Hud Suresi (tefsir Çalışması)

Osman Erdoğmuş
566

ŞİİR


10

TAKİPÇİ

Hud Suresi (tefsir Çalışması)

HUD SURESİ
Mushafımızdaki sıralamaya göre 11, nüzul sıralamasına göre 52, suresi olup ayet sayısı 123 tür. Mekke’de nazil olmuştur.
Yunus suresinden sonra, Yusuf suresinden önce Mekke döneminin son bir yılı içinde nazil olmuştur.
Surede beş defa Hud ismi geçtiği, özellikle 50-60. ayetlerde Arabistan halkından Ad kavmine gönderilmiş bir peygamber olan Hud Aleyhisselamın hayatından ve putperest kavmine karşı verdiği mücadeleden bahsedildiği için bu isim verilmiştir.
Yunus suresi “vasbir hatta yahkümAllah” Allah hükmünü verinceye kadar sabret. Ayeti ile son buluyordu. “ve HUve hayrul hakimiyn” Çünkü O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır. Adeta Hud suresi, Yunus suresinin bittiği yerden başlarcasına Allah’ın geçmişte vahye karşı gelen, vahye direnen, ilahi mesaja karşı kendisini kapatan, Vahyi tebliğe memur olan peygambere karşı gelen toplumlar için ne hükmettiğini gösterircesine bu surede Nuh peygamberin kavminin, Hud peygamberin, Salih peygamberin, Lut peygamberin, Şuayp peygamberin ve Musa peygamberin gönderildiği toplumların vahye karşı gelince nasıl bir cezaya çarptırıldıklarını açıkça gözler önüne sermekte.
Gazaba uğrayanlar arasında bu surede çok ilginç bir biçimde peygamber yakınları da anlatılmakta. Nuh kıssası anlatılırken Hz. Nuh’un oğluna özel bir vurgu yapılmakta, davetinden kaçan, vahyi kabul etmeyen oğluna, asi oğluna. Ve yine bu surede Lut kıssası anlatılırken Hz. Lut’un eşine özel bir vurgu yapılır ve inkarcı eş müminlerden ayrılarak ibret-i alem olmak üzere Kur’an ın muhataplarına takdim edilir.
Kur’an’ın ilk muhatabı olan sevgili efendimiz, yüce önderimiz, peygamberimiz elbette bu mesajları çok daha farklı algılıyordu. Farklı algıladığı için bir keresinde akrabalarını etrafına toplamış, en yakınlarından başlayarak;
“Kızım Fatıma, nefsini Allah’ın elinden satın al, Vallahi yarın senin içinde bir şey yapamam.” Diyerek sıralamıştı, tüm yakınlarını uyarmıştı.
Dahası Hud suresindeki bu mesajı çok iyi alan sevgili efendimiz Hz. Ebu Bekir’in bir keresinde saçlarına bakarak;
İhtiyarlıyorsun, çabuk ihtiyarladın ya Resulallah.” Demesine karşı Resulallah şu itirafta bulunacaktı.
Beni Hud suresi kocattı, saçlarımı Hud suresi ve onun gibi onunla birlikte gelen sureler ağarttı.” Diyecekti.
Neden ağartmıştı sevgili efendimizin saçlarını bu sure, bu surede ne vardı. Onun saçını ağartan bu sure bırakın bizlerin saçını ağartmayı, tüylerimizi diken diken dahi etmiyorsa o zaman bize nazil olmuyor demektir. Henüz bize nazil olmamış. Henüz Kur’an yüreğimize işlememiş demektir. Onun için bu sureyi okurken çok özel bir ihtimam göstererek okuyacağız ve satırların arasında Resulallah’ın saçlarını acaba bu ayet mi ağarttı, Resulallah nasıl algıladı bu ayeti, Resulallah bu kıssayı nasıl algıladı, şu aktarılan tarihi olayı nasıl anladı diye anlamı arayacağız. Anlamı bulursak sebebi de bulmuş olacağız. Anlamı bulursak haddi zatında hakikati bulmuş olacağız. Ve belki onda uyandırdığı his, bizde de uyanacak. Ve belki bize, bizim kalbimize de Kur’an nazil olacak. Ter-ü taze, ilk günkü gibi, sıcak, buğusu üstünde.

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
1. Mukattaat harfleri, bu kesik ve mücerret harfler birçok manaya gelebilir. Birçok yorum yapılmıştır, tek bir yorumu yoktur. Ama bu yorumların tamamını birkaç başlık altında toplamak mümkündür.
a) “Vahyin ihtişamına dikkat çekmek.” Çünkü Kur’an da mukattaat harfleri ile başlayan hemen tüm sureler vahye doğrudan ya da dolaylı dikkat çekerek başlar.
b) Mukattaat harfleri Kur’an’ın sırrıdır. Tıpkı Hz. Ebu Bekir’in söylediği gibi, yorumladığı gibi. “Her kitabın bir sırrı vardır diyor. Bu Kitap’ın sırrı da bu harflerdir.”
c) Ey insan bakın, bu harfler sizin konuştuğunuz harfler, sözlerinizin yapı taşları, bildiğiniz söz yapıları. Fakat bu bildiğiniz bu insani, bu beşeri harflerden ilahi vahiy, bunları kullanarak Allah size mesajını gönderiyor. Yani yerden biten harflere gökten gelen mana giydiriliyor. Dikkat edin vahyin ayağını yerden, başını gökten kesmeyin. Vahyi; bu iki kutupluluğu, bu iki boyutluluğun içerisinde algılayın ve anlamaya çalışın anlamına gelse gerek.
“Uhkimet ayatuhu” ayetleri muhkem kılınmış, sağlamlaştırılmış, sabitleştirilmiş. Bu kaynağından aynen gelen bir vahiydir. Yani bu vahyi saptırmak, bu vahye dışarıdan bir şey katmak, bu vahyin kaynağını çarpıtmak, bu vahyin kaynağı ile olan ilişkisini koparmak mümkün değildir. Sağlamlaştırılmıştır. Kaynağına nispeti sağlam ve doğrudur, hakikattir.
“Sümme fussılet” daha sonra ayrıntılandırılmış, açıklanmış, tafsilatlandırılmış bir kitaptır diyor bu.
Kur’an hem müfesser bir kitaptır, hem de müfessir bir kitaptır. Yani Kur’an sadece tefsire konu değildir, tefsirin nesnesi değildir. Kur’an aynı zamanda tefsirin öznesidir. Yani müfessirdir. Sadece Kur’an ı biz tefsir etmeyiz. Kur’an kendisi tefsirdir.
Kur’an hepsinden önce, her şeyden öte varlığın tefsiridir. Vücudun tefsiridir. Sadece mevcudun değil, yani gördüğümüz, dokunduğumuz mahiyetiyle algıladığımız eşyanın değil, aynı zamanda vücudun, var oluşun, bu eşyanın gerisinde yatan özün, bütün bu varlığa, var oluşunu kazandıran mutlak var’ın, El Hakk’ın tefsiridir.
Yetmedi ve bitmedi, dahası Mekki ayetlerin tefsiri Medeni ayetlerdir. Medine’de adeta Mekke tefsir edilmiştir. Mekke de gelen akide, Medine de amele dönüşmüştür. Mekke de bir hayatın inşası emredilmiş, Medine de yeni bir hayatın nasıl inşa edileceği bizzat gösterilmiştir. İnsanoğlunun amelleride düşüncesinin tefsiri değil midir? İnsanoğlunun düşüncesi inancının tefsiri değil midir? İnsanoğlunun inancı bilincinin tefsiri değil midir? İnsanoğlunun bilinci tasavvurunun tefsiri değil midir?
Allah’a karşı duruş gördüğünüz gibi tasavvurdan bilince bilinçten inanca, inançtan eyleme, amele doğru akan bir tefsir hareketi, bir, birbirini açıklayan silsileler.
“Hakiymun Habiyr” Bu sure büyük bir bölümüyle kıssalardan oluşan bir suredir. Size Ey bu ayetlerin, ey bu vahyin muhatabı olan insan, sana hikaye anlatmıyorum diyor. Hikaye dinler gibi dinleme. Nuh Kıssasını, Lut kıssasını, Hud kıssasını, Şuayb kıssasını, Musa kıssasını hikaye dinler gibi dinleme. Hikmetini düşün. Bunun altında derin hikmetler var. O hikmeti düşünürsen masal dinler gibi dinlememiş olursun. Hikmetini bulursan Kur’an’ın; geçmişin masallarını anlatmadığını görürsün. Onun için uhkimet hikmetli kılınmış bir kitabın ayetleri bunlar.
2. Allah’a kulluk etmenizden Allah’ın hiçbir çıkarı yok, bu kesin. Peki kimin çıkarı var; senin ey insan. Kula kulluk edersen eğer, kendi elinle kendi hayatını mahvedersin. Varlığını harcamış olursun. Kendine yapabileceğin en büyük kötülüğü yapmış olursun.
Bu kısacık cümle var ya müthiş bir var oluş hakikatini dile getiriyor. Vahyin amacı nedir sorusunun cevabıdır bu. Allah neden insanla konuştu biliyor musun ey insan, Allah neden sana tenezzül etti biliyor musun, akıl vermişken, akılla yetinmeyip irade vermişken, iradeyle yetinmeyip fıtrat vermişken bir üstüne neden vahiy gönderdi biliyor musun ey insan. Bir tek sebebi var; Senin için. Çok önemli. Burada seni kula kulluktan kurtarmak için manası çıkar. Kula kulluktan kurtulasın diye.
Bana kul olun demiyorum size. Ben sadece bir uyarıcı ve muştucuyum. Neye karşı; köleliğe karşı uyarıyorum, özgürlüğü muştuluyorum size. Felakete karşı uyarıyorum, size saadeti, hem de sonsuz saadeti müjdeliyorum, tercihinizi yapın.
3. Kulun kulluk yürüyüşüne çıkarken ilk yapması gereken istikamet tespitidir. Tevbe budur. İstiğfar; ağırlıklardan kurtulmak, yola çıkarken yürek yıkamaktır. Çünkü yola çıkıyorsunuz, bir yürek abdesti almanız lazım. İstiğfar ederek, yüreği arındırarak, temizleyerek, geçmişin tortularını bir kenara atarak, af dileyerek, özür dileyerek çıkmalısınız.
Tevbe; yöneliş demektir, dönmek demektir. Onun için istikamet açısını iyi tutturun. Allah’a, Allah yolunda hakikat üzere yürürken başlangıçta iyi tevbe edin. Yani tam tutturun istikamet açısını. “İleyH” O’na doğru. Sapma olmasın.
“İla ecelin müsemma” Süre doluncaya, yani sonu yasa ile belirlenmiş ömür süresi doluncaya kadar. Buradaki yasa ile belirlenmiş olan zaman değil. Ölümün kendisi, ölümüm yasası yani. İşte o gelinceye kadar güzel bir hayat bahşetsin.
Güzel bir hayattan kastı Kur’an’ın yeryüzünde vur patlasın çal oynasın hayatı değil. Kur’an’ın güzel bir hayattan kastı; Firavun gibi dişi ve başı ömrü boyu hiç ağrımamış bir hayat değil. Elini sıcak sudan soğuk suya vurmadığı bir hayat değil. Güzel hayat; Güzel sonuçlu hayattır, sonu güzel olan hayattır. Ebedi mutluluğu getiren hayat, güzel hayattır. Yoksa anlık bir haz için bir ömrünü yakan, bir ömürlük mutluluğunu feda eden ahmak ve aptal insanlar durumuna düşeriz Allah korusun.
Mü’minin dünyada süreceği “güzel ve hoş hayat” şu özelliklere sahiptir:
Hırs olmaksızın yetecek kadar bir rızık,
Elde mevcut olana kanaat,
Yaratıklara el açmamak; kişinin üzerinde herhangi birinin, özellikle kınanmış birinin bir minneti olmaması,
Hak sahiplerine haklarını vermek,
İnsanların ihtiyaçlarının karşılanmasına vesile olmak,
Gençlikte bir günahla kınanmamak; Allah’tan gafil olmakla vasfedilmemek,
Kolay veya zor, kendi üzerinde cari olan her türlü tecelliye razı olmak.
4. Yani ömrünüzü kötü de geçirebilirsiniz, fakat unutmayınız, güzel veya kötü mutlaka sonunda hesap vereceksiniz. Kaçış yok. Allah’sız bir ahiret yok. Dünya hayatında Allah ile ilişkini keserek yaşayabilirsin, Allah’a karşı yabancılaşabilirsin, tercihini Allah’tan arındırılmış bir hayat lehine kullanabilirsin. Ama ötede öyle bir imkanın olmayacak, Allah’sız bir ahiret olmayacak. O zaman şimdiden hesabını iyi yap diyor. Dönüş ona.
5. Müşriklerin Hz. Peygamber’e sırtlarını dönmeleri mecazi anlamda olup onun Allah’tan getirdiği gerçekleri kabul etmediklerini, bu çağrıya kulak vermediklerini ifade etmekte, aynı zamanda akıl ve kalplerini batıl inançlarla örtmüş olduklarına, bu sebeple gerçeklere karşı kapalı ve duyarsız kaldıklarına işaret etmektedir.
Allah’tan yüreğini niçin sakınır bir insan, niçin kaçırır yüreğini Allah’tan. Niçin sırtını döner Allah’a. Allah yüreğe ne yapar ki. Tecelli ederse Allah yüreğe ışık verir, iman verir, hidayet verir. Çünkü Mukallib’ul Kulub olan odur, kalpleri evirip çevirir. Onun için sevgili nebi; sebbik kalbî âlâ dinik diyordu. Kalbimi dinin üzerinde sabitle. Yürek Allah’a verilirse Allah o yüreği hiç zayi eder mi? En güzel şekilde donatmaz mı, imanla donatmaz mı? Peki söyler misiniz bir insan yüreğini Allah’tan kaçırmakla aslında ne büyük bir ziyana uğramış oluyor.
Onun için burada söylediği yüreklerini Allah’tan sakınırlar, Allah’tan kaçırırlar. Allah’tan kaçıran kime verecek o yüreği. Eğer bir yürek ki Allah’a ait değilse, Allah’a teslim olmazsa kime teslim olur. Elbette şeytana teslim olur. Vay gele o yüreğin başına.
6. Dabbe, debelenen, hareket eden her bir canlıdır. Bu, insan dâhil, rızka muhtaç küçük-büyük, erkek-dişi, sağlam-zayıf, uçan-uçmayan bütün canlıların genel ismidir. Allah Teâlâ lütuf ve keremiyle bunların her birini rızıklandırmayı üzerine almıştır. Ya bizzat kendi iradesiyle veya onların iradelerini de devreye koymak suretiyle rızıklarını kendilerine ulaştırmaktadır. Allah, kâinatı ve bunun içinde de yeryüzünü canlıların rızıklarını karşılayacak şekilde yaratmış, her canlıya da tabiatlarına uygun çeşit çeşit rızıklar var etmiştir.
Müstekarr, canlıların dünya üzerinde bulunduğu yer. Müstevda, babanın sulbünde veya anne rahminde bulunduğu yerdir. Veya müstekar, hayatta iken bulunduğu yer; müstevda’ ise öldükten sonra konulacağı yerdir. Bu iki kelime, her canlının anne karnından başlayıp devam eden hayat yolculuğunun her basamağında uğrayacağı menzili, orada kalacağı süreyi ve bu basamağın sonunda emanet bırakılacağı yeri de içine almaktadır.
Bu ayeti kerimenin ışığı doğrultusunda; açlık ve kıtlık rızkın yetersizliğinden değildir. Yani Kapitalistler doğru söylemiyor. Açlık evrensel değildir. Rızık evrenseldir. Fakat insanoğlunun hırsı, aç gözlülüğü ve adil olmayan paylaşımda ısrarı, açlığın ve kıtlığın sebebidir. Varlığa rızık yetesiye iner, fakat insanoğlu hırsından ve aç gözlülüğünden gasp eder ve Allah’ın kendisini sınamak için fazla fazla verdiklerinden diğer insanların, yoksulların hakkını vermez ve sınavı kaybeder. Varlıkla sınanır ve kaybeder. Varlık onun için bir cehenneme dönüşür.
2
7. Allah Teâlâ, önceki ayette ilim ve kudretinin sonsuzluğunu gösteren delillere değindikten sonra, burada da o sıfatlarının tecellileri ve eserlerinden olan gökleri ve yeri yaratanın kendisi olduğunu ifade ederek, yine ilminin ve kudretinin sonsuzluğuna işaret etmektedir. Burada “gökler ve yer” ifadesinin onlardaki diğer varlıkları da içerdiğinde şüphe yoktur.
Ayeti kerime devamla Kudret makamının en büyük tecellisi olan hayatı su üzerine bina eden de o idi. Buyurarak suyun hayatımızdaki önemine dikkat çekiyor.
Tüm canlıları sudan yarattı, peki neden insanı yarattı derseniz; Bütün bunları hanginizin değer üretmede daha iyi olduğunuzu sınamak için yaptı. Yeryüzünün yaratılış amacı işte bu ayette ifade ediliyor. Yani yer yüzünün yaratılış amacı insandır deniliyor bir üstte. Burada ise insanın yaratılış amacı kendi kendisini en güzel bir biçimde gerçekleştirmektir. İşte onu görüyoruz.
Dün de, bugün de kâfirler aynı şeyi söylüyorlar. Zavallı insanlar kendi zanlarıyla, varsayımlarıyla, vahiyden uzak bilimsel dünyalarıyla, tahminleriyle kendilerine bir felsefe uyduruyorlar. Vahyi tanımadıkları için, Allah bilgisinden uzak oldukları için gözlerinin önünü bile göremiyorlar.
Kendi ruhlarından, kendi bedenlerinden, kendi dünyalarından habersiz kendi kendilerine zanlarda, tahminlerde bulunuyorlar. Hayat bu hayattır. Bu hayatın dışında başka bir hayat yoktur diyerek, dirilişin bir sihir olduğunu iddia ederek Müslümanın doğrusunu Müslümana kullanmaya çalışıyorlar. Aslında kendisi de inanmıyor bu dediğine. Kendisi de biliyor ki mutlaka yaptıklarının hesabı bir gün kendisinden sorulacak. Kendisi de bunun farkındadır ama hayat programının bozulacağından korktuğu için böyle diyor. Yani âhiret gündeme geldiği zaman, tekrar diriliş, hesap kitap gündeme geldiği zaman iştahı kaçacak ve şu anda yaptığı işleri rahat yapamayacak da onun için reddediyor. Allahsız, vahiysiz, cennetsiz, cehennemsiz bir dünya kurduğu için inkar etmesin de ne yapsın?
8. “Ümmet” kelimesi Kur’an-ı Kerim’de değişik anlamlarda kullanılmaktadır. Burada “süre, vade” anlamlarında kullanılmıştır. Diğer yerlerde ise ortak özellikler taşıyan canlılar topluluğu, iyi hasletleri kendinde toplayan kişi, izlenen yol, inanç, yaşayış tarzı ve daha başka anlamlarda kullanılmıştır.
Bir önceki ayette belirtildiği üzere Hz. Peygamber, öldükten sonra dirilmenin gerçekleşeceğini ve dünyada Allah’a şirk koşmanın ahirette cezayı gerektireceğini haber verdiğinde, müşrikler bu söze “düzmece” deyip alay ederek cezanın çabucak gelmesini istiyorlardı. İlâhî hikmet gereği ceza hemen gelmeyip belli bir süre ertelenince de bunu acizlik sanarak cezanın niçin hemen gelmediğini soruyorlardı. Yüce Allah bu soruya cevap vererek alay ettikleri cezanın mutlaka gelip onları çepeçevre kuşatacağını ve geldiği zaman onu hiçbir gücün geri çeviremeyeceğini haber vermektedir.
Bu cezanın dünyada mı yoksa ahirette mi gerçekleşeceği hususunda müfessirler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bir kısmı cezanın 3. ayette işaret edilen büyük güne yani kıyamet gününe ertelendiğini söylerken bir kısmı da ayetteki “sayılı, belirli” anlamına gelen ma‘dûde kelimesinden hareketle, kısa ve belirli bir süre sonraya yani Müslümanlara cihad emrinin geldiği güne ertelendiğini ve hicretten yaklaşık bir buçuk yıl sonra Bedir Savaşı’nda bu azabın onları çepeçevre kuşattığını söylemişlerdir. Nitekim Bedir Savaşı’nda müşrikler büyük bir yenilgiye uğramışlar, çoğunluğu ileri gelenlerinden olmak üzere 70 kişi öldürülmüş, bir o kadarı da esir edilmiştir.
9. “Yeûs”; ümitsizlik, çöküntü, devamlı üzüntü, gayretsizlik” gibi anlamlara gelen ye’s kökünden türemiş olup “herhangi bir güçlük, sıkıntı veya engel karşısında aşırı derecede ümitsizliğe kapılan kimse” anlamına gelir. Kur’ani bir terim olarak yeûs, geçmişteki mutlu, müreffeh durumunu Allah’ın bir lutfu olarak değil de kendisinin bir kazancı ve şansı olarak gören, musibetler karşısında ise ümidini yitiren kimseyi ifade eder.
“Kefûr” kelimesi küfr kökünden türemiş olup verdiği nimetlerden dolayı Allah’a minnettarlık duymayan, O’na inanmayan, O’na karşı kulluk ve şükran borcunu yerine getirmeyen, hamd ve senada bulunmayan, çok nankör ve çok inkârcı kimseyi ifade eden Kur’anî bir terimdir.
Aslında bu sadece Mekkelilerle ilgili bir hakikat değil, ama birinci muhatabı olan onlar olduğu için, onlar içinde bulundukları maddi refahı kendi dinlerinin haklılığına sapmalarına gerekçe olarak gösteriyorlardı. Biz eğer haklı olmasak Allah bize bu nimeti vermezdi diyorlardı. Onun için şimdi yavaş yavaş onlara ellerindeki nimetin alınacağı hatırlatılıyor. Ama bu sadece Mekke ile sınırlı bir tefsir yapılamayacak kadar büyük ve tüm zamanlarda geçerli insani bir hakikat.
Bu ve bumdan sonraki ayetin oluşturduğu tablo, İnsan denen bu yaratık içinde bulunduğu anın sınırları içinde yaşıyor. Bu anın geçici şartları onu azdırıyor, baştan çıkarıyor. Bu yüzden ne geçmişi düşünüyor ve ne de gelecek hakkında kafa yoruyor. Bunların yanısıra hayırdan, iyilikten umut kesmeye son derece yatkındır, elindeki nimeti kaybeder-etmez, hemen nankör kesilir. Oysa elindeki o nimet, yüce Allah'ın kendisine yönelik, karşılıksız bir bağışı idi.
10. Elindekileri kaybettiği zaman suçlu başkalarıdır, ama kaybettiklerini tekrar ele geçirince de tüm marifet kendisindedir.
Zararları, kötülükleri, olumsuzlukları hep başkaları yapmıştır ama iyilikler, başarılar, karlar kendisindendir. İyi notu kendisi almıştır ama kötü notu öğretmen vermiştir. Halbuki bunların hepsi Allah’tandır. Rabbimiz kendisine başarı verdiği zaman, sıhhat verdiği zaman, zenginlik verdiği zaman hemen bunu Allah’tan değil de kendisinden bilerek şımarmaya başlıyor. Ben bunlara kendim ulaştım diyor. Kafasını çalıştıran bunlara ulaşır diyor. Sonra bütün bunları veren Allah bir imtihan sebebiyle geri alıverince, tepetakla getiriverince, ekonomik gücü, siyasal nüfusu sıfıra doğru inmeye başlayınca da bu sefer bunun bir imtihan olduğunu unutuyor da tüm ümitlerini kaybedip dövünmeye başlıyor.
