İlköğretmenim Şiiri - Öcalan Mustafa

Öcalan Mustafa
32

ŞİİR


0

TAKİPÇİ

İlköğretmenim

Yağlıtepe, Kapıkaya’lar, daha aşağılarda hemen köyün biraz üstündeki Koçyatağı yöreleri karla kaplıydı. Çok yakında köy içlerine de kar yağar, zor geçecek kış ayları başlayabilirdi. Her ne kadar ambarlara ekmeklik buğday, arpa, çuvallara haşlanmış bulgur, toprağa açılan kuyulara doldurularak üstü kapatılan patates ve lahana dürmeleri, içine çökelek doldurulup ağzı aşağı gelecek şekilde toprağa gömülen küpler kışın aç kalmamak üzere stoklanmış olsa da bin bir türlü zorlukların başlayacağı kara kışa katlanmak hiç de kolay değildi. Tekmezar Ormanlarından bin bir güçlükle at, eşek, kağnı arabalarıyla yayla evlerine; oradan da sekiz on saat süreli çileli bir uğraşıdan sonra köye indirilmiş, daha çok gürgen ve köknar ağaçlarının kurularından üretilen odunlar; evlerin kuytularına ya da samanlıkların bir köşesine kışın teneke sobalarda yakılmak üzere istif edilmişti.

Soğuktu hava. Rüzgâr buz gibi esiyordu kuzeyden. Bacalardan duman çıktığına bakılırsa belli ki bazı evlere soba bile kurulmuştu. Köyün erkekleri, sığır ve koyunlarını otu iyice kıtlaşmış tarlalara, otlaklara salmışlar; kendileri de fırın duvarının dibinde rüzgârdan korunacak şekilde toplanarak akla hayale gelmedik şakalaşmalarla vakit geçirmeye çalışıyorlardı. Kadınlar daha çok yemek, bulaşık, ev, ahır ve samanlık temizliği gibi gündelik işleriyle uğraşıyorlardı. Köyde okul yoktu. O nedenle köyün çocukları orada burada koşarak, bağırarak, bazen de ahlât ağaçlarına tırmanarak, birdirbir ya da arası kesme, çelik çomak oynayarak ortalığı şenlendiriyor, kasvetli köy havasını dağıtmaya çalışıyorlardı. Ayaklarında genellikle de arkaları yarık, altları delik, üzerlerinde: “ Canik” yazan kara lastikleri; birer iple bellerine tutturdukları paçaları kısa, arkaları ve diz bölümleri yamalı pantolonları, üstlerinde el dikimi gömlek ve annelerinin ördüğü kollu kolsuz yün kazaklarla; babalarının, makasla koyun kırkar gibi kestiği saç tıraşlarıyla oldukça ilginçtiler. Evlerin “ tavan” dedikleri çatı aralarına serilerek kurutulmuş ahlâtları gizlice alıp gömleklerinin içine doldurarak, acıktıkça birer ikişer çıkarıp arkadaşlarını kıskandırarak yiyorlar, saplarını birbirlerinin yüzlerine fırlatarak kaçıp kovalamaca oynuyorlardı… Köyün kızları; genellikle divitinden el dikimi uzunca entari, yırtık pırtık kazak, ayaklarında da erkeklerde olduğu gibi, eski püskü çorap ve kara lastiklerle dolaşıyorlardı. Köyde okuma yazma bilen Mehmet Çavuş’la Kemal Çavuş’tu sadece. Asker Ocağı’nda öğrenmişlerdi onlar da…

Ertesi gün yağmur yağdı köye. Her taraf çamurlandı. Sokağa, araziye çıkanlar çamura batıyor, zorlukla yürüyorlardı. Etrafın çamurlu oluşu çocukların umurunda bile değildi. Koşuşturuyor, bağırıp çağırıyorlardı köy içlerinde. Bir de soruyorlardı babalarına:
“Serpin Köyü’ne mektep yapılınca beni de yollayacan mı oraya? Okumak istiyoz biz…” diyorlardı. Ellerine ne bir kalem ne de bir kâğıt değmişti henüz. Ablak, soğuktan kızarmış yüzleri; heyecanlı, titrek sesleri; bazen çekingen, bazen atak, bazen ağlamaklı, bazen hırçın; yamalı bir bohçaya benzeyen giysileriyle, bu toprakların has evlatları olan bu köy çocukları köhnemiş bir toplum düzeninin kurbanlarıydılar belli ki…

Hava biraz ısınır gibi olunca evlerde vakit geçiremediklerinden, her zaman olduğu gibi gene kendilerini dışarı atmışlardı. Köy evlerine göre biraz yüksekte olan Kıran Tarla’da ineklerini otlatmakta olan Saniye Bibi’nin sesi yankılandı köy içinde:

“Biri geliyo biri, bir adam geliyo! Rösbene köyü tarafından! Köpeklere sahip olun, saldırmasınlar! ”
“Nasıl biri, tanıdık değil mi, iyice bak hele! ” diye ses verdi Mehmet Çavuş.
“ Bilmiyom, hiç tanıdık birine benzemiyo, tek başına geliyo tek başına! ” diye yanıtladı Saniye Bibi.
Konuşmaları çocuklar da duymuşlar, büyük bir merakla köylerine yaklaşmakta olan yabancıyı görmek için Rösbene Köyü’ne taraf yönelmişlerdi. Tüm köy halkı evlerinden çıkmış, gelen kişinin kim olduğunu, neden geldiğini büyük bir merakla beklemeye başlamışlardı.
“Aha geldi, aha geldi! ” diye yankılandı köy içinde Saniye Bibi’nin sesi yeniden.
Sahiden de Rösbene Köyü’ne aşan boğazda bir adam belirmişti. Herkes pür dikkat gelen kişiyi tanımaya çalıştı.
“Kim, kim? ” diye birbirlerine sordular. Hiç biri de tanıyamadı. Belli ki yabancıydı.
“Hayırdır inşallah, bu vakitte kim ola ki gele köyümüze? ” diye kendi kendine söylenen Mehmet Çavuş:
“İbraham hele şu Beyaz’ı bağla da saldırmasın misafire! ” diye uyardı köpeğin sahibini.
Köyün tüm çocukları samanlıkların orada bir araya toplanmış, gelen kişiyi izliyorlardı. Ormancı ve sünnetçiden başka yabancı insan görmemişlerdi bu zamana değin. Gelen kimdi acaba? Tüfeği de, atı da olmadığına göre ormancı olamazdı. Bir korku düştü içlerine. Hepsi birden yere çömeldiler. Gelen her halde sünnetçiydi. Eğer kendilerini yakalamaya gelirlerse taaa öteki köye kadar kaçacaklardı. Samanlıkların arasına saklandılar. Tahtaların aralığından gelen kişiyi izlemeye koyuldular. İyice yaklaştı gelen adam. Mehmet Çavuş’un harmanına indi. Merakla bekleyen kalabalıktan ayrılan Mehmet Çavuş ileri çıkarak yabancıyla tokalaştı. Bir şeyler konuştular. Köyün diğer erkekleri de tokalaştı yabancıyla. Kadınlar utangaç, geride bekleştiler. Kısa bir sohbetten sonra yabancı, topluluktan ayrılarak yoluna devam etti. Saniye Bibi karşı tepeden;
” Kimdir gelen Mehemmet dayı? ” diye bağıdı. Mehmet Çavuş da:
“Eyi haber, eyi haber Saniye! Serpin köyünün öğretmeniymiş, eyi eyi… Bayram edek, bayram edek! Bizim çocukları da okutacakmış, bayram edek..! ” diye seslendi Saniye Bibi’ye.
Çocuklar da anladılar olup biteni; heyecanlandılar, titrediler, büyük bir merakla samanlık tahtalarının arasından giden öğretmeni izlediler. Çok uzun boyu vardı.
“ Ula bu benim babamdan da uzunmuş.” diye söylendi Tahir.
“Gözündeki de ne acaba? ” dedi Mürsel.
“Ula bu bizim gibi bir adammış, benim üç adımımı bir adımda atar.” dedi Özbek. Çömelmiş ağlıyordu Rifat:
“ Belki de babam beni okula yollamaz.” Diyordu.
Celal Köyü’nün çocukları yaşamlarında ilk kez bir öğretmen görmüşlerdi. Okulun nasıl bir şey olduğunu hayal ettiler. Kalem, kitap, önlük… Serpin köyünün Öğretmeni, Çolakların harmanına inmişti. Gidiyordu işte. Upuzun boyu, arkaya taralı saçları, gözlerinde gözlükleri, dimdik yürüyüşüyle köy çocuklarının gözünde bir dev, bir masal kahramanıydı sanki. O gittikçe aydınlanıyordu Anadolu’nun karanlığı. O gittikçe kâğıt kokusu, tebeşir kokusu saçıyordu etrafına. İşte bu “enstitülü” öğretmenler aydınlatacaktı, köhne bir İmparatorluktan kalan karanlıkları. Can suyu vereceklerdi köy çocuklarına. Mezarları kalsa da ıssız dağ köylerinde, ışık olmayı sürdüreceklerdi her tür zorluklara karşın…


Gelen duyumlara bakılırsa Serpin köyüne yeni yapılmakta olan okul binasının duvarları bitmiş, çatısı kapatılmaya başlanmıştı. Sıra ve sandalyelerin yapımını marangoz Refik Usta üstlenmişti. Rüstem Öğretmen’in de Refik Usta’ya yardımcı olması için kasabadan bir marangoz daha getirterek, işleri hızlandırdığı söyleniyordu. Tez zamanda köy çocukları kayıt için okula çağrılır ve eğitime başlanabilirdi. O nedenle okula gidecek çocukların tüm giysilerinin ve lastik ayakkabılarının elden geçirilerek onarımları yapılmalıydı. Üstelik önlük, yakalık, kalem, defter, kitap gibi gereksinmeleri alınmamıştı henüz kasabadan.

Köyün erkekleri her zamanki gibi fırın duvarının dibinde bir araya gelerek Kemal Çavuş’un bir an önce atına atlayarak kasabaya gitmesini, tüm çocuklara okul için ne gerekiyorsa Abdurrahman’ın dükkânından veresiye alarak köye getirmesini kararlaştırdılar. Borçlarını nasıl olsa ileride, harman sonu öderlerdi. Okula sadece erkek çocukları yollayacaklardı. Kız çocukların her gün komşu köye gidip gelmesi çok zordu. Bahar ayları neyse de kış ayları çetindi. En az bir metre kar yağdığından yollar kapanırdı. Karla kaplı patika yollarda iki saatlik yolu gidip gelemezlerdi. Belki de bir iki yıla kalmaz Celal Köyü’ne de okul yapılır, o zaman okula başlayabilirlerdi. Okula gitmekte ısrarcı olan kızlar, bu gerekçeyle avutuluyordu. Oysaki ne de çok istiyorlardı okulla buluşmayı… O nedenle gizli gizli ağlamaları gözden kaçmıyordu.

Aralık ayı ortalarına doğru köy içine de lapa lapa kar yağmaya başladı. Kısa sürede her yer beyazlara büründü. Ahlât ağaçları birer beyaz şemsiye biçimini aldı. Kabak tepe, Eriçok, Yağlı tepe ve Kavak Çukuru tepeleri zaten epeydir kar altında, heybetli yükseliyordu. Köy içine yağan kar, yollardaki çamurların üstünü kapatmış, yürüme kolaylaşmıştı. Evlerden evlere, ahırlara ve samanlıklara giden ara yollarda biriken kar yığınları kürek yardımıyla temizleniyor, ulaşım kolaylaştırılıyordu. Havanın kararmasıyla birlikte köyün insanları evlerine kapanıyor, yakılan gaz lambalarından çıkan ölgün ışıklar, öküz gözü büyüklüğündeki pencerelerden dışarıya sızıyordu. Çoğu akşam, evlerden evlere konukluğa gidiliyor; uzun kış gecelerinin sıkıntıları, anlatılan masallar, bilmeceler yardımıyla, en çok ta üçtaş oyunlarıyla atlatılmaya çalışılıyordu. Her tür gereksinimlerini birbirleriyle takas ederek, ya da ödünç alıp vererek karşılıyorlardı.

************


Güneş Evliya Tepesi’ni öte ağmış, yaydığı cılız ışıklarla gökyüzünü hafiften morartmıştı. Evlerin hartama ile örtülü çatıları karla kaplanmış, saçaklarında buzullar sarkmıştı. Ara sıra duyulan köpek ulumalarından başka ses soluk yoktu köyde. Köyün hemen dışında toplanan çocuklar; Ulu çayır Boğazı’nı gözetlemekten yorgun düştüler. Kemal Çavuş oradan aşıp gelecekti ama bir türlü görünmüyordu işte. Neden gecikmişti ki? Beklemek zorundaydılar, Heyecanları doruktaydı. Hele bir gelsindi! Gelsindi hele bir! Bakalım ne çıkacaktı heybesinden. Elleri ayakları buza kesmiş, tepinerek ısınmaya çalışıyorlardı.
“Donduk, donduk! Nerede kaldı bu Kemal Emmi de? Evlere dağılak bari! ” diye söylendi Cemil.
“Oraya baaak, buraya baaaak, Ulu Çayır Boğazı’na bak! Eve mi gidilir avanaaak? ” diye dalgasını geçti Mürsel. Bir yandan da burnunu çekiyordu.
“ Heeeeey! Ahha da Kemal Emmim, atına da binmiş geliyoooo! ” diye bağırdı Tahir.
Sahiden de geliyordu işte Kemal Çavuş. Uyuşmakta olan bedenlerini harekete geçirdi çocuklar. Yorulana değin koştular Kemal Çavuş’un atının önüne doğru. O da; atını hızla üzerlerine sürdü çocukların. Sağa sola kaçışıp kara saplandılar; yüzüstü, sırtüstü düştüler kar yığınlarına. Beyaza büründü urbaları. Belli ki şaka yapmıştı çocuklara Kemal Çavuş. Bu soğuk havada, bu karda kışta çocuklar için gitmemiş miydi kasabaya? Onca zahmeti onlar için çekmemiş miydi? Biraz şaka yapamaz mıydı sanki? Atını köy içine kadar süren Kemal Çavuş’un peşi sıra seğirtti çocuklar. Artık soğuk moğuk umurlarında bile değildi. Ateş gibi olmuşlardı şimdi. Bakalım heybeden ne çıkacaktı okul için? Akıllarında hep bu vardı.
Köy fırını duvarının dibinde indi atından Kemal Çavuş. Aldı heybeyi atın üstünden:
“Hemen çek atı içeriye, bol saman koy önüne, açlıktan ölecek hayvan! ” diye söylendi kendisini karşılamaya gelen karısı Hediye’ye.
“ Kızım Güllü! Bir kilim al da getir. Hadi çabuk ol kızım! ” diye ünledi evine doğru.
Çocukların şamatasından ve köpek havlamalarından Kemal Çavuş’un kasabadan dönmüş olduğunu anlayan tüm köylüler evlerinden dışarı fırlayarak fırının önüne akın ettiler. Güllü, getirdiği kilimi serdi karın üstüne. Kemal Çavuş elindeki heybeyi ters çevirdi, içindekileri döktü kilimin üstüne. Kilimin çevresine üşüştü köylüler itiş kakış.
“Anaaaaa, ne imiş bunlar böyle? ” diye bir çığlık attı Tahir. Ters ters baktı diğer çocuklar Tahir’e. Bir yandan da kıkır kıkır gülüştüler. Sessizliği bozmak uygun düşmezdi. Kapattılar ağızlarını. Neler yoktu ki kilimin üzerinde? Bir top Amerikan bezi, bir top kara divitin bezi, yepyeni bir makas, lastik yapıştırmak için kullanılan solüsyon, zımpara, siyah beyaz iplik çileleri, büyüklü küçüklü iğneler, kurşun kalem demeti, silgi demeti, üzerinde at resmi bulunan abc kitapları, bir deste çizgili defter. Kemal Çavuş bozdu sessizliği:

“Bana bakın çocuklar, şimdi söyleyin bakalım, ben baharda Zonguldak’a kömür ocağına gidince, bana gelecek mektupları hanginiz yazacak ha? ”
Birbirlerinin yüzlerine baktılar çocuklar, gülüştüler. Yanıt veremediler. Ne desinlerdi şimdiden? Hele şu okul başlasındı, elleri kalem tutsundu….

