📜 KAYGUSUZ SÖYLENCESİ: KİBİRDEN HAKİKAT'E YOLCULUK
BİRİNCİ KISIM: KİBRİN OKU VE PİRİN KERAMETİ
Sahne 1: Alâiye Sarayı'nda Suret-i İman'a İsyan
Rum Diyarı'nın güneyinde, kızıl taşlarıyla görkemli bir alev gibi yükselen Alâiye Beyliği'nin sarayı, katı kurallar ve dışarıya dönük, zahiri (şekilci) dindarlığın simgesiydi. Bey Hüsameddin Mahmud'un yirmi bir yaşındaki oğlu ve veliahdı Alâeddin Gaybî, güçlü fiziği ve keskin zekâsıyla babasının övünç kaynağıydı. O, tüm ilimleri öğrenmişti, ancak ruhu, saray hayatının kibrini ve yüzeydeki riyakârlığını yansıtıyordu.
Ziyafet salonundaki masa, Akkirman'ın yağından yapılmış zengin çörekler ve ballı tatlılarla parlıyordu. Bu ihtişam ve gösteriş, Gaybî'nin kendini yücelten kibrini beslese de, ruhunun derinliklerinde gizlediği entelektüel ve manevi boşluğu kapatamıyordu. Aksine, bu şekilci ihtişam, onun içindeki huzursuz ve arayış içindeki yanı daha da şiddetlendiriyordu.
O gün Divan'da, Maliye sorumlusu Molla Hacı Ağa, hesap defterlerindeki borç ve günah haneleri üzerine hararetle konuşuyordu.
Hacı Ağa (Katı bir kuralcılıkla): "Beyim, kulların hesabı çetin tutulmalıdır. Yaradan, ahirette günahları eksiksiz bir teraziyle tartacaktır. Zira korku, imanın en güçlü kalesidir."
Gaybî, kadehini masaya bıraktı. Yüzünde, bu sûret-i iman perdesine karşı felsefi bir alay belirdi. Onun zekâsı, Tanrı'yı sadece bir muhasebeci gibi gösteren bu dar anlayışa isyan ediyordu.
Alâeddin Gaybî (Soğuk bir sesle): "Yeter Hacı Ağa! Bu nasıl bir ibadettir ki, sadece hesap, tartı ve korkudan ibaret? Siz, sonsuz merhamet sahibi olanı, bir pazarcı gibi gösterirsiniz! Ne işi vardır O'nun, kulun günahını tartıp durmakla? Bu riyakârlık, ruhumu yoruyor. Benim sorunum tahtta değil, bu yalanların ağırlığındadır."
Sözleri, salonda büyük bir şaşkınlık yarattı. Gaybî, artık ruhundaki fırtınanın bir dönüm noktası olduğunu biliyordu.
Sahne 2: Pehlivanlık Meydanında Dervişin Uyarısı
Ertesi gün, Gaybî, ruhundaki felsefi karmaşayı kaba güçle dağıtmak için pehlivanlık meydanına çıktı. Kışlanın en tecrübeli erlerini art arda devirdi.
Yümni Bey, Silahdarbaşı ve sadık dostu, coşkuyla bağırdı: "Şehzadem, nefesiniz kuvvetli! Sizi yenecek ne bir kılıç ne de bir münkir vardır!"
Tam o sırada, avlunun girişinde, sırtında ağır bir odun yükü taşıyan yaşlı bir derviş belirdi. Bu yoksul Urum Abdallarını andıran figür, kaba kuvvetin zaferine meydan okur gibiydi.
Alâeddin Gaybî (Kibirle): "Hey ihtiyar! Çekil kenara! Senin işin sadece odun çekmekten ibaret. Bizim burada sekizimiz odun çeker, dokuzumuz ateş yakarız. Senin bu çileden başka ne gücün var?"
Derviş (Gözleri Gaybî'nin kibrini delercesine): "Şehzadem, sizin yaktığınız ateşin sırrı çetindir. Kaynattığınız kazanın derdi başkadır. Bil ki, o kazanın içindeki nefs, kırk gün kaynatsan da kaynamaz. Kibrin kazanı, en zor pişendir."
Dervişin sözleri, Gaybî'nin gücüne vurulmuş manevi bir darbeydi. Bu aba hırka altındaki adamın, Abdal Musa ile bir bağlantısı olduğunu anlamıştı.
