Caddenin ortasına yığılmış kuru dalların arasından çıkarıp içime çekiyorum kokusunu. Kurumuş maltaeriği tohumlarının arasında tebessüm eden minik beyaz çiçeklerin üzerinde sabah çiyleri parıldıyor. Bir daha soluyorum o tazeliği. Bu defa okuldan dönen kız çocuğunun reçine kokulu parmakları değiyor avucuma. Bir daha,.. arka bahçeden gecekondulara inen dik bayırlardaki badem ağaçlarına tırmanmış tüylü yemişleri ısırıyorum. Oradan bakıyorum geleceğime. Henüz büyüdüğümde o ulu ağaçları, yaşadığım çirkin apartmanı, geceleri masal evi gibi görünen kerpiç damlı evleri, üzerinde ekmek, zeytin ve boş şişe karşılığında aldığımız fındık ezmesiyle piknik yaptığımız rengârenk kilimleri, karınca yuvalarının başında birlikte nöbet tuttuğum gizli dostlarımı nasıl hatırlayacağımı bilmiyorum.
Çocukluğumun kuytusunda iz bırakan her şeyin büyük, görkemli, vazgeçilmez olduğunu, hep öyle kalacağını sanıyordum herhalde. Hayat hep yağmur sonrası toprağı gibi kokacaktı. Yıldızpoyrazlarıyla üşüdüğümüzde pamukçuklarını üstümüze salan kavakların dibinde birbirimize sokulup hikâyeler anlatacaktık. Hayat usul usul hışırdayacaktı. Biz de bozkırın ortasında durup sonu güzel biten filmleri izler gibi dünyayı seyre dalacaktık işte.
Bir zamanlar çocuk olan herkes gibi ümidim, hayallerim, sıkıntılarım vardı. O günleri ansızın bastıran koku sağanağıyla hatırlayınca, göğsümün altında pıtır pıtır koşturup duran ceylanları yatıştıramıyorum. Hafızanın yumağı basit bir kokuyla nasıl da kolayca çözülüveriyor. İpin ucu, köklerimiz göremeyeceğimiz kadar çok uzaklaşıyor. Artık büyüme sancısının kendini her daim hatırlattığı dumanlı günlerin içinde olmadığım için mutluyum ama zihnimi kemirip duran sorular var. Bir daha asla aynı hale dönmeyecek kadar korkunç bir yırtılmaya sebep olan o sarsıcı değişim nasıl gerçekleşiyor. Biz o ânı bilincimizin derinliklerinde hissediyor muyuz? Sonra o an hayatımızın geri kalanında bize nasıl eşlik ediyor?
Büyüme ânını hatırlamak...
Bu soruları bana sorduran sadece budanmış bir erik dalına tutunan beyaz çiçekler değildi. Emine Uçak Erdoğan’ın hikâyelerini okuduğum günden beri âni büyüme sarsıntısına neden olan kırılmaları düşünüyorum. Sonradan hiç beklenmedik işaretlerle hatırlayacağımız bu ‘maceranın’ tezahürleri ne kadar farklı. Kimileri büyüdüğünü henüz duygularla tanışmadan bir battaniyenin altına kıvrılıp okuduğu çarpıcı hikâyelerle, kimileri de bir gece damda uyurken tepesinden geçip giden kurşun vızıltılarıyla fark ediyor. Ya da okulda arkadaşlarının önünde dili, dini, ırkı yüzünden aşağılandığında, bazen arkadaşsız büyümeye mahkûm edilmiş ıssızlığın ortasında hayatının hep öyle devam edeceği aldanışıyla boğulduğunda... Kimi zaman hakkını aramaya cüret edemeyen yoksul bir çocuğun sessiz çığlığında, sokakta nedensiz sopalandığında doğmuş olmaktan nefret eden, bunun için kendini suçlu hisseden bir oğlanın kambur duruşunda... Soğuk bir seher vakti annesinin kurtulması içinde dua eden kızın iç çekişlerinde... Tarlada çalışan delikanlının komşu kızına uzattığı mahrem bir mektupta... Çaresizliğini yaralı bir köpeğe yardım ederek teselli eden adalet duygusunda...
Hem öyle birden bire de olmuyordur belki; heybemizde ufak ufak biriktirdiğimiz acılar, korkular, endişeler, ağacını ufak ufak kemiren kurtçuklar gibi içeriden parçalayarak büyütüyordur bizi. Bilmiyorum... Hayatın kendimizle, fani bedenlerimizle sınırlı olmadığını, varlığımızın hayvanlarla, denizlerle, bulutlarla, yaylalarla, kocamış dağlarla, ağıtlarla, masallarla, dualarla, kahkahalarla, nedensiz gözyaşlarıyla genişlediğini fark ettiren ilahi bir kudret bizi olgunlaştırıyordur.