“Neyse komşular! ” diye söze girdi yeniden Kemal Çavuş. “Şimdi herkes evine gitsin, ben yarın bu malzemeleri çocuklara dağıtacağım! Önlük ve yakalık dikmek için getirdiğim bu bezleri de Hatçe Ana her çocuğun bedenine göre ölçüp biçer. İnce dikiş bilen gelinler de okul açılana kadar kasabadan getirdiğim iğne ve ipliklerle tüm önlük ve yakalıkları diker, hazır ederler. Eğer bez toplarından artacak olursa, onlardan da birer çanta dikilsin her çocuk için. Boyunlarına asarlar, öğlen azıklarını ve okul malzemelerini koyarlar içine. Tamam mı Hatçe Ana? ”
Hatçe Ana yerinde sallanır gibi oldu, ayaklarını değiştirdi. Soğuktan kenetlenmiş çenesini açmaya çalışarak cılız bir sesle:
“ Hele bir önlükleri dikelim de bakak. Hep te emir veriyon be Kemal! ” diye sitem etti hafiften.
“ Hemen de alınıyorsun be ana! İstanbul’daki oğlun Ali’ye mektup yazdırmak için saatlerce kasabaya gidip gelmeyeceksin artık. Yaza kalmaz, aha bu bizim çocuklar mektup yazmaya başlarlar, gör de bak!
Sağına soluna bakındı Kemal Çavuş, birini aradı gözleri.
“Asim Ağa nerde? ” diye sordu ortalığa. Arkalardan seslendi Asim Ağa:
“ Buradayım, ne olacak? Askerde çavuş olduysan bize ne! Söyle ne diyorsun? ”
“Fazla gevezelik etme ula Asim! ” dedi Kemel Çavuş. “ Yarın sabah gel, yeni aldığım makası sana vereceğim. Keseceksin tüm çocukların saçlarını. Koyun kırkmaya benzemez ha! Kulaklarına makas kaçırma sakın, kırarım o ellerini sonra. Düzgün kes, güzel olsun, göreyim seni! ” Nazı geçerdi Kemal Çavuşun Asim Ağa’ya…
Birbirlerine: “Allah rahtlık versin” diyerek evlerine yöneldi köylüler. Çocuklar oldukları yerde kala kalmış, kilimin üstündeki okul malzemelerinden gözlerini ayıramamışlardı. Biraz daha seyrettirseydi Kemal Çavuş ne olurdu sanki? Ne de güzel kokuları vardı silgilerin, kalemlerin… Kitapların, defterlerin kokusu daha bir başkaydı. Ah! Bir de dokunabilselerdi elleriyle! Ama olsundu, yarına kadar bekleyeceklerdi çaresiz. Zaten Kemal Çavuş da çok üşümüştü; evine girsin, ısınsındı biraz.

Ertesi gün okul hazırlıkları için yoğun bir çalışma başladı Celal Köyü’nde. Üstleri başları temiz, urbaları yırtık pırtık olmamalıydı çocukların. Hele önlük ve yakalıklar eksiksiz olmalıydı. Hem komşu köye, hem de yabandan gelen öğretmene karşı mahcup olmak istemezlerdi.

İnce el dikişi yapabilen gelinler, Kemal Çavuş’un dediği gibi; Hatçe Ana’nın her çocuğun bünyesine göre, göz kararı ölçüp biçtiği önlük ve yakalık parçalarını alarak evlerine dağıldılar. İki gün içinde bitirecekler ve makine dikişinden ayırt edilemeyecek kadar ince dikip, ne kadar marifetli olduklarını Serpin köyü kadınlarına göstereceklerdi.

Mehmet Çavuş, tüm öğrencilerin kara lastiklerini evine getirtti. Eskiyip de kullanılmayan kara lastiklerden yamalar üretti. Tamir edilecek lastik ayakkabıların ezik ve yırtık yerlerini ve ürettiği yamaları tek tek zımparadan geçirdi. Daha sonra Kemal Çavuş’un kasabadan getirdiği solüsyonla yapıştırarak tamir işini bitirdi. Asim Ağa, elinde makasla ev ev dolaştı; okula gidecek tüm çocukların saçlarını koyun kırpma yöntemiyle kesti. Zaten güz gelince köyün tüm koyunlarını ve kuzularını o kırkardı. El alışkanlığı buradan geliyordu. Ama işe yaramıştı işte, güzel tıraş yapmıştı çocukları doğrusu.

Ötepınar’ın başına ateş yaktı kadınlar. Ateşin üzerine de koca koca bakır kazanlar oturttular. İçine meşe külü koyup suyla doldurdular. Evlerinde ne var ne yok tüm yatak yorgan kılıflarını ve giysileri suya bandırıp bir güzel kaynattılar. Her ne kadar üstlerine kar yağıyor ve hava buz gibi soğuk olsa da, bu kaynatma işini yapmak zorundaydılar. Çünkü bit ve pireleri yok etmenin başka da bir yöntemi yoktu. Zaten kara önlük üzerine çıkan bitler hemen fark edilir, üstünde bit görülen çocuk ve ailesi iki köyde de rezil olurdu. Önlemini almalıydılar.

************

Aralık ayının ikinci haftasına girilmişti. Dün gece yeniden kar yağmış, köy içinde yollar tekrar kapanmıştı. Sabahın erken saatlerinde hayvanlarını yemlemek için kalkan köylüler, ahır ve samanlıklara gidebilmek için yolların karlarını küremek zorunda kalmışlardı. O gün köyün çocukları da erkenden kalkmışlar, yol temizleme işlerinde anne babalarına yardım etmişlerdi. Ne de olsa neşeleri yerindeydi. Okul için hazırlıkları tamamdı. Serpin köyünden gelecek haberi bekliyorlardı. Artık okullu olacaklardı. Elleri kalem tutacak, kitaplar okuyacaklardı. Duyduklarına bakılırsa okulda oyunlar da oynanır, şarkılar da öğrenilirmiş. Sevinçli oluşlarının bir nedeni de buydu.

Öğleye doğru gökyüzü pırıl pırıl oldu. Güneş; bir dost gülümsemesi gibi, kimsesiz ve sakin doğayı aydınlatıyor, ısıtmaya çalışıyordu. Işınların kar yüzeylerine vurduktan sonra çeşitli renklere ayrışarak insanların gözlerini kamaştırması, onların çileli yaşamlarına birazcık umut ve sevinç katıyordu. Köyü çevreleyen yüksek tepeler ve kayalıklar uzaklarda, bembeyez ve ulaşılmaz gibi duruyordu. Bazı günler gökyüzünün mavi derinliklerinde bir tarla kuşu büyüklüğünde uçaklar, peşleri sıra tren raylarına benzer bembeyaz ve uzun çizgiler bırakarak gözden kaybolurlardı. Bu uçakları izlemek köy çocuklarının en büyük zevklerinden biriydi. uçak sesi duyduklarında evlerinden dışarı fırlayarak, daha yakından görebilme umuduyla köyün hemen yakınındaki tepeye doğru koşuşturuyorlardı. Ama onlar tepeye çıkıncaya değin uçaklar gözden kaybolup gidiyordu. Olsundu, gene de yakından gördüklerini varsayarak sevinç içinde evlerine doğru tekrar koşuşturuyorlardı. Üstelik Tahir, okuyup büyüyünce pilot olacağını, bir atladı mı uçağına, köydeki evlerin çatılarına değecekmiş gibi alçaktan uçuracağını, köy tarlalarının üzerinde şöyle bir dolaştıktan sonra Kemal Çavuş’un harmanına indireceğini söylemişti. Köyün tüm çocukları uçağın içine girecekler, onları pilot koltuğuna bile oturtacaktı. Böylesi olanaksız bir hayali kurmak bile güzeldi onlar için…

Güneş batmak üzereyken hava iyice ayaza kesmiş, hayvanlarını yemleyen herkes ve köyün tüm çocukları evlerine kapanmıştı. Doğada insanı ürküten bir sessizlik vardı. Yabanıl hayvanlar inlerine, börtü böcekler yer altındaki yuvalarına girmişlerdi kuşkusuz. Celal Köyü, Serpin, Armutkolu, Rösbene, Yeveli, Zile gibi komşu köyler kar altında derin bir yalnızlık içindeydiler. Köyleri kasabaya bağlayan patika yollar, kar yağışıyla birlikte kapanır, taa baharda eriyinceye değin öylece kalırdı. Köylüler kendi yağlarıyla kavrulurlardı çaresiz. Ölen ölür, ölmeyen sağ çıkardı bahara. Bu kara yazgı hep böyle sürer giderdi…

************

Mehmet Çavuş harmandaki kuyunun kapağını açarak içinden bir miktar lahana ve patates çıkarıp sepete doldurdu:
“Tahir! Sepeti annene götür oğlum, biraz çabuk ol! ” dedi. Tahir iki eliyle sepeti kaldırıp göbeğine oturtuyordu ki aniden uzaktan gelen bir bağırtı duydu. Anlamıştı. Heyecanlandığından sepeti elinden “pat” diye yere düşürdü, içindeki patatesler döküldü. Umursamadı bile:

“Babaaaa! … Çağırıyorlar, dinle bak! ”
“Dur hele oğlum” dedi, Mehmet Çavuş. “Benim kulaklarım tembel, iyi dinle bakalım bir daha! Ne diyor anlayalım! ”
Ses, Serpin köyündendi. Bağırtıyı duyan köylüler kapılarının önlerine, evlerinin pencerelerine üşüştüler. Mehmet Çavuş’da iki elini kulaklarının arkasına siper etmiş, dikkatle bağırtıyı dinliyordu:
“Heyyyyyyyyy Celal Köylüler! Yarın sabah çocuklar gelsin! Çocuklar gelsin! ” İşte!
Merakla beklenen haber gelmişti sonunda…“Bu İpsiz Salih’in sesiydi sanırım.” dedi Mehmet Çavuş.
Haberi alan tüm köylü çoluk çocuk toplandılar fırının önünde. Hepsinin gözünde bir pırıltı, yüzlerinde bir gülümseme… Ne mutluydu onlara. Yarın okula uğurlayacaklardı çocuklarını. Sevinçlerini birbirleriyle paylaşıyorlardı şimdi.
“Ne iyi oldu, çocuklarımız okuyacak! ” diye söze girdi Hatçe Ana.
“İyi ki eksiklerimizi tamamlamışız.” diye karşılık verdi Hediye Gelin.
“Şimdi komşular iyi has da, Serpin köyünün yolları silme kar dolu. Nasıl giderler, nasıl varırlar bu çocuklar bilmem ki! ” dedi Mehmet Çavuş. “ Zaten bizim Tahir ufacık, kar boyunu aşar! Büyükler neyse de onu yollamasam mı acaba diyorum.” Bunu duyan Tahir’in birden kanadı kırılıp yere düşen minicik bir kuş gibi yüreği hızla atmaya başladı. Kendini tutamayıp hıçkırmaya başladı. Asim Ağa Tahir’i kendisine doğru çekti, kucakladı sevgiyle:
“Ağlama kınalım! ” dedi. “Baban sana kıyamadığından öyle
söylüyor, üşürsün diye.”
Hatçe Ana öne çıkarak: “Madem yollamayacaktın; öyleyse neden önlük, yakalık diktirdin, kalem defter aldın da heveslendirdin çocuğu! Öyle şey mi olur, ayırma çocuğu arkadaşlarından! ”
Asim Ağa da, kalabalığı yararak öne doğru yekindi:
“Mehmet çavuş! ” dedi. “Her şeye sen kakar verme! Birazda bize bırak. Biz askerlik yapmadık mı sanıyorsun! ” Daha sonra köylülere döndü:
“Sabah olunca bizim harmana gelsin çocuklar! Kalın giydirin, ekmeklerini bol koyun torbalarına. Önlerine düşer açarım yollarını. Onlar da açtığım çığırdan gelirler peşim sıra.” Daha sonra Mehmet Çavuş’a dönerek:
“Tahir’i kalın giydirin Mehmet Çavuş, gerisine de karışma! Yorulursa alırım sırtıma. Onun ağırlığından ne olacak…” Kemal Çavuş arkadan seslendi:
“Ula Asim Ağa, o kadar da yüksekten atma! Sende mi okula yazılacaksın? Her gün gidip gelecek değilsin ya! Sıra ile götürüp getiririz çocukları. Senden sonra sıra benim olsun! ” Yüksel, arkalardan itiraz etti tiz bir sesle:
“O kadar da değil, bizi de koyun adam yerine! Tamam, yarın Asim Ağa bizi götürsün ama ondan sonra hiç kimseyi istemeyiz! En önden gider, açarım yolları. Yaşar’la Mürsel benim arkamda yürürler. Diğerleri de kolaylıkla gelirler peşimizden. Tahir’e gelince, ben Asim Ağa’yı güreşte yıkıyorum. O nasıl sırtında taşıyacaksa, ben de aynısını yaparım. Mehmet Çavuş gönlünü ferah tutsun.”
Okula gidecek çocukların en irisiydi Yüksel. Diğer çocukları tek koluyla yıkardı hep. Çelik gibi güçlü kolları vardı.

“Yüksel doğru söylüyor! ” dedi Hatçe Kadın. “Biz onları has sütümüzle büyüttük. Kendi işlerini kendileri görür onlar…”

****************

Serpin köyü, çam ormanlarının ortasında, meyilli bir arazide kurulmuştu. Ağaçlar, tarlalar, hartama ile kaplanmış evlerin, samanlıkların çatıları, köy içindeki ara yollar silme kar altındaydı. Lekesiz bir gökyüzü, pırıl pırıl bir güneş, güneş ışınlarının kar yüzeyinde yansımasıyla oluşan yıldız denizinin seyri doyumsuzdu. Evlerin bacalarından çıkan dumanlar; dolana dolana göğe ağıyor, sonra da kendiliğinden gözden yitiyordu. Karşılarda görülen Evliya Tepesi, Kılıçbaba Kayalıkları, daha uzaklarda kasabanın da ötesinde İğdir Ormanları kara bürünmüş, antik kentlerin kapılarındaki sfenskler gibi heybetli ve ulaşılmaz duruyorlardı
Akşamüzeri, daha güneş batmadan sulanmaları için ahır ve ağıllarından dışarı salınan koyun ve sığırlar, boyunlarında takılı zillerin seslerine uyum içinde tek sıra halinde çeşmeye gidip geliyorlar, köyün kadınları da kalçalarına oturttukları bakır güğümlerle evlerde kullanacakları suyu taşıyorlardı. Bu devinim karların erimesine kadar sürecek, köy yaşamına bir canlılık kazandıracaktı.