Halbuki bir Müslüman bilir ki veren de Allah’tır, alan da. Vermesi ayrı bir imtihandır, alması ayrı bir imtihan. Müslüman bilir ve inanır ki bu hayatının da, bu ekonomik gücünün de, bu siyasal gücünün de, bu malının mülkünün de, bu sıhhatinin de vericisi ve alıcısı Allah’tır ve bunlar dünyanın birer imtihanıdır. Allah bunlarla kendisini imtihan etmektedir. Bunlar ilk defa bize veriliyor ve ebediyen bizde kalacak da değildir.
11. Sabır erdemi kazanmış ve güzel işler yapmayı ilke haline getirmiş insanların bu doğal kusurlarını düzeltmeyi başardıklarına dikkat çekilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de, hayatta karşılaşılan bütün zorluklara rağmen insanın, işlediği günahlar ne kadar çok ve ne kadar büyük olursa olsun, ümitsizlik ve karamsarlığa düşmemesi telkin edilmektedir. Çünkü Allah’ın gücü her şeyin üstünde, acıması ve yardımı da sonsuzdur. Buna göre ümitsizlik ve karamsarlık, ancak Allah’a iman ve güveni olmayan insanlar için söz konusudur.
12. Asıl istedikleri bazı vahiyleri kulak ardı etmen, mesela onları eleştiren, taptıkları tanrıları eleştiren, hayatlarını eleştiren vahiyleri kulak ardı edesin, çok fazla üzerinde durmayasın istiyorlar. Bakınız, beklenti bu. Böylesine kurnazlık için mucize istiyorlar.
Peki, peygamberin içi neden sıkılıyor, mucize gösteremediğinden dolayı olabilir, bu bir ihtimal. Bağlam içinde ve Kur’an’ın tamamı siyerle birlikte peygamber hayatıyla birlikte düşünüldüğünde Resulallah’ın çok özel bir hassasiyeti var. İlerde gelecek kıssaları da burada düşünmek lazım. Mucize isteyen tüm kavimlerin hikayesi Kur’an da anlatılıyor.
Süreç şöyle gelişiyor; Önce mucize istiyorlar. Mucize geliyor, geldiği halde iman etmiyorlar. Mucize gelir de iman etmezlerse bunun yasası belli. Söz kesiliyor, defter dürülüyor, infaza kalıyor iş. Ceza artık imzalanmış oluyor. Onun için peygamberin içinin daralması işte bundandı. İçinde bulunduğu bu toplumun başına da geçmişte olduğu gibi geri dönülmez bir bela gelmesin istiyordu. İşte onun içi, onun için daralıyordu.
Eğer sana gelenler senden mal mülk istemek için geliyorlarsa, hazine için geliyorlarsa, gaybı bilmen için geliyorlarsa hiç gelmesinler. Senin işin bunlar değil, senin görevin bunlar değil. Sen sadece cennet ve cehennemle uyarıcısın. İşte Yusuf’la, Yunusla, Hut’la uyarıcısın. Sen yoluna devam et çünkü:
Allah her şeye vekildir. Vekaletini Allah’a ver, O’na güven, O’na dayan, O’na tevekkül et, işini O’na havale et ve görevine devam et, uyarına devam et. O dilerse melek de gönderir, hazine de gönderir, ya da göndermez.
Dün peygamberine bunu söyleyen Rabbimiz bugün bize de aynı şeyi söylüyor. Bizler de insanların tutumlarından dolayı tavrımızı değiştirmeyeceğiz, sadece Rabbimize güvenecek, işimizi O’na havale edecek ve uyarımızı sürdüreceğiz. Bize de aynı şeyleri söyleyecekler. Bunların ne paraları var, ne pulları var, ne büyük şirketleri var, ne ruhani güçleri var, ne gaybı biliyorlar diyecekler. İşte peygambere de dendi bunlar. Bu tür zırvalar karşısında ne kalplerimiz sıkılacak, ne morallerimiz bozulacak, ne de Allah’ın ayetlerinden kimilerini okumaktan, duyurmaktan vazgeçeceğiz.
3
13. Kur’an bu meydan okumayı sürekli yapıyor müşriklere. Açılımı şu bunun; Eğer böyle bir metin Muhammed’in eli ile yazıldığını düşünüyorsanız, sizin içinizde ondan daha iyi belagati olanlar, ondan daha iyi Arapçası olanlar, hatta okuma yazması olanlar, ömrü boyunca şairliğiyle tanınanlar var. Ondan bir tek şiir sadır olmadı. Entelektüel bir metin ya da hitabını duydunuz mu daha önce, yok. Haydi buyurun siz de yapın diye meydan okuyor Kur’an.
14. Kur’an düşmanları ne onun on suresine ne de bir suresine nazire yapmaya muktedir olamamışlardır; Kur’an’ın açık beyanına göre bundan böyle de asla olamayacaklardır. (bk. Bakara 2/24) O halde tek yol kalmaktadır. O da, Kur’an’ın, iddia edildiği gibi insan sözü olmadığını, bilakis Allah’ın ilmiyle indirilmiş hak kelam olduğunu kabul ederek Allah’tan başka ilâh olmadığına inanmak, böylece Kur’an’ın talimatları doğrultusunda Allah’a teslim olmuş hakiki bir Müslüman haline gelebilmektir. Bunu başarabilmenin birinci şartı da dünyaya ve dünyanın şatafatına aldanmamaktır.
15. İnsanlar Allah’ın kendilerine lutfettiği yeteneklerini hangi alanda çalıştırıp geliştirirlerse Allah da o alanda çalışmalarının karşılığını verir. Nitekim Ali İmran suresinin 145. ayetinde, “Kim dünya nimetini isterse ondan kendisine veririz; kim âhiret nimetini isterse ona da ondan veririz; ve şükredenleri ödüllendireceğiz” buyurularak insanların emek ve dileklerinin zayi olmayacağı, yaptıklarının karşılığını dünyada ve ahirette alacakları bildirilmektedir.
16. Bu adamlar eğer bu dünya uğruna yaptıkları çalışmaların aynısını, kalplerini ahiret ufkuna yönelik tutarak, kazanırken ve nimetlerden yararlanırken yüce Allah'ın hoşnutluğunu gözeterek yapsalardı, yine dünya hayatının güzelliklerini elde edecekler, emeklerinin karşılığına -hiçbir kısıntıya uğratılmaksızın kavuşacaklardı, fakat o taktirde bunun yanısıra ahiret mutluluğunu da elde edecéklerdi.
Ahiret hayatı için çalışmak, dünya hayatı için çalışmanın yolunu kesen bir engel değildir. Tersine yine dünya için yapılan çalışmaların aynısı yapılacaktır. Yalnız bu işler yapılırken, yüce Allah'a yönelinecek, O'nun hoşnutluğu gözetilecektir. Ahiret hayatı için çalışmak, dünya hayatı için yapılacak olan çalışmaların ne miktarını azaltır ve ne de ürünlerini kısıtlar. Tersine bu çalışmaların ve bu çabaların ürünlerini arttırır, bereketlendirir, kazancı da bu kazançtan yararlanmayı da arındırır, temiz yapar. Ayrıca dünya yararına, ahiret yararını ekler. Yalnız eğer dünya yararından amaç, yasak ihtirasları tatmin etmek ise, o zaman iş değişir. Böyle bir tutum sadece ahirette değil, sonucu bir süre sonra görülse de; dünyada da geri teper.
17. Rabbinden kesin bir delil üzere bulunan kişi Resulullatır. Bu delil, Allah Teâlâ’dan gelen ve gerçeğin ta kendisini bildiren Kur’an-ı Kerim’dir. O Kur’an’ı Peygamberimiz (s.a.s.)’e, Allah tarafından bir şahit kılınan Cibril (a.s.) okumaktadır.
Daha önce bir rehber ve rahmet olarak gönderilen Hz. Musa’nın kitabı Tevrat da, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in geleceğini müjdelemekte, ta o zamandan onun peygamberliğini doğrulayıp haber vermektedir. Dolayısıyla bu şekilde son derece sağlam üç delille kanıtlanan bu yakini bilgi kuvvet, açıklık ve netlik bakımından, artık kendisine hiçbir ilâve yapılamayacak bir doğruluk, kesinlik ve güvenilirlik derecesine ulaşmış olmaktadır.
Bu yakini bilgi, Resul-i Ekrem (s.a.s.)’in tebliğ ettiği Kur’an ayetlerinin beyan buyurduğu hakikat bilgisidir. Hem Peygamberimiz (s.a.s.) hem de ona tabi olanlar, o Kur’an’a iman ederler; hiçbir tahrif ve tebdile uğramadan Allah’tan geldiğini kabul ve tasdikle beraber onun doğruluğuna güvenir ve ondan hiçbir şüphe duymazlar.
Peygamber karşısında düşmanlık yapmak üzere örgütlenmiş gruplardan, Kur’an’ı inkâr edenleri bekleyen hazin akıbet ise cehennemdir. Bu kadar açık ve net olan bir hakikati kabul etmemenin cezası başka ne olabilir ki? Fakat yine de insanların çoğu ona inanmazlar.
18. Onlar, o dünya hesabıyla, mal mülk hesabıyla Allah’a iftira edenler bir gün gelecek Allah’ın huzuruna getirilecekler. Rablerine arz olunacaklar, şahitler de diyecekler ki işte Rableri üzerine yalan söyleyenler bunlardır.
Allah şahit, melekler şahit, Kur’an şahit, peygamberler şahit, azalar şahit, arz şahit, kendileri şahit... İşte bu şahitler diyecekler ki: Ya Rabbi senin üzerine yalan söyleyenler bunlardır. Sana iftira edenler, senin istemediğin bir hayatı yaşayanlar bunlardır. Kendi heva ve heveslerine göre oluşturdukları bir hayatı yaşarken bu hayatı sana izafe edenler, işte Allah da böyle bir hayatı istemektedir diyerek, pis hayatlarına Seni şahit tutarak insanları kandıranlar bunlardır. Hayatlarını, hayat anlayışlarını, mala bakışlarını, ekonomik anlayışlarını Sana onaylattırmaya çalışanlar bunlardır. Ve işte Allah’ın lâneti böyle zalimler üzerinedir.
19. Burada zalimlerin üç büyük günahına daha dikkat çekilir:
Onlar, kendileri Allah yolundan saptıkları gibi, diğer insanları da ondan saptırmaya; Allah’a iman ve itaatten alıkoymaya çalışırlar.
Sahip oldukları malî, bedenî, ilmî, siyasi her türlü imkânlarını kullanarak Kur’an’ın inkâr edilmesini sağlamak için onunla alakalı şüpheler uyandırmak, onu zaafa uğratmak ve zararlı göstermek isterler. Allah’ın dosdoğru yolunu eğri büğrü göstermeyi, onun diledikleri şekilde eğilip bükülmesini arzu ederler.
Onlar ahireti de inkâr ederler; öldükten sonra yeni bir hayatın varlığını kabul etmezler.
Ama onlar bu şekilde davranmakla kendi helaklerini hazırlamaktan başka bir şey yapmamaktadırlar.
4
20. Allah’a ve âhiret gününe inanmadıkları için insanları Allah yolundan alıkoymaya çalışanlar bilmelidirler ki Allah yeryüzünde onları cezalandırmaktan aciz değildir; O’nun hikmeti suçluları dünyada iken cezalandırmayı gerektiriyorsa bunu yapar; bu hususta kimse Allah’ı aciz bırakamaz; onların hamileri, destekçileri, hâsılı hiçbir güç ve kudret bunu engelleyemez.
Ancak Allah’ın hikmeti suçluların tövbe edip kendisine yönelmeleri için cezalarının ertelenmesini gerektiriyorsa erteler, bunu da kimse engelleyemez. Ama onlar inkârcılıkta ısrar eder, dünyada Kur’an’a kulak vermez ve İslâm’ın gerçek bir din olduğuna dair aklî ve naklî delilleri görmezlikten gelirlerse imtihan gereği dünyada serbest bırakılabilirler.
Veli Allah iken, Allah’tan başkalarına velâyetlerini teslim ediyorlar. Geçici dünya menfaatleri sebebiyle Allah’tan başkalarına kulluk eden insanların gözleri de görmemektedir, kulakları da duymamaktadır. Kör ve sağırlar olarak şaşkın şaşkın dolaşmaktadırlar. Evet, işte Allah’ı bırakarak Allah düşmanlarına bel bağlayanların akıbeti budur. Allah’a inandığını iddia ettiği halde Allah’la çatışma içine girme pahasına bir takım güçlülere sığınanların sonu:
Neden onların azabı katlandıkça katlanacak, değil mi ki onlar hakikati işitmeye tahammül edemiyorlardı yeryüzünde, dünyada, hayatta iken ve gerçeği görmemekte direniyorlardı. Aslında körlüğün kendisi de bir azap değil midir? Yürek sağırlığının kendisi bir felaket değil midir dostlar. Hakikati duymamak, dünyada verilmiş bir bela, bir azap değil midir?
21. Uydurdukları kuruntu ürünü aracılar kendilerini yüzüstü bırakmışlardır. İnsanın ruhsal gücünü ve enerjisini boşaltan her varlık, her tür kuruntu, her tür evham, vehim. Kendisine güç atfettiği ne varsa, uğur ya da uğursuzluk farketmez. Neden; Çünkü bunlar zaten birer yalandır. İnsanın ruhi gücünü boşaltır bunlar ve orada da bunların hiç birisi ortaya çıkmayacaktır. Çünkü onlar zaten o güce sahip değillerdi. Siz onlarda o gücü vehmettiniz. Yoktu ki.
22. Allah’a, Allah’ın dinine, Allah’ın kitabına, Allah’ın elçisine, Allah’ın hayat programına iftira edenler, dünya üzerinde geçici güç ve kuvvet sahiplerine güvenerek tercihlerini Allah ve Resulüne düşmanlıktan yana kullananlar ahirette de kaybedenlerden olacaklardır.
23. İhbat; kelimesi şu manalar gelir:
Taat ve tevazu ile bağlanmak, dönmek ve yönelmek,
Alçak gönüllülükle boyun eğmek,
İhlasla itaatte bulunmak,
Kalpte sebat bulan korku ve huşu sebebiyle tevazuyla boyun eğmek.
Hâsılı “ihbât”ın, Allah Teâlâ’ya derin bir huşu, saygı, tevazu, itminan ve gönül huzuruyla, istikamet üzere ihlasla kulluk yapmak olduğu anlaşılmaktadır.
İşte bir tarafta hem dünyalarını hem de ahiretleri kaybedenler, diğer tarafta da dünyalarını da âhiretlerini de kazananlar. İşte kâfirlerin, müşriklerin akıbetleri ve işte müminlerin mutlu sonları. Hangisini tercih edeceksek edelim. Eğer dünya ve ahiretlerini kaybedip cehenneme gideceklerle dostluklarımızı sürdürürsek unutmayalım ki biz de onların gittiği yere gideceğiz demektir. Yok, eğer dostluğumuz sadece Allah’a olursa, Allah dostlarını dost, düşmanlarını da düşman bilerek, veli olarak sadece Müslümanları kabul ederek bir hayat yaşarsak o zaman bizler de ölümsüz bir cenneti elde edeceğiz.
24. Evet bu iki grubun örneği kör ve sağır bir kimse ile gören ve işiten bir kimsenin durumuna benzer. Allah’a, Allah’ın ayetlerine, Allah’ın elçisine kulak veren Allah’ın ayetlerini gören bir kimseyle gözlerini ve kulaklarını yol göstericinin ayetlerine kapatmış kimse bir olur mu?
Görenle görmeyen, işitenle işitmeyen hiç bir olur mu? Kur’an ve peygamberle gören, Kur’an ve peygamberle işitenler Müslümanlardır. Kitabın ve sünnetin gözlüğüyle bakanlar, basiret sahipleri Müslümanlardır. Kitabı ve peygamberi bir tarafa bırakıp kendi heva ve hevesleriyle hareket edenler de kâfirlerdir. Hakkı batılı ayırt edecek vahiy bilgisine sahip olanla vahiy nurundan mahrum olan kimse bir olur mu? Allah’ın ayetleriyle görüşü keskinleşen kimse, ayetlerden habersiz olarak körleşen kimse gibi olur mu? Hiç düşünmez misiniz?
25. Surenin başından buraya kadar olan bölümde itikadla ilgili esaslar, Allah’ın birliği, peygamberler, Kur’an’ın mucize oluşu ve ahirete iman edenlerle inanmayanların ahiretteki durumları anlatıldı; inanmayanların en büyük zarara uğrayacakları, buna karşılık inananların cennete girecekleri ve burada sonsuz nimetlere kavuşacakları açıklandı; sonunda güzel bir benzetmeyle bu iki gruba dikkat çekilerek insanlar düşünmeye davet edildi. Bundan sonraki bölümlerde ise bazı peygamberlerin hayatları, tevhid inancını yaymak için verdikleri mücadele, kavimlerinin bunlara karşı tutumları, bu arada meydana gelen olaylar ve neticeleri örnek ve ibret olsun diye anlatılmaktadır.
Nuh Aleyhisselam Adem’in oğlu Şit’in neslinden Lamek’in oğlu olup adı Kur’an’da kırk üç yerde geçen, adı bir sureye (71. sure) isim olan büyük bir peygamberdir. Ayrıca yüce Allah tarafından kendilerinden sağlam söz alınan beş büyük peygamberden biri ve bunların ilkidir.
950 yıl yaşamış ve kavmini Allah’ın dinine davet etmiştir. Uzun yıllar kavmini dine davet etmesine rağmen putperest olan kavmi onun davetini kabul etmedi ve kendisini sapkınlıkla itham etti; hatta tebliğ faaliyetine son vermediği takdirde onu taşlayarak öldüreceklerine dair tehditte bulundular. Sonunda Hz. Nuh, “Artık yenik düştüm; yardımını esirgeme!” diye Allah’a yalvarmaya başladı ve “Rabbim!” dedi, “Kavmim beni yalancılıkla suçluyor. Artık benimle onların arasındaki durumu sen hükmünle açıklığa kavuştur, beni ve beraberimdeki müminleri kurtar!” diye dua etti.
Bunun üzerine yüce Allah inananları Nuh ile birlikte gemiye bindirerek kurtardı, diğerleri de tufanda boğuldular.
Rivayete göre Hz. Nuh tufandan sonra 350 yıl yaşamış ve Mekke’de vefat etmiştir.
Hz. Adem’den sonra Nuh peygambere kadar geçen süre, kesin olarak bilinmemekle birlikte oldukça uzun bir zaman dilimi oluşturmaktadır. Bu süre içerisinde Âdem’in soyu çoğalarak yeryüzüne dağılmış, ancak onun getirdiği tevhid inancından da sapmalar olmuştu; bu sapmaları önlemek amacıyla Allah Teâlâ İdris Aleyhisselamı peygamber olarak gönderdi. Bununla birlikte sapmalar devam etti, putperestlik çoğaldı ve Hz. Nuh zamanında yaygın bir duruma geldi.
Kur’an-ı Kerim bu dönemde halkın saygı gösterip taptığı Ved, Suvâ, Yeğûs, Yeûk ve Nesr gibi putların adını vermektedir. Putperestliğe paralel olarak toplumun ahlâkı da bozulmuştu; haksızlık, ahlâksızlık, azgınlık ve zulüm yaygınlaşmıştı. Bu sapmaları önlemek ve toplumun bozulan yönlerini onarmak amacıyla yüce Allah Hz. Nuh’u peygamber olarak görevlendirdi. Nuh, kavmine gelerek kendisinin onlar için bir nasihatçı ve açık bir uyarıcı olduğunu, Allah’tan başka ilâh bulunmadığını, dolayısıyla O’ndan başkasına kulluk etmenin doğru olmadığını tebliğ etti; kendisini dinlemedikleri takdirde büyük bir cezaya çarptırılacaklarından endişe ettiğini bildirerek onları uyardı.
26. Bir peygamberin toplumuna vereceği ilk mesaj Tevhid mesajıdır. Şöyle ki başkasına değil sadece, sadece Allah’a kulluk edin.
Evet, her peygamberin görevi, özgürlük ve güvenliği muhataplarına taşımaktır. Kula kulluktan insanları kurtarıp, Allah’a kulluğa davet etmektir. İnsanoğlu mutlaka bir şeye kul olur. Bu onun yapısında, fıtratında vardır. İlla bir şeye kul olacaksa insan, kul olacağı sadece Allah olmalıdır. Allah’ın kulu olmalıdır. Onun için her peygamber bir özgürlük savaşçısıdır, ebedi özgürlük kapısını, yolunu, yordamını gösteren, insanlığa güvenlik ve özgürlüğün değişmez adresini gösteren birer uyarıcı ve müjdecidirler.
Eğer kula kulluk devam ederse, birileri birilerini kendilerine kul edinir, diğerleri de birilerini kendilerine ilah edinirse, ya da eşyaya kulluk, ya da dünyaya, servete, şöhrete ve makama kulluk devam ederse akıbeti nemi olur; İşte, çünkü ben diyor Hz. Nuh; Çünkü ben can yakan bir günün cezasına çarptırılmanızdan korkuyorum.
Burada ki can yakan gün tufana ve ahirete olabilir, ikisine de olabilir. Yani Hz. Nuh’un tehdit ettiği o kötü akıbet dünyevi ceza olan tufan olabileceği gibi, uhrevi ceza olan ahiret cezası da olabilir.
27. Mele’, yani yönetici elitler, aristokratlar, dini erk, siyasi erk, ekonomik erk, belki bürokratik erk. Yani yönetimi paylaşan seçkin kesimler Mele’ onlar hep ilk önce karşı çıkarlar. Neden; Çünkü onlar istikrarı savunurlar. Neden; Çünkü onların tekeri yürümektedir. Çünkü onlar için istikrar zulmün devam etmesidir. Onun için değişim istemezler, değişsin istemezler. Hakikati getirene karşı ilk karşı çıkan onlardır. Nuh kavminde de bu böyle olmuştur.
Gerekçelerini sıralıyorlar. “Ma nerake illâ beşeren mislena” Bakıyoruz da sen de bizim gibi sadece ölümlü bir insansın.
İnsanüstü olsaymış sanki inanacaklarmış gibi. Veyahut ta Allah bir melek yollasaymış insan peygamber yerine sanki inanacaklarmış gibi. Tüm inkarcı toplumların, Kur’an’ın haber verdiği şey bu. Tüm inkarcı toplumlar istisnasız hepside kendilerine ilahi mesajı getiren peygambere karşı çıkarken ilk mazeret olarak; Sen de bizim gibi bir insansın dediler, bunu ileri sürdüler. Yani insan olmasaydın inanırdık demeye getirdiler.
