09.04.2024
…
Bu sana yazdığım ikinci ve belki de son mektup… Zamanla birçok şey öylesine anlamsızlaşıyor ki, zamanın eskitmediği ve yabancılaştırmadığı hiçbir şey kalmıyor ve biz bu hayatın içinde bilmeden acı bir hikâyenin kahramanı oluveriyoruz ve savrula savrula anlamsızca kendimize bir yol arıyoruz, neden aradığımızı bilmeden ve belki de hiç bulamayacağımız bir yol. Ve bu uğurda kırık dökük bir yığın şey… Ama şunu söylemeliyim ki, zaman hala bende hiçbir şeyi eskitemedi, hiçbir şeyi anlamsızlaştıramadı. Olan biten her şeye rağmen kalbim inatla bir kuşun kanat çırpınışlarını hissediyor. Senden uzakta olmanın hiçbir önemi yok, hayatımda bir daha olacağının ya da olmayacağının da bir önemi yok, senin ya da benim bu bencil ve acımasız hayatın kıyısında bir yerlerde yeniden buluşacağımızın hiçbir önemi yok. Benim en derinlerimde hissettiğim sevgi paha biçilemezdi… Belki de hayatım boyunca içimde bir yerlerde hep taşıyacağım bir sevgi.
Benliğimde duyumsadığım belki de asla anlayamayacağın ya da anlamaktan kaçacağın sevgimin bir zaman hatası olduğunu biliyorum. Zamanın bir oyunuydu bu, başka bir yerde başka bir zamanda kaçtığın şeylerin yasını tutacaktın belki de… ya da zaten birçok şeyi yaşamış, birçok şeyi hissetmeden yaşayarak tüketmiş senin pişman olduğun yaşanmışlıklarının kurbanıydık biz, en çok da ben. Ve sen bundan ötürü nasıl davranacağını hiç bilmedin, bilemedin.
Ben mutsuz hiçbir şeyin parçası olmak istemedim ve hiçbir zaman isteyeceğim bir şey olmayacak bu. Ama biliyorum ki benden bağımsız bir şekilde her şey, beni mutsuzluğu yaptı. Ve ben seni ne mutsuz etmek ne de sana ufacık bir zararım olsun istedim. Sana zarar vereceğimi nasıl düşünebilirdin ki… Sanırım en çok zararı da gören ben oldum, en çok mutsuz olan da ben oldum… Ben yaşamam gerekenleri mi yaşadım suçlunun en çok ben çıktığı bu hikâyede? Sen zaten kendini acımasızca mutsuz eden oyunlar oynuyordun. Sonunu göremediğin mutsuzluklar abidesiydin sen… Mutluluğun ne olduğunu bilemeyecek kadar alışmıştın mutsuzluğuna.
Yazdığım o ilk mektubu, dile gelmiş yüreğimin o dizelerini, çalakalem yazılan onca satırları -senin için yazdığım ne varsa- tekrar tekrar okuyunca görüyorum ki hepsi de ne yazık ki bitimsiz acılarla nakışlanmış ve ne yazık ki hiçbiri yerini bulamamış. Meğer en baştan sonu belli olan bir yolculuğa çıkmışım. Kötü niyet okumalar, basit düşünceler, çocukça yorumlar… körleşmeye bulanmış benliğinle hep engel oldular beni anlamana. Senin beni anlayamaman en büyük sır mıydı? Zihnin geçmiş kötü yaşantılarından belki de öylesine kirlenmişti ki hiçbir şeye inanmak ve güvenmek edindiğin bir şiar değildi. Sen hep hayat yolunda yaşadıklarından kötü dersler çıkaran büyüyemeyen bir çocuktun. Kendini durmadan yanlış ve kötü şeylerle besleyip durmuş bir türlü doğru sonuçlar çıkarmayı becerememiştin. Ve ben de senin anlayamadığın ve belki de çok sonra çözebileceğin bir muamma olmuştum. Ne olur söylesene hayat böyle yaşanır mıydı? Mutsuz benliğini gelişigüzel savuruyor, kendine eziyet ettiğini bile bile var olan her şeyi inciterek tüketiyordun. Aslında en çok da kendini incitiyordun, trajik olansa sen de bunu biliyor ve aksini yaşamaya cesaret edemiyordun. Hayat, bir defa yaşanmak üzere sana ödünç verilen bir oldu bitti değil miydi?