************

“Son çiviyi de çaktım! ” dedi marangoz Refik Usta. “Hadi hayırlı olsun! ” Elindeki sandalyeyi yere bıraktı, oturdu üstüne. Mendilini çıkarıp yüzündeki kıvrımlarda biriken terini sildi.. Arkasına yaslandı; elinden çıkan masa ve sandalyeleri, kapı ve pencereleri, tavan ve taban döşemelerini gözden geçirdi. Yaptığı işçiliği çok beğendi. Gece gündüz demeden, dur durak bilmeden çalışmış, yetiştirmişti işte okulu. İçi rahattı.
“Ter akıttın, emek verdin Refik Usta! ” dedi Rüstem Öğretmen “Burada okuyan çocuklar hepimizin gururu olacak.”
“Senin de emeğin çok geçti öğretmen! ” dedi Refik Usta. “ Ne de çok yatkınmış elin. Babanın demirci ustası olduğunu biliyordum ama senin marangoz olduğunu bilemedim. Yardım etmeseydin daha çok sürerdi bu iş.”
Tanımsız bir gülümseme yayıldı Rüstem Öğretmen’in yüzüne. Enstitüde; kullanacakları tüm binaları, öğretmen ve öğrencilerle birlikte kendileri işaa etmişlerdi. İşte şimdi de çalışacağı, köy çocuklarına ışık olacağı okulun yapımında da emeği geçmişti. Gururlandı. Kalktı; masaları, sandalyeleri, yeni takılmış kapı ve pencereleri tuttu, okşadı. Kendi elleriyle yapıp sınıfın duvarına tutturduğu kara tahtanın başına gitti. Ceketinin yaka cebinden beyaz bir tebeşir çıkardı, tahtasının sol üst köşesine:
“17 Aralık 1957- Serpin köyü” yazdı. Sandalyede oturup kalan Refik Usta’ya dönerek:
“Yarın okul açılacak Refik Usta! ” dedi. Köylü toplandığında sen de yanımda olmalısın...
“ Erken değil mi öğretmen, daha badana boya yapılmadı! ”
“Derslere hemen başlamalıyım, nerede ise yıl yarı oldu, çok geciktik çok! ” diye yanıtladı Rüstem Öğretmen. “ Badana boya işini takma kafana! ”
Bir harman feneri getir; iki gecede boyar, çıkarım içinden…

**************

Ay ışığı her yanı aydınlatmıştı. Gökyüzü masmavi ve oynaşan yıldızlarla doluydu. Doğa derin bir sessizlik içindeydi. Dışarı çıktıklarında yüzlerini yalayan hava buz gibiydi. İçleri titredi.
“ Yüksekten gideceğiz kadın! ” dedi Mehmet Çavuş. “Kar don tutmuş. Batmadan yürür, daha çabuk varırız. Acelemiz var …”
Dere yolu daha kısaydı ama orada kar donmamış olabilirdi. O zaman da bata çıka yürümek hem zor hem daha fazla zaman alırdı… Bir an önce kasabaya varmalı, hastanenin kapısına dayanmalıydılar.
“İyi öyleyse, hadi çabuk olalım da! ” diye karşılık verdi Fatma Gelin. Kalın bir yorgana sarmışlar, el tezgâhında kırmızı yeşil yün iplerle dokunmuş kolanla Fatma Gelin’in sırtına sıkıca bağlamışlardı Tahir’i. Kalaycı körüğü gibi nefes alıp vermesinin dışında başka da bir yaşam belirtisi yoktu Tahir’de.
Önlerine serili kar denizi üzerinde yabanıl hayvanların ayak izlerini seçebiliyorlardı. Mehmet Çavuş’un üzerinde askerden kalma uzun bir palto vardı. Başını bir bohçayla sarmış, üzerine de geniş bir şapka oturtmuştu. Pantolonunun paçalarını yün çoraplarının içine sokmuş, ayaklarına “cilavet” lastiklerini geçirmişti. Fatma Gelin’in önü sıra yürürken bir kavak ağacı kadar uzun görünüyordu gecenin gizeminde. Doğup büyüdüğü bu kıraç ve cimri topraklar, bunca boyu uzatmasına nasıl da izin vermişti? Bir yaşını doldurduğunda, Osmanlı’nın uzak diyarlardaki savaş cephelerine sürülmek üzere babasının askere alınmasıyla annesi ve kız kardeşiyle birlikte yalnız kalmışlar, boğazlarını doyurmak için aldıkları beş on teneke arpa karşılığı ellerindeki birkaç parça tarlayı yıllar içinde aynı zaman da köyün muhtarı da olan ağaya kaptırmışlardı. Birinci Dünya Savaşı’nın yoğun yaşandığı, yoksulluk ve çaresizliğin kol gezdiği o seferberlik yıllarında; askere alınmayan köy muhtarıyla köy imamı, bu durumu fırsata çevirip bin bir türlü dalavereyla kendilerine bağımlı kıldıkları köy halkının topraklarını mülklerine geçirmişlerdi. Mehmet Çavuş’un babası savaşa gittikten dört yıl sonra bir fırsatını bulup gizlice evine dönmüş, bunu haber alan ağanın muhbirlemesi üzene köye gelen jandarmalar, evinin tavan arasında yakalayıp götürmüşlerdi. Gidiş o gidiş. Bir daha da hiçbir zaman geri dönüşü olmamıştı.
Sonraki yıllarda askerlik dönüşü Ağa ile mücadeleye girişen Mehmet Çavuş; gerek hukuk yoluyla gerekse karşılıklı güç kullanma yöntemleri sonucunda el konulmuş tarlalarının önemli bir bölümünü kurtarabilmişti. Köyün güzel kızı Ahizar’la evlenmiş, dört kız doğuran Ahizar, beşinci kızını doğururken canından olmuştu. Çaresizdi Mehmet Çavuş. Gitmiş, Rösbene köyünden Topal Şerif’in torunu Fatma kızı istemişti kendisine. Osmanlı’nın savaş cephelerinde, daha sonra da Mustafa Kemal’in Kuvvay-ı Milliye Ordularında uzun yıllar savaşlara katılmış olan Topal Şerif’in bacaklarında yirmi dokuz kurşun izi vardı. Sektirerek yürümesi o yüzdendi. “Oğlumun bana emanetiydi, zor büyüttüm. Bir ayağım da çukurda. Kurda kuşa yem olacağına, verdim gitti Mehmet Çavuş’a. Yetim, yetimin halinden anlar. Hiç olmazsa ölürken gözüm arkada kalmasın! ” diyerek Mehmet Çavuş’un isteğini onaylamıştı.

“Benim izlerime bas kadın! ” dedi Mehmet Çavuş: “ Batayım deme! Ara sıra kulak ver çocuğa, ses soluk çıkıyor mu anlayalım.”
“Tahir’in ateşi sırtımı yakıyor. Hiç mi düşmeyecek bu ateş be herif? ”
O arada bir bacağı kara gömüldü Fatma Gelin’in. Çekti, çıkaramadı:
“Bak hele! ” diye ünledi kocasına. Arkasına dönen Mehmet Çavuş, aceleyle gelip debelenmekte olan karısını koltuk altlarından kavrayıp çekip çıkardı karın içinden. Tekrar geçti öne:
“Benim izimden başka yere basma sakın! ” diye yeniden uyardı karısını. Ara sıra, esen rüzgâra sırtını dönüyor, köylü paketinden çıkardığı cıgarasını çakmağı ile yakıyor, içine çektiği bolca dumanı ağzından burnundan savurarak, ısısından yararlanmaya çalışıyordu. Ara sıra kayan yıldızlar, yürüdüklerinde çıkan kar hışırtısı, Mehmet Çavuş’un kol hareketiyle ileri geri gidip gelen sigara ateşinden başka da ne bir ses ne de bir devinim vardı doğada.
Yorulmuştu Fatma Gelin. Tahir de az ağır değildi. Yollar uzadıkça ağırlığı daha da artıyordu sanki. Giyindiği kalın kazağının üstüne Tahir’i bağlatmış, Yaşmaklı yazmasının üstüne attığı büyük bir kilimi Tahir’in üstünü de örtecek biçimde kalçalarına kadar sarkıtmıştı. Uzun donunun paçalarını kocasının yaptığı gibi uzun yün çoraplarının içine sokmuş, ayaklarına da “Canik” lastiklerini geçirmişti. İyi ki Mehmet Çavuş okula gidecek çocukların kara lastiklerini tamir ederken kendisininkini de tamir etmeyi unutmamıştı. Yoksa bu gece yarısı yırtık lastiklerle nasıl da zorlanırdı, çıkar dururdu ayaklarından. Gene de kara lastiklerin içlerine kar dolmuş, ayakları buza kesmişti. Teknecik Boğazı’nı aştıklarında yol biraz inişe geçince Fatma Gelin’in yükü azalır gibi oldu. Buradan, Koyulhisar’a aşan İğdir Ormanlarındaki karayolundan gidip gelen arabaların farlarını ve daha yakında olan kasabanın ölgün ışıklarını görebiliyorlardı. Ayranlı pınar’ın başına geldiklerinde gün ağarır gibi olmuştu.
“Hele otur da soluklan biraz! ” dedi Mehmet Çavuş. Tahir’e de bakalım, öldü mü kaldı mı çocuk! .”
“O ne biçim söz herif! Dellendin mi sen! ” dedi Fatma Gelin. Boğazı düğümlendi, ağlamaklıydı. Dayanamadı saldı gözyaşlarını. Yanaklarına doğru akan yaşlar, daha çenesine varmadan donup kalıyorlardı gecenin ayazında. Oturdu buzlanmış karların üzerine, nefes alıp verdi derin derin. “Ne de kara yazım varmış benim.” diye düşündü. Oğlu Rifat, havale geçirip, kollarında can vereli iki yılını doldurmamıştı daha. Sırtında sarılı Tahir’in de cılız bir nefesi vardı sadece. Yüreği burkuldu. “ Allah korusun! ” diye söylendi. Daha eskilere takıldı aklı. Babası ölünce kendisini bin bir yoklukla büyüten dedesi Topal Şerif yeni ölmüştü. Kocaya giden anasını, yüzünü bile anımsamadığı babasını, Mehmet Çavuşun ölen karısından kalan ve kendisine emanet edilen kızlarını düşündü. “Allah var, kendi doğurduklarımdan ayırmadım onları hiç. Yetimliklerini hissettirmedim…” diye geçirdi içinden. Rahatladı biraz. “ Hele şu Tahir de iyileşip okuluna bir başlasaydı…”
Karısının arkasına çömelen Mehmet Çavuş yorganı geriye doğru sıyırdı hafiften. Daha iyi görünsün diye ay ışığına tuttu Tahir’in yüzünü. Süt gibi bembeyazdı. İçi cız etti. Elini Tahir’in alnına koyup ateşine bakacaktı ama buz gibi elini değdirmeye çekindi. Eğildi, nefesini dinledi, tam duyamadı, telaşlandı. Bir kez daha dinledi yeniden. Nefes alış verişi çok hızlıydı. Sevindi. Hemen kalkmalı, acele yol almalıydılar. Ölmesinden korkuyorlardı Tahir’in. O nedenle sabah olmasını beklemeden gece yarısı bu karda kışta, yaban hayvanlarının saldırabilme tehlikesini bile göze alıp Fatma Gelin’le birlikte düşmüşlerdi kasaba yollarına.
“Ateşli mi gene? ” diye sordu Fatma gelin ağlamaklı. “Azalmamış mı hiç? ”
“ Azalmış gibi.” dedi Mehmet Çavuş. Aslında doğru değildi söylediği. “Morali düzelirse daha hızlı yol alır.” diye düşünmüştü.
“Çözelim de, benim sırtıma saralım Tahir’i, iyice yoruldun! ” dedi Mehmet Çavuş.
“ Terlidir çocuk. Hava da buz gibi.” dedi Fatma Gelin. “Çözüp bağlarken üşür. Hadi hemen ört yüzünü de kalkalım, zaman geçmesin! ”
Arkadan destek vererek kaldırdı karısını Mehmet Çavuş. Yol inişe geçmişti. Kar beton gibi sertleşmiş, kayganlaşmıştı. Bir eliyle Fatma Gelin’in kolundan tutarken, diğer elindeki nacağın ağzını kara batırarak destek yapıyor, kaymamaları için çabalıyordu. “Elimde nacak olduktan sonra; aç kurtlar da, ileride yol üstündeki Eskidir Köyü’nün azgın köpekleri de saldırsa, önüme katar kovalarım hepsini…” diye geçirdi içinden. Ne iyi etmişti nacağı almakla…

************

Sabahın erken saatlerinde Celal Köyü’nün tüm evlerinde idare lambaları yakılmış, çocuklar uyandırılmıştı. Gerçi akşamdan mutfak olarak kullanılan odaların orta yerine koydukları leğenlerin içine çocuklarını oturtarak, harıl harıl yakılan teneke sobalar üzerinde ısıttıkları sularla bir güzel yıkamışlar, çantalarını ve urbalarını hazır etmişlerdi ama, ne de olsa daha kahvaltı yaptırıp yola çıkaracaklar, uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra okula zamanında yetişmelerini sağlayacaklardı.
Harmana ilk gelen Asim Ağa olmuştu. Sırtına bir gocuk giyinmiş, karısı Zekiye’nin tiftik ipliğiyle ördüğü kalpağı başına geçirmişti. Elinde büyükçe bir sopa vardı. Karda yürürken, dereden geçerken ya da Serpin köyünün köpeklerinden korunurken gerekli olacaktı.
Çocuklar, yeni dikilen önlükleri, bem beyaz yakalıklarıyla birer ikişer koşarak gelip Asim Ağa’nın önünde toplandılar. Annelerinin yamayarak tamirden geçirdikleri pantolonları ve çoraplarını giymişlerdi. Mehmet Çavuş’un tamir ettiği lastik ayakkabıları da ayaklarına geçirmişlerdi. Boyunlarına astıkları kara divitinden dikilmiş torbalarına okul malzemelerini ve öğlen azıklarını koymuşlardı. Ayazdı, çatır çatır birbirine vuruyordu dişleri. Hiç birinin sırtında ne ceket ne de palto vardı. Olsaydı da giymezlerdi. Önlük ve yakalıklarla görünmek ne de hoştu. Koltuk altlarına birer odun parçası sıkıştırmışlardı. Refik Ustanın kasabadan getirdiği koca sobada yakılacak, sınıf ısıtılacaktı. Güneş hafiften kendini göstermek üzereyken Asim Ağa elindeki sopayı kaldırdı:
“Haydin gidiyoruz! ” dedi, “Öne gel Yüksel! Yaşar sen de onun arkasına! ”
Sonra durdu, düşündü, Tahir’in olmadığını gördü.
“Ula Yaşar! Tahir nerede? ” diye bağırdı. Yaşar; Asim Ağa’nın yüzüne baktı, bir şey diyemedi. O da bilmiyordu nerede olduğunu. Uyandığında Tahir’de, annesi babası da evde yoklardı.
“Koş al da gel oğlum, geç kalmayalım çabuk! ” Yerinden hiç kıpırdamadı Yaşar. Başını öne eğerek:
“Asim Ağam, Tahir evde yok! Anam babam da yok, yemin ederim ki…” İnanmamıştı Asim Ağa. Başını iki yana sallayıp durdu:

“ Bize de hiç güvenmiyor bu Mehmet Çavuş! Tahir’i göndermeyeceği dünden belliydi zaten! ”
Sinirlenmişti. Bir yandan da üşümüş, burnunu çekiyordu. Alt dudağına kadar sarkan kara pos bıyıkları, ağzından çıkan buharların buz gibi havada donmasıyla kırağı yağmış gibi beyazlamıştı.

“Düşün peşime, göreyim sizi! ” diyerek çocukları uyardı. Yekindi, karla dolu yola vurdu kendisini. Çocuklar da tek sıra dizildiler peşi sıra.

******************

Celal Köyü’nün çocukları nihayet düşmüşlerdi işte okul yollarına. Az mı özlemini çekmişlerdi? Kasabaya her gidiş gelişlerinde, Eskidir Köyü Okulu’nun bahçesinde oynayan çocuklara imrenerek bakmışlardı hep… Gidip geleceklerdi bu karlı yolları aylarca. Her yeni kar yağdığında kendi yollarını kendileri açacaklar; batacak, düşecek, elleri ayakları ve korunmasız bedenleri buza kesecekti. Bu kasvetli yolculuklarını havaların güneşli ve karların don tuttuğu günlerde, yanlarına aldıkları çayanlara binip meyilli tarlalarda bağıra çağıra dereye kadar kayarak neşeye dönüştüreceklerdi çoğu kez. Daha sonra çayanlarını dere kenarında yaşlı bir söğüt ağacının kovuğuna saklayıp karşı yakaya geçerek, Serpin köyüne giden yokuşu tırmanmaya başlayacaklardı.