Bilinç altında çok ilginç bir gerekçesi var. Eğer melek olsaydı bu kez şöyle bir mazeret ileri süreceklerdi. Biz meleği takip edemeyiz. Biz meleğin peşi sıra gidemeyiz, biz melek değiliz çünkü. Dolayısıyla bu din bizim hayatımıza birebir hitap etmiyor. Çünkü meleklerin yaşayacağı bir din derlerdi, diyeceklerdi. Onun için bu bir “inkarcı uyanıklığı”. Tarih boyunca ve bugünde süren bir inkarcı, küfür duruşu, kafir duruşu. Bu hakikate karşı yalancı bir mazeret. Yine inkarcı toplum ikinci bir mazeret daha ileri sürüyor;
sana ayak takımına mensup sığ görüşlü kişilerin dışında kimse uymuyor. Evet, yani toplumun içerisinde zayıflar, güçsüzler, üsttekiler değil alttakiler. Bunu söyleyenler kim; Ezenler. Kastettikleri kim; yani erazilüna derken bizim Türkçeye de geçmiş rezillerimiz, öyle bakıyorlar. Bizim rezillerimiz. Tepeden öyle görünüyor. Omuzlarına basarak çıkıyorlar ve omuzlarına basarak çıktıkları yükseldikleri insanlara rezil diyorlar. Böyledir, tarih boyunca böyle olmuştur, bugünde böyledir. Önce omuzlarına basarak yükselirler, kanlarından, canlarından, tenlerinden piramit yaparlar, piramidin tepesine çıkıp oradan aşağıya kötü şeyler yaparlar. Aşağılarlar, çirkef atarlar, onları rezil olarak görürler.
Tüm peygamberlerin ilk çağrısına uyanlar, zayıflar, ezilenler, horlananlar, yalın ayaklılar ve yoksullar olmuştur. Çünkü zulme uğrayan onlardır. Dolayısıyla bu kesimler, yani Kur’an’ın mustazaf dediği, zayıf bırakılmış dediği bu kesimler tüm peygamberlerin çağrılarına karşı, yani iman çağrısının doğal müttefikidirler. Her coğrafyada, her zamanda, her zeminde iman davetinin doğal müttefiki toplumun ezilen kesimleridir. Çünkü her iman çağrısı, her peygamberin ve onların varisi olanların çağrısı bir adalet çağrısıdır. Bir özgürlük çağrısıdır. Özgürlüğe, elinden alınanlar daha fazla ihtiyaç duyarlar.
Adalete, zulme uğrayanlar suya yanmış yürekler gibi koşarlar. Onun için bu toplumun ve her toplumun içinde iman çağrısına ilk icabet eden, ilk lebbeyk diyen daima zulme uğramış, aşağılanmış, sindirilmiş, onuru zedelenmiş ve omzuna basılmış, elinden hakkı gasp edilmiş zayıf kesimler olmuştur. Ve onlar öyle kurnazdırlar ki, hem zayıf bırakırlar, hem ezerler, hem zulmederler hem onları bilgi kaynaklarından uzak tutarlar, hem de görüşü düşük diye hakaret ederler. Hem onların hakkını gasp ederler, hem de fakir diye alay ederler. Hem onları onursuzlaştırırlar, koyunlaştırırlar, ondan sonra da koyun diye dalga geçerler.
Burada Kur’an’ın verdiği örnekte bu açıkça görülüyor. Nuh peygamberin gönderildiği toplumun yönetici elitleri, kendi suçlarını adeta bir suçlamaya, bir tahkire dönüştürerek ezdikleri, zulmettikleri, toplumun geri bıraktırılmış kesimlerinin sanki vebali kendilerinin değilmiş gibi onun suçunu da Nuh peygambere yüklemeye çalışıyorlar ve bunu sanki bir nakısa gibi sunuyorlar ve sana toplumun en alt tabakası, en aşağı kesimi uyuyor. Bizim senin yanında ne işimiz var dercesine itiraz ediyorlar.
“Ve ma nera leküm aleyna min fadlin” ve diyorlar ki; sonuçta sizin bize karşı bir üstünlüğünüz olmadığını görüyoruz. Tabii ki öyle, öyle görürsünüz. Çünkü Allah’ın gör dediği yerden değil, şeytanın gör dediği yerden bakıyorsunuz. Çünkü güce ve servete tapıyorsunuz. Güce ve servete tapanlar, gücün ve paranın önünde eğilirler. Onun için muhataplarınızda eğer güç ve servet görmüyorsanız onları aşağı görüyorsunuz ve kendinizi haklı görüyorsunuz. Haklı olmanızın tek gerekçesi güçlü ve varsıl olmanız ve bunu haklılığınıza gerekçe olarak gösteriyorsunuz. Azgınlığınıza referans olarak gösteriyorsunuz. Adeta o gücü, o serveti veren Allah’a gücünüzü ve servetinizi O’na isyan için kullanıyorsunuz. Onun için işte böyle diyorsunuz.
5
28. Peygamberler, Rablerinden gelen bir delil üzere bulunur ve bu delile dayanarak peygamber olduklarını söylerler. Bu delil, gönüllerinde karar kılan kesin, yakini bir bilgi olabileceği gibi, gösterdikleri mucizeler de olabilir. Nitekim Hz. Nuh da böyle bir delile sahipti. Ona verilen “rahmet” ise peygamberlik, hidayet, iman ve İslâm nimetleridir. Ancak bu büyük nimetler, inkâr edenlerin gözlerine gizli kalmış, manevî körlükleri sebebiyle onu görememişlerdir
İmanın meyvesi olan rahmeti göremeyen sizler, bu rahmetin kökü olan delili, belgeyi nasıl göreceksiniz. Yani siz imanın bize kazandırdığı o özgüveni, o özgürlüğü, o şecaati, o onuru, o izzeti göremiyorsunuz. Bunlar imanın meyvesi. Bunu göremiyorsanız, delili hiç göremezsiniz. Allah’ın beni üzerinde gönderdiği beyyineyi, açık delili hiç göremezsiniz. Onun için meyveyi göremeyen kökü görebilir mi. Bir ağacın meyvesini ısrarla görmek istemeyen onun toprağın içinde ki saklı köklerini ve saçaklarını nasıl fark etsin.
İmanın insana kazandırdığı o muhteşem gücü o muhteşem onuru göremeyen, imanın belgelerini, imana ulaştıran delilleri nasıl görsün. Onun için adeta burada şu imada var, Mümin inandığı anda imanının karını görmeye başlar. Eğer Nuh peygamberi kavmi örneğinde tefsiye edersek, toplumum küçümsenen onursuzlaştırılan eline vurulunca ekmeği alınan adamları, imana ulaşınca öyle bir onur, öyle bir şeref, öyle bir izzet, öyle bir cesaret kazanmışlar ki, toplumu yöneten kendilerini ezenlerin karşısına çıkıp yanlış yoldasınız diyebiliyorlar: İşte bizi anlamıyorsanız eğer, bize bu gücü iman kazandırdı demeye getiriyor Hz. Nuh. Devam ediyor Nuh peygamber;
29. Peygamberler, tebliğ vazifesini yerine getirirken yalnız Allah rızasını kazanmak isterler ve herhangi bir şahsi çıkar peşinde koşmazlar. Tebliğlerine karşılık dünyevî anlamda hiçbir talep, istek ve beklenti içinde olmazlar. Mükafatlarını sadece Allah Teâlâ’dan beklerler. İster fakir, ister zengin iman ederek yanlarına kim gelirse onları korurlar. Birilerinin isteğine göre onları yanlarından uzaklaştırmazlar.
Kavminin mal ve servete düşkün olan ileri gelenleri Hz. Nuh’un da peygamberliği istismar ederek para, makam ve mevki sahibi olmak istediğini, bu yolla kavmi içerisinde üstünlük sağlamaya çalıştığını düşünüyorlardı. Hz. Nuh ayetteki açıklamasıyla böyle bir niyetinin bulunmadığını ilân etti. İlâhî mesajı karşılıksız olarak tebliğ etmek peygamberlerin tevhid mücadelesinde büyük önem taşımaktadır. Bu sebeple Nuh’tan sonra gelen her peygambere yaptığı görev karşılığında kavminden herhangi bir ücret istemediğini onlara bildirmesi emredilmiştir.
Tarih boyunca inkârcı toplumların ileri gelenleri peygambere inanan fakirleri küçümsemişlerdir. Nitekim Hz. Peygamber zamanındaki ileri gelen müşrikler de ona inanan fakirlere karşı aynı davranışı sergilemişlerdi. 27. ayetten itibaren konunun akışından ve Hz. Nuh’un kavmine verdiği cevaptan anlaşılacağı üzere aristokrat müşrikler fakir müminlerle aynı mecliste bulunmayı içlerine sindiremiyorlardı.
30. Bu sebeple Hz. Nuh’un çağrısını kendisiyle baş başa tartışmak maksadıyla fakir müminleri yanından kovmasını istediler. Böyle bir teklif Allah’ın emrine aykırı olduğu gibi aklıselime de aykırıydı; bu zulmü ne din kabul ederdi ne de akıl! İnsanlık şerefiyle bağdaşmayan bu teklifi kabul ettiği takdirde Allah’ın azabını hak edeceğini bilen Hz. Nuh, ”Onları kovarsam beni Allah’a karşı kim koruyabilir, düşünmüyor musunuz?” diyerek bunun büyük bir haksızlık olacağına işaret etti.
Hz. Nuh kavmiyle gerçekleştirdiği bu diyalogda üç defa “ey kavmim!” diyerek onların akrabalık duygularına hitap edip kendisinin onlardan biri olduğuna, dolayısıyla onlar için iyilik istediğine, şefkat ve merhametle muamele ettiğine, onlardan da kendisine karşı sevgi ve iyi niyet beklediğine işaret ediyordu.
31. Hz. Nuh kendi gerçeğini, nübüvvet gerçeğini, davet gerçeğini, şu tüm zamanlar ve zeminlerde geçerli olan harika bir üslup ile bu ayette açıklıyor.
Münkirlerin bu tür talepleri karşısında Hz. Nuh’un verdiği cevap, peygamberin kimliği ve vazifesinin ne olduğu hakkında net bir çerçeve çizmektedir:
Allah’ın hazineleri benim yanımda değildir.
Gaybı da bilmem,
Ben bir melek de değilim.
Ben sizin gibi bir insanım.
Cahil müşriklerin anlayışına göre bir kimsenin peygamber olabilmesi için zengin olması, gaybı bilmesi, özellikle melek olması gerekir ki beşerin bilemediğini bilsin, yapamadığını da yapsın!
Nitekim Hz. Peygamber zamanındaki müşrikler de onda aynı özellikleri aramışlar, bir dağı altın kütlesi haline getirmesini, kayıp şeyleri bulmasını, şifasız hastaları iyileştirmesini ve gökten melek indirip kendileriyle konuşturmasını istemişlerdi (En‘am 50). Bu surenin 12. ayetinde de yine Hz. Peygamber’den benzer isteklerde bulundukları ifade buyurulmuştu. İşte binlerce yıl önce Hz. Nuh’un verdiği cevap bir peygamberin aynı zamanda ne kadar dürüst, samimi ve mütevazi olduğunu ifade etmesi bakımından da oldukça önemlidir.
Yukarıda da belirtildiği üzere müşrikler Hz. Nuh’a inanan fakirleri küçümsüyor, onlara Allah tarafından değer verilmesinin mümkün olmadığını iddia ediyor, ayrıca bu kişilerin peygambere iman etmiş olmalarını peygamber ve dini için bir kusur olarak görüyorlardı. Nitekim Cahiliye dönemi müşrikleri de Hz. Peygamber’e inanan fakirler hakkında, “İslâm iyi bir şey olsaydı ona öncelikle fakirler değil kendilerinin inanacağını söylemişlerdi” (Ahkaf 11).
Allah’ın müminlere faydalı şey vermesi, “onlarda bir hayır olması, işe yarar kimseler olmaları” manasına da gelir. Buna göre Hz. Nuh müminlerin işe yarar kimseler olmadıklarını söylemesinin mümkün olmadığını, böyle bir söz söylediği takdirde haksızlık etmiş olacağını ifade ederek müşriklerin iddialarını reddetmiştir.
Bu surenin belki de bel kemiğini teşkil eden ve tüm bu helak olan kavimlerin arkasından bir cümle ile ifade edilen hakikat bu ayetlerin satır aralarında da veriliyor. Bir kavmi akidesinden dolayı helak etmez Allah. Birbirlerine karşı zalimce davranışlarından dolayı helak eder. İşte biz burada bunu görüyoruz.
32. Mücadele, iki hasmın birbirini susturmaya, savundukları görüşten şiddetle vazgeçirmeye çalışması demektir. Dinî hususlarda mücadele etmek teşvik edilmektedir.
Hz. Nuh'a gelince bu yalanlama ve bu meydan okuma onu çileden çıkarmıyor karşısındakilere gerçeği anlatmasına engel olmuyor. Bu kışkırtmalara rağmen O, karşısındakilere bilgisinden yoksun oldukları, farkında olmadıkları gerçeği soğukkanlılıkla anlatıyor.
Çünkü onlar bu gerçeği bilmedikleri için, ileride gerçekleşeceğini bildirdiği azabın hemen başlarına getirilmesini istiyorlar. Bu yüzden onları bu gerçekle yüzyüze getiriyor.
Sözünü ettiğimiz gerçek şu: Kendisi sadece bir peygamberdir. Görevi sadece ilahi mesajı duyurmaktır. Azaba çarptırmaya gelince, bu iş yüce Allah'ın elindedir. Her şeyin önceden tasarlayıcısı O'dur. Azabın öne alınmasının mı, yoksa geriye atılmasının mı daha yararlı olduğunu değerlendirmesini yapacak olan O'dur. O'nun yasası, mutlaka uygulanır, kesinlikle işler. Kendisi bu yasayı ne geri çevirebilir ve ne de değiştirebilir. O sadece bir elçidir, bir aracıdır.
Bu sıfatla son ana kadar gerçeği açıklamakla yükümlüdür. Soydaşlarının kendisini yalanlamaları, kendisine meydan okumaları onu gerçeği duyurmaktan, doğru bildiklerini anlatmaktan alıkoyamaz.
33. İlahi azap, kulların talebine göre değil, Allah’ın dilemesine göre gerçekleşir. Allah dileyip azap gelince kimsenin ona mâni olması ve helâki murat edilenlerden kimsenin ondan kurtulması mümkün değildir.
34. Nush, hayır ve iyilikle alakalı bütün söz ve davranışları ihtiva eden bir kelimedir. Gerçek manası ise iyilik istemek ve iyi olana kılavuzluk etmektir. Ayrıca bu kelimede, insanları sakındırmak için azgınlık yollarını, izinden gidilmesi için de iyilik ve ahlâkî güzellik yollarını bildirmek manası da vardır. Peygamberler, toplumlarına nasihat veren insanlardır. Ancak Allah, içine düştükleri günahlar sebebiyle bir fert veya toplumun azgınlığını ve helâkini dilemişse, peygamberlerin nasihatinin onlara bir fayda sağlamayacağı beyan edilmektedir. Çünkü nihai planda hidayet de dalâlet de Allah’ın kudret elindedir.
“İğva” helâk etmek, doğru yoldan saptırmak, baştan çıkarmak, ayartmak, azdırmak ve saptırmak” manasına gelir. Terim olarak iğva, şeytanın veya nefsin insanı kötü yola yönlendirmesidir. Allah’ın iğvâsından maksat –genel olarak hidayet ve dalâlet konusunda olduğu gibi– imtihan gereği ve ilâhî sünnetin (kanun) bir uygulaması olarak sapmaya yönelenlere izin ve imkân vermesidir. Azgınlıktaki ısrarları sebebiyle Allah bir kavmin maddî, manevî ve ahlâkî bakımdan bozulmasını, kokuşup çökmesini murat etmişse peygamberin nasihati o topluma fayda vermez. Onlar zenginliklerine, mevki ve makamlarına aldandıkları için gerçeği göremezler, onu görenleri de küçümserler, onlarla birlikte olmaya tenezzül etmezler, peygamberin söz ve davranışları onlara ağır gelir.
Nitekim Yunus suresinin 71. ayetinden Hz. Nuh’un bu durumu müşrik kavmine açıkça ifade ettiği anlaşılmaktadır.
35. Müfessirlerin çoğunluğu bu ayetin Nuh kıssasının bir parçası olduğunu söylemişlerse de üslûp ve muhtevası dikkate alındığında ayetin muhatabının Hz. Muhammed olduğu ve Kur’an’da anlatılan Nuh kıssasına, dolaylı olarak da Kur’an’a temas ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim birçok müfessir bu görüşü benimsemiştir. Buna göre Hz. Peygamber Nuh kıssasını insanlara okurken müşrikler, “Bu kıssayı sen uydurdun” diyerek sözünü kesmişler, yüce Allah da peygamberine ayetteki ifadelerle bu iddiayı reddetmesini emretmiştir.
Aslında öyle güzel bir üslup var ki ayetti kerimede, suçlayıcı değil. Muhatapları tahkir etmeden suçlamadan sadece durumlarını izah eden bir üslup ile davet.
36. Bunu ancak Allah söyler. Çünkü ümit kesme insan için mümkün değildir. İnsanın akıbetinin ne olacağını sadece Allah bilir. Onun için ancak bunu Allah söyler ve ancak bir peygambere söyler. Dolayısıyla bir peygamber dışında hiç kimse bir başkaları için onun ebedi olarak mühürlendiğini söyleyemez. Burada da rabbimiz Hz. Nuh’a sadece kendisinin vereceği bir haberi iletiyor ve artık mühürlendiklerini söylüyor. Bunların içinden mümin çıkmayacak diyor.
(Nuh 26,27) “Nuh dedi ki: “Rabbim! Yeryüzünde hiçbir inkârcı bırakma. Doğrusu sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; sadece ahlâksız ve çok inkârcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler.”
Rabbinden onların iman etmeyeceklerine dair bilgiyi alana kadar, davetini sabırla sürdürdü. Öyleyse bizler de böyle yapalım. Şu anda Allah bize bunu demediğine göre, karşımızdaki insanların adam olmayacakları bilgisi bize ulaşmadığına göre bizler asla yılgınlık göstermeden, bu insanların helâkini istemeden anlatmaya devam etmek zorundayız.
Evet, saç ağartan hitaplardan biri daha. Peygamber tabii ki bu sözleri kendi üzerine de alıyordu ve eğer kendi içinde bulunduğu toplumda Nuh toplumunun akıbetine çarptırılacaksa rahmet ve şefkat peygamberi nasıl üzülmez, nasıl saçı ağarmaz.
37. Bizim gözetimimiz ve vahyimiz altında bir gemi yap. Yeryüzünde ilk gemi yapımı da Allah’tandı. Allah emriyle, Allah vahyiyle, Allah gözetimi altında yapılacaktı gemi. Gemi yapımı konusunda bilgilendirme de Allah’tandı. Evet, artık vakit gelmişti. Bir gemi yapılacak Allah’ın emri ve yol gösterisiyle, iman edenler o gemide kurtarılacak ve geri kalanlar da boğulacaklardı. Ve tarihte yeryüzünde ilk helâk hükmü böylece gerçekleşmiş olacaktı. Müminlerle kâfirler arasında ilk ayrışma böylece gerçekleşmiş olacaktı. Allah’ın elçisi Rabbinden aldığı bu emirle hemen gemi yapımına başlıyor.
“Haktan sapanlar için bana başvuruda bulunma! Onlar boğulacaklar!” buyurarak felâketin (tufan) boyutlarının ne derece büyük olduğuna işaret etti.
Onların işi bitti, rabbimiz onların artık süresinin dolduğunu işaret ediyordu Hz. Nuh’a ve gemiyi gözetimimiz altında vahyimizle inşa et emrini veriyordu. Evet, bana başvurma diyor. Resulallah bunu nasıl algılıyor, ya bu toplum içinde böyle bir şey gelirse. Bir daha bunlar için bana başvurma derse;
Lealleke bahı’un nefseke ella yekûnu mu’miniyn; (Şu’ara/3)
Kur’an’ın kendisine mümin olmuyorlar diye neredeyse kendini helak edeceksin dediği bu şefkat ve merhamet peygamberi ne yapar o zaman. Tabii ki onu düşünüyordu.
6
38. Kavminin ileri gelenleri yanına uğradıklarında daha önce peygamber olduğunu söyleyen Nuh’un gemi yaptığını görünce, “peygamberlikten vazgeçip marangozluğa başladı” diyerek onunla alay ediyorlardı.
Hüzün ve acıma dışında bela geldikten sonra hiçbir peygamber dönüp de alay etmiyordu. Ama bu onların bu küstahlıklarına verilmiş bir cevap o an için.
39. Yakında azabın kime geleceğini? Kimi rezil rüsva edeceğini göreceksiniz. Sürekli bir azap karşısında kim alaya lâyıkmış onu yakında görecek ve bileceksiniz. Kim kaybedecekmiş? Kim kazanacakmış çok yakında anlayacaksınız.
Hz. Nuh, büyük bir felaketin gelmekte olduğunu haber vererek onları ikaz etse de, derin bir gaflet çukuruna gömülmüş kavmin uyanıp gerçeği duyabilecek halleri yoktu.
40. Fâre’t-tennûr: “suların coşup taşması” yanında “azabın şiddetlenmesi” ve azabın sabahleyin geldiğini göstermek üzere “şafak atıp sabahın gelmesi” gibi manalar da verilir. Elmalılı, bu ifadeye “geminin kazanının kaynaması” manasını vererek, Hz. Nuh’un yaptığı geminin, dağlar gibi dalgalar arasında o kadar yükü taşıyabilecek büyüklükte ve güçte buharlı bir gemi olduğunu söyler.
Yer ve göklerin adeta kapıları açılmıştı; yerden sular fışkırıyor, gökten sular boşalıyordu. Bu durum Kamer suresinde (11-12) şöyle tasvir edilir: “Derken, göğün kapılarını bardaktan boşanırcasına inen bir yağmura açtık. Yerden de sular fışkırttık; derken sular önceden belirlenmiş bir iş için birleşti.” Allah Nuh’a erkekli dişili olmak üzere hayvanlardan birer çiftini gemiye bindirmesini, inkârları sebebiyle boğulmayı hak edenler dışında kalan aile efradını ve diğer iman edenleri de gemiye almasını buyurdu.
Ailesinden maksat yakınları yani eşleri, çocukları ve bunların eşleridir. Eşlerinin sayısı ve isimleri hakkında bilgimiz olmamakla birlikte kaynaklar onun Hâm, Sâm, Yâfes ve Yâm adlarında dört oğlu olduğunu kaydetmektedir.
Hz. Nuh peygamberin mesajına karşı gelen kavminin uğradığı bela, tufan belası. İnsanlığın ortak hafızasına kazınmış bir bela olduğu için Çin ve Hindistan’dan Amerika yerlilerine kadar tüm yeryüzünde ki kültürlerde, efsaneye dönüşmüş ve tüm dünyada bir tufan efsanesi tüm dünya kültürlerinde mevcut. Demek ki insanlığın bir ve beraber olduğu dönemde gerçekleşen, ilk dönemlerinde gerçekleşen bu muhteşem bela, bu büyük, bu korkunç bela, insanlığın dağılmasıyla ortak hafızasında yer aldığı için dağılmış ve toplumların kültürlerinde bir efsaneye, mitolojiye dönüşerek anlatıla gelmiş kuşaktan kuşağa.
41. Rabbimiz buyurdu ki o gemiye bismillah diyerek, Allah adını anarak, Allah izniyle binin. Çünkü gemiyi yaptıran Allah, geminin sahibi Allah, suyun sahibi Allah, tufanın sahibi Allah, geminin de, tufanın da, kurtuluşun da, helâkin de yasasını koyan Allah’tır. O geminin akışı da duruşu da Allah’ın adıyladır. Onu yürüten de, hareket ettiren de, su üzerinde yüzdüren de, durduran da Allah’tır.
Adeta burada bir besmele var, Ki besmele açık. Besmele tüm vahiylerin ortak parolasıdır. Nuh peygamber gemisini besmeleyle yüzdürüyor. Burada verilmek istenen İslam’ın bir kültür kodudur ki tüm peygamberlerin bize bıraktığı bir niyazdır, bir paroladır besmele. Görüyorsunuz sadece son nebinin son vahyinde yer alan bir ilahi parola değil, besmele tüm vahiylerin ortak kodudur.
