ayfa 1: Fırın Kurulurken
Söğüdün dibine kuruldu fırın. Çakmaş taşlarıyla örüldü, delikli delikli. Balçıkla sıvandığında, sanki köyün suskunluğu da sıvanmıştı duvarlara. Ağda, fırının göbeğine yerleştirildi. Mercimeği fırına sürer gibi, kestirme döküldü ağdaya. Çürümüş ladin kütüğüyle tutuşturuldu ocak. Çakmak taşı kıvılcım saçtı, genç kızların gözleri gibi. Uzunyer’in sabahı, dumanla başladı.
Genç kızlar geldi sonra. Kiminin saçında kırmızı kurdele, kiminin eteğinde ceviz yaprağı izi. Pekmez değil sadece, gönüller de kaynadı. Fırının üstünde bir de batırma yoğuruldu. Kaşık çalındı, ama ritim sadece hamura değil, bastırılmış duygulara da vurdu. Kimi sustu, kimi güldü, kimi göz ucuyla baktı. Ama hepsi, “KIVI” yazılarındaki gibi, içindeki absürt köpüğü dışarı saldı.
Fırının başında biri vardı: Adı Hüseyin, lakabı “Kıvı Hüso”. Yaz kış fırın kurar, ama en çok sonbaharda konuşurdu. “Pekmez taşmasın diye susarım,” derdi. Ama o gün, sustuğu yerden bir öykü sızdı.
Sayfa 2: Hüso’nun Fırın Felsefesi
Hüseyin yıllar önce bu köyden çıkmamıştı. Çünkü o, her sene pekmez mevsimiyle yeniden doğuyordu. Fırını kurarken, sadece taş değil; duvarlara sır, dumanlara geçmiş seriyordu. Derdi ki: “Pekmez dökülürken susacaksın. Her kelime harareti arttırır. Ama doğru kelime... kıvam verir.”
Köydeki kızlar, onun o sessizliğine hayrandı. Sanki dudaklarından dökülen sözcükler, batırmalık hamur gibi mayalanıyordu önce. Sonra yavaş yavaş kabarıp içlerine siniyordu. İçlerinden biri, sessizce batırma yoğururken mırıldandı: “Ben Hüso’nun söylediklerinden çok, söylemediklerine yandım.”
O an herkes durdu. Yorganın altındaki gibi sıcak, bir bakış yayıldı. Yumurtalı çörek gibi kızarmış yanaklar, pekmezin üstünde köpürüp duran duygulara karıştı.
Hüseyin o sırada ağdanın içine bir taş attı. Taş batmadı, yüzdü. Kimi “uğur getirsin” dedi, kimi “gönül dileği bu” dedi. Ama Hüso’nun gözleri uzaklara daldı. Belki Huriye’ye, belki o yazamadığı şiire.
Sayfa 3: Huriye Geldiğinde
Söğüdün gölgesi biraz daha uzamıştı. Ocaktan savrulan duman, köyün göğe yükselen duası gibiydi. İşte o an... Huriye geldi. Yel gibi değil, rüzgârı hatırlatan bir suskunlukla. Etekleri pekmez kokuyordu; yıllar önce döktüğü bir dizenin izi hâlâ oradaydı.
Hüso göz ucuyla baktı. Batırmayı yoğuran eller yavaşladı, fırının kıvılcımı söndü, ama içten içe tutuştu her yer. Kızlar fısıldaştı: “Yine geldi... Pekmez değil, kalp taşır bu.”
Huriye fırının başına geçmeden önce, sanki yıllardır kuruyormuş gibi fırını süzdü. “Sıvanması düzgün... ama taşların dili çatlamış,” dedi. Hüso gülümsedi: “Bazı fırınlar çok susar Huriye. İçini anlatmaz, bekler...”
Sonra batırma yoğrulmaya devam etti. Ama o günden sonra hiçbir batırma aynı olmadı. Kaşık sesiyle birlikte, kalp ritimleri değişti. Köy sessizdi, ama yüreklerin üstü o gün… hafif hafif köpürdü.