Havaların ısınıp karların erimesiyle birlikte, çağıldayan küçücük dereciklerin oluştuğu ve uçuk mavimsi kardelenlerin yeryüzüne gülümsedikleri baharın o ilk günlerinde içlerini tanımsız bir sevinç dolduracak, biraz daha büyümüş olmalarının yanında okuma yazma öğrenmiş olmalarının gururunu da duyumsayarak onurlanacaklardı. Baharın ilerlemesiyle doğanın yeşile kestiği, yoğun bir yaprak ve toprak kokusunun yaşandığı mayıs ve haziran aylarında, okula gidip gelmenin coşkusu da bir başka güzel olacaktı. Evlerden çıktıklarında taa dere kenarına kadar hiç durmaksızın koşacaklar, eriyen kar sularıyla biriken sel suları geçit vermeyince, derenin kenarında yığılıp kalacaklardı. Öyle durumlarda ya Asim Ağa ya da Kemal Çavuş atlarıyla birlikte gelecek, çocukları birer ikişer terkilerine alarak karşı kıyıya taşıyacaklardı.. Seyrekte olsa atların bile geçemeyecekleri kadar sel suları biriktiğinde çook aşağıda bulunan İstavri Köyü’nün köprüsüne kadar yürüyecekler, köprüyü geçtikten sonra çalılarla kaplı yokuşu tırmanıp, bir süre de çam ağaçlarının içinde yürüyerek Serpin köyündeki okullarına ulaşacaklardı.
Okul dönüşü, çok acıkmış olduklarından eve kadar gitmeye sabredemeyip, kendilerini yamaçlara aşağı vuracak, çalı diplerinden mantar toplayarak büyük bir iştahla çiy çiy yiyeceklerdi. Sonra da kaya diplerinden menekşe, sümbül, nevruz gibi kokularına doyum olmaz çiçekleri toplayıp kopardıkları uzun şapka otuyla bağlayarak demet yapacaklar, evlerine götüreceklerdi.. Ya odalarının tavanına asacaklar ya da bir çömlek vazo içine koyarak doğanın mis gibi kokusunu her yana yayacaklardı.

********************

“Var mı içinizde yorulan ha? ” diye seslendi çocuklara Asim Ağa. Tek tek baktı gözlerine. Sabahın ayazında morarmaya başlamıştı ablak yüzleri. Ama okula gidiyor olmanın gururu belliydi kısık gözlerinde…
“Yoh! Yoh! ” diye yanıtladılar cılız bir sesle. Soğuktan çeneleri tutulmuştu sanki.
“Ula Asim Ağam, sen olmasan da gideriz biz bu yolları ha! ” diye araya girdi Yüksel.” Belli ki kızdırmak istemişti Asim Ağa’yı…
“ Poh gidersiniz ula! ” diyerek döndü Yüksel’e Asim Ağa. “Kızdırmayın beni la! Bırakırım sizi burada, geri bile dönemezsiniz de zırıl zırıl ağlarsınız haa! ” tersledi yüksel’i.
Bırakır mıydı hiç? Asim Ağa da heyecanlıydı çocuklar kadar. Sanki kendisi de okula yazılacak gibi geliyordu ona. “Ah anam ah! Niye erken doğurdun beni? ” diye söylendi içinden. “Keşke ben de çocuk olsaydım da…”
Büyük Dere’den geçmek kolay olmuştu. Derenin her iki yakasında oluşan buzullar orta yere kadar genişlemiş, bir adımla geçilebilecek kadar daralmıştı. Yokuşa vurduklarında yürümeleri zorlaştı. Aralıklarla günlerce yağan kar, Serpin köyüne giden patika yolu tamamen kapatmış, belirsiz kılmıştı. Asim Ağa kara saplanıyor, elindeki kocaman sopayla karları sağa sola savuruyor, daha sonra da karların üstünde tepinerek yolu düzlüyordu. Biraz yükseldiklerinde köyden göründüler. Celal Köyü’nün insanları fırın duvarının önüne birikmişler, okula gitmekte olan evlatlarını seyretmenin keyfini yaşıyorlardı. En önde giden Asim Ağa’nın çabalarını fark edebiliyorlardı. Çocuklar, yuvalarına yiyecek taşıyan karınca katarı gibi tek sıra halinde onun peşinde, ağır da olsa okullarına biraz daha yaklaşıyorlardı. Nasıl olsa döneceklerdi akşama. Onlara kesme çorbası pişirip içirecekler, donmaya yüz tutmuş bedenlerini ısıtmak için teneke sobalara odun doldurup hazır edeceklerdi…

************************

Gece yarısına doğru fırçayı elinden bıraktı Rüstem Öğretmen. Gitti, gaz fenerinin fitilini kıstı. Daha birkaç gece gerekecekti. O nedenle gazyağını idareli kullanmalıydı. Okul eğimli arazi üzerine konumlanmış köyün en üst tarafına, biraz da dışına yapılmıştı. Pencereye yanaşıp köye doğru bir göz attı. Yoğun kar yağışı evlerin görünmesini engelliyordu. Pencereyi açtı, içeriye hücum eden buz gibi havayı ciğerlerine doldurdu, pencereyi kapadı. İyice yorulmuştu. Gitti, öğrenci sıralarından birinin üzerine oturdu. Kireçle badana ettiği sınıf bembeyaz olmuştu. “Koridorla küçücük müdür odasını da yarın gece badana ederim, her yan ter temiz olur.” diye söylendi. Sabah okul açılacaktı. Tüm köylü çoluk çocuk gelirlerdi. Yapacağı açılış konuşmasını hazırlamalı, sabaha hazır etmeliydi. Okulun cümle kapısından dışarı çıktı. Yoğun ama sakin bir kar yağışı vardı. Yürüdü, bahçenin güney ucundaki taştan örülü bostan duvarının dibindeki kaynağın başına geldi. Elini yüzünü yıkadı. İçi yanmıştı. Eğildi iştahlıca su içti. Dışarıdaki soğuk havaya oranla içtiği su daha ılık gibiydi. Ceketinin yenleriyle yüzünü kuruladı. Geldi, müdür odasına girerek serili yer yatağına sırtüstü uzandı. Ayaklarını ve kollarını yanlara açarak gerindi. Üşüdüğünü hissetti sonra. Kalktı, teneke sobayı harlattı. Su dolu ibriği sobanın üzerine koydu. Erkenden kalktığında tıraş için sıcak su hazır olsundu.
Sabahleyin giyinip kuşanıp okul merdivenlerinin başına dikildiğinde okul bahçesine hiçbir öğrenci gelmemişti henüz. Ara sıra horoz ötüşleri ve kesik kesik köpek havlamaları duyuluyordu köy içinden. Bazı evlerin bacasından duman çıktığı görülüyordu. “Köy uyanıyor yavaş yavaş. Ama asıl uyanmayı ben başlatmalıyım…” diye geçirdi içinden. Kendisine güveniyordu. Enstitüde son sınıfta çevre köylere sıtaja gitmiş, deneyim kazanmıştı az da olsa. İçeri girerek bavulundan çıkardığı bayrağı aldı, getirip merdivenlerin hemen yanındaki bayrak direğine bağladı. “Hazır olsun da...” dedi. Saatine baktı, erkendi henüz. Dersliğe girdi, Refik Usta’nın kasabadan getirip sınıfın ortasına birlikte kurdukları koca sobaya odun doldurdu, tutuşturdu. Soğuktu içerisi. Zaten taş duvarlar yeni örülmüş, sıva ve badanası kurumamıştı bile. Müdür odasına gitti, bir cezveye su doldurarak içine yumurta koydu, çaydanlıkla birlikte getirdi, yanmakta olan sobanın üstüne bıraktı. “Gaz ocağı yakmaktansa…” dedi. Bir öğrenci sırasını çekti, sobaya yaklaştırdı. Okul yapımında kullanılmış boş çimento torbalarını, “Öğrenciler, defter kitap kaplar.” diyerek istiflemiş, korumaya almıştı. Bir tanesini yırtarak parçaladı. Temiz olan katını sıranın üzerine serdi. Kese kağıdında getirdiği bir miktar zeytinle, iki ucu koparılmış beyaz çarşı ekmeğini sıranın üstüne bıraktı. Günün yoğun geçeceği belliydi. Karnını iyice doyurmalıydı.
Öğrenciler birer ikişer okul bahçesine girdiklerinde Rüstem Öğretmen cebinden çıkardığı aynasını pencerenin camına dayamış, yüzünü seyrediyordu. Tıraşı güzeldi. Siyah dalgalı saçlarını arkaya taramış, gözlüklerini takmıştı. Kareli gri takım elbisesini giyinmiş, kol düğmeli beyaz gömleğinin üzerine de elbisenin rengine uyumlu bir kravat bağlamıştı. Yaka cebindeki mendili ve pırıl pırıl ayakkabılarıyla sanki bir film artisti gibi yakışıklı olmuştu. Açılış töreninde öğrencilere ve köylülere vereceği izlenim olumlu olsun istiyordu. Ama bu şekilde de yamalı elbiseli köylüler karşısında yepyeni elbiselerle görünmek hiç yakışık almayacağını düşündü. Canı sıkıldı. “Beni, kendilerine yakın görmezlerse onlarla nasıl iletişim kurarım? ” diye geçirdi içinden. Daha ilk günden farklı bir görüntü vermek doğru olmazdı. Pırıl pırıl yeni iskarpinlerine takıldı gözleri. Utandı… Ağır adımlarla yürüdü müdür odasına, soyundu yeni elbiseleri. Bavulunu açarak, enstitüde okurken giydiği takım elbisesini ve Sümerbank yapımı kunduralarını çıkarıp giyindi yeniden. “Oh be! ” dedi. Rahatlamıştı. Sınıfa girip odunu azalmış olan sobaya yeniden odun doldurdu. Zaman bir türlü geçmek bilmiyordu. Enstitü’yü kazandığında bile bu kadar heyecan duymamıştı. Birkaç tur attı sınıfın içinde pencereye yanaştı, çaktırmadan bir göz attı okulun bahçesine. Gelenler çoğalmıştı. Akşamdan sabaha kadar süren kar yağışı durmuş, yerini günlük güneşlik bir havaya bırakmıştı. Buna karşın güneş ışınlarının etkisi sabahın ayazını kıramamıştı.
Rüstem Öğretmen: “ Bu soğukta gelenleri bekletmek yakışık almaz.” diyerek ağır adımlarla yürüdü, dış kapıdan çıkarak merdivenlerin başında durdu. Bir heykel gibiydi.

*******************

“Hoşt! Hoşt! ” diye bağırıyordu Mehmet Çavuş. Azgınca saldırıyordu Eskidir köyünün köpekleri. Fatma Gelin’le Tahir’e siper olmuş, elindeki nacağı gelişine sallayarak köpekleri yaklaştırmıyordu kendisine. Alaca karanlıktı, kimseler de yoktu ortalıkta. Fatma gelin, Mehmet Çavuş’un asker kaputunun eteklerine yapışmış, bırakmıyordu. Tekrar bağırdı Mehmet Çavuş:
“Ulaaaa Ahmet! Ahmet! ”
Ahmet, köyün çobanıydı. Bu hırtık köpekler de onundu. Tanırdı Ahmet’i. Bayraklı’dan dayısının kızı Fadime’nin kocasıydı. Elindeki nacakla köpeklere doğru bir hamle daha yaptı Mehmet Çavuş: “ Sizden korkmuyorum! ” der gibiydi. Geriye dönüp kaçtılar üç beş adım köpekler. Yeniden döndüler geriye, bir saldırı daha yaptılar Mehmet Çavuşu’n üzerine doğru. Nacağını daha hızlı savurdu Mehmet Çavuş. Yanaştırmadı köpekleri kendisine. “Hiç mi insan yok bu köyde, bu kadar gürültüyü duyanda mı olmaz? ” diye düşünüyordu ki:
“Civan! Boz! Hoooşt! ” diye ortalığı inletti Çoban Ahmet’in sesi. Birkaç horoz sesi yükseldi köy içinden. Koştu yetişti Çoban Ahmet. Tuttu köpeklerini zincirlerinden. Hala saldıracaklarmış gibi yekinseler de sakinleşmişlerdi biraz. Zincirlerini bıraktı köpeklerinin Çoban Ahmet:
“Hoşt! Hadi gidin! Hadi! ” diye azarlayarak kovaladı köpekleri ötelere.
“Hayırdır Mehmet dayı! Bu alaca karanlıkta… Gece gece... Allah Allah! Hastanız kim Fatma Yenge? ”
“Tahir! ” dedi Fatma Gelin. Üzüntülü olduğu sesinin ağlamaklı oluşundan belliydi. Kirpikleri beyaza kesmiş, entarisinin eteklerinde buzlar oluşmuştu. “Bizim küçük oğlan…! Baygın…”
Çoban Ahmet önde, yürüdüler köy içine doğru. Koyunlarını bulunduğu ağılın önüne geldiklerinde:
“Hadin eve çıkak. Biraz ısının hele de! ” diye söze girdi Çoban Ahmet.
“ Bırak eve çıkmayı da şu ağılda biraz soluklanalım, bakalım durumuna Tahir’in! ” diye yanıtladı Mehmet Çavuş.
Ağıla girdiklerinde sıcak bir hava yaladı buz gibi suratlarını. Koyunların gözleri, karanlıkta ateş böcekleri gibi oynaşıyordu. Sıcak koyun gübresi ne de güzel kokmuştu sabah sabah…. Çömeldi Fatma Gelin, yorganı kaldırarak baktılar Tahir’e. Ağzından çıkan nefes ateş gibiydi.
“Tahir! Tahir! ” diye ünledi Mehmet Çavuş oğluna. Hiç oralı olmadı Tahir. Tepkisiz, kıpırtısızdı.
“Hadi kadın! ” dedi Mehmet Çavuş. Dinlenmenin sırası mı? Yetişelim hadi! ”

***********
Gün ışırken seyrek de olsa sepeleyen kar yağışı durmuş, yerini pırıl pırıl bir güneşe bırakmıştı. Kasabayı çevreleyen kayalıklardan kopan kar topakları yuvarlanmış, eğri büğrü izler bırakarak evlerin hemen yakınlarına değin inmişti. Tümden donan Melet Irmağı’nın gümüşe kesmiş yüzeyinde kasabanın ördekleri kursak telaşıyla koşuşup duruyordu. Kardan kapanan İğdir Ormanlarındaki kara yolunu açmak için hareket geçen greyder, korkunç sesler çıkararak Melet Köprüsü’nün üstündeki karları da kürüyerek ilerliyordu. Mahallelerden kasabanın merkezine kıvrılarak inen patika yollarda tek sıra halinde, ellerinde çantalarıyla okula gelmekte olan kızlı erkekli çocuklardan başka da görünürlerde kimseler yoktu. Mehmet Çavuş’la Fatma Gelin, yorgana sarılı Tahir’le birlikte kasaba meydanından çıkıp Melet Köprüsü’ne girdiklerinde Sami Bey’in Çayırı’ndaki koca okulun zili, kasabanın her yerinden duyulacak biçimde çalıyordu.
“Bu gün Serpin köyünde de açılacak mektep kadın.” dedi Mehmet Çavuş. “ Bu hastalık da neydi, geldi başımıza? Çantasını da hazırlamıştık akşamdan Tahir’in.”
“Olsun! Olsun! ” dedi Fatma Gelin. “Canı sağ olsun yavrumun da, varsın şurada kalsın okulu! ”
Köprüden çıkıp Sıçan Zabit’in bakkalının köşesini dönerek yokuşa vurdular. Fırının önünden geçerken burunlarına gelen taze beyaz ekmek kokusu ne de hoştu. Acıktıklarını duyumsadılar. Postane binasının hemen bitişiğindeki tek katlı taş bir yapının kapısını tıklattı Mehmet Çavuş. Nefessiz beklediler. Kapı ağırdan açıldı. Uzun entarisi üzerine giydiği el örmesi yün yeleği ve başındaki bürüğüyly Kafiye Kadın şaşırmıştı:
“Ne oldu Mehemmet! Yorgandaki sarılı kim? ” Sarıldı aldı Fatma Gelin’in kucağındaki Tahir’i. Acele girdi odaya. Yatırdı yün döşekli sekiye. Açtı yorganı. Mehmet Çavuşla Fatma Gelin de gelmişlerdi peşinden. Sıcacıktı içerisi. Doktorun Tahir’in koltuk altına sıkıştırdığı dereceyi alıp havaya kaldırıp bir baktı Mehmet Çavuş.
“İnmiş mi? ” diye sordu Fatma Gelin merakla.
“İnmiş gibi” diye yanıtladı
“Kurban olduğum Allah! ” diye iç geçirdi Fatma gelin. “İnsin! İnsin! ”