Sahne 3: Abdal Musa'nın Kerameti ve Kaygusuz'un Doğuşu
Huzursuzluğu katlanan Gaybî, ertesi gün avlanmaya karar verdi. Yayı gerdi ve oku fırlattı. Ok, bir geyiğin sol koltuğuna isabet etti. Ancak geyik, yere düşmedi, kan izleri bırakarak kaçtı.
Günlerce süren yorucu takibin sonunda, kan izleri Gaybî'yi, Abdal Musa Sultan'ın Elmalı yakınlarındaki tekkesine ulaştırdı.
Gaybî, tekkenin avlusuna hışımla girdi. Postunda oturan Pir, sakin ve heybetliydi. Abdal Musa, elini yavaşça koltuğuna götürdü; Şehzade'nin attığı ok, orada, Pir'in bedenine saplı duruyordu. Okun saplandığı yerde ne bir acı ne de bir kan izi vardı.
Abdal Musa (Derin bir sesle): "Ey Şehzade! Sen bir geyik avladığını sandın, ama gördüğün gibi, o geyik bizmişiz. Oku geri al. Kibrini bize bırak."
Gaybî'nin bütün gücü, o an eridi. Bu manevi güce karşı koyamayacağını anladı. Bütün kaygılarından vazgeçti. Şehzade unvanını, atını ve kılıcını bırakıp, Pir'inin huzurunda diz çöktü.
Alâeddin Gaybî: "Pirim! Bütün kaygılarımdan arındım. Lütfen bana, bütün dünyevi endişelerden kurtulmuş, yeni bir isim verin."
Abdal Musa, onun alnını okşayarak cevapladı: "Sen artık Kaygusuz'sun."
İKİNCİ KISIM: PİŞMEYEN NEFSİN KAZANI
Sahne 1: Nefsin İnfazı İçin Gelen Kazın Çilesi
Kaygusuz Abdal, artık Urum Abdalları'nın arasında bir dervişti. Abdal Musa Sultan, nefsini terbiye etmesi için ona bir görev verdi:
Abdal Musa (Görev gibi): "Kaygusuz! Şimdi en büyük cengine hazırlan. Dervişliğin ilk anahtarı, o kibirli ve doymak bilmez nefsini pişirmektir. Git, pazardan bir kaz al. Onu öyle bir pişireceksin ki, kırk gün kaynasa da eti kemiğinden ayrılmayacak, özü suyuna karışacak. Eğer bu kaz pişmezse, bil ki senin ruhun da pişmemiştir."
Kaygusuz, görevi aldı. Aldığı kaz, boynu uzun borudan, eti kemiğinden pekçe ve iri bir hayvandı; Şehzade'nin ham kibrinin bir timsaliydi.
Sahne 2: Kırk Günlük Absürtlük ve İdrak
Kaygusuz, mutfakta kırk günlük çileye başladı. Saraylarda öğrendiği tüm yemek pişirme bilgisi, bu kaza karşı işe yaramıyordu. Sekiz kişi odun çekse, dokuz kişi ateş yaksa bile, kazın kanadı sarı ve çetin ruhu direniyordu.
Kaygusuz uykusuzluktan, is ve dumandan bitkin düşmüştü. Kazan sanki büyülü bir dirence sahipti; kaz, bazen başını kaldırıp bakar, bazen de uçup giderdi. Bu durum, eski Şehzade mantığının çözebileceği bir şey değildi. Kaz, olsa olsa Kırk yıl Kaf Dağı'nı gezmiş, kadim bir sırrı taşıyordu.
Çilenin son günlerinde, Kaygusuz, kazı pişirmekteki acziyeti kabul etti. Kibrini bir kenara bıraktığı an, absürt mucizeler görmeye başladı. Tuz yerine bulguru kazanın suyuna saldığında, bulgur "Allah!" deyü kalgır ve yükselip alçalmaya başladı.
Kırkıncı günün şafağında, Kaygusuz Abdal, sınavın eti pişirmek değil, nefsi pişirmek olduğunu kavramıştı.
Kaygusuz (Kazana seslenerek):
"Artık sağlık ile satma karı bile yok!
Var yürü git güle güle, başımıza kalma bela.
Kırk gün oldu kaynadırım, kaynamaz."
