sardı oğlanın ince bedenini.
Çıkışta sağda, çöp konteyinin yanında daha yürümeyi doğru dürüst beceremeyen ama tüyleri pırıl pırıl sağlıklı bir kedi yavrusuyla karşılaştılar. Naile henüz kolunu çekmemişti Deniz’in bedeninden. Durup öylece bir süre izlediler. Deniz elindeki kitabı Naile’nin sırt çantasına koymak isteyince Naile de kolunu çekip bıraktı Deniz’i.
Kediciği kucaklarına alıp tüylerini okşadıktan sonra tekrar alışveriş merkezine girip süt almak istediler. Naile sütün sıcak olması gerektiğini söylüyordu sürekli. Girişin hemen sağında, minik bir fincanı yarısına kadar bile doldurmadan on beş liraya espresso satan kafeden süt alacak oldular ancak Deniz kendine gelip irkilerek süt için verecekleri paranın miktarına tosladı. Naile ise şu an bu parayı dert etmiyordu. Deniz geri adım atamadı ve kağıt bardakta sıcak süt alıp ve hatta üzerine soğuk ilave ettirip çıktılar. Kedicik bıyıklarını batıra batıra içiyor ve arada başını iki yana sallayıp tıksırıyordu. Kendilerini kampüse götürecek olan aracın geçeceği durağa doğru yola koyuldular.

Uğur Balcıoğlu
Kayıt Tarihi : 14.9.2020 03:33:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Bekir Şahin
    Bekir Şahin

    Anlamlandırma çabası…
    Yorgunluğun dışa vurumu…
    Tesadüflerin insafı…

    Zihinde yolculuk…
    Çoğu yalan olan zanlar…

    İlginçti
    Tebrikler

    Cevap Yaz
  • Nazan Yinanç
    Nazan Yinanç

    Zamanın akışkan eğrisinde bizi, okumak , yazmak, incelemek, anlamak ve merak etmek diri tutacak ve de geçmiş, şimdi ve gelecek üzerinde kalmamızı sağlayacak sanıyorum.

    Kutlarım sayın Balcıoğlu. Devamı gelsin isterim.

    Cevap Yaz
  • İlyas Ateş
    İlyas Ateş

    Şiire bir baktım çok uzun dedim bir göz attım bir başladım dünyadan göçmüştüm
    Sanki şiir bitince kendime geldim yani şiir beni aldı götürdü ne zaman okuduğumun
    Farkına bile varmadım çok derin ve etkili bir şiir diyelim yazı diyelim ne dersek diyelim
    Çok hoşuma gitti neden bilemem beni alıp götürdü canı gönülden tebrik ederim
    Değerli kalem saygılar selamlarımı sunarım

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (3)