Günün ilk saatlerinde dayanmışlardı hastane kapısına. Kimsecikler yoktu ortalıkta. Zile basmıştı uzun uzun Mehmet Çavuş. Beklemişlerdi sabırsız. “Geldim ha! Geldim ha! ” diye sesi duyulmuştu bekçinin sonra. Ağırdan açmıştı kapıyı gözlerini ovuşturarak. Daha sonra durumun acil olduğunu kavrayarak koşmuş, doktoru evinden kaldırarak acele getirmişti hastaneye. Doktor, Tahir’i iyi bir muayeneden geçirmiş:
“Neredeydiniz bu zamana kadar? ” diye paylamıştı da.
“Dört saattir ancak gelebildik beyim.” diye yanıtlamıştı Mehmet Çavuş.
“Su toplamış ciğerleri. İğne vereceğim on tane.” demişti doktor.
“ Günde bir yapılacak, aksatmayın ha! İğneler bitince getirin bir göreyim. İhmal etmeyin. Ateşle oyun olmaz! ” diye uyarmıştı doktor.
“ Hele oturun şöyle. Korkacak bir şey yok! ” dedi Kafiye Kadın.
“ İyi bakarım oğluma ben. İğnelerini de vurdururuz hemşireye. Evi çok yakın bize. Sıkmayın canınızı! ”
Kafiye Kadın, Mehmet Çavuş’un üvey bacısıydı. Kocası bir küçücük bakkal dükkanı açmıştı Sıçan Zabit’in dükkanının bitişiğine de kasabaya göç etmişlerdi işte.
Akşama kadar Tahir’de hiçbir değişiklik olmamış, ara sıra kuruyan dudaklarına, pamukla su sürmüşlerdi. Gece ilerleyince Kafiye Kadın’ın sobanın hemen yanına serdiği yer yatağına giren Fatma Gelin’le Mehmet Çavuş, Tahir’i aralarına almışlardı. Az da olsa ateşi düşmüş gibiydi. Bu da onları rahatlatmıştı biraz. Uyusalar iyi olacaktı. Çok yorgundular. Ne de olsa umutları artmıştı. Hemen de uyudular.
Gece yarısına doğru bir ses duyar gibi oldu Fatma Gelin. Aceleyle yataktan kalktı, gidip lambayı yaktı. Geldi, Tahir’i kucağına aldı, yüzünü ışığa doğru tuttuğunda dudaklarının kıpırdadığını gördü:
“Bir şey mi diyecek acaba? ” diye dikkat kesildi. Yanaklarını Tahir’in dudaklarına tuttu, bekledi öyle bir süre.
“Ana su! ” diye inledi Tahir belli belirsiz. Anlamıştı Fatma Gelin. Tahir’i yavaşça, sırtüstü yatırdı sekinin üstüne; gitti, terekten maşrabayı aldı, sobanın üstündeki ibrikten ılık su doldurarak yanaştırdı Tahir’in dudaklarına. Kendisinden beklenmedik bir çabuklukla açtı ağzını; bir içti, bir içti ki Tahir, sanki hasta olan o değildi. Sonra, dudaklarını emer gibi yaptı birkaç kez. Biraz bekledi, derin derin birkaç kez nefes aldı. Fatma Gelin sevgiyle bakıyordu ona. Tahir gözlerini kırpıştırarak annesine bakar gibi yaptı ve zor anlaşılır bir sesle:
“Serpin köyüünde okul açıldı mı ana? ” dedi.

****************
Üçer beşer okul bahçesine doluşan köylüler, soğuktan korunmak için duvar dibine sığınmışlardı. Erkekler; elleri kilot pantolonlarının ceplerinde, kasketlerini gelen rüzgâra karşı yan yatırmışlar; kadınlar da uzun Sümerbank basmasından el dikimi entarilerinin üzerine yün hırkalarını geçirmişlerdi. Kara lastiklerinin içine giydikleri yün çorapları dizlerine kadar uzanıyordu. Ellerini koltuk altlarına sokarak ısıtmaya çalışıyorlardı. Okula yazılacak çocukların nineleri ve dedeleri de ellerinde bastonlarıyla gelmişler, yakınlarının yardımlarıyla ayakta zor duruyorlardı. Genç kızlar, delikanlılar, köyde kim var kim yoksa hep birden gelmişlerdi işte okulun açılışına…

Merdivenin başında beliren Rüstem Öğretmeni, gördüklerinde toparlanır gibi oldular. Yavaşça yürüdüler öne doğru. Refik Usta en önde, Kara Salih İle İboç İbrahim her iki yanında duruyordu. Kadınlar fazla yanaşmayıp biraz arkada kaldılar. Çocuklar okula ilk gelmenin heyecanı ve buz gibi havanın da etkisiyle tir tir titriyorlardı. Rüstem Öğretmen yapacağı konuşmayı geceden hazırlamış, yaka cebine koymuştu ama bu soğukta okumasının uygun olmayacağını düşündü. Hiç çıkarmadı cebinden. Bir iki adım daha ileriye doğru gelerek:
“Serpin Köylüler! ” dedi. Hava çok soğuk! Hemen içeri girelim. Muhtar, Refik Usta! Haydin, kimse dışarıda kalmasın, girin girin! ”
Köylüler, önce ne yapacak diye Refik Usta’yı izlediler. Refik Usta bir hamle yaparak merdivenlere yürüdü. Arkasından sökün eden köylüler, Rüstem Öğretmen’in kanatlarını iki yana açtığı okulun cümle kapısından doluştular içeriye. Daha önceden Rüstem Öğretmen sobayı yakmış olduğundan içerisi sıcaktı. Sınıfta az sayıda sandalye ve sıra vardı. Yaşı küçük olan çocukları oturttular önce. Köylülerden bazıları sınıfa girememiş, koridorda kalmışlardı. Kara tahtanın başına geçti Rüstem Öğretmen:
“ Anne babalar, dedeler nineler! Şimdi siz evlerinize gidin. Muhtarınızla birlikte kaydedeceğimiz çocukların listesini…” diyordu ki camları kırılırcasına vuruldu okulun cümle kapısı. İçeride bulunanların tümü başlarını kapıdan taraf çevirdi. Refik Usta:
“Kara Salih! Kimdir o? ” diye seslendi koridora.
“Kapıyı zangırdatan Asim Ağa! Celallı Asim. Geldiler işte bir sürü! ” diye yanıtladı Muhtarı.
Gerçekten de başlarında Asim Ağa, içeriye doluştu Celal Köyü çocukları. Önden yol açtı Asim Ağa, yanaştırdı çocukları sobanın yakınına. Üstleri başları buz tutmuştu. Okul torbaları boyunlarında, kırmızıya kesmiş ablak yüzleriyle yabancı bir köyün okuluna gelmiş olmanın ezikliği içerisinde bakınıp durdular sağa sola. Kara tahtanın başında duran Rüstem Öğretmen’e yaklaştı Asim Ağa:
“Öğretmen! ” dedi. “Aha çocuklar. Benden teslim. Hepsini yazacaksın okula haa! Karışmam. Bunca zahmeti boşuna çekmedim ben! ”
Gülümsedi Rüstem Öğretmen. Asim Ağa’nın omzuna koydu ellerini. Babacan bir ses tonuyla:
“ Sağ ol Asim Ağa! ” dedi. “ Emeklerin boşa gitmeyecek. Bu çocukların hepsi okumayı da yazmayı da bir güzel sökecekler. Hep birlikte bayram edeceğiz, gör bak! ”
Soğuktan büzüşmüş, kısacık boyu daha da kısalmıştı Asim Ağa’nın. Rüstem Öğretmen’in elini omzuna koymuş olmasından da cesaret alarak:
“Tahir’i de getireceğim öğretmen! ” dedi.” O’na da bir sandalye ayır he mi?
Rüstem Öğretmen Tahir’in kim olduğunu sormadı ama:
“Tamam, meraklanma sen! ” dedi.
“Komşular! ” diye araya girdi Refik Usta. “Nefes alamıyoruz. Şimdi burayı boşaltalım da öğretmen de işine baksın hade!

*****************

Serpin köyünün okulu açılmıştı açılmasına da kara kış göz açtırmıyordu insanlara. İboç İbrahim:
“Altmış yaşıma geldim, ben böyle kış görmedim. Gücüne gitmesin ama yağdırdı da yağdırdı. Hiç düşünmedi bu fakir fukara ne yer, ne içer diye! ” biçiminde yakınıyordu sağda solda.
Bazı günler öyle yoğun tipi oluyordu ki göz gözü görmüyor, hangi yönden estiği belirsiz sert fırtınalar, günlerce gidip gelinerek yürümeye elverişli duruma getirilen patika yolları birkaç dakikada dümdüz ediyor, yol yolak bırakmıyordu. Böylesi günlerde, Celal Köyü çocukları okula gelemiyor, gelmiş olsalar bile bu kez de köylerine geri dönemiyorlardı. Öyle olunca da Rüstem Öğretmen; Celal’lı öğrencileri gece yatısı için Serpin’li öğrencilere birer ikişer paylaştırıyor, İpsiz Salih’i de Celal Köyü’ne aşan tepeye yollayıp ıslık çaldırarak çocukların gelemeyeceklerinin haberini ulaştırıyordu. Özellikle kışın sert geçtiği ocak ve şubat aylarında bu durum sıkça tekrarlıyordu. Bir akşam, Cafer Ağa’nın evine konukluğa gelen komşuları, aralarında şakalaşırken söze giren Kara Salih:
“Celallı çocukları geçirelim nüfusumuza da bir daha yollamayalım evlerine. Nasıl olsa alıştık yatırmağa, yedirip içirmeye.” diyerek gülüşmelere neden olmuştu. İboç İbrahim de:
“Öyle konuşma emmi, yerin kulağı var. Celal’da duyarlarsa ayıp olur. Hele Mehmet Çavuş duyarsa yandın gitti. Daha da kurtulamazsın dilinden.” diye uyarmıştı da:
“Sen ne diyorsun be İboç? diye karşı koymuştu Kara Salih. “Yarın akşam yollayayım mı benim on iki oğlanı Mehmet Çavuşun evine. Bir gece kalsınlar, bir ambar somunu bitirsinler de alsın boyunun ölçüsünü Mehmet Çavuş.”diye çıkışmıştı şakadan.
Mehmet Çavuş, İboç İbrahim’in akrabası olurdu. Kara Salih’in söyledikleri şaka da olsa alınmıştı:
“Sen ne sandın Mehmet Çavuş’u be ya? Senin oğlanlara bir ambar somunu yedirir de bir ambar da sırtlarına sarar sana yollar. ” diye yanıtlamıştı.
Bazı hafta sonları Serpin köyünün çocukları da, Celal Köyü çocuklarına konuk giderlerdi. Kardan adam yaparlar, kıyasıya kar topu savaşına tutuşurla ya da ahlat ağacından yaptıkları çayanlarla eğimli tarlalarda durmaksızın kayarlardı. Böylelikle hafta sonu tatillerini iple çeker olmuşlardı.
Gece yatısına öğrenci geldiğinde evin kadınının eli ayağı şaşar, konuklarına ne yedireceğinin telaşına düşerdi. Çocuklar daha çok yufka böreğini seviyorlardı. Bakır sinide bol tereyağı ve küp çökeleği kullanılarak pişirilen yufka böreğini yemeye doyamazlardı. Böreğin arkasından bakır taslara doldurulmuş ahlat hoşafını kafalarına diker, bir solukta içer bitirirlerdi. Yemekten hemen sonra hava kararmış olduğundan yakılan gaz lambasını odanın ortasına koyarlar, etrafını çevirerek ödevlerini yapmaya başlarlardı. Zaman ilerleyince evin kadını haşladığı buğdayları bir sahan içinde lambanın hemen dibine koyar, öğrenciler de acıktıkça bir çerez gibi avuçlayarak yerlerdi.

********************

Rüstem Öğretmen okulun açıldığı gün hayli zorlanmıştı. En fazla otuz öğrencinin oturabileceği bir sınıfa altmış kişi oturtmuştu da, gene de yaşları büyük olanlardan yirmiye yakını evlerine geri yollanmıştı.
“Bunlar ne olacak, okumayacaklar mı? ” diye kaygıyla sormuştu da Refik Usta:
“Akşam dersleri koyacağım, bu derslere isteyen ev kadınları da katılabilecek.” biçiminde yanıtlamıştı Rüstem Öğretmen.
Öğretmen de, derslik de yetersizdi. Üstelik okul binasının işleri de henüz tamamlanmamıştı. Öğretmen evi olarak ayrılmış bölümün sıvası ve doğramaları eksik olduğundan Rüstem Öğretmen, küçücük müdür odasını yatma yeri olarak kullanıyor, öğrenci tuvaletinden yararlanıyordu. Çamaşır ve banyo gereksinmesi için hafta sonları ailesinin yanına kasabaya iniyor, pazartesi sabah erken kalkıyor, okul için gerekli evrakları ve bazı ders araç gereçlerini yüklenerek derse yetişmek için Serpin köyüne doğru yola koyuluyordu
“ Karlar eridiğinde, Serpin Köyü İlkokulu öğrencileri okuma yazmayı sökmüş olmalı.” diyordu kendi kendisine. O nedenle aralıksız çabalıyor, farklı yaş gruplarına göre ödevlendirmeler yapıyor, zorlanan öğrencilere daha fazla zaman ayırıyordu. Ektiği tohumlarının filizlendiğini, yakında yeryüzüne çıkıp kendisine gülümseyeceğini hissediyor, okuma yazmayı sanki kendisi sökecekmiş gibi de heyecanlanıyordu.
Celal Köyü’nden gelen Tahir’den çok umutluydu: Yaşı küçük olduğu için kaydını yapmamıştı ama; sınıfta yer olmamasına karşın, Asim Ağa’ya söz verdiğinden sandalye ayıramasa da, bir tabure bulup sobaya yakın bir yere oturtmuştu. Diğer öğrencilerden daha geç başlamasına karşın neredeyse okuma yazmayı ha bu gün, ha yarın sökecek gibiydi. Verilen ödevleri erken bitirip defterinin boş sayfalarının kenarlarına resimlerle süslemeler yapıyor, Zahide ablasının oğlu İsmail’e sanki bir öğretmenmiş gibi harfleri yan yana getirerek hece, heceleri de birbirine ulatarak anlamlı birer sözcük oluşturmasına katkı yapıyordu. Soğuk ve karlı bir günün sabahında okula geldiğinde üstündeki giysilerin donarak sertleştiğini gören Rüstem Öğretmen’in içi cız etmiş, yumuşak bir sesle:
“Tahir! ” demişti, “ İstersen okula gelme oğlum, zaten yaşın küçük, kaydını da yapmadım. Seneye gelirsin. Hem daha büyümüş olursun, hem de kaydını da yaparım, olur mu? ” Bunun üzerine küçücük adımlarıyla gelerek Rüstem Öğretmen’in karşısına dikilmiş:
“Oturmak için taburem var ilköğretmenim.” demişti. “Fırtınalı günlerde de köyüme gitmem, Zahide ablam bana bakar.”
Tahir’in umulmadık çıkışı Rüstem Öğretmeni şaşırtmıştı ama okulda kalmak için ısrarlı ve kararlı oluşu da hoşuna gitmişti doğrusu. Zahide ablası halasının kızıydı. Cafer Ağa’ya gelin gelmişti Celal Köyü’nden.
Tahir, gerçekten de kendisinden beklenmedik bir dayanıklılıkla kar yağmadığı güneşli günlerde aksatmadan köyüne gidip geliyor; fırtınalı günlerde de Zahide ablası okula gelerek oğlu İsmail’le birlikte Tahir’i alıp evine götürüyordu. Tahir’le İsmail, öğretmenin verdiği ödevleri yaptıktan sonra güreşe tutuşuyor, odanın altını üstüne getiriyorlardı. Tahir çok mutlu oluyordu bu evde. Kendi evleri hem çok kalabalık, hem de öyle kolay kolay güreş tutamazdı kardeşleriyle. İzin vermezdi anası, zaten onca insanın kahrını çekiyordu….