O kaz, kazandan fırlayıp uçtu gitti. Kaygusuz Abdal, Şehzade olmanın yükünden ve nefs kibrinden tamamen kurtulmuştu.
Sahne 3: Teke Beyi'nin Gazabı ve Vefa Ahdi
Kaygusuz'un çilesi biter bitmez, Alâiye Beyi ve Teke Beyi'nin ordusu tekkeyi kuşattı. Amaç, Kaygusuz'u zorla geri almak ve Pir'i yakmaktı.
Abdal Musa Sultan, askerlerin gözleri önünde, Demine Hu deyüb gülbank çekerek ve dervişleriyle birlikte yanan odunların içine doğru semâ ederek yürüdü. Ateş söndü ve dervişler sağlam bir şekilde geri çıktılar. Akpınar'ın Yeşilgöl'ün suları gibi, bu keramet Teke Beyi'nin ordusunun dağılmasına yol açtı.
Kaygusuz Abdal, kılıçla yenilemeyen bu manevi güce hayran kaldı. O gün, Pir'ine olan bağlılığını bir kez daha tazeledi ve söz verdi: "Ahd ile vefa güdelim." O, bütün dünyevi güçten vazgeçip Kaldırıp postu gidelim diyenlerin yolundaydı.
ÜÇÜNCÜ KISIM: HİCİV KILICI VE MISIR DİYARI
Sahne 1: Halifelik Nişanesi ve Veda
Bir kaç yıl daha Pir'inin hizmetinde bulunan Kaygusuz Abdal, artık Urum Abdalları arasında saygın bir yere sahipti. Abdal Musa Sultan, bir gün ona halifelik nişanesi olarak asasını ve postundan bir parça vererek Mısır'a gitme görevini tebliğ etti.
Abdal Musa: "Kaygusuz! Sen ki, kırk gün kaynamayan kazın inatçılığıyla kendi nefsini yendin. Gözün açıldı. Görevin, bilmediğin diyarlara gitmek, bu Hakikat sırrını yaymaktır."
Kaygusuz Abdal (Hüzünle): "Pirim, sizden ayrı düşmek, bütün o saray zenginliğini bırakmaktan daha zordur."
Kaygusuz Pirinden ayrı düşmenin verdiği hüzne rağmen görevi kabul etti. Hazırlıklarını tamamladı. Alâiye toprağını terk edip, bilinmez Mısır yollarına doğru yürüdü.
Sahne 2: Nil'de Sultanın Sofrasında Felsefi Meydan Okuma
Uzun bir yolculuğun ardından Kaygusuz ve dervişleri Mısır topraklarına ayak bastı. Mısır Sultanı, Anadolu'dan gelen bu derviş grubunu sarayına davet etti.
Ziyafet salonu görkemliydi. Altın ve gümüş sinilerle kurulan sofrada zengin vezirler ve Hint'ten gelen bezirgânlar oturuyordu. Kaygusuz, kaba hırkası ile bu ihtişamın ortasında tuhaf görünüyordu.
Sultan, Kaygusuz'a hitaben sordu: "Ey Derviş! O çileli yollardan buralara ne getirdiniz? Bize, Urum Abdallarının yolundan bahset."
Kaygusuz Abdal, etraftaki riyakârlığı görünce gençliğindeki Hacı Ağa'nın boş hesaplarını hatırladı. Oraya Hakikat'i haykırmaya gelmişti.
Sahne 3: "Bundan Sana Ne" İle Şekilci Din Anlayışının Yıkılışı
Kaygusuz, kibrini yenmiş bir Abdal olarak, Molla Nizamî gibi şekilci din adamlarına meydan okudu. Ziyafetin ortasında, Şathiyye sanatının başlangıcı sayılan dizelerini söyledi:
"Ademi balçıktan yoğurdun yaptın,
Yapıp da neylersin, bundan sana ne.
Kulun günahını tartıp neylersin,
Geçiver suçundan bundan sana ne.
Cehenneme nice kulları attın,
Yakıp da neylersin bundan sana ne."
Sarayın din adamı Molla Nizamî, öfkeyle yerinden fırladı. O, bu sözlerdeki derin eleştiriyi değil, sadece dış görünüşteki isyanı görüyordu.
