Gömleğin kolyesi düşeli
on yıl olmuş.
Düğmeleri hâlâ sabırla sıralı
bir anının yaka hizasında.
Sokak lambaları sönünce
Dağlara sorun bizi,
Denizlere sorun bizi,
Evini kalbine mesken edenlere sorun bizi.
Bizi bize sorun, başkalarına değil.
Hani “anlat” dedin ya,
Ellerini tutmadan nasıl anlatayım seni?
Leylak kokusu gibi, sustuğum yerden başlarsın,
Elena, söyle:
Nasıl anlatayım seni?
Sessizce anlatır dertlerini,
Bir çaya ne palavralar atar.
İşine geldi mi güler,
Sevmedi mi söver.
Kızmaya gelince "Ben deliyim!" der.
Bir sabah yıkılır gibi kalktım,
tenimde eski bir idam fermanı:
“Her gün biraz daha eksileceksin.”
Aynaya baktım,
bir yüzyıl ağlamış gibiydim
Bir sokağa girdim dün gece
Eski bir İstanbul yangınıydı kaldırım taşları
Köhne bir rüyanın içinde, sigara külü ve nem
Paslı bir teneke gibi sustu gövdem
Biri ağlıyordu, içeriye gömülmüş bir yüzle
Gül-i ruhsârına meftûn iken bir âh ile yandım,
Ne câna feyz olur nûrun, ne kalbe lutf-ı mihnândım.
Süzülmüş mâh gibi dildâr, nazın tâ acemhâmdı,
Cemâlin bâğ-ı lâlezâr, visâlin hâb-ı ummândım.
bıçak gibi açıldı gece
duruşma salonu değil
bir mezarın solgun nefesiydi girilen
ayna yoktu
sadece
Sokağa çıktım.
Gözlerim,
bir ihtimal seni arıyor hâlâ:
bir vitrinde,
bir otobüs camında,
Biraz daha kal…
Şu suskun gece, içimizi konuşmadan da anlar.
Çayın buharı kadar kırılgan,
Ve gölgesi kadar geçiciyiz hayalin.
Şiirleri berbat