********************

Rüstem Öğretmen yorucu bir günün sonunda öğrencilerini evlerine salmış, müdür odasından iki ucu koparılmış bir parça pazar ekmeği ve küçük bir kese kâğıdı içinde bir miktar zeytin alıp sınıfa girerek bir sıranın üzerine koymuştu. Harlattığı koca sobanın üstünde demlediği çayı maşrapasına dolduruyordu ki sınıfın kapısı açıldı, Refik Usta “Pat! ” diye girdi içeri.
“Merhaba öğretmen! ” dedi. “Bir uğradım işte.
Elinde küçük bir sepet tutuyordu.
“Gel Refik Usta, gel! ” dedi Rüstem Öğretmen. “Kaynanan seni seviyormuş, çay demledim, içelim birlikte.”
Refik Usta, elindeki sepeti ekmekle zeytinin yanına bıraktıktan sonra:
“Çay zeytin, çay zeytin! Kuruyup kalacaksın köyümüzde be Rüstem Öğretmen! Bu böyle sürüp gitmez. İnce hastalığa yakalanırsın da… Sana mı yanalım, çocuklarımızın öğretmensiz kalmasına mı? ”
“Korkma1” dedi Rüstem Öğretmen. “Anam beni üç yaşıma kadar emzirmiş, çelikliyimdir, kolay hastalanmam…”
Refik Usta, sepette getirdiği bohçaya sarılı yufka böreğini çıkararak sıranın üzerine serdi.
“Bak öğretmen! ” dedi. “Sen yalnızsın. Öğretmen evi de daha bitmedi. Dünya kadar çocuk. Terleyip duruyorsun…”
Rüstem öğretmen sözün nereye geleceğini anladı ama Refik Usta’nın sözünü boğazına tıkmak da istemedi.
“ Cuma namazından sonra oturup konuştuk.” diye sürdürdü konuşmasını Refik Usta. “ Sıra ile sana yemek getireceğiz. Çocuklara okuma yazmayı söktür, bize yeter. İşin başından aşkın. Bir de yemekle, bulaşıkla uğraşma! ”
Rüstem Öğretmen’in bu öneriye canı sıkılmıştı. Zaten yoksuldu köylüler. Sıradan yemekleri getirmeyi gururlarına yediremezler, ne pişireceklerini şaşırır kalırlardı. Gerek de yoktu. Ne diyeceğini bilemedi önce.
“Bak Refik Usta.” dedi “ Beni düşündüğünü biliyorum. Her pazartesi zaten haftalık yemeğimi getiriyorum. Yakında öğretmen evi de tamamlanırsa…” daha tümcesini tamamlamamıştı ki:
“Bir kuş bir dala sığınırmış öğretmen. Koca Serpin köyü bir öğretmenini doyuramaz mı? Celallılar duyarsa tefe koyarlar bizi tefe!
Yanıt vermedi Rüstem öğretmen. Kalktı, müdür odasından bir maşraba daha getirerek çayları doldurdu. Böreğin ucundan bir parça kopararak attı ağzına. Yemese ayıp olacaktı.
“Çoktandır yufka böreği yememiştim, özlemişim. Sağ olasın Refik Usta! ” dedi.
Sessiz beklediler bir süre. Rahat değildi Refik Usta
“Belli ki sıkıntılısın Refik Usta! ” dedi Rüstem Öğretmen. “ Bir şey diyecek gibisin.”
Refik Usta sanki bir şeyler arıyormuş gibi gözlerini sınıfın içinde dolaştırdı, biraz zaman kazandıktan sonra:

“Belki kulağına gelmiştir ama gene de benden duymuş ol! ” diye sürdürdü konuşmasını. “ Şu bizim Felek Hoca, imam… Okulun zili her çaldığında:
“Kilisenin çanı çalmaya başladı gene! ” diyormuş.
Rüstem Öğretmen çayından bir yudum daha çekti, ağzındaki böreği acele çiğneyip yuttu. Felek Hoca’yla köy içinde birkaç kez karşılaşmış, selamlaşmışlardı. Köyde okul açılmasına karşı olduğunu duymuştu ama torunları da gelip okula kaydoluşlardı.

“Söylensin dursun Felek Hoca! dedi Rüstem Öğretmen. “ Köylülerin çocuklarını kaydettirmek için birbirleriyle nasıl yarıştıklarını görmedin mi? Nasıl da üzüldüler yer yokluğundan kayıt yaptıramayınca. Ama merak etme Refik Usta, yarından tezi yok, akşam okulunu açacağım. Kim istiyorsa okuma yazma öğrenecek. Yalnız dört beş tane gaz fenerine gereksinmem var, hava erken kararıyor, haberin olsun. Sonra bir ara gider, Felek Hoca’nın da gönlünü alırız birlikte.”

**************

“Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır.” erler ya… Yağan kar Serpin köyü evlerinin üzerini bir yorgan gibi örtüyor, esen sert rüzgarlarla savrulan kar tipileri pencere önlerini kapatarak içerisinin ışık almasını engelliyordu. Köylüler, ellerine aldıkları küreklerle önce pencere önlerindeki karları kürüyerek evleri gün ışığıyla aydınlatıyorlar; sonra da ahırlara, samanlıklara, çeşmeye ya da komşu evlere ulaşacak yolları açıyorlardı. Böyle durumlar en çok çocukları sevindiriyordu. Evlerin çatılarına çıkıyorlar, sanki denize dalıyorlarmış gibi sırtüstü, yüzüstü, çivilemesine, bağıra çağıra atlayarak iki üç metre yüksekliğindeki kar birikintilerine saplanıyorlardı. Geceleri ya da öğleden sonraları uzak dağlarda düşen çığ patlamalarının insanın içini ürperten gümbürtüsü dağlardan derelere, derelerden köylere yankılanıyor, çocukların birbirine sokulmalarına, büyüklerin de “La havle! ” çekmelerine neden oluyordu
Çevre köyler arasında her türlü iletişim kesilmiş, zaten kasabayla ulaşım kapalı olduğundan tüm köyler kendi içlerine kapanmışlardı. En önemli olumsuzluk, ağır kış koşullarına dayanamayıp hastalanan yaşlılarla bebeklerin doktor ve ilaç yokluğu nedeniyle ölmeleriydi. Bu durumda köyden köye bağırarak ölüm haberleri ulaştırılıyor, diğer köylerden kendisine güvenen birkaç kişi yolu olmayan arazilerde karları yara yara cenazeye gelerek ölüm acısını paylaşıyorlardı.

**********************

Kış sonlarına doğru ambarlarda ekmeklik un, küleklere doldurulmuş tereyağı, küplere basılmış lahana turşusu iyice azaldığından karların eriyerek baharın gelmesini iple çekiyorlardı. Baharla birlikte ekin tarlalarında, harmanlarda yerden fışkırırcasına çıkan madımak, evelik, yemlük, kuzukulağı gibi yer pancarlarıyla çalı diplerinde büyüyen çeşit çeşit mantar ve melisan yaprakları önemli bir besin kaynağı olarak imdatlarına yetişecekti… Şimdilik köy altındaki dere boyundaki bostanlarda kar altında bekleyen lahana dürmeleriyle açtıklar kuyulara doldurulup üzerleri toprakla örtülen patates yığınları bir süreliğine köylülerin açlığını giderirdi.

**********************

Kar sularının erimesiyle derelerdeki su bollaşıp değirmenlerin çarkını döndürecek güce ulaştığında ambarlardan çıkardıkları ekmeklik arpa ve buğdayları çuvallara dodurarak at eşeksırtında değirmene öğütmeye gidiyorlardı. Değirmende acıktıklarında taze unla yaptıkları değirmen çöreğini, evlerinden getirdikleri lahana turşusuyla birlikte büyük bir iştahla yemenin tadına da doyum olmuyordu.
Kışa girerken ineklerin ve koyunların sütü kesildiğinden kış boyunca süt ve yoğurttan yoksun kalan köylüler; mart ve nisan aylarında ineklerin buzağılamasını, koyunların kuzulamasını sabırsızlıkla bekliyorlardı. O yüzden Rüstem Öğretmen’in okulun arka bahçesinde taş duvarın dibine ateş yaktırıp Refik Usta’nın getirdiği koca bakır kazanda süt tozu kaynatarak öğrencilere içirmesi, sütü özlemiş olan öğrenciler için bulunmaz bir fırsattı. Amerika’nın yolladığı süt tozu olsa içirmezdi ama “ Kars Süt Tozu Fabrikası” üretimi olduğu için gönül rahatlığıyla kaynatıp öğrencilerine içiriyordu. Hele bunun öğle tatillerinde yapılıyor olması Celal köyünden gelen çocuklar için öğle yemeği yerine geçiyor, evlerinden getirdikleri arpa ya da buğday unundan yapılmış peksimetleri okul bahçesindeki kaynakta ıslatıp tas içine doldurulmuş sıcacık süt tozu içerisine doğrayarak yarışırcasına yiyorlardı. Öyle ki, Serpin köyünün çocukları bile böyle bir ziyafete ortak olabilmek için evlerine gitmezler, paylarına düşen süt tozu taslarını kafalarına dikerek Celallı çocuklara eşlik ederlerdi.
Köylerin kıraç arazilerde bin bir güçlükle üretip samanlıklara doldurdukları hayvan yiyecekleri, kışları fazla hayvan beslemelerine olanak vermezdi. O nedenle et yemek için kesim yapamazlar, ancak hastalanan bir hayvan olur da iyileşemeyeceğini anladıklarında murdar olmaması için keserler, etini de komşularıyla yiyecek takası yaparak paylaşırlardı. Evler de kazanlarda haşlanan etlerin kokusu köy içlerine öyle bir yayılırdı ki insanlar bu kokuyu içlerine çekerek sanki et yiyormuş gibi keyiflenirlerdi.

****************

Baharın gelmesini Rüstem Öğretmen de sabırsızlıkla bekliyordu köylüler gibi. Öncelikle okul binasını koruma altına alacaktı. Köyün dışındaki mezarlık yanından kağnı arabalarına koşacakları öküzlerle taş taşıtacaktı öğrencilerine. Bir yandan yaşı küçük olan öğrenciler sınıflarında verilen ödevlerini yaparlarken diğer yandan da bedenen güçlü olan öğrencileriyle birlikte, getirdikleri taşlarla okulun bahçe duvarlarını öreceklerdi. Duvar işi bitince bu kez de öküzleri kağnı arabalarına yeniden koşturarak köye çok uzak olmayan çam ormanına gidecekler, bir iki metre boyundaki körpe çam fidanlarını kazma kürek yardımıyla, köklerini toprağından ayırmadan, olduğu gibi söktürecek, kağnı arabalarına yükleyerek getirip okul bahçesine yıktıracaktı. Okulun çevresine ördükleri taş duvarların iç tarafına belli aralıklara eşecekleri kuyulara bu fidanları dikecekler, diplerini toprakla doldurarak kaynaktan kova ile taşıyacakları sularla can suyu vereceklerdi. Bir başka gün köy içlerinde ya da daha aşağılarda, dere boylarında bir minare gibi göğe yükselmiş kavak ağaçlarına öğrencileri tırmandıracak, nacak yardımıyla kestireceği yeşil yapraklı uzun dalları, okul bahçesine çamlarla uyumlu bir şekilde dikeceklerdi. Ondan sonra da okul bahçesine öyle bir luna park kuracaktı ki bu düşüncesini kimseye söylemeyip, içinde bir sır gibi saklıyordu. Asıl şimdi, henüz her yan karla kaplı iken okulun kayak takımını kurmalıydı. Akşam okul çıkışı Veli’yi yanına çağırarak:
“Babana söyle de okula bir uğrasın! ” diye tembihledi. Refik Usta haberi aldığında: “Gene vardır kafasında bir iş. Nasıl olsa buldu Refik Usta’yı! Koştur babam koştur! ” Ama olsundu. Okul açılalı beri köye bir hareket gelmiş, çocukların çat pat okumayı sökmeye başlıyor olmaları herkesi sevindirmeye başlamıştı. Bunda köy muhtarı olarak kendisinin payının olmasından ayrıca gurur duymak hakkıydı. Yarını beklemeyip:
“Hele bir gideyim neymiş derdi.” diyerek okula yollandı. Giderken de fırından yeni çıkmış bir kara buğday somununu Menderes gazetesine sararak:
“Sıcak sıcak yesin Rüstem Öğretmen! ” diyerek koltuğunun altına kıstırdı. Gerçi Menderes gazetesini gördüğünde Rüstem Öğretmen biraz bozulmuştu ama başka da saracak bir şey bulamamıştı. Dönemin Başbakanı Menderes, hemen her köyde bulunan bir temsilcisine parti gazetesi gönderir; köylerle iletişimini kesmezdi. Bu gazeteden Serpin’den Refik Usta’ya, Celal Köyü’nden de Mehmet Çavuş’a gelirdi. Belki de Tahir’le Veli’nin okuma yazmada sınıfta öne geçmiş olmaları, evlerine gelen parti gazetesi üzerinde okuma alıştırmaları yapıyor olmalarından kaynaklıydı. Rüstem Öğretmen’in, üzerinde Amerikan bayrağı olan süt tozu torbalarını bir kenara ayırarak çocuklara içirmemesi Refik Usta’nın dikkatinden kaçmamıştı. Zaten Enstitü çıkışlı bu öğretmenler çevre köylerde süt tozu torbalarını derelere döktürdükleri için şikayet üzerine maarif müfettişlerince takibata uğradıkları haberi gelmişti. Devletin her işine burunlarını sokmaları, orada burada toprak ağalarının ellerinde bulundurdukları toprakların topraksız köylülere dağıtılması gerektiği düşüncesini dillendirmeleri, toprak ağalarını ürkütmüş, Sağır İsmet’in partisinden koparak Menderes’in öncülüğünde Demokrat Partiyi kurmuşlardı. En son seçimlerde yoksul ve eğitimsiz geniş halk yığınları; Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana çektikleri sıkıntıların acısını çıkarırcasına yeni partiyi desteklemişler, iktidara taşımışlardı. İş başına gelen yeni iktidar da böylesine zararlı düşüncede öğretmen yetiştiren “Köy Enstitüleri”ni kapatarak çanlarına ot tıkamıştı. İşte şimdi de Marşhal yardımı sayesinde köylerde dağıtılan beyaz Amerikan buğdayı, Amerikan bezi, okullara verilen süt tozu sayesinde fakirin yüzünü güldürüyordu. Üstelik “Küçük Amerika” olma hayalleri bile estiriliyordu halk arasında. Gerçi Ordu ve Samsun’un yüksek tepelerine radarlar kurulmuş ve buralara çok yıldızlı Amerikan bayrakları çekildiği duyumları geliyordu ama bu durum yoksul köylülerin umurunda bile değildi. Onlar, her üç ayda bir ucuz ve veresiye dağıtılan Amerikan buğdaylarının ambarlarına giriyor olmasını çok önemsiyorlar, “Allah devlete millete zeval vermesin! ” diye yakarıyorlardı.