Molla Nizamî (Kibirli ve katı bir sesle): "Bu ne küstahlık! Sen, O'nun sonsuz kudretini ve adaletini yok sayıyorsun! Bu sözlerinle, Şeriat'ın hesap ve ceza mekanizmasını değersizleştiriyorsun! Oysa O'nun terazisi vardır, hesabı çetindir!"
Kaygusuz Abdal (Sakin ama keskin): "Ey Molla! Benim eleştirim O'nun kudretine değil, sizin O'nun sonsuz rahmetini dar bir hesap defterine sığdırma gayretinizedir! Biz Abdallar, O'nun ne kadar büyük olduğunu biliriz; sizin gibi her şeyi tartmaya çalışıp, O'nun cömertliğini inkâr etmeyiz! "
Sultan, bu dervişin tehlikeli ama derin bir gerçeği söylediğini anladı. Kaygusuz Abdal, o gün, felsefi isyanıyla Mısır'daki yaşamının temellerini atmıştı.
DÖRDÜNCÜ KISIM: VAHİD-İ VÜCUT VE ABSÜRT MANTIK
Sahne 1: İnsan-ı Kâmil ve Vahdet-i Vücut Sırrı
Kaygusuz Abdal’ın Nil Nehri kıyısında kurduğu tekke, Mısır’ın kuru bilgeliğine bir meydan okumaydı. O, artık Kaygusuz Abdal Sarayi adıyla bilinen bir ustaydı. Vücûd-nâme gibi eserlerini kaleme alıyor ve Vahdet-i Vücut (Varlıkta Birlik) sırrını öğretiyordu. Asıl kaygının, insanın kendini Hakk'tan ayrı sanması olduğunu biliyordu.
Kaygusuz Abdal (Kararlı bir felsefi ifadeyle): "Evlatlarım, benim Şehzade olarak öğrendiğim onca ilim, bu gerçeğin yanında bir hiçtir. Sanırsınız ki Yaradan göklerdedir. Oysa, sizsiniz O'nun tecellisi."
Ardından, felsefi eserinden okudu:
"Dokuz felek bizim sayvanımızdır,
Yedi kat yeryüzü seyranımızdır.
Zira insan suretidir tonumuz,
Kamu âlem bizim hayranımızdır."
"O Münkirler, bizim bu aba hırka postumuzun altındaki gerçeği görmezler. Bilmiyorlar ki, bu beden, bu suret, Yaradan'ın bize verdiği en kıymetli cevherdir. Biz kuluz, ama O'nun sırrını taşırız."
Kaygusuz, bu sözlerle kibrini tamamen aşmış, bütün evreni kendi içinde barındıran bir "İnsan-ı Kâmil" haline gelmişti.
Sahne 2: Kaplumbağanın Uçuşuyla Molla'nın Utancı
Kaygusuz'un bu coşkulu felsefesi, Molla Nizamî gibi katı din adamlarını rahatsız etmeye devam ediyordu.
Molla Nizamî, beraberindeki softalarla tekkeye geldi: "Ey Derviş! Gösterin bize bir mantık! Sizin Tanrı'nın rahmetini sınırsız gösterip adaletini yok saymanız, ancak bir Şehzadenin şımarıklığı olabilir!"
Kaygusuz Abdal, sükunetini korudu: "Madem ki mantık istersiniz, alın size mantık! Ama bilesiniz ki, benim mantığım, sizin dünyanızın kibrine tutulmuş zihinleri yerle bir eder!"
Ve orada, Nil'in sessizliği arasında, meşhur Kaplu Kaplu Bağalar şathiyesini haykırdı:
"Kaplu kaplu bağalar kanatlanmış uçmağa,
Kertenkele derilmiş diler Kırım geçmeğe. ...
Ergene'nin köprüsü susuzluktan bunalmış,
Edirne minaresi eğilmiş su içmeğe. ...
Deve hamama girmiş dana tellallık eder."
Molla Nizamî, bu absürt imgeler karşısında şaşkına döndü: "Bu yalandır! Ne Deve hamama girer ne de Kaplumbağa uçar! Bu sözlerle halkı bidate sürüklüyorsunuz!"
Kaygusuz Abdal (Gülerek): "Öyle mi? Siz ki, bir insanın cehennemde sonsuz azap çekmesini kabul edersiniz; ama Devenin hamama girmesine mi şaşarsınız? Hayat, sizin daracık mantık kalıplarınızdan çok daha geniştir! Madem ki bu sözlerim yalan, o zaman söyleyin:
'Kaygusuz'un sözleri Hindistan'ın kozları,
Bunca yalan söyledin girer misin uçmağa?'"