Evet, günbegün her şey akıp giden zamana karşın öylesine anlamsızlaşıyor ki. Oysa ne kadar da çabaladım her şeyin mutlu bir anlama kavuşmasına. Ama her şey anlamsızlaştıkça içimdeki boşluk iyice derinleşiyor ve ne acı ki insan benliğindeki boşluklarla yaşamaya alışıyor. ALIŞMAK ZORUNDA KALIYOR.
Bunları yazdığım için o kadar üzgünüm ki, hiçbir şey benim düşlediğim gibi olmadı. Şimdi dönüp bakıyorum da sayıklamalarımla ve cevabı olmayan sorularımla baş başa kalmışım ve sen nerede olduğunu bilmediğim kendinle savrulmaya devam ediyorsun. Bu benim beceriksizliğim miydi? Ya da kader denilen Tanrı oyunu muydu? Ya da senin… Hiçbir şeyin önemi kalmadı mı yoksa? Ya da ölüme doğru koşan bu yaşamımızda hiçbir şeyin değeri yok muydu? Bu anın içinde yitip gittik ve ayrı yollara düşmek zorunda mı kaldık? Keşke ne istediğini bilseydin, keşke kendin olma cesaretin olsaydı… Düğüm bu keşkelerde miydi? Önünde sonunda kabullenilmemiş yazgımızla barışmak zorunda kalmıyor muyduk? Belki de benim yaşadığım buydu işte… Ben kendi yazgımla barışmıştım artık. Sense belki de asla olurlayamayacaktın bunu. Durmadan kaçacaktın kendinden, bunu itiraf edemesen de o kadar aşikardı ki bu. Tüm hataların, günahların kendini kabullenemeyen küçük bir çocuğun vicdanının intiharı değil miydi? Gitgide her şey öylesine ağır gelmeye başlayacaktı ki sana. Yine de hiçbir zaman suçlamıyorum seni, ama ruhumun en derinlerinde inatla var etmeye çalıştığım ve her şeye rağmen korumaya çalıştığım tüm duygularım öylesine incinmişti ki…
Her iki mektupta da adını bilinmezliğin arasına mahkûm etmeyi hiç istemezdim. Üç noktanın yerine büyük harflerle adını yazmayı çok isterdim; benim cesaretim vardı buna. Ama dünya kendi yalan gerçekliğini var ettiği gibi kendi yalan cesaretini de var etmişti. Artık bazı şeyleri içimde netleştiriyordum. Ama senin aynı cesareti gösteremeyeceğini ve benden çok ayrı bir hayat düşlediğini biliyordum. Bunun acısını yaşarken sana saygı duymaktan başka çarem yoktu. Bazı şeyler, senin bir türlü itiraf edemediğin o şeyler, oysa gün gibi ortadaydı. Sen içinde istemediğin birini zihninle öldürmeye çabalarken benden iyice uzaklaşıyordun. Belki de dilinden çıkan o zehir zemberek sözcükler bile kabullenemediğin gerçekliği reddedişini ispatlamaya çalışmandı… Ne kadar çocukçaydı bu düşünceler, bu tavırlar. Başka çaren yoktu kendince, anlıyordum seni. Ama keşke o kadar yâre bere, o kadar kuşku, o kadar acı hatıra, o zehir sözleri… Tüm hıncın kendineydi aslında, hep acısını benden çıkardığın bir hınç… O kadar hata, ne yaptığını bilmeyen tavırlar kendine olan öfkenden değil miydi? Korkuların yüzünden değil miydi? Oysa dürüstçe her şeyi söylesen anlamayacak mıydım? Sen, her şeyden o kadar çok korkuyormuşsun ki…