42. Hz. Nuh, kendisini yalanlayanlardan olup yalnız olarak bir kenara çekilmiş bulunan dördüncü oğlu Yâm’a babalık şefkat ve merhametiyle son olarak bir daha seslenip gemiye çağırdı. Oğlu babasının bu çağrısına kulak vermedi; çünkü olayın diğer tabii afetler gibi bir afet olduğunu düşünüyordu.
Bir aile dramı, işte saç ağartan bir olay daha. Neden bu sure peygamberimizin saçlarını ağarttı. Peygamber oğlu olsa dahi babasının ve oğlunun sorumlulukları ayrı. Bu ayetin temelinde yatan maksat çok daha farklı. Kişisel sorumluluk esastır diyor bu olay. Babası peygamber dahi olsa bunun, tek başına oğluna hiçbir yararı yok mesajı veriyor. İşte bu mesaj Resulallah tarafından alınmıştı. Sahi bizim tarafımızdan da alındı mı? Yoksa birileri hala babam hoca, dedem hafız demeye devam edecek.
43. Oysa olay tabii bir afet değil, azgın bir kavmi cezalandırmak üzere Allah tarafından özel olarak gerçekleştirilmiş olağan üstü bir tufandı ve Allah’ın emriyle yapılmış olan geminin dışında kalanlar bu tufandan kurtulamayacaklardı. Ancak oğlunun kalbi katılaşmıştı, artık peygamber babanın öğütleri onu etkilemiyordu. Derken baba ile oğul arasına dağlar gibi dalgalar giriverdi, o da diğer inkârcılarla birlikte boğulanlardan oldu.
Tufanın bütün dünyayı mı yoksa sadece Nuh kavminin yaşadığı bölgeyi mi kapsadığı konusunda farklı görüşler vardır. “Ve yalnız onun (Nuh’un) soyunu kalıcı kıldık” (Sâffât 77) mealindeki ayet, suların o gün yeryüzünde mevcut olan insanların yaşadığı bütün bölgeleri kapladığı kanaatini (Elmalılı, IV, 2784) destekler gibi görünmektedir. Bununla birlikte bu tufanın alanı hakkında Kur’an ve Sünnet’te sarih ve kesin bir delil bulunmadığı için bu ihtimallerin her biri mümkündür. Kesin olan bir şey varsa o da Nuh kavminin peygambere isyan etmesi sebebiyle tufanda boğularak helâk olması, müminlerin ise Nuh peygamberle birlikte kurtulmuş olmalarıdır.
44. Hz. Nuh’un gemisi dalgalar arasında ne kadar zaman kaldı? Bu sorunun cevabı da kesin olarak bilinmemektedir. Hz. Nuh zamanından beri semavî dinlerde makbul bir gün olarak değerlendirilen aşure gününün önemine işaret eden Taberi’nin naklettiği bir rivayete göre Hz. Nuh Receb ayının ilk gününde gemiye binmiş, altı ay sonra Muharrem ayının 10’unda aşure günü gemi Cudi denilen dağda karaya oturmuştur. Ancak bu konuda da en güvenilir yol Kur’an’ın verdiği bilgilerle yetinmektir.
Nuh’un gemisi Allah’ın dilediği kadar su üzerinde kaldıktan sonra yüce Allah göklere suyunu tutmasını, yerlere de suyu çekmesini emretti. Böylece sular çekildi, hüküm yerini bulmuş oldu, gemi Cudi dağında karaya oturdu, Hz. Nuh’un duasında istediği gibi yeryüzünde yürüyen bir tek kâfir kalmamak üzere tamamı yok olup gitti. Ayetteki “zalimler” ifadesinden kavmin helâk oluş sebebinin zulüm yani Allah’a ortak koşup putlara tapmak ve peygambere isyan etmek olduğu anlaşılmaktadır.
Üzerinde Nuh’un gemisinin oturduğu bildirilen Cudi dağı Güneydoğu Anadolu bölgesinde Türkiye-Irak sınırına 15 km. uzaklıkta, Dicle ırmağının kıyısında bulunan Cizre’nin 32 km. kuzeydoğusunda, Şırnak il merkezine 17 km. mesafededir. Gerek Cudi dağının yapısı gerekse konuyla ilgili tarihî bilgi ve rivayetler, ayette geminin “üzerine oturduğu” bildirilen Cudi dağının bu dağ olduğu şeklindeki kanaati destekler mahiyettedir. Kitab-ı Mukaddes’e göre gemi Ararat (Ağrı) dağına oturmuştur.
45. Yüreği yaralı bir baba, gözlerinin önünde helak olan bir oğul. Bu dramatik olan manzarayı gözünüzün önüne bir getirin lütfen. Bir baba, hem de bir peygamber şefkati olan bir baba ve gözlerinin önünde sadece dünyası değil, ebedi dünyası mahvolmuş bir ciğerpare. Ne olursa olsun. İşte yüreği yaralı bir babanın yüreğinden kopup gelen bir feryat Kur’an tarafından ölümsüzleştiriliyor.
7
46. Bunun anlamı bu. Senin aileni kan değil din belirlemeli. Yüce Allah'ın bu cevabı, bu dinin son derece önemli bir gerçeğini ifade ediyor. Bütün bağların kendisine bağlandığı kulpu, ana halkayı tanıtıyor bize. Bu ana halka, inanç halkasıdır. Fertleri birbirine bağlayan budur; yoksa soy bağı, kan bağı değildir.
İşte görüyoruz bir peygamber çocuğu kurtulamıyor. Artık nesep olarak peygamberden daha üstün bir nesep düşünülebilir mi? Peygamber neslinden daha şerefli bir nesil düşünülebilir mi? Öyleyse hiçbir kimse babası sebebiyle, oğlu sebebiyle, hanımı, kocası sebebiyle kurtulamayacaktır.
Burada peygamber öğüt veren konumundan öğüt alan konumuna geçti. Yani peygamber nasıl insanlara yol gösteriyorsa, Allah’ta peygamberlerine yol gösteriyordu ve onları böyle eğitiyordu. İşte Rabbimizin bir peygamberini nasıl eğittiğine ilişkin harika bir örnek olay.
47. Hemen teslim oldu ve özür diledi. Bu kadar. Bu kadar basit diyemiyorum, özür dilemek basit değil çünkü. Ama bu kadar güzel diyebiliyorum. Bu kadar muhteşem ve biz insanlara da, biz muhataplara da böyle bir öğüt. Yanlışı savunmak affedilmez bir yanlıştır. İnsan yanlış yapar fakat yanlışı savunmamalı.
İşte bir mümine düşen, günah karşısında yanlış karşısında, hata karşısında bir mümine düşen Nuh peygamberin işte bu halini takınmaktır.
48. Nuh peygamber ve müminler kurtuldular tümü mümin olan bu insanlardan daha sonra neden kafir olanlar geldi, mümin olarak devam etmedi derseniz eğer, işte bu işin yasası bu deniliyor. Eğer; Ey Muhammed sen, Nuh peygamberin çocukları bunlar. Bunlar nereden çıktı diyorsan cevabı bu dercesine adeta. Bu, bu işin yasasıdır demeye getiriyor Kur’an.
49. Kavminden gördüğü kötülük ve haksızlıklar sebebiyle üzülen Hz. Peygamber’i ve arkadaşlarını teselli etmek, insanların ibret almasını sağlamak maksadıyla anlatılan bu kıssa gayb haberlerinden olup vahiy yoluyla Hz. Peygamber’e indirilmiştir. Ayette Nuh sabredip başarıya ulaştığı gibi Hz. Peygamber’in de sabretmesi emredilmiştir. Çünkü mücadeleye sabırla devam edenler sonunda mutlaka başarıya ulaşacaklardır. Ebedî hayat bakımından mutlu son daima kötülüklerden sakınanlarındır.
Evet, şu anda da dünya üzerinde korkunç bir tufan var. İnsanlığının Allah’a kafa tutma, Allah’ı hayatlarına karıştırmama, Allah’tan gelen hayat programına değer vermeme ve Allah’ın elçisiyle ilgilenmeme isyanlarından ötürü tüm dünyada tufan vardır. Tüm dünyada Rabbimizin korkunç bir tufanı vardır şu anda. Ama sünnetullah gereği şu anda gemi de vardır. Bu tufandan sığınmak isteyenlerin sığınabilecekleri gemi de mevcuttur. Bu gemi Son elçinin bina ettiği İslâm gemisi, geminin kaptanı da Hz. Muhammed (a.s)’dır. Şu anda bu gemiye binenler, bu geminin kaptanının safında yer alanlar, bu geminin kaptanına evet diyenler, tercihlerini bu istikamette kullananlar hep kurtuluyor, diğerleri ise helâk olup gidiyor.
Eğer batanların, cehenneme gidenlerin içinde değil de kurtulanlardan olmak istiyorsanız, helâkin ve helâk yasasının dışında kalmak istiyorsanız o günkü kurtulanların rolünü oynamak zorundasınız. Kurtulanlar safında, peygamber safında yer almak zorundasınız. Safınızı belirlemek zorundasınız.
50. Ad, Hz. Nuh’un dördüncü kuşaktan torunu olup babası Avs’tır. Avs’ın babası İrem, onun babası Sâm, onun babası ise Nuh’tur. Ad’ın ismine nispetle söz konusu kavme de “Ad kavmi” denilmektedir. Hz. Nuh’tan sonra tarih sahnesine çıkmış olan bu kavim Yemen’de Umman ile Hadramut arasındaki bölgede yaşamış eski ve önemli bir Arap toplumudur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Hz. Hud’un Ahkaf bölgesinde yaşayan bir kavme peygamber olarak gönderildiği anlatılmaktadır.
Kur’an’ın verdiği bilgilere göre bunlar İrem adında benzeri görülmemiş bir şehir kurmuş, müreffeh bir şekilde yaşıyorlardı. Muhteşem sarayları, bağları, bahçeleri vardı Ancak doğru yoldan sapmış, putperest olmuşlardı, kendilerine gönderilmiş olan peygamberi dinlemedikleri için helâk olup tarih sahnesinden silindiler.
Bu kavim İslâm’ın ortaya çıkışından asırlarca önce tarih sahnesinden çekilmiş olmakla birlikte hikâyesi Arap geleneğinde canlı olarak devam ettiğinden Kur’an’da da göndermelerde bulunulmuştur.
51. Onlara sevgi ile yaklaşarak, kendilerine, aralarındaki birleştirici bağları hatırlatarak söze giriyor. Amacı duygularını kamçılamak ve güvenlerini kazanarak söyleyeceklerine kulak vermelerini sağlamaktır. Çünkü herhangi bir toplumun önderi, halkına yalan söylemez, soydaşlarını aldatmaz.
Şüphesiz mal, mevki ve övülme sevgisi insanın fıtratındandır. Bundan dolayı şöyle denilmiştir: Her peygamber töhmeti kaldırmak, nasihati berraklaştırmak için mutlaka kavmine bu tarzda hitap etmiştir. Çünkü nasihat ve tebliğ; ancak halis ve en küçük bir beklentiden bile uzak olunduğu zaman fayda verir.
Sizden hiçbir şey istemiyorum. Bu zatın derdi ne demiyor musunuz? Bu zatı böyle gece gündüz uykusuz bırakan, bu zatı koca bir toplumun karşısına çıkaran, hatta varlığını, hayatını tehlikeye atma pahasına bu hakikatleri tebliğ etmeye mecbur eden nedir demiyor musunuz?
Özellikle davetçilerin kendilerini halkın elindekilerden uzak tutmaları gerekmektedir. Şurasını hiçbir zaman unutmayalım ki halkın elindekilere göz diken, halktan bir şeyler istemeye alışmış bir davetçi sonunda halkın istediğine göre, halkın hoşnut olduğuna göre dini eğip bükmek ve onların isteyip hoşnut oldukları bir dini anlatmak zorunda kalacaktır. Böyle birisi zenginler karşısında, mal mülk sahipleri karşısında eğilip bükülmekten, dini onların arzularına göre eğip bükmekten kurtulamayacaktır.
Onun içindir ki insanoğlu fıtraten kendi elindekileri istemeyenleri sever. İnsanlar genellikle kendilerine muhtaç olmayan insanları, kendilerine yük olmayan insanları severler. Sevdiklerine ortak olmaya çalışanlara da düşman olurlar. Mal mülk de pek çok insanın uğrunda ömür tükettiği en büyük sevgilidir. İşte görüyoruz insanlar kendilerinden borç isteyen insanlardan bile köşe bucak kaçmaktadırlar. Halk arasındaki para isteme benden buz gibi soğurum senden gibi sözler bunun en güzel delilidir. Evet, insanlardan bir şeyler istemek kişinin kalbindeki ilmi söküp çıkarır. O ilmin sahibinin vakarını yok eder.
52. Midrar; sadece rahmet değil, göğün nesi varsa, yani yağmur değil, göğün bereketinin tamamı. Burada tarihsel olarak şöyle bir şey de hatırlıyoruz. Bu kavimler bolluk içinde yaşadıkları o coğrafya da bir den bire bir kıtlık ve bir kuraklığa maruz kalıyorlar.
Ad kavmi çölde yaşamakla birlikte tarım ve bağcılıkla da uğraşıyordu. Bu sebeple yağmura şiddetle ihtiyaçları vardı. Hz. Hud Allah’ın izniyle onlara böyle bir vaatte bulundu. Allah tarafından kuvvetlerine kuvvet katılacaktı; maddî olarak bolluk ve berekete manevi olarak izzet, şeref ve itibar eklenecekti. Fakat Hud’un kavmi gururlu ve kibirliydi; onun anlattıklarını ne istedi ne de ona inandı, hatta peygamberi akılsızlık, sapkınlık ve yalancılıkla itham ettiler. Uyarılarını dikkate almadılar.
53. Hud kavmi, fiilen imana zorlayacak ve ona mecbur edecek bir kuvvet olmadıkça o gibi akli belgelere önem vermediklerinden, dediler ki; ey Hud, sen bize bir beyyine ile gelmedin, bizi inanmaya mecbur bırakacak bir açık delil, bir mucize getirmedin.
Bu tıpkı Mekke müşriklerinin Resulullah'a indirilen ayetleri ayet ve delil saymayıp "Ne olurdu ona bir başka ayet indirilseydi." (Yunus 20) ve “Ona bir hazine indirilse veya onunla beraber bir melek gelse ya!” demelerinden dolayı canın sıkılarak sana vahyedilen ayetlerin bir kısmının tebliğini terk edecek değilsin ya! Sen ancak bir uyarıcısın. Allah her şeye vekildir. (Hud 12) demelerine benzer.
8
54. Eğer muhataplarınıza hakikati anlatmış ve onlar batılda direniyorlarsa, size düşen artık onların küfrü ile aranıza bir set çekmektir.
55. Haydi, hepiniz toplanın, güç birliği yapın ve bana kuracağınız tuzaklarınızı kurun. Ne yapacaksanız yapın da göreyim. Bana da mühlet vermeyin, fırsat vermeyin, göz açtırmayın. Bu bir tehditti. Allah’ın elçisi açıkça toplumunu tehdit ediyordu. Zirvede bir güç kuvvet sahibi olan, yeryüzünün en süper bir toplumu olan Ad toplumuna bir insanın böyle bir tehditte bulunması mümkün değildi. Ama Allah’a güvenen, güç kaynağını bilen, Allah desteğindeki bir peygamberin tüm dünyaya meydan okuyabilecek gücü nasıl kendisinde görebildiğini anlıyoruz.
Ve işte bu ayetlerle Mekke’de Rasulullah efendimize aynı desteğin devam ettiğini ve şu anda da, kıyamete kadar da Allah desteğinin devam ettiğini anlıyoruz. Evet, anlıyoruz ki Allah’a iman etmiş, Allah desteğini almış bir Müslüman dünyada tek başına kalsa bile tüm dünyaya meydan okuyacak güçtedir. Karşısında kim olursa olsun en büyük güç ve kuvvet sahibi Müslüman’dır, Müslümanlardır.
56. Hz. Hud bu sözüyle Allah’ın izni olmadan kendisine kimsenin tuzak kurup kötülük yapamayacağına inancının tam olduğunu vurgulamak istemiştir. Allah’ın yolunun dosdoğru yol olmasından maksat, O’nun hüküm ve tasarruflarının tamamen doğru, adalete uygun olması, zulüm, hata ve yanlışlıktan uzak bulunmasıdır.
57. Eğer yüz çevirirseniz ey topluluk artık ben sizinle, size gönderilen mesajı ulaştırmış bulunuyorum, başka ne yapabilirim ki. Hidayet benim elimde olsaydı onu size verirdim demeye getiriyor. Ama ben sadece görevimi yaparım. İşte bu.
Bil ki, Allah'a tevekkül'ün gereği ve O'nun gerçek bir koruyucu olması, Rab'liğinin her şeye şamil olduğunu gösterir. Şöyle ki:
1- O'nun Rab'liği herkesi kapsar. Yaratılanların durumlarını düzenleyip koruyanın, başkasının korumasına ihtiyacı yoktur.
2- Her canlı, Allah'ın egemenliği altındadır. Bir iş yapmaktan ve başkasına etki etmekten acizdir. Dolayısıyla ondan sakınmaya gerek yoktur.
3- Yüce Allah, vahdaniyetinin gölgesi mesabesindeki çokluk âleminde, adaletli olarak hüküm verir. Günahsız olarak kimseyi kimseye musallat etmez. Kimseyi hatasız olarak cezalandırmaz.
58. Nihayet Allah’ın azabı geldi. Önce Cenab-ı Hak yağmurlarını kesti, kuraklık ortalığı kasıp kavurdu. Meşhur İrem bağları yok olup gitti, canlılar susuzluktan telef oldu. Ad kavmi bir gün vadilerine doğru gelmekte olan büyük kara bir bulut görünce yağmur yağacak diye sevindiler. Halbuki Allah Teâlâ bu bulutla onların üzerine kasıp kavurucu bir kasırga göndermişti. Bu kasırga Ad kavminin yaşadığı bölgede yedi gün sekiz gece uğultulu bir şekilde esip durdu. Sonunda insanları sökülmüş hurma kütükleri gibi helak edip yere serdi. (Ahkâf 24-25; Kamer 19-20; Hakka 6-7) Böylece Ad kavmi helak edildi; yok olup gitti. Cenab-ı Hak rahmetiyle muamele ederek Hz. Hud ve ona iman edenleri bu şiddetli azaptan kurtardı. Ayet-i kerimede “kurtardık” fiilinin iki kez kullanıldığına bakılacak olursa, bunun birincisinin Ad kavmini helak eden azaptan, diğerinin ise ahiretteki cehennem azabından kurtarmak olduğu anlaşılabilir.
Gelen ayetler Ad kavminin helâk ediliş sebeplerini ve başlarına gelen hazin akıbeti şöyle hülâsa etmektedir.
59. Onlar Rablerinin ayetlerini bile bile yalanladılar; O’nun varlığını ve birliğini gösteren, haber veren delilleri ve işaretleri hiçe saydılar.
Allah’ın peygamberlerine isyan ettiler. Aslında onları peygamberi yalnız Hz. Hûd idi. Bir peygambere isyan etmek bütün peygamberlere isyan sayıldığından ayette “peygamberler” diye çoğul gelmiştir. Çünkü bütün peygamberlerin tebliğ ettiği dinin temel esasları arasında bir fark yoktur.
Peygamberin kurtarıcı davetine değil, aksine ona düşmanlık yapan, gerçeği kabule yanaşmayan her inatçı zorbanın emrine tâbi oldular.
60. Hud’un kavmi Ad tarih sahnesinden böyle silindi. Bu Allah’ın yasasıdır. Kim, hangi toplum ilahi hakikatlere ısrarla karşı gelip birbirlerine zulmederek ayakta durmaya kalkıyorsa, çalışıyorsa akıbetinin böyle olacağından korksun.
Lanet, rahmetten ve her hayırdan uzaklaştırılmaktır.
Rüzgar Allah’ın ordusudur. Sular Allah’ın ordusudur. Ateş Allah’ın ordusudur. Bulutlar, kuşlar, dağlar taşlar ve tüm varlıklar Allah’ın ordusudur. Tüm varlıkların varlık yasalarını koyan Allah’tır.
Evet o bulutun içinden şedit bir kasırga, bir rüzgar esmeye başlayıverdi de yedi gün sekiz gece esen bu dev gibi, güç ve kuvvet sahibi olan bu adamları yerden yere vurup, köklerinden sökülmüş hurma kütüklerine döndürüverdi. Kavmi yerlere seriverdi. Şehirlerinde taş taş üstünde kalmadı. Ve yeryüzünde Ad kavmi diye bir kavim de kalmadı.
Hani güçlüydüler? Hani kimse onlarla baş edemezdi? Hani boyları postları vardı? Hani şehirleri, teknolojileri, medeniyetleri vardı? Onlardan arta kalan ne vardı? Her şeyleri bitmişti. Allah’ın karşısında kim durabilirdi? Hangi süper güç Allah’la savaşını sürdürebilirdi? İşte bir rüzgarı bir zelzelesi insanların işini bitiriveriyor. Hâlâ şu Allah’la çatışma içinde olan zâlimlere şaşmak lâzım. Bakın işte Allah’la çatışma içine giren koskoca bir toplum, koskoca bir medeniyet, eşsiz bir medeniyet bir anda yok olup gidiyor.
Yine aradan yıllar geçti. Zamanla inkârcılık yeniden ortaya çıktı. Şimdi, insanlık tarihinin bir başka ibretli sayfası olarak Semud kıssası dikkatlere sunulmaktadır.
9
61. Semud kavmi, eski bir Arap kabilesi olup Hz. Nuh’un oğlu Sam’ın üçüncü kuşaktan torunu olan Semud b. Câsir’den almıştır. Bir önceki kıssada anlatılan Ad kavmiyle aynı soydandır. Suriye ile Hicaz arasında bulunan Hicr’de yaşamışlardır.
Salih Aleyhisselam Semud soyundandır, bu kabileye Allah’ın dinini tebliğ etmek üzere gönderilmiş bir peygamberdir, Hud’dan sonra Arap ırkından gelmiş ikinci peygamber olduğuna inanılmaktadır. Salih’in kıssası Kur’an’da birçok yerde anlatılmış olup her geçtiği yerde kıssanın farklı yönleri ön plana çıkarılmıştır.
Ad kavminden sonra gelişip güç ve kuvvet kazanmış olan Semud kavmi başlangıçta tevhid inancına sahipti, Allah’ın birliğine, peygambere ve âhiret gününe inanıyordu. Ancak zamanla bunlar da Ad kavmi gibi putperest oldular.
Her peygamber gibi Salih peygamber de önce tevhide davetle başladı. Tevhide davet, Allah’a ait sıfatların hiç birinin Allah dışında bir varlığa yakıştırılmaması daveti, yani özgürlük davetiydi, güvenlik davetiydi. İnsanın kula kulluktan kurtarılması için yalnız Allah’a kulluğa davetiydi. Hz. Salih’te böyle başladı.
Hz. Salih’in toplumuna hatırlattığı ebedi gerçek insanın yaratılışıydı.
Birkaç kilo ile doğan insanın bu inşa süreci gelişinceye, olgunlaşıncaya, kemalini buluncaya kadar bedeni inşa süreci halen toprağa bağımlı olmayı sürdürmekte ve topraktan inşa edilme süreci doğduktan sonra dahi devam etmektedir. Neyle besleniyor olursanız olun, ister et obur, ister ot obur. İster hayvansal, ister bitkisel ama beslendiğiniz tüm gıdaların kaynağına atıf yaparak aslında Allah zatına atıf yapıyordu.