Molla Nizamî, daha fazla dayanamadı ve tekkeyi terk etti.
BEŞİNCİ KISIM: EBEDİ VUSLAT VE MİRAS
Sahne 1: Yılların Ardından Gelen Huzur ve Miras
Yıllar geçti. Nil Nehri kıyısındaki tekke, Kaygusuz Abdal’ın bilge felsefesinin yankılandığı, Mısır'ın en önemli manevi merkezlerinden biri haline gelmişti. O, artık ak sakallı, vakarlı bir üstattı.
Budala-nâme ve Vücûd-nâme gibi eserleriyle ölümsüz bir aşıktı.
Kaygusuz Abdal (Huzurla): "O kaz, benim en büyük düşmanımdı. O kaz, bana Şehzade olmanın boşluğunu öğretti. Ben ki, Genç Ali gibi cenk meydanlarında zafer arardım; oysa asıl zafer, o boş kaygılardan kurtulmakmış. Bize bu saadet Haktan erişti; ben sadece bir kuldum."
Sahne 2: Pir'e Ebedi Ahit ve Sonsuz Vuslat
Kaygusuz'un bedeni yorulmuştu, ama ruhu, Abdal Musa'ya duyduğu aşkla genç ve diriydi. Son günlerinde, halifelerini topladı.
Kaygusuz Abdal (gür bir sesle): "Evlatlarım, benim ayrılığım size üzüntü vermesin. Bilin ki, ben bu bedende, Hakk'ın kıymetli gevheri olduğumu öğrendim. Ben ki, kılıcı bırakıp hırkayı giyenlerdenim."
Gözleri, sanki boşlukta Pirini arar gibiydi. Şehzade olarak kibrini yenmeyi başarmış, son anlarında vefayı unutmamıştı.
Kaygusuz Abdal (Son Ahit): " Bilin ki: Benim vedam da bir ahittir.
'Kaygusuz'um ayrı düştüm pirimden Ağlar gelür şahım Abdal Musa'ya.'"
Kaygusuz Abdal, huzurla başını geriye bıraktı. O gün, Şehzade Alâeddin Gaybî'nin ruhu, Kaygusuz Abdal mahlasıyla Mısır diyarında vuslata erdi.
O, bir Bey'in oğlu olarak değil, şu dizelerle anılan ölümsüz bir Söylence olarak tarihe geçti:
"Kaygusuz Abdal n'idelim, Ahd ile vefa güdelim."
Kemter’den Kaygusuz’a Selam
Ey sözün gürzünü kalem eyleyen pir,
Sen ki çamurdan ateş yoğurmuşsun,
Kırk gün kaynayıp da pişmeyen kazla
Nefsin eteğini savurmuşsun.
Alaiye’den Nil’e yürüyen sükût,
Her adımda bir "Bundan sana ne" yankısı,
Sen sustun, kelâm büyüdü;
Ben konuştum, dilim yandı.
Bir gül açtın ki kırmızıdan öte,
Kökü gökte, dalı dervişin gönlünde.
Ben hâlâ aynı kazanın başındayım,
Ateş bendim, su bendim, pişmeyen bendim.
Ey Kaygusuz!
Senin gölgende ben Kemter’im,
Yoldan düşüp, yolda kalan bir yankıyım.
Ama bil ki, her düşüş bir semahın dönüşüdür,
Her yanış HÜ’nün dirilişidir.
HÜ…
Gök aynı, yol aynı, aşk aynı,
Yalnız adlar değişti pirim:
Sen Kaygusuz’sun,
Ben Kemter.
Kemter Abdal
Kayıt Tarihi : 8.11.2025 12:59:00
Şiiri Değerlendir
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.