Sayfa 4: Mektup Gibi Yanan Satırlar
Hüso, yıllar önce yazdığı ama hiç göndermediği mektubu yeniden okudu o sabah. Sararmış kâğıtta mürekkep değil, köz gibi yanmış harfler vardı:
“Ey söğüdün dibinde duran, adını ağdanın içine düşürdüğüm… Bilmezsin, her kıvılcımda ben seni harf harf andım. Pekmez toprağıyla değil, sabırla kestim gönlümü. Geri döndüğünde yürek taşar mı bilmem—ama fırın hâlâ sıcaktır.”
O gün mektubu kıvırıp batırma bezinin altına sakladı. Huriye ise onun gözünde mektubun cevabı gibi durdu: Yılların yastığına baş koyan bir sessizlik, kabaran bir dürtüydü.
Fırın hala tütüyordu. Köyün çocukları ceviz kırıyor, kızlar darı ütüyor, yaşlılar sessizce söğüde yaslanıyordu. Ama kimse bilmiyordu ki o sabah, köydeki en tatlı şey pekmez değil, Hüso’nun kalbinde çözülmeye başlayan o mektuptu.
Sayfa 5: Kıvı’nın Sonu, Gönlün Başlangıcı
Sabahın ilk ışığıyla birlikte fırının üstündeki pekmez son kez kabardı. Köpükler, sanki yıllardır söylenemeyen cümlelerdi — birer birer yüzeye çıktı. Hüso, kepçeyi son kez daldırdı kazana. Ama bu kez pekmez değil, geçmişin tortusu doldu kaşığa.
Huriye, fırının başında durmuş, gözlerini kaçırmadan izliyordu onu. Bir şey demedi. Ama gözleriyle “KIVI” yazılarının 145’incisini yazdı: “Bazı duygular, sadece pekmez gibi kaynatılarak anlaşılır.”
O an, köyün üstünden bir turna geçti. Ne bir ses, ne bir alkış… Sadece batırma hamurunun üstüne düşen bir gölge. Ve Hüso’nun dudaklarından dökülen tek cümle: “Bu yıl fırın biraz fazla sıcaktı Huriye. Belki de içimden…”
Cümle tamamlanmadı. Ama herkes anladı. Çünkü o gün, köydeki herkesin içinde bir şey kıvama geldi. Ve o kıvam, artık taşmaya hazırdı.
k Sahne: Ambar Dualı, Sevda Kuyulu
Sabah güneşi eğik açıyla vuruyordu Uzunyer’in taşlarına. Eşeğin sırtındaki küplerin içinden hafif bir “çıplı çıplı” sesi yükseldi — serinliğe kavuşan pekmez sevinçle ses veriyordu. Köy meydanından geçerken Huriye, bir küpün üzerine avcunu koydu. Fısıltısıyla dualadı: “İçine sabır kattık, harlı aşk, köpük köpük dua... kıyamete kadar bozulmasın bu tat.”
Ambara varınca Hüso, her küpün altına bir ceviz yaprağı serdi. Yanına birer sözcük: “Sevda”, “Hasret”, “Sükûnet”, “Delilik”, “KIVI”
Sonra yavaşça yüklükten eski bir defter çıkardı. Başına şöyle yazdı:
“Bu küpler sadece pekmez taşımaz… Bazısı bir bakışı, bazısı bir vedayı saklar.”
Huriye, batırma hamurundan bir parça uzattı. “Sen yazdın, ben karıştırdım, aşk oldu bu,” dedi.
Ve o an, köyün üstünden tekrar turnalar geçti — Ama bu defa biri geriye dönüp baktı. Sanki hikâyenin devamı orada, gökte yazılıydı.
KIVI 146 – Sucuğun Günlüğü
Balbaki kaynıyor, taşmaya yüz tutmuş Cevizli dizelerim, peltenin tam ortasında. İpe dizildim bir bir, dalga dalga savruldum Sökülmüş bir kırmızı don gibi Asıldım ceviz dalına… Utanmadım, kurudum, koktum ama aşk oldum.