Refik Usta okulun merdivenlerini çıkıyordu ki kapı açılarak okul temizlik nöbetçisi iki öğrenci dışarı çıktı.
“ Öğretmen içeride mi Zeynep? ” diye nöbetci öğrenciye sordu.
“He he Refik Emmi! ” diye yanıtladı Zeynep. “Sınıfta gazete okuyor.”
“ Söktünüz mü okumayı, bizim Veli ağırdan okumaya başladı da.”
“Size gelen gazete bize de gelse biz de sökerdik okumayı Refik Emmi! ” diye diklendi Şerife. Sanki Veli’yi kıskanmış gibiydi. Araya giren Zeynep’de:
“Refik Emmi! ” dedi. “Okulun sandalyelerini sen yaptın da çivilerinin ucu dışarıda, bacakları da düşüp duruyor ikide bir. Yıl sonunu bulmaz parçalanırlar hep, gör de bak! ”
Belli ki Refik Usta’yı zora sokmak istemişti Zeynep.

Gerçektende sandalye ve sıralar dayanıksız kavak ağacından yapılmıştı. Koca koca oğlanların ve kızların ağırlıklarını taşıyamadıklarından dağılıyor, Rüstem Öğretmen de elinde bir keserle sık sık tamir etmek zorunda kalıyordu.
Refik Usta sınıfa girdiğinde Rüstem Öğretmen ağır ağır yanmakta olan koca teneke sobanın başına oturmuş, geçen haftanın gazetelerini önüne çektiği bir sıranın üstüne yaymış okuyordu. Refik Usta’yı görünce ayağa kalkarak:
“Benden çekeceğin var Refik usta! Kim dedi sana hem marangoz ustası hem de köyün muhtarı ol diye? Ne demişler: Meyvesi olan ağacı taşlarlar.”
Bir sandalye alarak Refik Usta’yı yanına oturttu. Refik Usta koltuğunun altında gazeteye sarılı taze kara buğday ekmeğini çıkardı, ortadan bölerek:
“Al hele Rüstem Öğretmen! ” dedi. Fırından yeni çıktı. Sıcak sıcak yemesi iyi olur.” diyerek uzattı. Sıcak ekmek mis gibi kokuyordu. Rüstem Öğretmen somundan dişleriyle büyük bir parça kopardı, bir yandan iştahla çiğnerken bir yandan da:
“Serpin buğdayı ekmeğinin tadını kasabada duymuştum. Kesene bereket Refik Usta.”dedi.
“Nerede ise şubat çıkacak, okuma yazmayı söken var mı? diye sordu Refik Usta.
“Daha erken…” dedi Rüstem Öğretmen. “Okul zaten geç açıldı. Köyde koyunlar birer ikişer kuzulamaya başladığında benim öğrenciler de birer ikişer sökecekler okumayı yazmayı. Ama sizin Veli’yle Celal’dan gelen Tahir bir iki haftaya kalmaz, patır patır hem okur, hem de yazarlar. Tahir daha altı yaşında. Okula kaydını bile yapmadım. “Bu sene gelme, daha küçüksün! ” dedim diye bana diklendi, ‘Oturacak taburem var ilköğretmenim! ’ diyerek gitmek istemedi. Sınıfın da en çalışkanı…
“Mehmet Çavuş’un oğlu o” dedi Refik Usta. “ Ağaca bakan keçini dala çıkan oğlağı olurmuş. Babası gibi inatçı desene? ”

Rüstem Öğretmen ceketinin iç cebinden bir zarf çıkararak Refik Ustaya uzattı.
“İçindekilere bak hele! ” dedi.
Zarfın içinde, Rüstem Öğretmenin Enstitüde okurken okullarında kurdukları kayak takımının toplu bir fotoğrafıyla Rüstem Öğretmen’in kayakla kayarken çekilmiş fotoğrafı vardı. Refik Usta eline aldığı fotoğrafları evirdi çevirdi:
“Bir şey anlamadım.” dedi. “Nedir bu fotoğraflar? ”
Rüstem Öğretmen, bu fotoğraflarda olduğu gibi Serpin köyü öğrencilerinden bir kayak takımı kurmak istediğini, köye değişik bir hava katacağını belirtti ve kendisine yardımcı olmasını istedi Refik Usta’dan. Refik Usta’nın kafasına pek yatmamıştı:
“Zaten çocukların çayanları var, kaykınıp dururlar tarlalarda. Bu uzun tahtaların üstünde duramayıp düşerler, kırılır bir yerleri, başına iş açma öğretmen! ” diye karşı çıkacak olduysa da tanıdığı kadarıyla Rüstem Öğretmen kafasına koyduğu bir şeyi yapmaktan geri durmazdı.
“Gene de sen bilirsin” dedi. “Ne gerekiyorsa yaparım.”

***************
Mart ayının çıkmasıyla koyunların kuzuların, gelinlerin kızların, özellikle kara kışın soğuklarından gına gelmiş dedelerin ninelerin, bir de komşu köyden bin bir yoksunluk ve güçlükle okula gelip giden Celal Köylü çocukların hasretle beklediği ilkbahar tüm görkemiyle gelmiş, uzun kış yorgunluğunu büyük bir yaşam sevincine dönüştürmüştü. Eriçok, Yağlıte, Kabakhepe, Evliya Tepesi hala karla kaplı olmasına karşın, eteklerinde yer yer alacalanmış, köylere doğru indikçe sadece dere yataklarında kürtük olarak kalmış, ekilecek tarlalar ve otlaklar kardan arınmıştı. Karların erimesiyle derelerin suları yükselmiş, dere yataklarına kurulmuş değirmenler harıl harıl ekmeklik arpa ve buğday öğütmeye başlamıştı. Köyün erkekleri, bir yandan arpa ekecekleri tarlaların tava gelmesini beklerken, öte yandan da öküzlerin kış süresince uzayan tüylerini kaşağılayarak temizliyor, çiftte kullanılacak koşum takımlarını tamirden geçiriyorlardı. Güzün ekilen buğday tarlaları hafiften çillenmiş, köyün hemen tüm hayvanları yeşillenen otlak ve meraları doldurmuşlardı. Uzun kış ayları boyunca durağanlaşan köy yaşamı, baharın gelişiyle doyumsuz bir yaşam sevincin doğurmuş, köylülerin yeni bir devinime geçmelerini sağlamıştı. Havaların biraz daha ısınmasıyla güzden yapraklarını döken Kılıçbaba meşelikleri ve Kavakçukuru’nun görkemli kavaklığıyla köy içinde ve köy etrafındaki sulak yerlerde bulunan servi kavakları yapraklanmış, doğanın yeşile kesmesi hemen hemen tamamlanmıştı. Ortaya çıkan toprak, çayır çimen, yaprak, ot kokuları birbirine karışıyor; tarlaların kıraç yerlerinde, dere boylarında otları boy atmış, çayırlarda bin bir renk ve güzellikte açan çiçeklerin kokusu esen yellerle köy içlerini dolduruyor, köylülerin çetin kış koşullarında çektikleri sıkıntılarının acısını çıkarmalarını sağlıyordu.

Serpin Köyü Okulu öğrencileri öğle tatillerinde yemekten arta kalan zamanlarını hemen okulun yakınlarındaki tarlalara, çayırlara dağılarak topladıkları gelincik, papatya, tomurları mavi mavi açan yoncaları toplayıp birer demet halinde getiriyor, Rüstem Öğretmen’in sınıftaki masasının üstüne bırakıyorlardı. Belli ki bu özverili köy çocukları, okuma yazmayı öğrenmenin sevinciyle öğretmenlerine olan gönül borçlarını ödemeye çalışıyorlardı. Ders saati yaklaştığında okul başkanının eline aldığı kacaman çanı sallamasıyla oluşan tiz sesler tüm köy içinde duyuluyor, çan sesini duyan öğrencilerin bazıları söğüt dallarından ürettikleri düdükleri ceplerinden çıkarıp olanca güçleriyle öttürerek, bazıları da naralar atarak okula doğru koşturuyorlardı. Çan seslerine karışan farklı tonlardaki düdük sesleri; kışın dondurucu ayazlarda samanlıklarda, kuytu yerlerde barınarak ölümden kurtulabilen serçelerin, saksağan, karga gibi yerli kuşların; havaların ısınmasıyla nereden geldikleri belli olmayan daha başka sayısız türde göçmen kuşların baharın gelmesini büyük bir şamatayla kutlamak amacıyla çıkardıkları seslere karışıyor, belki de dünyanın en güzel doğal senfonilerinden birini oluşturuyordıu…

Rüstem Öğretmen düşünceliydi. Okulun önüne koyduğu tahta sandalyesinde başını iki elleri arasında koymuş, okul bahçesinde oynayan öğrencilerini izliyordu. Serpin Köyü Okulu, açılalı beş altı ay olmasına karşın planladığı tüm projelerini kayak takımı kurmanın dışında tümüyle hayata geçirmiş, köy yaşamını olumlu yönde etkilemeye başlamıştı bile. Gerçi yayhın ağaçlarından kayakları yaptırmıştı ama karların erimesi üzerine seneye kullanmak üzere çimento torbası kağıtlarına sarmalayarak sınıfın tavanına kaldırmıştı. Okulun etrafını da öğrencileriyle birlikte elleri kan çanağı olana dek ördükleri taş duvarla çevirmişler, çam ve kavak fidanlarını gene okulun etrafına dikmişlerdi. Bahçe girişinden okul merdivenlerine kadar yürünecek yolu gene öğrencilerine getirttiği kaylık taşlarla döşemiş, çamurlu günlerde kolay yürümelerini sağlamıştı. Hele de okul bahçesine başta Raefik Usta olmak üzere diğer köylülerin de yardımıyla inşa ettikleri lunapark bir harikaydı. Köy arazileri içindeki en kalın ahlat ağacı bulunmuş, baltayla kesilerek Kara Salih’in öküzlerine çektirilip okul bahçesine getirilmişti. İki ucu el hızarıyla kesilerek iki metre uzunluğunda bir tomruk oluşturulmuş, daha sonra bu tomruk, okul bahçesinin tam orta yerine açılan bir çukura dikilmiş, büyük büyük taşlarla sıkıştırılarak devrilmeyecek konuma getirilmişti. Üstüne de köknar kalaslarından dört adet monte edilerek kol gücüyle çevrilen, büyük küçük tüm köy halkının binmek için can attığı dönme dolap ortaya çıkmıştı. Öyle ki öğrenciler derse girdiklerinde köyün yetişkin genç kızları ve genç delikanlıları okul bahçesine girip dönme dolaba büyük bir istekle biniyor, birbirlerini çeviriyor, teneffüs ziliyle birlikte sanki bir suç işlemişler gibi ne kadar da mahcup bir şekilde okul bahçesini terk ediyorlardı. Ama olsundu. Nasıl olsa okul tatil olunca gelip doya doya bineceklerdi dönme dolaba. Hatta salıncaklarda sallanacaklar, tırmanma halatlarına tırmanacaklar, havaya kurulu el merdivenlerine elleriyle tırmanacaklardı. Her ne kadar Rüstem Öğretmen’in akşamları okulda açtığı okuma yazma kurslarına katılıyor olsalar da okullu olmabilmenin özlemini içlerinde bir kor gibi taşıyorlardı…
Halatlara tırmanmakta olan Tahir’i bir el işareti ile yanına çağırdı Rüstem Öğretmen. Tahir koşarak geldi, karşısında durdu:
“Geldim ilköğretmenim! ”dedi.
Tahir’in:“İlköğretmenim” biçimindeki söylemi diğer öğrencilerce de benimsenerek yaygınlaşmış, bu söylemden Rüstem Öğretmen de hoşlanır olmuştu. Ne de olsa gerçekten de serpin öyünün ilk öğretmeniydi.
“Müdür odasından maşrabayı al, gözeden doldur da bir su içeyim Tahir, getirebilir misin?
Tahir koştu, su getirdi, Rüstem Öğretmen de bir dikişte suyu içti. Sandalyesinden kalkarak içeri girdi, ellerini pantolonunun ceplerine sokarak sınıfın içinde turlamaya başladı. Enstitüde öğrendiklerini okulunda uyguluyor, iyi de sonuç alıyordu. Duyma ve işitme zorluğu olan öğrencilerin dışında tüm öğrenciler artık okuyup yazabiliyordu. Şimdiyse kasabadan getirip okuduğu gazeteleri okuma bilen öğrencilerine dağıtıyor; öğrenciler, ders kitaplarının dışında gazete de okuyor olmanın sevincini yaşarken Rüstem Öğretmen de okumayı sökemeyen öğrencilere daha fazla zaman ayırabiliyordu. Serpin köyündeki bu olumlu gelişmelere karşın ülkedeki genel durumun iyiye gitmediğini düşünerek kaygılanıyordu Rüstem Öğretmen. Kendisinin de eğitim aldığı ve Türkiye’nin hemen her bölgesinde kurulmuş olan; yaparak yaşayarak iş içinde üretim için eğitim ilkesini uygulayan “Köy Enstitüleri” kapatılarak; ezbere dayalı eğitim yapan “Öğretmen Okulları”na dönüştürülmüştü..Ülke gerçeklerinden kopuk öğretmen yetiştirme sonucunda henüz aydınlanma devrimini tamamlayamayan Yeni Cumhuriyetin geleceği tehlikeye düşebilirdi. Zaten Türkiye’nin NATO’ya girmesiyle birlikte ülkenin tüm bölgelerine yardım gönüllüsü adı altında yüzlerce Amerikan ajanı doldurulmuş; Amerikan, İngiliz askeri üsleri ülke coğrafyasına serpiştirilerek yabancı bayraklar dalgalanmaya başlamıştı. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda kapıdan kovduğumuz düşman bacadan girmiş, ülkemizin geleceğini kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmeye başlamışlardı bile.
“ Neyse…” dedi Rüstem Öğretmen. “Biz öğretmenler ne kadar başarılı olursak okullarımızda, Cumhuriyetin geleceği de o kadar güvencede olur. ‘Ekersen tarlayı, yersin buğdayı; ekmezsen tarlayı, yersin zokayı.’ deyimini anımsadı. “Bize aydınlanma yolunda çalışmak düşer. Hadi bakalım Rüstem Öğretmen iş başına! ...” diyerek kalktı ayağa.

***********************

Nisanın sonlarına doğru aralıksız yağan yağmur, arpa ve buğday tarlalarını, çayırları, meraları iyice suya doyurmuş, ekinlerin ve otların hızlıca boy atmasına ve doğanın delirircesine yeşillenmesine yol açmıştı. İkisi bebek, ikisi yaşlı, bir de doğum yaparken yaşamını kaybeden bir gelin olmak üzere beş insanını kara kışa kurban veren Serpin köylüleri, doğanın bu cömertliği karşısında azda olsa acılarını törpülemişler, daha şimdiden gelecek kışa hazırlık yapmaya başlamışlardı bile. Köyün hayvanlarının ekili alanlara zarar vermemeleri için yaylalara göç etmeleri gerekiyordu ama,okulun tatile girmesini beklemek zorunda kalmışlardı. Bir gün okula gelen Refik Usta:
“Okulu ne zaman tatil edeceksin? ” diye sormuştu da Rüstem Öğretmene, o da:
“Hele şu baharı müjdeleyen altı mayısı bir geçirelim, kararı ondan sonra vereceğim. Biliyorsun, altı mayısta komşu köy okulları öğretmen ve öğrencileriyle her yıl Manahos’ta şenlik yaparlar. Bu yıl biz de ilk kez katılacağız. Seni de beklerim Manahos’a Refik Usta.” dedi.