ancak kuğu gölü balesi figürleri ile
ilerleyebildikleri bir kent üstgeçidinin,
ömür törpüsü uğultulu ses kirliliği pisliğinden,
kuduz köpekten kaçar gibi kaçıp,
ecdat yadigârı, geniş ve huzurlu ön avlusu
ve bilge sütunları olan,
kibirsiz mimarili bir kamu binasının
önünden geçerken,
bahçe saatine baktım,
09:25;
evet günümüz insanlarının,
birbirini arayabilir olduğu güya \medenî\ vakte,
otuzbeş kalaydı ve anladım ki,
hikmetleri bilinmediğinde trafik ışıkları dahi,
sadece aptallaradır…,
oysa ki basit arkadaş;
sabırsızlanmadan sükûnetle kırmızıda bekleyip,
yeşilde mutluluk içinde geçeceksin karşıya,
şu kirli sarıya gelince,
hayat onu takmaz ve hazır da olmaz kimse zaten,
ki bir anlıktır…,
hayat trafiği var bir de işte,
hayat trafiği,
örümcek ağından yuvalardaki cinayetler;
kan donduruyor,
kırmızıda…,
ve sen cellat;
bir yaşama her son verişinde,
son sözün söylenmesine anlayış tanıman,
insanın gözüne sokulmuş bir
eros oku değil midir…,
söyle; değil midir,
ki tutucu bir adamım ben çok doğru,
bir yol tuttu mu;
geriye çevrilmem öyle kolay kolay,
ama yalnız,
geri çevrilmenin muhabbete gitmek,
anlamına geldiğine inanırsam,
yön tanımaz olurum ve kararır gözlerim,
evet;
çizgisi orta yerde,
bağnazıyım gerçek hayatın…,
peki şimdi söyle güzel kardeşim,
tam olarak sen neredesin,
bak kaç ömürdür buradayım,
bu denizin karşısında…,
ve ne kadar zaman oldu,
yine hiçliğimle bekliyorum,
kıpırdamadan, eylemsiz seni…;
intiharı seçmiş bir balina kadar ölü,
kıyıya vurmuş ve cansız…,
denizdeyim…,
tam karşısında,
kıpırtısızlığını delecek ilk dalgayı yakalamak için,
gözlerimi kırpmadan bekliyorum…,
kafamı kaldırıp bir an göğe baksam,
yine orada kim olsa bilir,
o şımarık,
tembel ve inatçı bulut…,
sahi şu içi geçmiş dünyanın tepesindeki
bulutlar renk değişmez mi hiç,
hep o puslu gri,
/kaç gündür aralıksız yağan rahmetten/
ki bir iç ses daha evet,
sıkılmaz mı hiç bu inatçı bulut çakılı kalmaktan,
ve hep aynı hoşnutlukta…;
renklerden gri, gri, gri,
kaç fitten bana bakar sorsan,
/hey;
hep maviyi bekleyen,
/çekil aşağımdan;
ki deniz suyu,
köpük,
bulanık burnumun ucu…;
ve sen bir yudum suyla niyetlenmiş,
susuzluktan içi yangın yeri maşuk;
çekip gittin gurbetinden sılana,
hokkabazın şapkadan tavşan çıkarması gibi,
sunamam sana bir cam kâse dolusu su şimdi,
ki iç okyanus gözlerimin hayalini kana kana ki,
dualarım,
içini daha da kanatacak,
bir kızıl gonca gül gibi…,
huzur esenli bir fecirde,
çok yakın ve uyanıktım sana,
ama bu gri sabahta çok uzaksın evet bana;
ah;
iki yanı körpe çınar ağaçlarıyla bezeli,
o atasız bulvarın çamur deryasına bulandığı gecede,
ve ayaklarımın yere basmadığı bir demde,
onca senelik yıkıntıdan,
ve virâneden çıkmışlığın yürek gücüyle
inerken yokuş aşağı, bildim ki;
vaktinden çok sonra gelen meşkin,
transandantal ve gizemli boyutlarını,
seyridir; aşk…,
ki neden anlamak bu kadar zor ve hayat,
bu kadar zor olmak zorunda mı,
senkronize kederlerimiz ya hû;
ah kalbimin kamburu aşk,
içimin güvesi…,
ve üvey düşlerimin
silsilesi sağlamlardan el almış efendisi,
bırak beni;
acının eşiğindeyim,
telaşla düşüyorum maviden,
oysa sen inatla,
yüzümde susan nehre atıyorsun kendini,
yalvarıyorum sana,
kemirip bitir senden kalan ne varsa,
ki her sabah aynı ezan sesi geçerken uykumdan
duasıdır kalbimin,
ya rab, al bu sevdayı benden…,
uyan mahmur yüreğim,
ve sesin kısılana dek ağla şimdi...,
ah;
TÜM YORUMLAR (1)