Ey insan Allah’ın yasasına göre var oluşunu sürdürüyorsun. Ama Allah’a ait olan nitelikleri başkalarına yakıştırıyorsun. Oysaki tüm mutlak, tüm güzel nitelikler O’na aittir ve sen Allah’a kötülük etmiş olmuyorsun böyle yapmakla. Kula kulluk etmekle sen kendi özgürlüğünü ellerinle mahvediyorsun.
“Vesta’mereküm fiyha” ve size orayı imar etme yeteneği bahşeden O’dur diyordu. Mühendislik harikası şehirler kurmuştu Semud kavmi. Geçekten de dağları oymuş, kayalardan bir mimari sanat eseri şehirler ortaya koymuş ve bölge insanlarını kendisine hayran eden bir ümran faaliyeti yürütmüştü. Ama burada Hz. Salih; Bu beceriyi kendinizden bilmeyin, size bu muhteşem şehirleri inşa etme yeteneğini bahşeden Allah’tır. Allah’tan bağımsız bir yetenek tasarımı olamaz demekteydi.
Tüm problemleri, tüm azgınların, tüm sapkınların, tüm kula kulluk edenlerin problemlerinin temeli, Allah’tan bağımsız bir güç, Allah’tan bağımsız bir beceri, Allah’tan bağımsız bir hakikat, Allah’tan bağımsız bir hayat alanı, Allah’tan bağımsız bir imkan tasavvur etmelerinden kaynaklanıyor. Onun için bu yanlış tasavvura atıf yaparak Hz. Salih, önce onların dünyalarını, hayatlarını tamir etmeye, tasavvur düzeyinde başlıyordu.
“FestağfiruHU sümme tubu ileyH” Haydi O’ndan günahlarınız için af dileyin, istiğfar edin, yani kötülükten vazgeçin, bilinçlerinizi yenileyerek yeniden O’na yönelin.
Tevbe bilinç yenilemektir, tevbe bozulan istikamet açısını düzeltmektir. İstiğfar yanlıştan vazgeçmek, tevbe doğruya dönmektir. Onun için aynı cümle içerisinde ikisi de kullanılmaktadır. İstiğfar kötü olanı terk etmek, yani La ilahe. Tevbe ise iyi olanı tespit etmek, iyi olana dönmek, ona yönelmektir, illallah. İşte hem tevbenin hem istiğfarın aynı cümlede kullanılmasının amacı budur ve tevbe bilinç yenilemektir. Onun için Hz. Salih’te bilinçlerinizi yenileyin, istikamet açınızı düzeltin, hayatta yamuk bir açı, hayat yolunu aldıkça sizi hakikatten daha da uzaklaştırır demeye getiriyordu işi.
Ayet-i Kerimenin sonunda, Rabbim yakındır diyordu, çünkü muhatabı olan azgın toplumun, sapmış toplumun problemi Allah’la ilişkilerinde, uzak bir Allah inancına sahip oldukları için aracı koyma gereğini duyuyorlardı. Allah’la insan arasına aracı koyma ihtiyacı uzak bir Allah inancından kaynaklanıyordu. Dolayısıyla benim rabbim diyor, “inne Rabbi Kariyb” çok yakındır. Yani sizin sandığınız gibi sizi duymaz değil, seslenin hemen duyacaktır.
62. “Biz senin aklına, ilmine, irfanına, ferasetine, ciddiyetine ve muteber kişiliğine bakarak büyük bir insan olacağını bekliyorduk. Büyük başarılar elde edeceğini ve bu sayede bizim de diğer kabileler üzerine hâkim olmamızı sağlayacak imkânlara kavuşacağımız günleri bekliyorduk. Fakat sen bizleri mahvedecek bir akideyi, tevhid ve âhiret inancı üzere kurulmuş bir inancı getirerek bütün hayallerimizi yıktın.”
Burada dikkat çeken bir husus şudur: Peygamberimiz (s.a.s.) de, peygamberliğinden önce toplumu arasında “el-Emin; kendisine güvenilir”, “es-Sadık; doğru sözlü ve dürüst” sıfatlarıyla vasıflanmış, sevilen, güvenilen bir insandı. Fakat onları sahte ilâhları, putları bırakıp yalnız Allah’a kulluğa çağırınca: “O kadar çok ilâhımızı bir tek ilâh mı yapacakmış? Ne tuhaf şey bu böyle!” (Sad 5) ve “Biz, bu tek ilâh iddiasını zamanımızdaki inanç sistemlerinin hiçbirinde duymadık. Bu uydurmadan başka bir şey değil!” (Sad 7) dediler. Yalnız ona bağladıkları umutlarını yitirmekle kalmadılar, müdahale etmeye ve ona karşı gelmeye kalkıştılar. Hâsılı, Ad ve Semud kavimleri peygamberlerine ne söyledilerse, onlar da Peygamberimiz (s.a.s.)’e aynı şeyleri söylediler.
63. Evet, o kadar yumuşak, o kadar hoş o kadar nezaketli bir üslup ki: Düşünsenize. Yani bir de böyle düşünün, empati yapın ya da en azından şöyle deyin; Haklı olabilir, onun da haklı olabilme ihtimali bulunabilir. Böyle düşünsenize ne olur. Ya da doğru söylüyorsam ki gelecek vaat ettiğimi siz söylediniz. Senden umut ediyorduk diyorsunuz, beni sevdiğinizi söylüyorsunuz. Bu toplum için geleceği olan biri olduğumu siz söylüyorsunuz. Peki, böyle biri size kalkıp ta durup dururken niçin yalan söylesin. Ne çıkarı var bundan. Akıllı bir insan neden yapsın bunu.
Hz. Salih itibarı Allah katında arıyor. Yani şerefi ve onuru toplumun gözünde değil, toplumun ileri gelenlerinin iktidar seçkinlerinin gözünde değil, Allah katında arıyor ve tercihini net olarak koyuyor. Tercihi de mutlak tevhid ve aracılık fikrini ret. İşte bu. Mutlak tevhide davet, Allah’ın kulları ile arasında aracılar olduğu fikrini mutlak bir biçimde ret.
64. Rabbimiz böyle materyalist bir toplumun gözleri önünde taştan bir deve çıkardı ve onların kalplerini, duyularını açıp Allah’a kulluğa götürecek bir deve, bir ayet çıkarıverdi. Şüphesiz tüm develer Allah’ın ayetidir, ama bu deve ötekilerden farklıydı. Rabbimin öteki develer için takdir ettiği bir yaratılış yasasının dışında yaratılıyordu bu deve.
İşte bu Allah ayetine ilişmeyecekler, kötülükle dokunmayacaklardı. Çünkü arz da Allah’ındı, deve de Allah’ındı. Ve Allah’ın ayeti olan bu deveye karşı Allah’ın istediği gibi davranmak zorundaydılar. Allah’ın ayetine hayat hakkı tanımak zorundaydılar. Allah’ın arzında Allah’ın yasalarına, Allah’ın ayetlerine hayat hakkı tanıyacaklardı.
Kuyulardan bir gün bu deve içecekti, kavim içmeyecekti, ikinci gün de kavim içecek deve içmeyecekti. Ve deve o bir gün içtiği suyu ertesi gün süt olarak kavme ikram edecek, tüm kavim onun sütünden istifade edecekti. Allah böyle bir nimet ve rahmet sunmuştu onlara.
Bir manada Allah’ın elçisi Salih (a.s) Allah’ın gönderdiği bu deveyle toplumun en büyük zenginliğinin yarısını halka bedava aktarmış olacaktı. Yani düşünün ki bu ülkede şu anda insanların elinin karışmadığı, alın terinin devreye girmediği zenginlikleri var. Bu nimetlerin olduğu gibi halka aktarılmasının yarısını ifade eden bir anlayış. Yarısı çünkü bir gün onlar içecekti kuyudan suyu, diğer gün de bu deve içecekti. Yani yarısı bu devenindi.
İşte Salih (a.s) in kavmi de, kavmin egemen sınıfı da mahza hayır olan, karşılıksız veren bu devenin varlığına tahammül edemediler. Bu deve sayesinde halkın müreffeh bir hayata ulaşmasını istemediler.
Kamu malına bir gönderme var. Allah’ın arzı ne ise, Allah’ın devesi de o. Kamu malı. Allah’ın emanet olarak bıraktığı bir işaret. Sınav işareti. Allah’ın imtihanı hayatın içinden, hayatın içindedir. Allah’ın sınavı kâğıtlarla yapılmıyor, hayatın içinde yapılıyor. Tıpkı Semut kavminin deve ile imtihanı gibi bir sembol. Aslında insanın eşyaya bakışının sınandığı bir sembol. Bakalım insanoğlu sahipsiz olan şeye nasıl bakıyor.
65. “Fe ‘akaruha” onu hunharca, vahşice katlettiler. Akara, aslında dizlerini kırıp vahşice öldürmek anlamına gelen bir kökten türetilmiş kelime. Vahşice katlettiler. Sahipsiz olunca vahşice katlettiler. Yani kamu malına zarar verdiler.
Burada ki bir mantığa dikkat çekmek istiyorum. Onu hunharca boğazlayan bu toplumun temel mantığına. Deveyi Allah’ın imtihan aracı kıldığını peygamberi aracılığı ile söylediği deveyi, etine kemiğine indirgediler. Yani basit bir hayvana indirgediler. İşte indirgemeciliğin tipik özelliği. Oysa o bir sınavdı.
Toplum içinde varlığıyla, görüntüsüyle Allah’ı hatırlatan bir sembolü kaldırmaya çalıştılar. Rabbimiz ve O’nun elçisi de kendilerine üç gün mühlet verdi. Bu üç gün içinde gâyet rahat hayatları devam etti. Üç gün ömrünüz var, ilk gün yüzleriniz sararacak, 2. gün kızaracak, 3. gün kararacak ve 4. gün helak.
Bu arada Salih (a.s)’a ve ailesine baskın yaparak öldürmeyi planlıyorlar. Yıllar sonra aynı misyonla ortaya çıkan Rasulullah efendimizi öldürmeyi planlayanların ilk tatbikatını yapıyorlardı. Rabbimiz onların bu tuzaklarına fırsat vermiyor. İstedikleri kadar biz deveden kurtulduk, şimdi de Salih’ten kurtulacağız diye sevinip, planlar yapsınlar. Onların bir hesabı varsa elbette Allah’ın da bir hesabı vardı.
66. Semud kavmine verilen üç günlük süre içerisinde muhtemelen Hz. Salih kendine inananlarla birlikte yurdu terk edip kurtuluşa erdi; dördüncü günde Allah’ın azabı geldi
Dikkat buyurursanız rabbimizin bu ayette sayılan iki vasfı, kuvvet ve izzet. Kaviyy ve Aziz. Neden? Şu söyleniyor; dolayısıyla gücüde, izzeti, onuru, şerefi de O’nun yanında arayın. Siz eğer hakikati fark etmedinizse, gücün önünde eğilecek kadar küçük akıllı iseniz, ufuksuzsanız yine Allah’ın önünde eğilin, çünkü Allah’tan güçlü olan biri mi var? Eğer onur arıyorsanız ve hatır arıyorsanız, şeref arıyorsanız Allah’ın kapısında arayın. Çünkü onuru, şerefi O verir. O’nun vermediğine kim onur verebilir ki? İşte burada söylenen o. Kitlelerin, yöneticilerin, seçkinlerin, iktidarların nezdinde şeref aramayın. Şeref arayacaksanız Salih gibi O’nun nezdinde arayın. Salih insan olun.
67. Evet, sonuç, felaket. Kula kulluğun ısrarla sürdürüldüğü her toplum ve medeniyetin başına gelen onların da başına geldi.
Bu sayhanın niteliği A’raf/78. ayette aktarılmıştı. Racfe deniliyordu mezkûr ayette. Yani patlamalı bir sarsıntı. Yani deprem, gürültülü bir deprem. İnsanları çıldırtan gürültü ile gelen korkunç bir deprem. Depremi hissedemeden gürültüyle kahrolan, mahvolan insanlar.
اِنَّٓا اَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ صَيْحَةً وَاحِدَةً فَـكَانُوا كَـهَش۪يمِ الْمُحْتَظِرِ
Biz, onların üzerlerine tek bir sayha gönderdik. Böylece ağıldaki ufalanmış kuru ot gibi oldular.
Kamer suresinin beyanıyla hayvanların yemeyip de ahırlarda bıraktıkları kesmik kırıntılarına döndüler. Gerçekten büyük saray ve köşk sevdalısı bir toplumun, ölümsüzlüğü arayan, dünyayı kıbleleştirmiş bir toplumun sonu. Tabii mesaj tüm dünya insanlığınaydı. Ey insanlar, eğer sizler de bunlar gibi dünya sevdalısı olursanız, dünyayı cennetleştirme cinnetine kapılır, cenneti dünyaya taşıma çılgınlığına kapılır, Rabbinizle kavganın içine girerseniz, yüzlerce insanın hakkını sadece bir insana vermeye kalkışırsanız, insanlara zulmederseniz, insanları sömürürseniz kesinlikle bilesiniz ki aynı acı son sizi de beklemektedir.
68. Gece vakti o kavmin ileri gelenleri Salih (a.s)’ı gizlice öldürmeye karar verdiler. Öldürelim Salih’i de kimvurduya gitsin diye kararlaştırdılar. Ama Allah buna izin vermeyecekti. Üç gün sonra korkunç bir sayha, bir titreşim onları yok ediverdi. Güya evlerini Ad kavmi gibi düzlük arazilerde değil de kayalıkların arasında yonttukları mağaralarda kurmuşlardı. Güya sudan, tufandan ve rüzgardan etkilenmeyeceklerdi. Ama Allah’ın bunlardan başka ayeti yok muydu? İşte Allah’ın bir başka ayetiyle korunma felsefeleri de bir işe yaramıyordu. Bir sayha ki kapı pencere de tanımadığı için işleri bitiverdi. Salih (a.s)’ı öldürme planları boşa çıkıyor, Müslümanları yok etme desiseleri boşa gidiyor, Rabbimiz korumayı murat ettiklerini koruyor ve bir çığlıkla Semud kavmi de hayata veda ediyordu. Kurtulan yine Müslümanlar, kaybedenler yine kâfirler ve zalimler. Helâk olanlar yine Allah’la, Allah’ın ayetleriyle, Allah’ın elçileriyle ve Müslümanlarla savaşa tutuşanlar.

69. Geliş sebepleri, İbrahim’i, Sare’den doğacak bir erkek çocukla müjdelemek ve Lût kavminin helak edileceğini haber vermekti.
Halil İbrahim sofrasını açtı ve konuklarını buyur etti. Gelene mutlaka nesi varsa çıkarırdı. İşte Halil İbrahim sofrasının niteliği buydu, özelliği buydu. Bereketi buydu. Onun için sormamıştı aç mısınız, tok musunuz, kimsiniz, necisiniz, dost musunuz, düşman mısınız diye çıkarıvermişti sofrayı. Hem de nesi varsa.
70. Hz. İbrahim’in korktuğu başka şeydi. İçine düşen ateş başka şeydi. Melekler boşuna gelmezdi, gelince bir felaket getirirdi. İşte o bunu anlamıştı..Belki bu felaketin kendi içinde yaşadığı topluma geldiğini sanmış olabilirdi.
Çünkü biz Lut kavmi için gönderildik dedik. Demek ki kaygısı onların niteliğine yönelik değil, melek olduğunu anladığı için neden, hangi görevle gönderildiler, hangi belayı kime, hangi cezayı kime uygulamakla, infaz etmekle gönderildiler kaygısıydı.
71. Neden Hz. İbrahim’e müjdelenmiyor de eşine müjdeleniyor, Çünkü Hz. İbrahim’in çocuğu var. Çocuğu olmayan Sare.
Hz. İbrahim'in eşi kısırdı, hiç çocuk doğurmamıştı, üstelik o sırada iyice yaşlanmıştı. Bu yüzden Hz. İshak'a ana olacağı müjdesi onun için şaşırtıcı bir sürpriz olmuştu. Üstelik bu müjde katmerli idi. Çünkü Hz. İshak'ın da Yakup adında bir oğlu olacaktı. Böylesine inanılması zor bir müjdeli haber bir kadını -özellikle kısır bir kadını- tepeden tırnağa titretir, haberi ansızın öğrenmesi ise bu titremeyi sarsıntıya, duygusal fırtınaya dönüştürür.
Kitab-ı Mukaddes’e göre çocuk müjdesi verildiğinde Hz. İbrahim 100 yaşında, eşi Sare ise doksan yaşında bulunuyordu.
72. Fakat bu müjde karşısında Hz. Sare, sevinecek yerde şaşırıp kaldı; böyle son derece yaşlı bir karı-kocadan çocuk olmasını aklına sığdıramadı: “Doğrusu bu, gerçekten şaşılacak şey” demekten kendini alamadı.
73. Evet, ey hane halkı, “ehlel beyt”. Demek ki rabbimiz aile olarak memnun, aile olarak razı ve bunu örnek göstermek için adeta bu surede dramatik görüntüler de sunuyor aile dramları. İşte Nuh ailesinin dramı. Onu aktardı, parçalanan aile. İşte gelecekte de aktaracak Lut ailesinin dramı. Fakat bunun dışında birde imanda bütünleşmiş aileler var. İşte onu da ödüllendirdiğini böyle ifade buyuruyor rabbimiz. Adeta buradan Kur’an’ın, vahyin muhataplarına; Eğer haneniz Dar-ül İslam olursa, İslam’ın içinde hakim olduğu bir hane, bir ev, bir konut olursa o aile tıpkı İbrahim gibi ödüllendirilir demeye getiriyordu.
Hamîd, sahip olduğu güzel vasıflar ve kullarına olan sayısız nimetleri sebebiyle son derece hamde ve övülmeye lâyık olan demektir.
Bir diğer güzel ismi de Mecîd’dir. Mecîd; zatı şerefli, fiilleri güzel, nimet ve ikramları bol olan anlamındadır.
74. Meleklerin geliş maksadını öğrendiğinden korkusu zail olan Hz. İbrahim, belki iman ederler ümidiyle Lût kavmine mühlet verilmesi için meleklerle tartışmaya başlar. Bu tartışma zayıf olanın kuvvetliyle, hatta muhtaç ve fakir olanın zengin ve cömert biriyle yaptığı tartışma kabilindendir. Hz. İbrahim bu tartışmayı, günahkâr da olsalar insanların kurtulmasını istediğinden, onlara acıyıp şefkat gösterdiğinden dolayı yapmıştır. Çünkü o şu mümeyyiz hasletlere sahip seçkin bir peygamberdir.
İbrahim'in (Aleyhisselam) meleklerle tartışması şöyle olmuştur: Melekler, kendisine,
"- Biz muhakkak bu kasaba halkını helâk edeceğiz!" demişlerdi.
İbrahim (Aleyhisselam) da, onlara sormuştu? "- Bana söyler misiniz?
- Eğer o kentte müminlerden elli kişi olsa, yine orayı helâk edecek misiniz? Melekler de:
- Hayır, helâk etmeyiz, dediler. İbrahim Aleyhisselam:
- Peki, kırk kişi olsa dedi. Melekler yine:
- Hayır! Dediler. İbrahim Aleyhisselam:
- Peki, otuz kişi olsa dedi. Melekler yine:
- Hayır dediler. Nihayet İbrahim Aleyhisselam, on kişiye kadar indi. Melekler yine:
- Hayır dediler. İbrahim Aleyhisselam:
- Peki, o kentte tek bir Müslüman olsa, orayı helâk edecek mısınız dedi. Melekler yine:
- Hayır dediler. O zaman İbrahim Aleyhisselam;
- İşte orada Lût var dedi. Melekler dediler ki:
- Orada kim olduğunu biz daha iyi biliriz. Lut'u ve ailesini biz mutlaka kurtaracağız!
75. "Hoşgörü (halimlik)" "öfkeye yol açan sebeplere katlanmak, sabretmek, bunları soğukkanlılıkla karşılayarak feveran etmemek" demektir.
"Yumuşak kalplilik (evvah'lık)", "Allah korkusu ile O'na içten yakarma edebini benimseme" demektir.
"Kendini Allah'a adamışlık" da "Her durumda hızla Allah'a yönelmek" anlamını taşır. İşte bu saydığımız sıfatlar, Hz. İbrahim'i, Hz. Lut'un soydaşlarının acı akıbeti konusunda melekler ile tartışmaya sürüklemiştir.
Çünkü İbrahim çok içliydi, çok yanık yürekli idi. Ah edip Allah’a iltica eden biriydi. Yani Hz. İbrahim’in gerekçesini rabbimiz ifade ediyor adeta. Yani o mazurdur. Öyle bir yüreği var ki onun, Rabbimiz yalvarmasından memnunluk duyuyor.
Ya rabbi, dünyada hiç kimseyi cehennemlik bırakma, herkese iman ver diye dua etmekte ne sakınca olabilir. Fakat şunu da bilmek şartıyla; Bu duamız hiçbir zaman tutmayacak. Çünkü Allah’ın yasası bu. Onun için herkese iman ver duası güzel bir temenni. Ya rabbi herkese iman ver ki kimse acı çekmesin. Fakat yasa; Testiyi kıranlarla suyu getirenler nasıl bir olsun. O zaman hakkın hukukun, ahlaki davranışın, adaletin hükmü nerede kalır. O zaman iyi davranışın ödüllendirilmesi, kötü davranışın cezalandırılmasına bağlı değil midir? İyi ve kötü bir olacaksa, aynı olacaksa, aynı akıbete duçar olacaksa iyi olmanın gerekçesi kalır mı?
76. Bu surede peş peşe kavimlerin helakinden bahsedilirken arada Hz. İbrahim’in hayatından içinde birtakım müjdelerinde de bulunduğu söz konusu kesitin sunulması, bütün yıkımların ortasında dünyanın geleceği adına toprağa düşmüş bir muştu tohumunun bulunduğunu hatırlatmak için olsa gerektir.
Bir yanda bazı topluluklar korkunç yıkımlarla tarihe karışırken, beri yanda Hz. İbrahim’in iki oğlu dünyayı teşrif buyuruyordu. Bu iki oğulla birlikte insanlık tarihi bambaşka bir safhaya girecek ve onların nesillerinden büyük peygamberler gelecekti. Bunu haber vermekle Kur’an-ı Kerim, Mekke’de çok zor şartlar altında bulunan Resul-i Ekrem (s.a.s.)’i ve beraberindeki müminleri, ayrıca her dönemde aynı şartlar altında bulunan müminleri teselli etmekte, onların sabrını ve şevkini artırmakta ve her zaman aynı hâdiselerin yaşanabileceğini, zorlukların altında büyük muştuların bulunduğunu dikkatlere sunmaktadır.
Meleklerin yüzde yüz kesinlik bildiren bu sözleri üzerine İbrahim (a.s.) gerçeği anladı ve Rabbinin hükmüne boyun eğdi. Daha sonra melekler inkârcıları helak etmek üzere Lût kavmine gittiler.
