1. Bölüm
Topuklu kırmızı pabuçlarımla, kesme taş sokaklarda yürüyüp, tek katlı, basık ve dış cephe boyalarının dökülen kerpiç evlerinden geçip, yokuşu tırmanırken vakit hayli ilerlemiş olmalı ki gitmek vaktiydi.
Lakin nereye gittiğini bilmeden yürüyordum. Sokaklar boyu ebediyetin yüreğime değen sesiyle...
Nedenini bilmediğim ve kendime bile soramadığım beynim ve kalbim dış dünyaya küs, yeis ve kırgın. Fakat içimdeki sese kulak vererek o derece hissi ve fikri faaliyet heyecanıyla dizlerimde takat kalmadan mütevazı bir halde yürüyordum.
Dışarıdan gelen ufacık bir ışık, babaannemin anlattığı masallarda saklı, kaf dağının ardında uçan, Anka kuşunu da hayal ederek de yürüyordum.
İşte o an büyük bir şehrin ortasında kendimi buldum. Gizemli bir dehliz gibi... Camiler, vitrinler, mezarlıklar, caddelerde volta vurmak, pekiyi ben neredeydim. Vakit hayli ilerlemiş olmalı ki sokak lambalarının ışığı gölgesinde bir cana hasret sivrisineklerin uçuştuğunu da gördüm. Sokağı aydınlatan ampullerin kenarlarında vızıldarken sinekler, ben de beynimi kemiren sesten kurtulmalıydım. Ve sineklerle elim sende oynayan kediler bir cana hasret bedenleriyle...
Bankta oturdum. Yorgundum. Ayaklarımın altı yürümekten ve kızgın taşların sıcaklığıyla nasırlaşmıştı. Ellerim hayli bakımsızdı. Saçlarım beyazlamıştı. Yüzümdeki çizgiler derinleşmişti. Uzun yıllar canavarla cebelleşirken, tek dostum mavi kenarı çiçekli aynam artık beni ne anlatıyor ne de beni bana gösteriyordu. Farkındalık yolu içerisinde yürüyordum…
Yorgundum... Kalabalığın arka sokaklarında ki sonu gelmeyen isteklerle...
Yorgundum... Kaldırım taşlarının bana verdiği izlerle…
Yorgundum… Bir sese hasret yüreğimle kalabalıklar arasında yalnızlığı içe içe...
Oysa ben, uykunun diken olup, battığı yataklarda buldum kendimi, fare ile arkadaşlık yaparak soğuk ve sessiz zindanların içerisinde bir peynire hasret midelerimiz...
Oysa ben her sabah bir alay güvercinin avlunun boşluğuna hücum edip, ekmek kırıntılarıyla açlıklarını giderirken ve horoz seslerinin güne “ Merhaba” diyen ses nağmeleriyle dans ederken bulurdum çocukluğumu...
Her gecenin sabahı, gözlerimi ümitle açar, şehrin caddelerine bırakırdım bir ele muhtaç gövdemi. Saatler bir birini kovalıyordu. Ve ben bankta oturuyordum. O ses ve görüntü gün boyu sürüyordu zihnimde...
Gece vakit ilerlerken, banktan izlediğim aydınlık ve şehrin karanlık gövdesine sığınmış yalnızlıklar içiyordum.
Bir yandan evime, bir yandan çocukluğuma şarkılar besteliyordum. Özlem ve sıla kokuyordu etraf. Sessiz, sakin, açlığa, susuzluğa, çıplak kalmışlığa, hor ve hakir görülmeye değer insanlar içerisinde yaşamaya meydan okuyordum.
Göz pınarlarımdan yaşlar akıyordu. Ve ben ağlıyordum. Hıçkıra, hıçkıra... Gökyüzü ağlıyordu şehrin haline. Ve şimşekler beyne işliyordu. Zaten yaşadıklarım bu değil miydi? Belli ki hikâyenin sonuydu. Ölümle doğum arasında yürümek...
Ölmek ve uçmak...
Büyümek... Büyümek... Büyümek.
Büyümek yaşamdan döküntülerdi… Neyzen’in her notasında:
Ve yürüyordum, ney üfledikçe ben de kırmızı topuklu pabuçlarım ile…
Ve odamda 3K arkadaşım ile birlikte yolculuğuma devam ediyordum...
Bindiğim “Beni bana getir yar tren” beni memleketime götürüyor... İşte çocukluğum, işte evimiz...
Ve… İşte… Kırmızı
Süreyya AktaşKayıt Tarihi : 27.2.2008 22:06:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Fazla şık kalmamış mı ortamda...
TÜM YORUMLAR (1)