En açık, en içten ve en saf duygularımla kaleme aldığım ilk mektubun üzerinden epey zaman geçti. Aslında her şeyi açıkça anlatmaya çalıştığım o satırlar, o kadar çok gerçeği ifade ediyormuş ki… Benim bile bazılarını sonradan anladığım gerçekler… Sanırım gerçeklerle ilgilenen ya da gerçeğin peşinden koşan tek ahmak ben kaldım bu yeryüzünde. Gerçek denilen şey, insanın kendi gerçeğiydi. Artık bunu çok iyi anlıyordum. Binbir acıyı saklayan bu satırlar, hüzünlerle çoğalan günlerimin bedeli yaralayıcı bir gerçeği bulmak mıydı? Mutsuz eden gerçekler söz konusu olduğu için mi bir ahmaktım? Sen, kendine yapma kanatlar takıp sana biçilen hayatın peşinde koşarken mutlu olacağını mı sanıyordun? Kendini özgürlüğe mi uçuruyordun, yoksa acısız, mutluluk oyunu oynayan bir yaşam mıydı kovaladığın? Hep mutsuz olduğunu söyleyen senin ve aslında neden mutsuz olduğunu bilen senin her şeye sebep edinemediği cesareti değil miydi? Hayatın boyunca peşinden gelecek bu cesaretsizlikle nasıl mutlu olacağına inanıyordun ki? Yoksa mutlu olmanın bir önemi yok muydu, kendin olmanın bir önemi yok muydu? Senden istenilen ve beklenilen hayatı yaşaman her şeyden daha mı önemliydi? Bildiğim bir şey vardı ve bu öylesine canımı yakıyordu ki. Her şey çok farklı olabilirdi. Basit ve haksız ithamlar, niyet okumalar, acımazsızca dilinden dökülen cümleler, kirlenilmiş benlik olmasaydı eğer… Ya da senin cesaret dolu bir kalbin olsaydı….
Bu sefer sanırım çok açık olamıyor ve imalarda kayboluyorum. Ama her bir kelimedeki gizemi senin anlayacağından eminim. Bu gizemi hissetmek bile çok güzel, yalnızca bana ait olan ve senin bana hissettirdiğin bu gizemi. Ama tüm güzellikleri uzun bir süredir öylesine bir buruklukla taşıyorum ki içimde, artık gücümü tükettiğimi hissediyorum. Bu satırların doğmasına sebep de bu güç yitimiydi işte. En zayıf anımı kollayıp duran yaşam, acımasız bir kader olarak karşımda durup dikiyor gözlerini. Bu yalnızca benim kaderim miydi? Hayatın sonu vardı, içimde kaç kez öldüğümü bilmiyordum, ama her seferinde aynı şekilde aynı sevgiyle doğuyordum. Gücünü yitirmeyen bir tek bu sevgi vardı; ölemeyişime sebep bu sevgi olsa gerekti, derinliğini anlayamadığın bir sevgi… Öylesine derindi ki ben, seni istediğin her şekilde sevmeye hazırdım. Bundan daha açık bir itiraf olamaz sanırım. Belki de sadece senin anladığın ama korktuğun ve kaçtığın bir itiraf. Ben artık kaçmanın bir anlamı olduğuna inanmıyorum. Belki de çok kısa sürecek yaşamımı bir kaçışa sığdırmaktan o kadar çok yoruldum ki… Kendimden kaçmanın ne anlamı vardı, duygularımı acıyla içimde taşıyor ve acıyla kendi kendime ve kendimle sürüklüyordum. Bunun ne demek olduğunu sen de biliyordun aslında.
Ben kaybettiğim ne varsa alıp gittim, çünkü mecburdum buna. Kendime bir çıkış yolu bulamıyordum ve belki de benim varlığımın bir anlamı kalmamıştı senin hayatında. Yaşanılanlar, söylenilenler, ağır bir yüke dönüşmüştü belki de. Ben senin için koca bir yük mü olmuştum? Ya da asıl yük, sen miydin? Söylenilen acı sözler, güzel hatıralar, çocuksu benliğim, istismar edilmiş kalbim… ne varsa hepsini içimde taşıyorum artık. Yazdığım her şey, tüm zamanlarımda yaşadığım her acının bir tanığı olarak kalacak. Ama ben artık neyin önemli, neyin doğru olduğunu bilmiyorum. Benliğimde açılan yaralarla günlerimi tüketirken dilerim ki yaşadığımız her şeyden ders çıkarıp iyi bir insan olabilmeyi, dürüst bir insan olmayı başarırsın. Umarım her zaman mutlu olursun…
Sancar CanKayıt Tarihi : 8.5.2024 11:18:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!