Yıllarca Allah’a isyan eden, Allah’ın elçisini dinlemeyen, Lût (a.s) un uyarılarına kulak vermeyen o toplum çaresiz helâk olacak. Çünkü o toplum gerçekten âdi, günahkâr, suçlu bir toplumdur. Onlarda âlemlerde görülmemiş, yeryüzünde hiçbir kavmin yapmadığı korkunç bir hastalıkları vardı. Lûtîlik. Erkeğin kadınları bırakıp erkeklere gitmesi. Kadınlar erkeklerden, erkekler de kadınlardan hoşlanmıyorlar, hemcinslerine gidecekleri yerde eş cinslerine gidiyorlar. Tatminsizlikte zirve noktasına ulaşmış rezil bir toplum. İnsanlıktan çıkmış, Allah’ın sınırlarını aşmış, tatminsizlik içinde kıvranan bir toplum. Hayvanları bile utandıracak ilişkilere dalmış bir toplum.
Yok, haramdı, yok helâldi diyerek bizim iştahımızı kaçırıyorlar. Huzurumuzu kaçıran, bize Allah’ı, bize ahireti, bize haramı helâli, hesabı kitabı hatırlatan ve böylece zevklerimizi kaçıran bu insanları çıkarın ülkemizden de biz de rahat bir şekilde yapacaklarımızı yapalım diyorlardı.
Bakıyoruz bugün de aynı şeyleri söylüyorlar Müslümanlara. Atın bunları okullarınızdan. Temizleyin bunları etrafınızdan. Kovun bunları mahallenizden. Çıkarın bu adamları akrabalığınızdan.
Evet pislikten yana olanların bugün de aynı şeyleri söylediklerine şahit oluyoruz. Çünkü hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden, pisi temizden, namusu namussuzluktan ayırabilme özelliklerini kaybetmiş bu insanlardan bundan başkası da beklenmeyecekti elbette. Elbette kirlilerin içinde temizlerin yaşaması zor olacaktı. Pislerin içinde az da olsa temizlerin varlığı, pislerin pisliklerini açığa çıkardığı için pisler kesinlikle onların varlığına tahammül etmeleri düşünülemeyecekti. Sistemleri pis olan, hukukları pis olan, kazanmaları harcamaları pis olan, eğitimleri pis olan, erkek kadın ilişkileri pis olan, her şeyleri pis olan, her tarafları kokuşmuş, fıtratları pisliğe alışmış insanların temizlikten ve temizlerden hoşlanmaları asla mümkün olmayacaktı.
Allah’ın melekleri de diyorlar ki onlara Allah’ın korkunç bir azabı gelecek ve bu azap asla onlardan geri çevrilmeyecek. Onlara gelecek bu azap kıyamete kadar böyle bir ahlâksızlığa düşen tüm kavimlere, tüm toplumlara örnek olacak. Kıyamete kadar kim Allah’ın helâl yoldan gösterdiği tatmin yolunu bırakır da kadın kadına, erkek erkeğe haram bir yola giderse aynı azapla uyarılmış olacak.
77. Kıssanın devamı, şimdi Hz. Lut’un makamına, katına çeviriyor ilahi kamera objektifini Ve Hz. Lut’un yanında neler oluyor. Elçiler oraya gelince bela getiren, infaz için gelen elçiler Hz. Lut’un yanında nelerle karşılaşıyorlar şimdi orayı bize izlettiriyor.
Lût (a.s) İbrahim (a.s) in yeğenidir ve İbrahim (a.s) in kavmiyle Lût (a.s) un toplumu arasında 40-50 kilometre kadar bir mesafe var. İbrahim (a.s) Kudüs yakınlarında Halilürrahmân şehrinde, Lût (a.s) da bugünkü Lût gölünün bulunduğu bölgede yaşamaktadır.
Elçilerin Ona gelmesi gerçekten Onu büyük bir sıkıntıya düşürdü. Onların insan suretinde gelişlerinden dolayı daraldı Lût (a.s), perişan bir vaziyete düştü. Üzüldü, içi daraldı. Ve dedi ki gerçekten bugün zor bir gündür. Misafirler insan suretinde rezil bir hayat yaşayan toplumun içindeki Lût (a.s) un evine gelmişlerdi. Şimdi ne yapacaktı Allah’ın elçisi? Biraz sonra alçak kavim gelecek ve misafirleri isteyeceklerdi. Önceden de uyarmışlardı Lût (a.s)’ı. Kesinlikle ey Lût sen gelen misafirlere evini açmayacaksın. Kimseyi misafir almayacaksın. Böylece onlar, o gelen misafirler bizim elimize düşecekler ve biz onları istediğimiz gibi kullanacağız demişlerdi.
Lut (a.s) Müslüman’ca bir anlayışı sergileyip gelen mi-safirleri evine alınca onların sömürü düzenlerine engel olmuştu. İşte biraz sonra geleceklerini bildiği için Lût (a.s) daralıyor, üzülüyor. Onları kavimden gizlemesi de mümkün değil, çünkü hanımı da o hainlerden olduğu için hemen onları kavmin ahlâksızlarına haber verecektir. Bizim evde yakışıklı gençler var onlardan istifade etmek istiyorsanız haydi gelin diyecek. Biraz sonra ahlâksızlar tarafından Lût (a.s) un evi çevrilecek, muhasara edilecek.
78. Burada bazı müfessirler Hz. Lut’un kızlarını mı teklif ediyor gibi bir itiraza mahal bırakmamak için bir takım takdirler yürütmüşler. Kızlarım demekle kavminin kızlarını kastetti gibi bir açıklama getirmişler. Çünkü demişler peygamberler kavimlerinin babası hükmündedir. Bu doğru. Ama burada aslında söylenmek istenen şey açık, hitabın maksadı açık. Hz. Lut’un söylemek istediği şey; Bu çarpık ilişkinizi bırakın, tabii ilişkiye. Gayri tabii ilişkiden vazgeçin tabii yollarla cinselliğinizi tatmin edin davetidir bu aslında. Onun için Hz. Lut’un ne söylemek istediğidir önemli olan, bu sözün maksadıdır önemli olan.
Bir peygamber için ne acı, ne zor bir durum. Bir peygamber gerçekten de baba şefkati taşır gönderildiği toplumlara. Her peygamber öyle. Ama düşünün, böyle bir babaya, şefkatle dolu bir babaya manevi çocuklarının yaptıklarına bakınız. Aranızda hiç mi aklı başında adam yok.
79. Biz kızları değil erkekleri istiyoruz ve onları almadan da buradan bir adım bile atmayacağız. Evet alçakların kızlardan, kadınlardan yana bir arzuları kalmamış, onların gözleri erkeklerde. Bizim ne istediğimizi biliyorsun, bize nasihat edip durma dediler.
Hz. Lut'un kolu kanadı kırıldı, zayıflığının bilincine vardı. Soydaşları arasında yabancı idi. Göçmen olarak aralarına katılmıştı. Kendisini koruyacak bir aşireti yoktu. Bu zor günde ortaya koyacağı bir vurucu güçten de yoksundu. Bu yüzden şu acıklı ve yanık sözler dudaklarından dökülüverdi:
80. Bu sözleri şu karşısındaki gençlere seslenerek söylemişti. O gençler ki, aslında genç adam kılığına girmiş meleklerdi. Pek genç yaşta idiler, yüzleri pırıl pırıldı. Fakat Hz. Lut'a göre dövüşebilecek, adam yıldırabilecek kimseler değillerdi. Bu yüzden onlara bakarak hayıflandı, kavga adamları olsalardı da onlardan destek görseydi diye bir özlem geçti içinden. Ya da güçlü bir sığınağı, dayanağı olsaydı şu karşısındaki tehdidi başından savsaydı diye düşündü.
Aslında Hz. Lût, kapıldığı karamsarlıktan, etkisi altında bulunduğu can sıkıntısından dolayı sağlam bir dayanağın koruması altında olduğunu aklından çıkarmıştı. Bu güçlü dayanak, dostlarını asla yüzüstü bırakmayan yüce Allah'ın himayesi idi. Nitekim Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bu ayeti okurken, "Allah'ın rahmeti Lut'un üzerine olsun. Oysa arkası sağlam yere dayalı idi" buyurmuştur.
Rivayete göre İbn Abbas şöyle demiştir: ”Allah, Hazret-i Lut'tan sonra gönderdiği her peygamber'e, kavminden bir destekçi verdi. Böylece Lut'un duası kabul edilmiş oldu."
81. Melekler, Hz. Lut’un kendileri için ne kadar zor durumda kaldığını ve nasıl çırpındığını görünce hemen gerçeği açıkladılar: Kendilerinin azgın kavmi helak etmek üzere Allah tarafından gönderilen melekler olduklarını, dolayısıyla kavmin onlara bir kötülük yapmasının mümkün olmadığını söylediler. Fakat artık o bedbaht kimselerin helak edilme vakitleri gelmişti. Melekler Lût (a.s.)’a bunu haber verdiler. Gecenin bir vaktinde inananlarla birlikte bölgeyi terk etmelerini, geride hiç kimsenin kalmamasını istediler. Ancak Hz. Lut’un karısı istisna edildi; o geride kalacak ve kavmin başına gelen azapla o da helak edilecekti. Azabın gelme vakti de sabah vakti olacaktı.
"Tanyerinin ağarması yakın değil mi?"
Bu soru onca acılar çekmiş olan Hz. Lut'un gönlünü rahatlatmak amacını taşıyor. Kendisine acı çektirenlerin yok oluşlarının iyice yakınlaştığı vurgulanarak bozulan morali düzeltilmek isteniyor. Gerçekten o cezalandırma anı son derece yakındır. Gün ağarır-ağarmaz gelip çatacaktır. O zaman Hz. Lut'un "keşki gücüm olsaydı yapsaydım" diyerek özlediği, fakat yeterli gücü olmadığı için yapamadığı şeyi yüce Allah'ın sınırsız gücü fazlası ile yapacak, o sapıklara derslerin en ağırını verecektir.
82. Mendud; birbiri ardınca, püskürtü halinde yağdırdık üzerlerine. Akkor halinde balçıktan pişmiş taşlar.
Evet dostlar, azgınlık; Ha Gomorada olmuş, ha Angola da, ha Ankara da, ne fark eder. Demek ki akıbeti aynı olanların cezası da benzer bir biçimde olacaktır.
Burada ki muhtemel bir yanardağ patlamasına gönderme var. Burada söylenenler ve lav püskürtüsüyle Sodom ve Gomora’nın üzerinin örtülmesi. İşte bugünkü Lut gölünün yerinde yer alan bu iki kent, adeta başına gelen belayı Lut gölü biçiminde geleceğin tüm insanlığına bir ibret vesikası olarak bıraktı. Lut gölüne gidenler dünyanın bu en çukur parçası, en çukur yerine gidenler, dünyanın en zehirli, hiçbir canlının içinde yaşamasına izin vermeyen ve kıyısında bir otun, bir bitkinin yetişmesine izin vermeyen, dünyanın en kötü suya benzer sıvısını bulurlar.
Onun için bu geleceğe bırakılmış bir ilahi vesikadır. 15 x 65 Km.lik bu ölü deniz, bu ölüm gölünde bir tek canlı hayat yoktur. Oysaki okyanusun binlerce metre altında dahi yaşayan canlılar varken o basınçta ve o yoğunlukta, burada canlı izine rastlanmıyor. Suyun buharının dahi vardığı gölün çevresinde bitki izine rastlanmıyordu. Gidenler bunu müşahede ederler.
11
83. Müsevveme; Alamet, işaret demektir. Hedefi Allah tarafından belirlenmiş taşlar.
Öyleyse gelin inadı bırakın da Müslüman olun. Gelin Rabbinize teslim olun diye yıllarca uyardı onları, ama dinlemediler. Yan çiz-diler. Keyifleri ağır bastı. Şehvetleri ağır bastı. Menfaatleri ağır bastı da Rablerine ve Rablerinin elçisine isyan edince Allah da onların defterlerini dürüverdi.
Ama ne gariptir ki insanlar gözlerinin önünde cereyan eden bu helâk yasasından ibret almıyorlar. Zalimlerin sonu hep böyle olduğu halde yine de insanlar onların hemen arkasından hiç bir şey olmamış gibi zalimliklerine devam edebiliyorlar.
Burada tarihte yaşanmış bir felaket, vahye karşı gelen bir toplumun felaketi daha son buldu ve bir başka olaya örneklik olaya Kur’an sözü getirdi. Meyden ve Şuayb peygamber kıssasına.
84. Medyen, Hicaz bölgesi ile Suriye ticaret yolu üzerinde, Akabe körfezine yakın bir yerleşim merkezi idi. Şuayb Aleyhisselam ise Medyen ve Eyke halkına gönderilmiş bir peygamberdi.
Tüm peygamberler, tüm misyonu ilahi olan insanların iki evrensel çağrısı; Tevhid ve Adalet. Bu çağrı zamanlar ve zeminler üstü iki evrensel çağrıdır. Tüm vahiyler, tüm nebiler, peygamberler bu iki şeye çağırırlar. Akide de tevhide ve hayatta adalete. Çünkü akidenin eksenini tevhid, toplumun eksenini de adalet oluşturur. Burada aslında.
Mekke’ye de bir atıf var, çünkü onlarda tıpkı Meyden toplumu gibi ticaret toplumuydu. Ölçüp tartan bir toplumdu. Onlarda yanlış ölçüp tartıyorlardı. Evet, Kur’an’ın hani bir yerde buyurduğu gibi: Ölçtü biçti, kahrolası, nasıl da ölçtü biçti diyor ya, (Müddesir/19) Aslında sadece terazi ile, metre ile ölçüp biçmeye değil, zihinde ki tüm ölçüler yanlıştı. Zihin ölçüsü yanlış olunca terazi ve metre zaten yanlış olur. Onun yanlışlığı oradan kaynaklanıyor.
85. Medyen halkı putperestliğinin yanında toplumsal ahlâk, özellikle ticaret ahlâkı bakımından da bozulmuştu. Esasen Medyen halkı bolluk içinde, müreffeh bir hayat yaşıyordu; yani onların böyle ahlâk dışı davranışlara sapmaları yoksulluktan kaynaklanmıyordu. Hz. Şuayb bu konu üzerinde çok durdu; ölçüyü, tartıyı eksik tutmamalarını, adaletle ve düzgün ölçüp tartmalarını, kendi çıkarları uğruna insanların mallarının değerini düşürmemelerini ve yeryüzünde fesat çıkararak ülke düzenini bozmamalarını emretti; böylece hak dinin tevhid ve adalet ilkelerini toplumda yerleştirmeye çalıştı. Özellikle dürüstlük ilkesi üzerinde durdu. Kişinin insan ilişkileri alanında dürüst olmadıkça Allah’a karşı da dürüst olamayacağını anlattı.
Mekkelilere de: Sizde ticaret toplumusunuz, sizde para ile çok meşgul oluyorsunuz, sizde kanaatkâr değilsiniz, sizde aç gözlülük yapıyorsunuz. Aslında kula kulluğun sürmesini istemeniz biraz da kurduğunuz sektörden dolayı. Onun için Resulallah’a ve onun getirdiği mesaja karşı çıkışınızın temelinde bu yatıyor ve iki toplum arasında ilişki ve irtibat kuruyordu vahiy.
Gerek alırken gerek satarken, gerek kendinize ölçerken, gerek başkalarına ölçerken adaletten ayrılmayın. Eksiltme çoğaltma yollarıyla, gasp yollarıyla, reklam yollarıyla, insanların gözlerini boyayarak ihtiyaç olmayan şeyleri ihtiyaçmış gibi göstererek, haram yolları meşrulaştırarak ekonomik hayatı bozmayın. İnsanların mallarını eksiltmeyin. İnsanların ekonomik güçlerine darbe indirmeyin. Enflasyon, devalüasyon gibi numaralarla insanların ceplerine el atıp onların mallarını eksiltmeden yana olmayın. Ahireti, ahiretin hesabını kitabını unutarak putlaştırdığınız dünyalıklara ulaşabilmek için her şeyi meşru görmeden yana olmayın. Kapitalist ve materyalist bir anlayışın kurbanı olmayın.
86. “Bakıyyetullah” Allah’a itaat etmek, Allah’ın vasiyeti, Allah’ın rahmeti, Allah’ın verdiği rızık, kısmet, Allah’ın acıması gibi anlamlar da verilmiştir. Bu ifade Allah’ın helâlinden verdiği nimetin kalıcı, çeşitli yolsuzluklarla elde edilen malın ise geçici olduğuna da işaret eder.
Zira helâlinden elde edilen kazanç meşru olduğu için onda erdemli kimselerin bir diyeceği olmaz, malı veren, alana karşı herhangi bir kin ve nefret duygusu beslemez; malı sahibinin elinden almak için fırsat kollamaz; dolayısıyla toplum mal ve can güvenliği içinde yaşar. Ayrıca helâlinden kazanılıp meşru yerlere harcanan malın ahiretteki sevabı da ebedîdir. Oysa yolsuzlukla elde edilen mal toplumda kin ve nefret duygularını kamçılar; anarşiye, kan dökülmesine sebep olur; sonuçta mal da can da telef olur. Bu sebeple Hz. Peygamber, “Kanlarınız ve mallarınız birbirinize haramdır” buyurmuştur.
Şu hâdise buna ne güzel misaldir: Fazla gözüksün diye süte su katan bir adamın bütün inekleri bir sel felâketine maruz kalarak telef olup gider. Feraset sahibi küçük kızı, gaflet içindeki babasına: “Babacığım süte kattığın sular birikti birikti sonunda inekleri telef etti” der.
87. Medyen halkı Şuayb (a.s.)’ın nasihatlerini tutmadıkları gibi, onun namazıyla, ibâdetiyle ve getirdiği mesajla alay etmeye başladılar. “Namazın mı bize şunları şunları terk etmemizi emrediyor” diye onunla dalga geçtiler.
Rivayete göre Hz. Şuayb çokça namaz kılar, farzı ve nafilesiyle ibadetlerine dikkatle devam eder; namazın insanı hayâsızlıktan ve kötü işlerden koruduğunu söylerdi. Bu sebeple daha çok onun namazını dillerine dolayarak ona hakaret etmek istemişlerdir.
اُتْلُ مَٓا اُو۫حِيَ اِلَيْكَ مِنَ الْكِتَابِ وَاَقِمِ الصَّلٰوةَۜ اِنَّ الصَّلٰوةَ تَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَٓاءِ وَالْمُنْكَرِۜ وَلَذِكْرُ اللّٰهِ اَكْبَرُۜ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ مَا تَصْنَعُونَ
Sana Kitap'tan vahyedileni oku ve namazı dosdoğru kıl. Gerçekten namaz, çirkin utanmazlıklardan (fahşa) ve kötülüklerden alıkoyar. Allah'ı zikretmek ise muhakkak en büyük ibadettir. Allah, yaptıklarınızı bilir. Ankebut 45
Şuayb (a.s.)’ın gerek Allah’a ibadet, gerekse ticarî ahlâk konusunda söyledikleri insan fıtratına uygun ve hürriyeti geliştirici davranışlar olduğu halde, onlar bunun hürriyeti engelleyici bir budalalık olduğunu düşünerek onu küçümseyip alay etmişlerdir.
Hâlbuki can ve mal güvenliğinin olmadığı bir yerde insan hak ve hürriyetlerinden bahsetmek mümkün değildir. İşte Şuayb (a.s.) bu hürriyet ortamını oluşturmaya çalışıyor, gayr-i meşru yollarla toplumu sömürmeye alışmış olanlar ise buna karşı çıkıyorlardı. Üstelik “sen akıllı başlı adamsın; böyle işin olmayan şeylere karışmak senin ne haddine” diyerek Hz. Şuayb’ı uyarıyorlar veya “Sofu, sen ne akıllı adamsın be!” edasında onunla eğleniyorlardı.
88. Hz. Şuayb insanları çağırdığı tevhid inancı ve ahlâk ilkeleri konusunda kendisinin aklî ve naklî delillere sahip olduğunu açıkladı; kavminin meseleyi bir de bu açıdan değerlendirmesini istedi. Allah tarafından kendisine verilen güzel rızıktan maksat maddî ihtiyaçlarını karşılayacağı helâl mal olabileceği gibi yüce ve manevî bir makam olan peygamberlik görevi de olabilir; her ikisini birlikte kastetmiş olması da mümkündür.
Şuayb “Başarmam Allah’ın yardımına bağlıdır” ifadesiyle getirmiş olduğu mesajı halkına kabul ettirebilmek için maddî ve manevî imkânlarını kullanarak bütün gücüyle onu tebliğ etmeye çalıştıktan sonra, başarının Allah’ın iradesinin de aynı yönde tecelli etmesine bağlı olduğunu, kendisinin de O’na dayanıp güvendiğini vurgulamıştır.
Görüldüğü gibi Allah’a dayanıp güvenme yani “tevekkül” uyuşukluk ve hareketsizliğin bir mazereti değil, bütün güçlüklere rağmen başarıya ulaştıracağına inanılan Allah’a samimi güven ve bu güvenin verdiği tükenmez ümidin iman halini akışıdır.
Bu ayet-i kerimede peygamberlerin ve onların izini takip ederek insanları Allah yoluna davet edecek gerçek mürşid-i kâmillerin sahip olmaları gereken vasıflar hülasa edilmiştir. Şöyle ki:
a) Mürşidin her şeyden önce bir delile yani Allah’tan gönderilmiş bir kitaba dayanması,
b) İnsanlara söylediklerini öncelikle kendi nefsinde yaşaması,
c) Başkalarına ettiği nasihatlere kendisi aykırı davranmaması,
d) Sözü ile özünün, kalbi ile amelinin birbirine uyması,
e) Islahatçı, yapıcı ve düzeltici olması; iyiliğin hâkim olması için elinden geldiğince çaba göstermesi,
f) Başarının yalnız Allah’tan geldiğine inanması, sadece O’na güvenip dayanması, sıkıntı ve başarısızlıklar karşısında ümitsizliğe kapılmamasıdır.
89. Sırf bana ters düşesiniz diye, sırf bana karşı inat olsun diye size duyurduğum gerçekleri körü körüne yalanlamaya, bana karşı çıkmaya kalkışmayız. Eğer böyle yaparsanız, sizden önceki günahkâr toplumların başlarına gelen felâketlerin sizin de başınıza gelmesinden endişe ederim. Bu Allah’ın yeryüzünde değişmez bir yasasıdır. Sizler sizden öncekilerin yolunda olduğunuz sürece aynı akıbetin size de gelmesi kesindir. Meselâ Hz. Lut'un soydaşlarını düşününüz. Onların hem yurtları ve hem de yaşadıkları dönem size yakındır. Çünkü Medyen yöresi, Hicaz'ı Şam'a bağlayan yol üzerindedir.
Hz. Şuayb, soydaşlarını azap ve yok olma sahneleri ile karşı karşıya getirdikten sonra arkasından önlerine tevbe ve af kapısını açıyor. En sevgi dolu, en cana yakın sözler ile onlara umut aşılıyor, kendilerini Allah'ın rahmetini hak etmeye ve yakınlığını kazanmaya özendiriyor.
12
90. Bu uyarıları unutmayın da Rabbinize istiğfar edin. Elinizden geldiği kadar O’na kulluk yapın da beceremedikleriniz konusunda, kusurlarınızın konusunda O’nun affını isteyin. Tevbe edin Rabbinize. Yönelin Rabbinize. O’nun yörüngesine girin. Çünkü Rabbim Rahîmdir, merhametlidir, Vedud’dur sevgilidir, kullarını sevendir. Sadece O’nu sevin, sadece O’nun sevgisine, beğenisine ulaşmaya çalışın.
Kulun, Allah Teâlâ’nın Vedûd isminden alacağı nasip; kendisi için istediklerini başkaları için de istemek, gücü nispetinde başkalarına iyilik etmek ve Allah’ın salih kullarını sevmektir.
İşte Allah’ın Vedûd ismi Resulallah’ın tıpkı anlattığı asi kul hikâyesi gibi.
