KIVI 164 – Fikret’in Kuyudan Çıkan Kıvısı
Kırk kuyunun başında doğdu Fikret, Ama su değil, hayal çekti helkeyle. Boz eşeğe binmedi o sabah, Çünkü onun eşeği kitap sırtlıydı.
Kekik kokusu değil, Mürekkep kokusu sinmişti ellerine. Ama matbaaya girmedi henüz — Çünkü çocukluğunu büyütüyordu hâlâ, Bük deresinde çimlenen bir düş gibi.
Köyde herkes onu “sessiz” bilirdi, Ama o sessizlikte harfler kıvranırdı. Bir gün o harfler, Kırk kuyunun taşına kazınacaktı
KIVI 165 – Bük Deresinde Fikret’in Ayak Sesi
Bük deresinin suyu serin değildi o sabah, Çünkü Fikret’in ayağı değmişti. Ayakkabısı yoktu, Ama her adımı bir harf gibi iz bırakıyordu çamura.
Çocuklar çimleniyordu, Ama Fikret çimlenmiyordu — O öğreniyordu. Suyun akışını değil, Zamanın kıvrımını okuyordu.
Bir taş attı suya, Daire daire yayıldı düşleri. Diğer çocuklar su sıçratırken, O suyun altındaki yosuna bakıyordu: “Bu da bir alfabe,” dedi içinden, “Doğanın yazdığı.”
VI 166 – Düğene Binmeden Önceki Rüya
Daha düğene binmemişti Fikret, Ama samanın kokusunu ezberlemişti. Köyün ortasında dönen o daire, Ona göre sadece harman değil, Bir evrenin merkeziydi.
Çocuklar sırayla binerdi düvene, Ama Fikret binmezdi. O kenarda durur, Dönen gövdeye değil, Dönen düşünceye bakardı.
Bir gün binmeye karar verdi. Ama ayağını basmadan önce Gözlerini kapattı. Ve o an gördü: İstanbul’a giden yol, Boz eşeğin sırtında değil, Düğenin göbeğinde başlıyordu.
📖 KIVI 167 – Kıllanmakla Başlayan Yolculuk
Fikret sabah uyanınca Artık çocuk değildi. Yorganın altında bir kıpırtı, Gölgesinde bir utanç vardı.
Taşakları kıllanmıştı. Ama bu kıllar, Sadece bedenin değil, Yolculuğun habercisiydi.
Kırda sığırt güderken Artık koyunlara değil, Kendi içindeki kurda bakıyordu. Eşeğe bindiğinde Sallanmak başka bir anlam taşıyordu. Diz kapağının altı terliyor, Ama gözleri göğe dikiliyordu.
Garağaçtan üzüm toplarken Sepete değil, Yüreğine düşüyordu taneler. Her salkımda bir kıvı, Her çekirdekte bir İstanbul vardı.
KIVI 168 – Kireç Oldu Taş, Ama Yürek Hâlâ Çiğ
İzmir’in dışına kurdu ocağı, Ama içini kuramadı. Çalıyı kesti, Ateşi körükledi, Taş piti, Kireç oldu.
Ama Fikret’in içi hâlâ dumandı. Çünkü o fırın, Taşı pişirir, Ama yüreği değil.
Kireç beyazdı, Ama onun içi hâlâ karaydı. Çünkü çocukluğu kırda kalmıştı, Boz eşek hâlâ köydeydi, Ve kuyunun başında Huriye’nin bakışı hâlâ taş gibi duruyordu
IVI 169 – Kapağı Kapattı, Ama Yüreği Açık Kaldı
İstanbul’a vardığında Ne vapur gördü, ne kule. Bir atölyeye girdi, Ve kavanoz kapağı dökmeye başladı.
Reçel doldu, Turşu bastı, Bal aktı, Yağ sızdı… Ama o hep aynı şeyi yaptı: Kapağı kapattı.
Her kavanozun üstüne bastı o metal halkayı, Ama kendi yüreğine Hiçbir şey basamadı.
Çünkü onun yüreği Ne reçel gibi tatlıydı, Ne turşu gibi ekşi. O kıvamı hâlâ arıyordu.
Bir gün kavanoz kapağını sıkarken Elini kesti. Kan değil, Bük deresinin suyu aktı içinden.
📖 KIVI 170 – İlk Kalıp, İlk Çığlık
Matbaaya girdiğinde Elinde ne dosya vardı, Ne taslak. Sadece bir köyün kırk yıllık suskunluğu.
Kurşun döktü, Ama harf değil, Kırk kuyudan çekilen özlem aktı kalıba.
Kitabın adı uzun değildi, Ama anlamı derindi: “Torosların Etteğinde Bir Köyün Yükselen Sessiz Çığlığı.”
Sayfalar bastı, Ama her sayfa Ladin koktu, kekik koktu, Sığır kutruğu, çekme, paytıran koktu.
Ve her kitap kapağı kapandı, Ama Fikret’in yüreği Hâlâ açıktı. Çünkü o kitap Bir kapanış değil, Bir açılıştı.
Kayıt Tarihi : 5.7.2025 13:25:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!