Eşeğe yüklenirken son bakışı gördüm: Bir çift göz vardı, göl kıyısı gibi Ne söylerse titretirdi ladin köklerini. Küpün içi serin ama ben sıcağa alıştım O yüzden söz değilim artık Tatlıyım. Yapışkanım. İçine akarım suskunluğun.
Ek Sayfa – Sabaha Kadar Kıvamda
Hüseyin yorgundu ama suskunluğu hâlâ diri duruyordu. Fırın sönmüştü, cevizli sucuklar ambara girmişti… Ama bir küp vardı ki henüz açılmamıştı: Kalbinin dibinde yıllardır sakladığı o kıvam.
O gece, Huriye fısıldadı: “Fırında çok piştik Hüso… Gel şimdi yastığın kıyısında serinleyelim.”
Yatak odasında ne süs ne gösteriş vardı— Ama bir yorgan vardı ki altında geçmiş, sevda ve sessizlik vardı. Cevizli sucuklar baş ucundaydı, Ama asıl tat o gece ilk defa dile gelen duyguların nefesindeydi.
Hüso yavaşça konuştu: “Eskiden sadece fırın harlardım… ama bu gece ilk kez birini kendime yakın hissediyorum.”
Huriye gülümsedi. O gülümseme, köyün tüm fırınlarını söndürdü, Yeni bir yangını da sadece Hüso’nun kalbinde değil—yatağın içinde başlattı.
Ve sabaha kadar, ne ceviz eksikti, ne kıvam. Sadece bir şey yeniydi: Bu defa aşk da kaynadı. Hem de taşmadan, usul usul… balbaki gibi.
Sabah Sahnesi – Kıvama Uyanmak
Sabah, söğüdün yapraklarına serinlik serpti. Hüseyin gözlerini açtığında, Huriye’nin nefesi hâlâ yastığın kıyısındaydı. Yorganın altında sadece beden değil, yılların suskunluğu da dinlenmişti. O an, dışarıdan bir türkü yükseldi: “Memleket... sevdana yürek gerek...” Bozdağlar dile gelmişti, dumanı üstünde bir ağıtla değil, bir kavuşma türküsüyle.
Aybağam Deresi taşmıştı o sabah. Köylüler şaşkındı: “Bu mevsimde bu kadar su olur mu?” Ama kimse bilmezdi ki, o gece iki yürek birleşmiş, Dereler bile kıskanmıştı bu taşkınlığı.
Gögostas’ta ekin başakları halaya durmuştu. Ellik orak takımı, sabahın ilk ışığında tarlaya inmişti. Davul dümbelek çalıyor, Köy meydanında çocuklar batırma hamurundan top yapıyordu. Yaşlılar, “Bu sabah başka sabah,” dedi. “Bu sabah, kıvı sabahı.
Ek Sahne – Harman Aşkı
Ekin başakları sabahın teriyle parlıyordu. Ama bu sabah, Hüseyin’in elleri sadece orak değil, kalbine de uzanıyordu. Düvene binmişti, boz eşeğin yerini kendi yüreği almıştı. Gökyüzü mavi değil, dövenin altında savrulan saman gibi altındı.
Huriye ise halayın başını değil, rüzgârın ucunu tutmuştu. Eteği uçuştukça, köydeki tüm kavruk yürekler umutlanıyordu. Rüzgâr bir türlü asar yeli olmaya niyet etmedi o gün— Çünkü Huriye’nin eteği vardı meydanda, O etekle halay çekilirdi, ağıt değil düğün söylenirdi.
Ve Hüseyin bağırdı: “Bu harman seninle başladı Huriye! Ben düveni çekmedim, seni taşıdım; Dilimi yaba değil, sevda eyledim!”
O an başaklar yere değil, göğe döküldü sanki. Köyün orta yerine aşk serpildi, Aybağam Deresi’nde su, Gögostas’ta başak, İkisinde de Huriye’nin rüzgârı vardı
Kayıt Tarihi : 5.7.2025 11:38:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!