Asi kulun Allah’a tevbe etmesinden Allah nasıl memnun olur bilir misiniz? Hani sizden biriniz üzerinde her şeyinizin yüklü olduğu bir deveyi çölde kaybetse. Suyu, serveti o devenin üzerinde olsa ve o kimse her şeyinin yüklü olduğu deveyi çölde kaybetmiş olsa ve ararken yorgun, bitkin ve bıkkın, artık umudunu kesmiş bir halde yıkılsa. Bir de gözünü açsa, kaybettiği, her şeyinin üzerinde yüklü olduğu o deve, hiçbir şeyini zayi etmeden çıkagelmiş. Nasıl sevinir, nasıl memnun olur, nasıl gözlerinin içi güler. İşte Allah günaha batmış, kendisini terk etmiş, kendisine asi olmuş bir kulunun tevbe edip kendisine tekrar yönelmesine işte çöldeki o devesini, her şeyini üzerine yüklediği devesini kaybettikten sonra bulan insanın sevinmesinden bin kat daha fazla sevinir. Buyurmuştu.
91. Şuayb (a.s.) onlara kendi dilleriyle hitap ediyor, onların anladığı dilden konuşuyor, ifade buyurduğu hususları açık ve basit bir şekilde beyan ediyor, onlar da onun ne demek istediğini anlıyorlardı. Fakat Hz. Şuayb onları, gerek kendilerinin gerekse atalarının içinde bulundukları hayat tarzına ters şeylere çağırdığı için “biz söylediklerinden bir şey anlamıyoruz” diyorlardı. İşin aslı, vahiy ve nübüvvete ehemmiyet vermiyorlar, ilâhî talimatlara kulak tıkıyorlar, anlamak istemedikleri için anlamıyorlardı.
İşte zorbalık, işte güçlünün haklı olduğunu sandığı, haklınınsa gücü olmayınca onun üzerinde güçlülerin zorbalığa giriştiği bir manzara. Fikre karşı güç. Düşünce ve inanca karşı tehdit, yıldırma ve kuvvet, şiddet kullanma. Burada onu görüyoruz. Yani güçlüyüz, o halde haklıyız mantığını. Onun için bir peygambere karşı, bir peygamberin diriltici mesajına karşı, o peygamberin mesajından rahatsız olanların şiddet kullanma tehdidi.
Bal gibi anlıyorlardı peygamberin dediklerini ama hayatlarının değişmesini, keyiflerinin kaçmasını isteme-dikleri için anlayamıyoruz diyorlardı.
Ekonomik insan olup çıkmışlardı. Ekonomiden, ekonomik büyümeden, paradan, altından, gümüşten başka bir şey düşünemeyen insanlar olup çıkmışlardı. Dünyanın ve dünyalıkların esiri ve sarhoşu olarak ne Allah’ı, ne peygamberi, ne daha önce helâk edilen toplumları duymayan, düşünmeyen bir toplum olmuşlar, cenneti ve cehennemi gündemlerinde düşürmüşler, hatırlamaz olmuşlardı.
92. Aileni sayıyoruz, eğer saymasak seni öldüresiye taşlardık diyorlar. Fakat Allah’ı saymıyorlar.
El ne der diyorlar, fakat Allah ne der demiyorlar.
Falanca nasıl bakar diyorlar, fakat Allah nasıl görür demiyorlar.
Bu konuda falan ne der, feşmekanın görüşü nedir, falanca düşünürün, falanca feylesofun görüşü nedir diyorlar fakat Allah’ın görüşü nedir demiyorlar. İşte aynı mantık, aynı çelişki.
Rabbimin bilgisi yaptıklarınızı kuşatmaktadır. İnsanı yaptıkları ile kuşatmak, toplumları yaptıklarıyla kuşatmak, yani cezalandırılacaksanız eğer, bunun gerekçesi eylemleriniz, amelleriniz olacaktır. Yani sizi kuşatacak bela, sizi kuşatacak azap bir başka yerden gelmeyecek, kendi ameliniz olacak, kendi eyleminiz olacak anlamını taşıyor.
93. Öyleyse ey kavmim! Buyurun konumunuzun gereğini yapın! Haydi bulunduğunuz makam ve mekânda gücünüz neye yetiyorsa yapın! Öldürecek misiniz? Recm edecek misiniz? Asacak, kesecek, susturacak mısınız? Haydi, elinizden geleni geri bırakmayın. Ben de yapacağımı yapacağım diye onlara hücuma geçer Allah’ın elçisi.
Artık aradan yıllar geçmiş, savaşın sonuna gelinmiş, son raunda ulaşılmış. Allah desteğindeki Şuayb (a.s) Allah’tan aldığı izzet ve şerefle onlara meydan okuyordu. Haydi, buyurun ne yapacaksanız yapın, ben de yapacağımı yapıyorum diyordu. Çünkü Allah elçisinin Rabbine güveni tamdır. Allah’ın onları helâk edeceğine itimadı, tevekkülü tamdır. Onlar kendisini tehdit edince O da onları tehdit etti. Çok yakında rezil rüsva eden azabın kime geldiğini? Kimin galip, kimin mağlup olduğunu görecek ve bileceksiniz diyordu.
O zaman yalancı kimmiş bileceksiniz diyordu. Allah’a imanı temel kabul eden mi doğrudaymış? Yoksa ekonomik anlayışı hayatın temeli kabul eden mi doğrudaymış bunu yakında bileceksiniz diyordu. Ekonomik güce sahip olanlar mı üstünmüş? Her şeyi ekonomide görenler mi izzet ve şeref sahibiymiş?
Yoksa hiçbir şeyleri olmasa da Allah’a iman edenler mi? Yakında anlayacaksınız diyordu. İşte bu tartışmaların hemen ardından:
94. Bu zalim kavim, bu Allah’a, yalnızca Allah’a kulluk etmemekte direnen sapkın toplum bu direnişini sürdürürken Allah’ın yasaları çerçevesinde kendilerine verilen mühlet, süre doldu, krediyi tükettiler. Krediyi tükettiklerinde ki Allah’ın açtığı kredi insan oğlu tarafından tüketildiğinde artık imza atılır, kalem kırılır, hüküm verilir. İşte onu söylüyor şimdi ayet.
Aslında bu kıssaların Kur’an a alınarak, son ilahi vahye alınarak ölümsüzleştirilmesi, insanoğluna; Düşünürken, seçerken, tercih ederken hangi yolda yürümesi gerektiği konusunda bir tercih yaparken yardımcı olmak içindir. İlahi rahmetin bir tezahürüdür onun için vahiy. İnsanın tercihini yaparken Allah’ın tavsiyesidir. Akıbetini gör, tercihini öyle yap. Sonunu başından görebilirsin demektir bu.
Tıpkı öncekiler gibi ebediyen kaybedenlerden oluverdiler. Ne ekonomik, ne siyasal, ne de askeri güçleri hiçbir işe yaramadı. İşte böylece kimim üstün, kimin alçak olduğu, kimin izzet ve şerefli, kimin izzetsiz ve şerefsiz, kimin kazanıp kimin kaybettiği ortaya konuverdi.
95. Allah onları tarih sahnesinden böyle sildi. Bir uygarlığı, bir medeniyeti, Allah’a baş kaldırmaya kalktığında, Allah’tan aldığı gücü Allah’a karşı kullanmaya kalktığında, Allah’ın kendilerine verdiği nimetin kaynağını unutup, o nimeti Allah’a isyan üzere kullanmaya kalktıklarında bir uygarlığı böyle tepesi, üstüne döndürdü ve yere geçirdi.
Aslında fazla söze ne hacet. Eğer ibret almayı bilirse insanoğlu, baktığı her şey bir ayet. Eğer görmeyi bilirse insan kendisini gösteren çok ibret var bu cihanda. Tarih bir ibret vesikası olarak dehlizlerinden çıkıp önümüze seriliyor. Tabii ki ibret alan akıl sahipleri için.
Evet bir toplumun daha helâkine şahit olduktan sonra Rabbimiz sanki insanlık tarihini gözümüzün önüne sunuyor. Nuh (a.s), Hud (a.s), Salih (a.s), İbrahim (a.s), Lût (a.s), Şuayb (a.s) la insanlık tarihinin birinci dönemi biterken şimdi de karşımızda Musa (a.s) var. Musa (a.s) nın gönderildiği Firavun toplumu ve İsrailoğulları. Bir kavgaya daha şahit olacağız. Bakın Rabbimiz onu da anlatmaya başlıyor:
96. Ayetler, (Allah Teâlâ Hz. Musa’yı Tevrat’ın ayetleriyle; asa, beyaz el, tufan, çekirge, haşerat, kan ve benzeri mucizeler) sözü sonuna bağlıyorlar. Bir de bakıyoruz ki, Firavun'un yandaşları diktatörün emrine körü körüne bağlanarak, yüce Allah'ın emirlerine karşı gelmeyi tercih ediyorlar. Firavun'un emirleri aptalca, cahilce ve saçma şeyler olmalarına rağmen onlara uyuyorlar.
97. Yukarıda verilen örneklerde sapmış topluluklar mücerret olarak bir toplum idiler ve öyle nakledildiler. Fakat bu örnekte örgütlü bir toplum ve o toplumu örgütleyen öncüsü, siyasal lideri gündeme geldi. Hz. Musa örneğini öncekilerden ayıran özellik bu. Örgütlü bir toplum ve bu toplumu örgütleyen siyasal bir lider, önder var.
Bu, firavun; özel isim değil, cins isim, kral gibi, sultan gibi, hükümdar gibi, melik gibi bir cins isim. Dolayısıyla Kur’an’ın her firavun ismini andığında şu aklımıza gelecek tarihte özel bir isme dikkat çekmekten daha çok, firavunca yönetimlerin tüm yöneticilerine dikkat çekmedir bu. Kur’an onun için özel isim vermez. Onun için vasfı, yani niteliği, yani özelliği; Kişiliğin, şahsın, bireyin önüne çıkarır. Birey, kişi tarihseldir, ölüp gitmiştir. Fakat onun o tavrı, onun temsil ettiği o özellik, o nitelik ölmemiştir, firavunluk ölmemiştir firavun ölmüştür de.
Şeytan nasıl şeytanlığını zamanlar üstü devam ettiriyorsa, firavunlar da firavunluğunu daima sürdürürler. Bu noktada Adem ölmüştür, insanoğlu yaşamaya devam ediyor. Ölmemiştir. Peygamber ölmüştür fakat risalet vazifesi ölmemiştir bunun gibi. Onun için Kur’an isimlere değil, onların özelliklerine, niteliklerine dikkat çeker.
Adamlar, Firavun'un emirlerine körükörüne uydular. Onun izinden gittiler. Düşünmeden-taşınmadan sapık adımlarını izlediler. Hiçbir konuda kendi görüşlerini işe karıştırmadılar. Böylece kendilerini küçük düşürdüler. Yüce Allah onları akılla, irade ile, tercih özgürlüğü ile, gidecekleri yolu serbestçe seçme ayrıcalığı ile onurlandırdığı halde, onlar bu onurlu konumlarından feragat ettiler. Onlar böyle alçaltıcı bir tutumu benimsedikleri için ayet, Firavun'un kıyamet günü de onları güdeceğini, onların orada da ona kuyruk ve sürü olacaklarını açıklıyor.
98. Vird; sürüyü sulamak için suya götürmeye deniliyor Arap dilinde. Hayvan sürülerini sulamak için suya götürmek. Müspet bir kelime aslında. Burada birkaç kinaye, birkaç mecaz birden yapılıyor. Mecazın bir tanesi tüm firavun ve firavunca yönetimlerin ellerinin altındaki kitleleri sürüleştirdiklerine bir gönderme var.
Niçin sürüleştiriyorlar? Yönetmesi kolay olsun diye. Onun için bir önceki ayet akılsızdı diyor. Yani reşit değildi. Firavunun yönetimi, firavunun yasaları akıl kârı değildi, akılcı değildi, akıllı değildi. Sağduyu eseri değildi. “ve ma emru fir’avne Bi reşiyd”(97) akıl sahibi değildir, akılcı değildir firavun yasaları. İşte onu açıklıyor aslında bu ayet. Ne diyor; çünkü sürüleştirildiler. Sürüde akıl olur mu? Akıl olsa sürü olur mu?
Evet, niçin akılsızlaştırır firavunlar güttükleri toplumları; Çünkü akıllı toplumlar kolay güdülmezler.
a) Akıllı toplumlar dahası başlarında firavunu yaşatmazlar. Öyle bir despotik sisteme izin vermezler.
b) Sürüleştirdikleri toplumu, suya götüreceğiz diye önlerine katıyorlar, fakat işin tersi ateşe götürüyorlar. Yani burada da çok ilginç bir benzetme, bir atıf var; Kula kul olanlar, kula kul olmanın cezasını, suya götüreceğiz diye ateşe götüren çobanların eli ile çekiyorlar ve mazur değiller bu ayete göre. Bu ayetlere göre Allah onları mazur görmüyor. Mazeret ileri sürseler bile kabul etmiyor. Ki Kur’an’ın başka ayetlerinde; Onlar kendilerini, başkalarının önderlerinin, liderlerinin cehenneme sürdüğünü söyleyecekler ve bunu mazeret olarak ileri sürecekler, fakat Allah onların bu mazeretlerini kabul etmeyecek, etmiyor.
99. Burada lanet takılmasının sebebi sapık akidelerinden dolayı değil. Sapık akidelerinin cezası ahirette. Fakat burada lanete uğramalarının yani daha dünyadayken lanete uğramalarının sebebi sürüleşmeleridir. Zalim bir yöneticinin zulmü altında inlemek; lanete uğramak olarak niteleniyor.
Burada dünyada ki lanet; insanların kötü yönetime mahkum edilmeleridir ve ukbada da lanete uğrayacaklar; çünkü kötü yöneticileri sapkın olduğu için onların sürdüğü yere gidenlerde onların akıbetini paylaşacaklar.
13
100. Nuh Aleyhisselam ile başlayıp Hz. Musa ile sona eren bu kıssalar çeşitli yerlerde yaşayan kavim ve bunlara gönderilen peygamberlerin haberleridir. Bu kavimler peygamberlere inanmayıp isyan ettikleri için her biri bir felâketle yok olup gitmişlerdir. Bunlardan bazılarının iz ve kalıntıları zamanımıza kadar ulaşmıştır (Mısır’daki piramit ve heykeller gibi), insanlar hâlâ bunları ziyaret edip ibret almaktadırlar. Bazılarının ise kalıntıları bile yok olup gitmiştir.
Bu ayetlerin indiği anda ki Araplar o kalıntıları görüyorlardı. Adeta belayı kokluyorlardı. Onun için onlara doğrudan bir uyarı var. Tabii ki Kur’an ın tüm muhataplarına dolaylı bir uyarı.
101. Ne onlar bize zulmettiler, ne biz onlara zulmettik. Fakat onlar kendi kendilerine zulmettiler. Aslında zulüm; İnsan-Allah, İnsan-eşya, insan-insan ilişkisinde bir şeyi yerinden etmektir.
Eğer Allah’a ait bir vasfı, Allah’tan başka bir şeye verirseniz, yakıştırırsanız zulmetmiş olursunuz. Buna akidevi zulüm, buna şirk denir, küfür denir.
Eğer insana ait bir hakkı ondan alırsanız bir başkasına verirseniz insana zulmetmiş olursunuz. Buna ameli zulüm denilir.
Eğer kendinizi Allah’ın koyduğu yerden alır da, Allah’a kul olarak yarattığı kendi varlığınızı kula kul yaparsanız, eşyaya kul yaparsanız, servete kul yaparsanız, şöhrete kul yaparsanız; Bu kez kendinize zulmetmiş olursunuz. Bu da manevi intihardır.
Allah’tan çalıp ta tabir caizse bir başkasına yakıştırmaya çalıştıkları ilahi sıfatları verdikleri o şeyler kendilerine herhangi bir karşılık veremediler. Onları tabi olmalarının karşılığında onlar da bunları kurtarsaydı ya, ellerinden tutamadı, Allah’a karşı koruyamadılar, koruyamazdı da zaten. İşte onu söylüyor. Kula kul olmakla yetindiler, eşyaya kul olmakla yetindiler. Kendi hatırlarının ve şereflerini beş paralık etmekle yetindiler.
“ve ma zaduhüm ğayre tetbiyb” üstelik bunlar kendi yok oluşlarını hızlandırmaktan başka bir işe de yaramadı.
102. Tarih bunun şahitleriyle doludur. Allah’la savaşa tutuşan zalimlerin hepsi de sonunda mağlup oldular. Hepsi de ellerindeki güç ve kuvvetlerinin, imkân ve saltanatlarının hiçbir işe yaramadığını gördüler. Hiç birisi Allah’ın ayetlerini yalanlamalarının ve onlarla savaşa tutuşmalarının karşılığı olarak Allah’ın kendilerine takdir buyurduğu azaptan kurtulamadılar.
103. O âhiret günü öyle bir gündür ki tüm insanlık onda toplanacaktır. Ve o gün şahitlerin hazır edilip dinlenecekleri de bir gündür. Arz şahit, sema şahit, melekler şahit, insanlar şahit, insanların azaları şahit. İşte tüm bu şahitlerin şahadeti altında herkesin hesapların açıktan açığa görüleceği bir gündür o gün.
Hiçbir şeyin gizli kalmadığı, hayat filminin bin boyutuyla, binler boyutuyla mahşerde izlettirildiği bir gündür.
104. Biz o gün için belli bir zaman tayin ettik. Eğer Biz böyle bir karar vermiş olmasaydık çoktan bu zalimlerin işlerini bitirirdik. Bu emir sadece Allah’a aittir. Bu emri verecek olan sadece Allah’tır. Ne melekler, ne Cebrail, ne İsrafil, ne peygamber hiç kimse bilemez bunu. Zamanını vaktini bilmesek de bizler kesinlikle şunu biliyoruz ki attığımız her adımla, aldığımız her nefesle ona doğru yaklaşmaktayız. Her saniye ona biraz daha yaklaşıyoruz.
Bu ayetlerde Allah'ın tehdit ve korkutması vardır. Ayrıca, durumu düzeltmeye, gönlü arıtmaya, amelleri güzelleştirmeye, eceller gelmeden nefisleri sorguya çekmeye teşvik vardır. Çünkü kul, ancak ektiğini biçer.
105. Bu ürkütücü suskunluk herkesi, her yeri kaplamıştır. İçindekilerle birlikte kuşatıcı bir dehşet çökmüştür sahnenin üzerine. Konuşmak izne bağlıdır. Hiç kimse isteğini ifade etme cesaretini bulamaz kendisinde. Ancak yüce Allah'ın dilediği kimselere konuşma izni verilir. Onun izni ile suskunluğu bozar. Sonra ayırım ve dağıtım işlemi başlıyor.
Allah’ın gönderdiği vahye karşı ağızlarına geleni söyleyenler, bir gün gelecek hakimi Allah olan mahkemede öyle ağızlarına geleni atamayacaklar.
Putperest kavimlerin kıssalarının ardından gelmiş olması dikkate alındığında putların Allah katında kendileri için şefaatçi olacağına inanan kimselere hitap ettiği anlaşılırsa da ayette genel olarak şefaatçilere güvenip de günahtan sakınmayan kimselerin uyarıldığını söylemek daha uygun olur. Zira o yüce mahkemede Allah’ın izni olmadan ne peygamber ne evliya ne melek ne de başka bir güç şefaat edip söz söyleyebilir
Taha 109 يَوْمَئِذٍ لَا تَنْفَعُ الشَّفَاعَةُ اِلَّا مَنْ اَذِنَ لَهُ الرَّحْمٰنُ وَرَضِيَ لَهُ قَوْلاً O Gün, şefaat fayda vermez. Rahman'ın kendisine izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimse hariç.
Nebe’ 38). يَوْمَ يَقُومُ الرُّوحُ وَالْمَلٰٓئِكَةُ صَفاًّۜ لَا يَتَكَلَّمُونَ اِلَّا مَنْ اَذِنَ لَهُ الرَّحْمٰنُ وَقَالَ صَوَاباً O gün, o ruh ve o melekler saflar halinde hazır bulunur. Rahman'ın izin verdiklerinden başkası konuşamaz. İzin verilen de doğruyu söyler.
106. O şaki olanlara gelince, işte onlar ateştedirler. Orada onlara düşen şey zefir ve şahiktir. Tıp dilinde "zefir" nefes almak, "şehik" de nefes vermektir. Fakat asıl lügatte zefir, soluğu uzun uzadıya içeri çektikten sonra dışarı vermektir. Dertli ve sıkıntılı olanın halidir ki, iç çekmek, göğüs geçirmek deyimleri ile ifade edilen haldir. Şehik de ağlarken hıçkırmaktır ki, bu da fazla acıdan kaynaklanır. Ve çocukların ağlaması hıçkıra hıçkıra olur. Bundan başka bir de eşeğin anırmasının evveline zefir, sonuna şehik denilir ki, biri içeri doğru çekilerek, diğeri dışarı doğru verilerek ses çıkarmaktır. Hasılı lügat açısından zefir ve şehik normal nefes alıp verme değildir, ıstıraplı, acılı bir nefes alıp vermedir.
107. Her iki grup da bulunduğu yerde sürekli kalacaktır. Bu ifade zihinde süreklilik ve kesintisizlik anlamını canlandırmaktadır. Her ifadenin bir gölgesi vardır. Burada yer alan bu ifadenin gölgesi de budur.
Ancak ayetlerin akışı her iki durumdaki sürekliliği de Allah'ın dilemesine bağlamıştır. Her karar, her kanun sonunda O'nun dilemesine bağlıdır çünkü. Kanunları belirleyen Allah'ın iradesidir, O'nun iradesi bu kanunla kayıtlı, onlarla sınırlı değildir. O'nun iradesi serbesttir, dilediği zaman bu kanunları değiştirir.
108. Bahtiyarlar ise cennette olacaklar ve âhiret gökleri ve yerleri ayakta durdukça orada ebedi kalacaklardır. Manevî derecelerine göre nimetlere nail olacaklar, ilâhî rıza ve Cemalullah lütuflarına erişeceklerdir. Onlar için bitmeyen nimetler, kesintisiz ihsanlar, sonsuz bir Allah vergisi olarak ikram edilecektir. “Cennetin yiyecekleri de, gölgesi de devamlıdır.” (Ra‘d 35) İlâhî rıza nimeti de ebedîdir. Nitekim Resulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
Allah Teâlâ cennetliklere:
Ey cennet sakinleri diye seslenir.» Onlar da:
Buyur Rabbimiz! Emret! Bütün hayır ve iyilikler senin elindedir» derler. Allah Teâlâ:
Halinizden memnun musunuz?» diye sorar. Onlar:
Nasıl memnun olmayalım, Rabbimiz. Sen bize, hiç kimseye vermediğin bunca nimetler ihsan ettin» derler. Allah Teâlâ:
Size bunlardan daha değerlisini vereyim mi?» buyurur. Cennetlikler:
Bunlardan daha değerlisi ne olabilir, Rabbimiz!» derler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak:
Üzerinize rızamı indiriyorum; bundan sonra size hiç gazap etmeyeceğim» buyurur.”
Zaten pek çok ayette de cennetin ebedî olduğu kaydı açıkça yer almaktadır.