Bambaşka hayatlar...
Hani alnımızı buğulu camlara yapıştırıp dışarıdaki dünyayı büyüttüğümüz küçücük anlar var ya ben o anların tekinsiz, loş duygularında dolaşmayı, oradan bakarak dünyayı yeniden keşfetmeyi seviyorum. Emine’nin çocukluğunu geçirdiği kasabada gördüklerini yalansız dolansız, olduğu gibi kaydeden, edebiyatın süsüne pek tenezzül etmeden bakışını bu yüzden sevdim. O Siirt’in Şirvan ilçesinde doğmuş ve liseyi bitirene kadar orada yaşamış. Yani o da büyüme sancılarını ‘Güneydoğulu bir çocuk olarak’ çok derinden hissedenlerden. Kitabının adı Keje. Karşılaştığımızda “Neden Keje” diye sordum ona. Anlattı; cevabını kitabının girişinde vermiş zaten: “Öykülerden birinin adı ya da kahramanı olmadığı halde, ‘bir gecede büyüyen’ bütün çocukları simgelemek üzere ‘Keje’ dedik.” Keje sarışın kız çocuğu demek. O bunu söylediğinde Mardin’in bir köyünde karşılaştığım başka bir ‘Keje’yi hatırladım. Küçük kırmızı parmaklarıyla elimi tutup evlerinin avlusuna götürmüştü beni. Parlak ay ışığının altında sessizce oturup sarı buklelerini seyrederken kavruk, kimsesiz çocukluğunu düşünüyordum. Nasıl büyüyecekti, büyüdüğünü nasıl bir sarsıntıyla fark edecekti?
"Bir Gecede Büyümek’teki hikâyelerin her birinde, hayatın sıradanlığını, alışkanlıkları, ritüelleri, mutlulukları ve acılarıyla olduğu gibi resmeden yazar, kasabayı tasvir ederken çocukluğun bir gecede nasıl yitirildiğini bağırmadan munis bir anne şefkatiyle fısıldıyor. Çocukluğu zamansız bir ülkede bir başına bırakan ‘kopuşlar’ hikâyelerinin ana ekseni değil. Yazarın, usul akan bir nehrin içinde sürüklenir gibi konuşan çocukların henüz bozulmamış mırıltılı dilini seçmesi doğal. İki ateş arasında sıkışıp kalan ‘kayıp çocukluğunu’ kurgulanmış hikâyelerle yaşatmak istemesinin sebebini daha en başında itiraf etmiş: “Hayatın ve imkânların bütün yoksunluğuna rağmen, hayal dünyamızın ve zihinlerimizin alabildiğince özgür ve zengin olduğu o günleri biraz da olsa bugüne taşımak istedim. Savaş, göç, molotofkokteyli, acı, öfke ve daha nice olumsuz kelimeyle yâd edilen o topraklarda bir zamanlar bambaşka kelimelerin, hayatların hüküm sürdüğünü hatırlatmak için.”
Korkuyla tanışma gecesi...
Ben bu hikâyeleri okurken Emine’nin sade anlatımıyla yaz geceleri kayan yıldızları seyreden çocukların yanına uzandım. Onlardan savaşın vahşetini saklayan ‘büyükleriyle’ çeltik, buğday tarlalarında çalıştım. Mermer mezar taşı olmayan kimsesiz kabirlerde, meyve bahçelerinde, kayaların arasında saklanıp evcilik oynadım. Ölümün, şiddetin, zulmün kasabaya adım atmasıyla dut ağaçlarının altında suskunlaşıp gözlerini uzaklara diken kadınlarla birlikte sessizliğe gömüldüm. Baharda kızlar için dağlarda nergis toplayan yeni yetmelerin yanında koşturdum. Serin havuz başlarında, ıssız mezralarda, gölgeli asma altlarında, dibek gecelerinde buğday pişirilen koca kazanların yanında durdum. Evet, hikâyelerde ölüm vardı ama koskoca bir hayat da vardı.