***********************

Hem Serpin de hem de Celal Köyü’nde, sanki okul yeniden açılacakmış gibi hummalı bir çalışma başladı. Öyle ya, mademki Manahos’a kendi çocukları da gidecekti, öyleyse onları kasabaya yakın ve daha varsıl köylerden gelecek çocuklar içinde mahcup olmayacakları şekilde güzel ve temiz giydirmeliydiler. Tüm çocukları evlerin yunaklarında çimdirecekler, varsa en yeni giysilerini, yoksa da olanları bir güzel yıkayıp onarımdan geçireceklerdi. Hatta Serpin’li kadınlar, kızlarının saçlarını tıpkı kasaba kızlarınınki gibi tarayıp örecekler, bulabildikleri beyaz bezlerden kurdela yapıp saçlarının orta yerine bir güzel tutturacaklardı. Şenlikte yenilmek üzere sarı rengi alması için suyuna soğan koyularak yumurtalar kaynatılacak, küçücük bakır bakraçlara koyun ya da inek sütünden yoğurtlar mayalanacaktı. Ekmek fırınında karabuğday somunları pişirilerek hazır edilecekti. Evlerinde tereyağı, taze peynir ya da küp çökeleği ne var ne yoksa çocuklarına azık olarak vereceklerdi…

******************

Manahos’un Büyük Çayır’ına ilk, Serpin Köyü Okulu indi. Öğrenciler azıklarını Manahos Gözesi’nin başındaki ahlat ağacının dallarına astılar; yoğurt bakraçlarını da gözenin buz gibi sularına bırakarak gelip Rüstem Öğretmenin karşısında durdular. İçlerinden Tahir biraz öne çıkarak:
“İlköğretmenim! ” dedi. Biraz duraladı, öğretmeninin gözlerinin içine baktı:
“Şimdi serbest miyiz? ”
Sınıf başkanının değil de Tahir’in öne çıkması Rüstem Öğretmen’i gülümsetmiş:
“Diğer köy okulları gelene kadar serbestsiniz. Benim size öğrettiğim tüm oyunları oynayabilir, tüm şarkıları söyleyebilirsiniz.” diye yanıtladı Rüstem Öğretmen.
Sabahın erken saatleriydi ve insanın içini ısıtan ve gönlüne sevinç dolduran pırıl pırıl bir güneş vardı. Bin bir renkte açan çiçeklerin kokusu etrafa yayılıyor; tarla kuşlarının, karga ve saksağanların ve özellikle de kumruların ötüşleri birbirine karışarak doğal bir koro oluşuyordu. Serpin köyü öğrencileri, Manahos Çayırı’nın orta yerinde el ele tutuşarak geniş bir halka oluşturarak öğrendikleri güzel bir şarkıyı hep bir ağızdan el çırparak söylemeye başladılar:

“Menekşe buldum derede
Sordum evleri nerede
Üç beş güzel bir arada
Dilber dilber…..”
Çocuk sesleriyle kuş sesleri ne kadar da çok uyumluydu…

Serpin Okulu öğrencileri şarkılarını söyleyip oyunlarını oynarlarken Rüstem Öğretmen de Manahos köyü kalıntıları arasında: “Hele şöyle bir bakayım.” diyerek dolaşmaya başladı.. Evlerin ve samanlıkların temelleri, harman yerleri henüz kaybolmamıştı. Her ne kadar binaların kesme taşları Serpin’de, Bayraklı’da, Faldaca’da sonradan yapılan binalarında kullanılmış, tarlaları varsıllar tarafından yağmalanmış olsalar da; Manahos’luların eğilip eğilip suyunu içtikleri, işlemeli bakır güğümlerini ve bakraçlarını daldırarak sularını doldurdukları Manahos gözesi, sanki gidenlerin gelmesini bekliyormuşçasın, acıyla kıvranarak soğuk mu soğuk kaynamaya devem ediyordu… Buradan bakılınca taaa Koyulhisar’a aşan İğdir Ormanları, Yavadı’nın üstünde yükselen Kabaktepe, Zile’nin, Yeveli’nin eteklerinde kurulduğu Eriçok Tepesi, üzerinde ve eteklerinde birçok obayı barındıran, başı pare pare Yağlıtepe’yi seyretmenin tadı doyumsuzdu.
Yoğun bir hüzün kapladı yüreğini Tahir Öğretmen’in… Bir zamanlar bacalarından duman tüten, tarlalarında tohum ekilip ekin biçilen, harmanlarında düven sürülen, ağıllarında koyun kuzu meleşen; pos bıyıklı erkeklerin, sarışın mavi gözlü kadınların kızların ve ateş gözlü çocukların nefes alıp verdikleri; acısıyla tatlısıyla, kederleri ve sevinciyle yaşamın süregeldiği; binlerce yıldır yurt edindikleri tanımsız güzellikteki topraklarını, evlerini barklarını, tüm yaşanmışlıklarını, köy mezarlığında toprak olmuş yakınlarının unutulmaz anılarını, büyük acılar içinde, tırnağı etten sökercesine terk edip gitmek zorunda bırakılmışlardı.
Binlerce yıl birlikte yaşadıkları; ekin tarlalarında, yayla yollarında, düğünde dernekte, iyi günde kötü günde, varsıllıkta yoksullukta doğaya karşı savaşımlarında kader birliği yaptıkları komşu köylerin insanları onları uğurlamaya gelmişler, birbirlerine sarılarak gözyaşı dökerek Manahos’luların ayrılık acısını az da olsa azaltmaya çalışmışlardı. Kendilerine sanki bir emanetmiş gibi bırakılan Kostas’ı bağırlarına basacaklar, böylelikle köylerinden koparılan Manahos’lularla aralarındaki sevgi bağlarının sürdüğüne inanacaklardı. Kostas’ı düşündü Rüstem öğretmen. Evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştı ama gene de boynu eğik, mahcup; yüreğindeki anne baba kardeş özlemi kimbilir içinde nasıl fırtınalar koparıyordu. Kim bilebilirdi ki?
Manohos’u terk etmeden bir gün önce Andonis ile karısı Eftalia; Bıçakçı köyünde Abbas Ağa’ya çoban verdikleri oğulları Kostas’ı almaya gittiklerinde:
“Kostas dünden beri kayıp. Kaçıp size geldiğini sanıyorduk.” demişti Abbas Ağa.
Eftalia ile Andonis, Kostas’ın koyun güttüğü tüm dağları taşları, ovaları kuytuları, ormanları otlakları karış karış aramışlar, bulamamışlardı yine de. Anası Eftalia’nın yırtılırcasına “Kostaaaaaas! Kostaaaaas…! ” diye büyük bir acı ve hüzün içinde bağırtıları dağı taşı inletmiş, Kostas’tan ne bir ses ne de bir soluk alabilmişlerdi. Yer yarılmış, yerin dibine geçmişti sanki… Umarsız Manahos’a dönmüşler, ertesi gün köyü terk ederlerken Kostas’ın yokluğuyla, acı üstüne bir acı daha yaşamışlardı ailecek…
Bir gece gizlice Manahos’a gelip köyün boşalmış olduğunu gören Kotas, doğruca Abbas Ağanın yanına giderek:
“Aha geldim ağam! ” demişti.
Abbas Ağa Kostas’ı tepeden tırnağa şöyle bir süzmüş,

“Nereye yittin be çocuk! Ananla baban seni aramadık yer bırakmadı. ‘Kostaaaaaaas! Kostaaaaas! ’ diye bağırtılarını dağlar taşlar duydu da bir sen mi duymadın? Sağır mısın nesin be yav? (İyi oldu, öpeoğlusu kaldı bana! Ordan burdan çoban arayacağıma…!) ” diye seviniyordu içten içe..
“Beni de işkillendirdin. Başına bir iş mi geldi dağlarda derelerde diye kederlendim! (Tohumuna para saymadım ya! Eftalia Kadın gencecik. Daha çok Kostak doğurur…) “Hele de anan Eftalia Kadın’ın: ‘Ciğerimin yarısı buralarda mı kalacak? ’ diye bağıra bağıra ağlaması hala kulaklarımda çınlıyor…” Kendi de inanmıyordu söylediklerine ya…
“Ben Serpin köyünden Cemile’ye vurgunum Ağam! ” demişti Kostas. “Seni bırakıp gidersem namerdim.” diye de söz verdim ona. (Bak sen şu gavur oğluna!) diye geçirmişti içinden Abbas Ağa. “ Varsın gitsin anam babam, varsın gitsin ağalarım, bağrıma taş basacağım... Ben Cemile’mi bırakamazdım Ağam! ” diye sürdürmüştü konuşmasını Kostas…
Sonraki yıllarda Abbas Ağa Cemile’yi Kostas’a istemeye gittiğinde kız babası İhsan dayı: “Ben gavura kız vermem, müslüman olursa belki” diyerek zorluk çıkarması üzerine, Cemile de babasına haber salmış: “ Müslüman olsa da olmasa da ben Kostas’a varacağım, kimse de beni tutamaz! ” diyerek kararlı davranmış, Kostas’ın yüzünü kara çıkarmamıştı…
Üstünde kilise kalıntıları bulunan Papaz Tepesi’nin hemen bitimindeki düzlükte kurulmuş olan Manohos Köyü, etrafını saran çamlık ve meşeliklerin ortasında, çevre köy okularının her yıl geleneksel şenlik yaptıkları biricik yerdi işte…
Rüstem Öğretmen oynamakta olan öğrencilerinin yanına geldiğinde Papaz Tepesi’nin böğründeki dağ yolunda bir gümbürtü koptu. Serpin ve Celal Köylü öğrenciler oyunlarını bırakarak öğretmenlerinin etrafında kümelenip, büyük bir merakla sesin geldiği yöne doğru baktılar. Gelenler Faldaca Köyü İlkokulu olmalıydı. Öğrencilerin en uzun boylusu en önde Türk bayrağı taşıyordu. O’nun arkasında boyunlarına asılı trampetlere ellerindeki tokmaklarla patlatırcasına vuran üç sıra, onların arkasında borularını havaya kaldırarak yırtılırcasına öttürenler iki sıra, daha sonra da iri bakır tabakları birbirine çarptırıp tiz sesler çıkaran bir kız öğrenci yürüyordu. Diğer öğrencilerin ellerinde azık torbaları, kollarında asılı yiyecek sepetleri, yoğurt bakraçları olduğu halde büyük bir ciddiyet içinde Manahos Çayırı’nın ortasına kadar yürüdüler. Celal ve Serpin köyü çocukları böyle bir manzarayla ilk kez karşılaştıklarından ağızları bir karış açık trampet takımını ilgiyle izlediler. İzci elbiseleri de neydi öyle?
Faldaca Köyü Öğrencileri, Manahos gözesine yakın başka bir ahlat ağacının altına yöneldiler. Henüz azıklarını ellerinden bırakıyorlardı ki Manahos’un her tarafından diğer köylerin öğrencileri başlarında öğretmenleri olduğu halde Manohos düzlüğüne doğru sökün ettiler. Kimi okullar sessizce, trampet takımı olan okullar biraz da abartılı bir şekilde gelerek her okul başka bir ahlat ağacının altında toplandı.

Öğretmenleri tarafından serbest bırakılan tüm köy okullarının öğrencileri Manahos Çayırı’nda birbirleriyle öyle bir karıştılar ki, etrafı yemyeşil ağaçlarla çevrili Manohos Çayırı, arı kovanlarını andırırcasına bir uğultuya gömüldü.
Öğrenciler birbirleriyle üttürmecesine yumurta tokuşturmaya, kendi okullarında öğrendikleri oyunları oynamaya, şarkıları birlikte söylemeye başladılar. Başka köylülerin öğrencileriyle iletişime geçmiş olmalarını çok önemsediler. Değişik köylerden kız ve erkek öğrencilerin yan yana gelerek yürümeleri, birbirleriyle konuşmaları, el ele tutuşarak birlikte oyunlar oynayıp şarkılar söylemeleri, yaşamlarında önemli bir dönüm noktasıydı. Öğretmenler; eşleri ve çocuklarıyla birlikte öğrencilere karışmış, o coşkulu ortama dalıp gitmişlerdi. Bu devinim öğleye kadar sürdü. Güneş tepeye geldiğinde Eskidir Köyünün Öğretmeni Lütfü Gürsoy, cebinden çıkardığı bekçi düdüğünü birkaç kez öttürdü ve herkesin duyabileceği bir ses tonuyla:
“Şimdi hep birlikte yemek yeme zamanı! ”diye seslendi.

Tüm öğrenciler ahlat ağaçlarının dallarına astıkları azık torbalarını, sepetlerini, Manohos Gözesi’nin soğuk sularına oturttukları yoğurt bakraçlarını almak için koşuştular. Bu arada; kara, küçücük bir kız öğrenci, yoğurt bakracını alırken başka bir bakraca çarpmış, önlüğünün eteklerine ve kara lastiklerine yoğurt dökülmüştü. Utandı, sinirlendi: “Rezil oldum el alemin içinde! ” diyerek olduğu yere oturdu, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Sınıf arkadaşları yardım etmek için çevirdiler etrafını. Bu karmaşa Tahir’in gözünden kaçmamıştı. Koştu, gözenin başına geldi. Kalabalığın arasından süzülerek yaklaştı, ağlayan kıza merakla baktı. Yoğurdu dökülen kız öğrenci ağlıyor, gözlerinden akan yaşlar yanaklarında yuvarlanıyordu. Sol yanına bembeyaz bir kudele takılı simsiyah saçları Özenle taranarak at kuyruğu yapılmış, kocaman kömür gözleriyle kalın kara kaşları, esmerimsi yüzüne ne de çok uyum sağlamıştı… Bu durum Tahir’i hüzünlendirmişti. Gidip kızın elinden tutarak kaldırmak istedi. Ancak bu zamana dek hiç kız eli tutmamıştı ki… Cesaret edip yerinden bile kıpırdayamadı. Kara gözlü kızın önlüğünü buz gibi sularla yoğurttan arındırıp, küçücük ellerinden tutarak ayağa kaldıran kız öğrencilerin yerinde olmayı ne de çok istem,şti…
Manohos ahlatlarının gölgesine serilen sofra bezlerine çıkınlarda ne var ne yoksa serildi, yoğurt bakraçları ortalara konuldu. Öğrencilerin bundan sonraki yaşamlarında hiç unutamayacakları güzellikte bir yemek yenidi. Yemekten sonra okullar arası koşu, çuval, ağızla tahta kaşık içinde yumurta taşıma ve son olarak da bilgi yarışları yapıldı.

Zaman ilerlemiş, güneş Papaz Tepesi’ni öte ağmıştı. Manohos düzlüğü gölgelenmiş, köylere dönüş vakti gelmişti. Bu güzel günün anısına tüm öğrenci ve öğretmenler Manohos Düzlüğü’nün orta yerinde toplanarak belki de dünyanın en güzel şarkısını hep bir ağızdan söylemeye başladılar:

“Gençliğin biz sevgisiyle
Toplandık her an bur(a) da
Bu sevgi bağı kopmaz hiç
Dağılsak bir gün yurda…”

Şarkının bitimiyle yoğun bir alkış kopmuş olmasına karşın, yeni tanıştıkları arkadaşlarından ayrılmanın hüznünü içlerinde duyumsamışlardı…

*********************

“Hadi bakalım çocuklar! ” dedi Rüstem Öğretmen, “Gidiyoruz! ” Koşarak geldi önüne dikeldi Tahir:
“İlköğretmenim! ” dedi. “Susadım, gözeden su içeyim, gelirim hemencecik! ” Telaşlıydı…
“Çabuk ol! ” dedi Rüstem Öğretmen. “Bekletme bizi! ”
Koşarak gözenin başına gitti Tahir. Su içmek bahaneydi. Sağa sola bakındı, üstüne yoğurt dökülen kocaman kara gözlü kızı arandı… Yoktu! Hüzünlendi… Manohos Gözesi’nin fokurdayan soğuk sularına dikti gözlerini. Gözenin soğuk suları hiç durmaksızın kaynıyor, daha sonra da taştan taşa sekerek Bayraklı köyüne aşağı çağıldayarak akıyordu.
İç geçirdi:
“ Seneye de geleceğim buraya! ” dedi.

Öcalan Mustafa
Kayıt Tarihi : 30.4.2017 11:04:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Öcalan Mustafa