109. Bu adamların neye taptıklarından hiçbir kuşkun olmasın, hiç şüpheye düşme ne demek? Hani hatırlayalım; Mekke müşrikleri Allah’a baş ilah olarak inanıyorlardı. “İlahül alihe” ve işte bu putlar neci, siz Allah’a iman etiğinizi söylüyorsunuz. Gerçekten de gökten yağmuru kim yağdırıyor diye sor onlara; “leyekulünnAllâh” (Ankebut/63) elbette Allah diyecekler diyor Kur’an. Bu manada yaratanın Allah olduğuna iman ediyorlardı. Peki, bu putlar ne diye sorduğunuzda verdikleri cevap Kur’an’ın bize naklettiklerine göre şu; “liyükarribûna ilAllâhi zülfâ” (Zümer/3) Bunlar Allah’a bizi yaklaştıran aracılardır diyecekler.
Yani bunlar Allah’a da iman ediyorlar zannetme. Böyle bir inanç Allah’a iman etmek değildir. Nedir ya? Hevaya, hevese, içgüdüye, kişinin arzularına tapmasıdır. Yani ayartıcı öz benliğine, egosuna kul olmaktır.
Onlar Allah’ın hukukuna tecavüz ediyorlar, fakat Allah onların hakkına riayet edecek, hiçbir şeyi kısmayacak. Kula, eşyaya, benliğe kul olma yoluyla Allah’ın hakkına tecavüz etseler de, Allah onların hakkını tastamam verecek. Fakat bu ayeti mutlaka 15 ve 16. ayetlerle birlikte anlaşılması lazım. Oraya gittiğimizde, onların hakkını dünyada kullandıklarını, kullanacaklarını, ahirete bir paylarının kalmayacağını görüyoruz bu surenin 15 ve 16. ayetlerinde.
110. Yemin olsun ki, Musa'ya da kitap verdik de çok geçmeden üzerinde ihtilaf edildi. Yani merak etme ya Muhammed! Yalnızca sana ve sana verilen kitaba karşı anlaşmazlık çıkarılmıyor. Yukarıda da bildirildiği üzere Firavun'a galebe çalan, üstünlük sağlayan Musa'ya da kitap verildiği zaman ümmeti olan İsrailoğulları tarafından ihtilaf çıkarıldı. Oysa Musa'ya kitabın verilmesi, Tevrat'ın inzal olunması, onun, Firavun ile adamlarına üstün gelmesinden, hatta onların suda boğulmasından ve İsrailoğulları'nın kurtarılmasından sonra olmuştu.
Böylece İsrailoğulları Tevrat gelmeden önce bütün bunları gözleriyle görmüş ve Musa'nın peygamberliğini kabul etmişlerdir. Böyle olmasına rağmen Tevrat nazil olunca hepsi birden hemen iman etmediler de onun Allah'tan olup olmadığında ihtilaf ettiler. Bir kısmı iman etti, bir kısmı da iman etmedi, direndi.
Sana gelince ya Muhammed, önce kitap nazil oluyor, şu halde sana gönderdiğimiz kitap hakkında kavminden bazılarının "ona bir hazine indirilse ya" veya "onunla beraber bir melek dolaşsa" veyahut "onu sen uyduruyorsun" diyerek inkâr edenlere, Allah kelâmı olduğunu inkâr ederek ihtilaf çıkarmalarına önem verme! Eğer Rabbinin hikmet gereği olarak bir ecel takdir edilmemiş olsa idi, derhal haklarında hüküm icra edilirdi.
Yani, kavminden ihtilaf çıkaranların hepsi için hemen şimdi aleyhlerinde hüküm verilir ve icra edilirdi, hiç beklemeden işleri bitirilirdi. Ve şüphe yok ki, onlar bundan dolayı şüphe dolu bir şüphe içindedirler. Yani bu surenin baş tarafında geçtiği üzere, "Kur'an'ı Muhammed'in kendisi uydurdu" diye inkâr eden iftiracılar, yaptıkları bu iftiraya kendileri bile inanmıyorlar. Kur'an'dan dolayı onlar öylesine derin bir şüphe içindedirler ki, bu şüpheleri kendi içlerini yiyip bitirmekte, yüreklerini kemirmektedir.
111. Rabbin onların her birine amellerinin karşılığını verecektir. Zaten yaşanılan bu hayatın manası da budur. Burada bu hayat bunun için vardır. Kim nasıl bir hayat yaşayacak? Kim güzel ameller işleyecek? Kim Rabbini razı edecek? Kim de kötü ameller işleyerek imtihanı kaybedecek? İşte bu dünya, bu hayat bunun için vardır. Hayatın sebebi de budur, öte âlemde dirilişin sebebi de budur. İnsanlar bu dünyada kendilerine tanınan imtihan süresi içinde yaptıklarının karşılığını görmek için dirilecekler.
Allah’a isyan ya da itaatle bir dünya hayatı yaşayan insanlar, Tevrat’ı kabul eden ya da etmeyenler, İncili kabul edenler ya da etmeyenler, Kur’an’ı kabul edenler ya da etmeyenler yaşadıkları bu ha-yatın sonunda tekrar dirilecekler ve Allah’ın bu dünyada kendilerine verdiği özgürlükle bu tercihlerinin karşılığını göreceklerdir. Allah hiç kimseyi bu dünyada imana, ya da küfre zorlamadı. İmanı da, küfrü de, cenneti de, cehennemi de kendi hür iradeleriyle kazanmaları için onlara fırsat tanıdı. Eğer Bana kul olur, Benim istediğim gibi Müslüman’ca bir hayat yaşarsanız cennete gidersiniz, aksini yaparsanız cehenneme gidersiniz dedi. Ne yaparsanız, neyi tercih ederseniz mutlaka onun karşılığını göreceksiniz buyurdu. Hiçbir kimseyi karşılıksız bırakmadığını bildirdi.
Evet, Allah insanların yapıp ettiklerinin tümünden haberdardır. Herkesin yaptığını bilmektedir. Her şey Levh-i Mahfuz’da yazılıdır. Melekler yaptığımız her şeyi yazmaktadırlar. Allah’a gizli kalacak hiç bir şey de yoktur.
14
112. Ayette İslâm’ın esasını teşkil eden iki ilke yer almaktadır: Emrolunduğun gibi dosdoğru yaşamak ve haddi aşmamak, yani Allah’ın belirlediği sınırların dışına çıkmamak.
Peygamberimiz bu emrin dehşetini ve etkisini ta derinden hissetmişti. Hatta O'nun, bu emre işaret ederek şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hud suresi saçımı ağarttı." “Hud suresi ve kardeşleri beni ihtiyarlattı” buyurmuştur.
Bizi ne kadar etkiledi, bizde etkisi nedir bu ayetin bunu düşünüyor muyuz? Müminleri müminleştirmede, kâfirleri İslâmlaştırmada Allah’ın Resulü ne kadar harisse biz de öyle olmaya çalışalım. Allah’ın Resulünün belini büken sorumluluğu biz de üzerimizde hissedelim. Çoluk çocuğumuzu, hanımlarımızı, komşularımızı, arkadaşlarımızı İslâmlaştırma derdi bizim de belimizi büksün. Biz de hem kendimizi dosdoğru yapmaya, hem de çevremizdekileri dosdoğru hale getirmeye çalışalım. En büyük derdimiz bu olsun.
Dosdoğru olma bize Fatiha’yı hatırlatır. Orada dosdoğru yol Kur’an’dı, Kur’an’ın hidayetine tâbi olmaktı. O halde peygamber (a.s) da onun yolunun yolcusu olan bizler de sürekli bu kitapla beraber olacak, yolumuzu bu kitapla bulacak ve bu kitabın tarif ettiği gibi dosdoğru olmaya çalışacağız.
113. Zulüm: “din ve ahlâk kanunlarıyla belirlenen sınırları aşmak, adalet, hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine aykırı davranmak” demektir.
Kur’an’da zulüm, biri itikat diğeri ahlâk alanlarıyla ilgili olmak üzere iki ayrı anlamda kullanılmaktadır. Birinci alanda genellikle “şirk, inkâr, günahkârlık, Allah’ın koyduğu kuralları, sınırları çiğneme ve aşma” manalarını ifade eder. Buna göre şirk büyük bir zulümdür (Lokman 13); Allah’ın kanunlarını çiğneyenler zalimlerdir; kâfirler zalimlerin kendileridir (Bakara 229, 254).
Ahlâk alanında ise “haddi aşmak, başkasının hakkını ihlâl etmek, başkasına zarar vermek” anlamını ifade eder. Bu davranışları sergileyene de zalim denir. Yüce Allah, zulmün her türlüsünü haram kılmış, Müslüman-kâfir ayırımı yapmaksızın zalimlere eğilim gösterilmemesini, yaptıkları kötülüklerin hoş karşılanmamasını ve onların yanında yer alınmamasını emretmiştir.
Zulüm ateştir diyor ayet. İster insan-insan, ister insan-Allah, ister insan-eşya ilişkisinde, hangi tür ilişkide olursa olsun, ilişkilerinizde zulmetmeyin. Evet demek ki dosdoğru olmanın yolu kâfirlere, zalimlere destek olmamaktan, onlara meyletmemekten, onlardan uzak durmaktan geçmektedir.
114. Gündüz, “tan yerinin ağarmaya başladığı andan güneşin batmasına kadar geçen süre” demektir. Gece ise “güneşin battığı andan başlayıp tan yerinin ağarmasına kadar geçen süre”yi ifade eder.
Gündüzün iki tarafından maksat, geceyle birleşen iki tarafı, yani başı ve sonu olup tan yerinin ağardığı ve güneşin battığı zamanlardır. Buna göre gündüzün iki tarafında kılınması emredilen namazlardan biri sabah namazıdır; diğeri ise güneş batmadan önceki kısım (taraf) olarak alındığında öğle ve ikindi, battıktan sonraki taraf olarak alındığında akşam ve yatsı olarak yorumlanmıştır. “Gündüze yakın saatler” diye tercüme ettiğimiz zülef kelimesi ise zülfenin çoğulu olup gecenin gündüze yakın olan ilk saatlerini ifade eder; bu saatlerde kılınması emredilen namaz da yatsı namazıdır.
Ayette namazın şekli ve zamanı belirlenmediği için yet, vakti detaylı olarak tanımlamadan işaret edilen zamanlarda namaz kılmanın önemini vurgulamaktadır. Bu ayetin bütün farz namazların vakitlerini belirlediği kanaatinde olanlar da vardır.
Namaz vakitlerini ve şeklini mütevatir sünnet açıklamıştır. Hz. Peygamber’in uygulamalarına göre farz namazların vakitleri şöyledir:
Sabah namazının vakti tan yerinin ağarmasıyla başlar, güneş doğuncaya kadar devam eder; öğle namazının vakti gün ortasından hemen sonra başlar, eşyanın gölgesi kendinin bir veya iki misli oluncaya kadar sürer; ikindi namazının vakti öğle vaktinin sona erdiği andan başlar, güneş batıncaya kadar devam eder; akşam namazının vakti güneş batınca başlar, batı tarafındaki kırmızı veya beyaz şafak kayboluncaya kadar devam eder; yatsı namazının vakti ise şafak kaybolduktan sonra başlar, tan yeri ağarıncaya kadar devam eder; vitir namazının vakti yatsı ile aynı olup yatsı namazını müteakip kılınır.
Ayet, kötülüklerin ortadan kalkması veya bağışlanması için ibadetlerle iyiliklerin çokça yapılmasının gereğine işaret etmektedir. Bunların başında da namaz gelir (Ankebût 29/45). Ayetin son cümlesi yukarıdaki emir ve yasakların Kur’an’ın hidayetinden yüz çevirenler için değil, ona yönelenler için güzel bir öğüt olduğunu ifade buyurmaktadır.
115. Rabbimizin öğütlerine kulağını ve kalbini verenler, sabırla iyilik yapmaya devam edenler bu güzel müjdelerden bol bol istifade edeceklerdir. Çünkü Yüce Allah, iyilik yapanların emeklerini boşa çıkarmayacak, mükafatlarını asla zayi etmeyecek, bilakis onlara lutuf ve kerem hazinelerinden kat kat ihsanda bulunacaktır.
Müminler ancak böyle bir İslâmî anlayış ve kulluk şuuru ile hem kendilerini haksızlıklardan uzak tutabilir, hem de dünyada yapılan zulüm ve haksızlıkların önüne geçebilirler. Nitekim insanlık tarihine bir göz atıldığında, zulme karşı seslerini yükseltmedikleri için zalimlerle birlikte helak olan nice toplumların bulunduğu görülecektir.
116. “Bakıyye” kelimesi, “kalıntı” anlamına gelirse de burada “fazilet, akıl ve hayır” manasındadır. “Bakıyye sahipleri” de dindar, faziletli, akıllı ve hayırlı kimselerdir. Bunlar iman, ilim, ibadet ve ahlâk gibi Allah yanında kalıcı olan değerlere önem veren ve onlara ulaşmayı gaye edinen gerçek akıl ve idrak sahibi bahtiyarlardır. İnsan, genelde, kazandığı şeylerin en güzelini ve en üstününü geriye bırakmak istediğinden, “bakıyye” kelimesi cömertlik ve fazilet manasında darb-ı mesel olmuştur.
Burada, daha önce helak olan kavimlerin helaklerine sebep olan iki husus üzerinde durulmaktadır:
Aralarında fesat ve bozgunculuğa mâni olacak yeter sayıda faziletli bir cemaatin bulunmayışı,
Dünyalık bakımdan durumu iyi olan kimselerin zevk u safa düşkünlüğü ve halkın azgınlaşmasına sebep olmaları.
Dolayısıyla burada, toplumların içerisinde faziletli insanların çoğalmasının ve bunların kötülükleri engellemeye çalışmasının lüzumuna işaret edilmektedir. Eğer böyle faziletli gruplar olmaz, toplumun halini ıslaha çalışmaz ve insanlar da nefsanî arzularının peşine düşüp azgınlaşırlarsa ilâhî kahır tecellilerine maruz kalır, helak olup giderler. Nitekim Kur’an’da kıssaları anlatılan önceki nesiller bunun apaçık misalleridir. Yoksa Allah Teâlâ, hiçbir toplumu hak etmedikleri halde zulüm ile helak etmez. Çünkü Cenab-ı Hak her türlü zulümden pak ve uzaktır. Kulların başına gelenler, ancak kendi yaptıklarının affedilmeyen kısımlarından gelir.
Nitekim Resulullah (s.a.s.)’e: “İçimizde salihler varken yine de helak edilir miyiz?” diye sorulduğunda: “Evet, eğer kötülükler çoğalırsa” cevabını vermiştir.
117. Sözün kısası şudur: Allah, şirke ve küfre mensup oldukları için hiçbir topluluğu ortadan kaldırmaz. Onlara azap, ancak muamelelerde hainlik yaptıkları, mahlûkata eziyet ve haksızlık ettikleri zaman gelir. Sapık inançlarının cezasını ahirette verecek. Fakat dünyada ki gelen bu belalar, bu çökmeler, bu kokuşmalar, bu çözülmelerin sebebi; insani ilişkilerde ki dürüst olmama halidir.
Çünkü müşrikliğin cezası cehennemdir. Şirk için ondan daha az ceza, yeterli gelmez. Onları ancak günahları sebebiyle helak eder ki, bu, şirk cezasına ek bir cezadır.
Deveyi boğazlamaları sebebiyle Salih (Aleyhisselam) kavminin, homoseksüellik sebebiyle Lût (Aleyhisselam) kavminin, ölçü ve tartıyı eksik yapmaları yüzünden Şuayb (Aleyhisselam) kavminin, Hazret-i Musa ve İsrail oğullarına eziyetlerinden dolayı Firavun kavminin helak olmaları gibi.
Birisi dedi ki: ”İktidar şirkle devam eder, fakat zulümle devam etmez. ”
Başka bir ifade ile: Devlet şirkle payidar olur. Zulümle olmaz.
118. Fakat dilemedi demektir bu. Farklılıklar iradenin eseridir demektir. Allah insanın iradesini diledi demektir.
İnanç, düşünce, tercih farkı insanın fıtratına, yaratılıştan gelen nitelik ve özelliklerine bağlıdır. Bu fark kültür ve marifet zenginliğini, toplumun çeşitli ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlamıştır. Bu arada farklı inanç gruplarının (ümmetler) oluşmasına da sebep olmuştur. İnsanoğlu bu niteliklerden yoksun yaratılsaydı doğru ile eğri arasında seçim yapma ve hayatına ahlâkî bir anlam, manevî bir boyut kazandırma imkânı veren serbest irade ve seçme özgürlüğünden de yoksun kalırdı.
Oysa onu diğer canlılardan ayıran bu niteliklerdir. Allah insanoğlunu seçme ve tercih etme yetenekleriyle donatılmış olarak yaratmış, cennet ve cehennemin yollarını açık bırakmıştır. İnsan ancak özgür iradesiyle tercihine ve bu yöndeki gayretine göre bunlardan birine girmeye hak kazanacaktır; Allah’ın verdiği akıl nimetini iyi kullanan ve O’nun merhameti gereği lutfedip gösterdiği doğru yolu tercih edenler cennete, Allah’ın gösterdiği doğru yolu tanımayan, nefsine ve şeytana uyup eğri yolu tercih eden ve bu yolda ısrar edenler ise cehenneme gireceklerdir.
Farklı düşüncenin “muhtelifiyn” terim anlamıyla muhalif düşüncenin ilahi yasa gereği olduğu beyan ediliyor. Bir sapma ve aykırılık olan muhalif düşünceye karşı çok özgün bir bakış açısı geliştiriyor vahiy.
119. Yani insanların içerisinde Allah’ın rahmetini gören, yol göstericiliğine uyanlar elbette ki aykırı düşüncelere sapmayacaklar. Fakat bunu insanoğlunun tercih etmesi gerekir.
Evet, insanoğluna Allah inkar hakkını vermiştir. Fakat insan bu hakkı kullanırken şuna dikkat etmeli. İnsan kendisine verilen irade yeteneğini istismar etti mi etmedi mi, kötüye kullandı mı kullanmadı mı?
Eğer size biri irade gibi muhteşem bir nimet ve alet vermişse, siz iradeyi size verenin, size bahşedenin aleyhine kullanmaya kalkıyorsanız ve o verende Allah ise bunun hesabını sorar.
“Ve lizâlike halekahüm” Ne için yarattı? İşte insanları bu rahmete nail olmak için yarattı. Allah’ın kılavuzluğuna uysunlar diye yarattı. Allah’ın insan için koyduğu rahmeti alsınlar, buna layık olsunlar, bu rahmete tabi olsunlar diye yarattı.
Eğer size biri irade gibi muhteşem bir nimet ve alet vermişse, siz iradeyi size verenin, size bahşedenin aleyhine kullanmaya kalkıyorsanız ve o verende Allah ise bunun hesabını sorar.
120. Allah Teâlâ bu kıssaları, geçmiş olayları anlatıp insanları bunlardan haberdar etmek, ahlâkî erdemleri canlı ve etkili bir şekilde telkin etmek, müşriklerin verdikleri sıkıntılar karşısında Hz. Peygamber ve diğer müminleri teselli etmek, onların inanç ve sebatlarını kuvvetlendirmek maksadıyla anlatmaktadır. Kıssaların çoğu kere birden fazla ahlâkî anlam taşıyan farklı yönleri bulunduğundan Kur’an aynı kıssayı değişik surelerde tekrarlamakta ve her defasında bunlardan birine dikkat çekmektedir.
Fuad; Kalbin özel bir hali. Anlıyoruz ki yanık kalbe, ateş düşmüş kalbe Kur’an fuad diyor. Buradan Resulallah’ın kalbinde ki yanan ateşi anlıyoruz, sızıyı anlıyoruz.
121. Siz kendinize yakışanı yapınız, unutmayın ki biz, bize yakışanı yapmaktayız. Hatırlayınız 93. ayette ki Hz. Şuayb in hitabını.
Evet, dün bunu peygamber söylüyordu, bugün de biz söyleyeceğiz. Diyeceğiz ki ey kâfirler, ey zalimler, ey Allah düşmanları, haydi gücünüz neye yetiyorsa yapın yapacağınızı. Allah kullarını asmayı, kesmeyi, tanklarınızla ezmeyi yok etmeyi mi planlıyorsunuz? Müslümanları yeryüzünden silmeyi mi hedefliyorsunuz? Haydi, buyurun ne yapacaksanız yapın.
122. Buna göre kâfirler imansızlığın gereğini yapacaklar; peygamber ve müminler de Allah’a iman, ilâhî hakikatlerden öğüt ve ibret alma gibi güzel hal ve davranışlarının gereğini yapacaklardır. Kâfirler, şeytanın vesveselerine kanarak Müslümanların başına gelmesini sandıkları musibetleri bekleyip duracaklar; Müslümanlar ise Allah Teâlâ’nın kesin bir şekilde vaadettiği dünyevî musibet ve uhrevî azapların kâfirlerin başına inmesini bekleyeceklerdir. Neticede iki bekleyiş arasında ne kadar büyük bir farkın olduğu; kimin kârlı kimin zararlı çıkacağı belli olacaktır.
Yanında bir avuç bile yardımcısının olmadığı bir Mekke atmosferinde söylüyordu Allah’ın Resulü bunları. Eğer bugün biz Müslümanlar da tıpkı elçileri gibi karşılarındaki tüm dünya kâfirlerine karşı bu sözü söyleyebilirler, onların karşılarına Allah desteğinde olmamın bilinci içinde bir tavırla çıkabildikleri an Müslümanlar için galibiyet başlamış demektir.
123. Göklerde ve yerde gerek Hz. Peygamber’in gerekse diğer insanların bilmedikleri gizli gerçekleri sadece Allah bilir. Zira buralarda olup biten her şeyi O yaratmaktadır, yarattığından habersiz olması mümkün değildir. Yaratma, gaybı bilme, her dilediğini yapma, mutlak kemal sahibi olma gibi sıfatlarında eşi, ortağı, benzeri yoktur.
Bundan dolayı ibadet edilmeye lâyık olan da yalnız O’dur. Kulluk ancak tevekkül ile yani Allah’a güvenip dayanmakla kemale erdiği için ayette ibadet emrinin hemen arkasından tevekkül emri gelmektedir. Kul başarıya ulaşmak için elinden geleni yapmakla yükümlüdür, ancak başarıyı Allah’tan beklemek, sadece O’ndan yardım dileyip O’na sığınmak da kâmil imanın tabii bir sonucudur.
Ayette önce “kulluk” sonra “tevekkül” emredilmiştir. Bunda iki hususa işaret edildiği söylenebilir:
Kulluk etmeden yapılacak tevekkülün kayda değer bir faydası olmaz.
Kulluk ancak tevekkül ile yani Allah’a güvenip dayanmakla kemale erer.
Buna göre kul başarıya erebilmek için elinden geleni yapacak, bütün gücüyle çalışacak; fakat bunu yaparken Allah’a sığınıp, yardım dilenip başarıyı yalnızca O’ndan bekleyecektir. İşte bu hal, nihayetsiz kuvvet ve kudret sahibi, her şeyi hakkiyle bilen ve kullarının yaptıklarından bir an bile gafil olmayan Cenab-ı Hakk’a kâmil manada imanın açık bir tezahürüdür.
Biz de bir surenin daha sonuna gelirken rabbimizden; Yalnız kendisine kul olan, kula kul olmayan ve yalnız kendisine dayanan Salih ve seçkin kulları arasında bizi de kılmasını niyaz ediyoruz ve O’ndan imanla, Kur’an la, vahiyle yaşanmış bir ömür, ve bu vahiyle yaşanmış bir ömrün güzel bir hatimesi, güzel bir sonucu olan imanlı bir ölüm niyaz ediyoruz.
“Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn”
Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

Osman Erdoğmuş
Kayıt Tarihi : 8.9.2025 01:06:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!