İyi bilmediğim o hayat bir yandan da ne kadar da tanıdıktı. O vakit yazarının “Yaşananlar, yazgılar bu kadar birbirine benzerken yerin, yurdun önemi yok” cümlesiyle zamansızlığa, mekânsızlığa vurgu yapmasını daha iyi kavradım. Kitabın ilk hikâyesinde, savaşla tanıştıkları ilk geceyi anlatıyor yazar. Ama muradı sadece o ânı anlatmak değil. O büyük boşluğu yaratacak ânın gerisinde, gelenekleriyle, kadim kültürüyle, farklı inançlarıyla çoğalan zengin bir hayatın ansızın nasıl tökezlediğini de göstermek. Bunu da hafızasına kaydettiği görüntüleri hayal gücüyle birleştirerek gerçekleştiriyor: “Sonra yine yan yana uzandık. Yıldızların altında, aramızda tahta pabucumuz. Mırıl mırıl sesler geliyordu etraftaki küleklerden, damlardan. Boğucu sıcak yerini gecenin serinliğine bırakmıştı. Hafif hafif uykumuz gelmeye başlamıştı. Hatta sanki Fikriye uyukluyor gibiydi....İşte o sırada birden bire tiz bir çığlığa benzer sesler duydum. Sonra bu tiz çığlıklar artmaya başladı. Büyük bir patlama sesi duyuldu, mermi takırtıları kapladı ortalığı. Bu sesler de ne demekti, bunları sadece filmlerde olur sanıyordum. Oysa, zamanla hangi sesin, hangi silaha ait olduğunu öğrenecek kadar aşina olacaktık bu seslere. Ama o gece ilkti, korkudan donup kaldık önce. Sonra aynı anda birbirimize sıkıca sarıldık. Keje’nin ağlama sesi geldi o sırada, diğer damlardan da çocuk ağlamaları duyuluyordu.”
Bu hikâyeler bölgedeki savaşın ortasında büyüyen çocukları pek şaşırtmayacaktır. Sözlü tarih çalışmalarıyla, yıllardır savaş hakkında okuduklarımızla, tanık olduklarımızla çocukların orada nasıl büyüdüğünü az çok biliyoruz. Ama yine de edebiyatın sade anlatımıyla güçlenen böyle gerçekçi anlatılar, yazıyla çoğaldığında daha hakiki izler bırakıyor sanki.
‘Kökünüzü kurutacağız...’
Kitabın son hikâyesinde, evin erkekleri tarafından ailesini korumak için bırakılmış bir oğlanın çaresizliğini yazarın kamerasıyla izlemek yaşanan acıyı daha da sahih kılıyor: “Ocaktaki süt kazanı yere saçılmış, Mela’nın kiracısı Sadiye teyze, Bahar bebekle birlikte yattığı yerde hedef olmuştu kurşunlara. Karnı bir türlü doymayan üç günlük Bahar’ın sesi işte böyle kesilmişti... Keçilere çarpıp düşünce, ayağımdaki acı dayanılmaz hale gelmişti. Ama hiç bağırmadım. Sürüne sürüne aralarına girdim keçilerin. Bazen otlakta yağmur yağdığında da böyle yapar, aralarına girince ıslanmaktan kurtulurdum. Bir ayak sesi duydum o sırada, gözlerimi kapadım, nefesimi tuttum. Biri elinde feneriyle ağılı iyice kontrol ediyordu. Demek görmüşlerdi beni. ‘Kökünüzü kurutcağız’ dedikleri buydu demek. Bir kişi bile sağ kalmasın istiyorlardı... İşte o sırada babamı ve ağabeyimi hatırladım. Bir utanç, bir suçluluk duygusu kapladı içimi. Ne diyecekti babam ve ağabeyim; anamı, ablalarımı, kardeşlerimi o mermilere karşı bırakıp kaçtığımı duyunca.” Hiç büyüyemeyen bazı ‘çocuk-adamların’ tersine bazıları da böyle bir gecede utançla, suçluluk duygusuyla, acıyla tokat yer gibi tanışarak büyüyor. İçlerinde daima ve sonsuza dek taşıyacakları ölü bir çocuk bedeninin ağırlığıyla yürüyorlar geleceklerine.
Doğrusu bu acıların, kayıp çocuklukların sadece arşivlerdeki belgelerlerle değil edebiyatın gücüyle de kalmasını istiyorum ben. Eğer bir gün barış gelecekse buralara, birbirimizi bağışlamayı öğrenebileceksek, geçmişimizle hatırlarımıza sahip çıkarak yüzleşeceksek, bunu kelimelerin, yazı sanatının sihriyle başaracağımıza ve ancak böyle hayatımızın geri kalanını anlamlı kılabileceğimize inanıyorum çünkü.
(Keje ‘Bir Gecede Büyümek’, Emine Uçak Erdoğan, Timaş Yayınları)
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 3.3.2016 15:20:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!