Hikmet Büyükoğlu Şiirleri - Şair Hikmet ...

Hikmet Büyükoğlu

Bir aşkın, zamanın örsünde dövüldüğü, kelimelerin kadife misali ruhları sardığı bir hikâyedir bu. Düşünceler içinde savrulan, tutkulu bir muhabbetin kanaviçeye işlenmiş inceliklerinde soluklanan bir serüven…

Kelimeler, tıpkı Sâbit gibi, titrek bir mum ışığında titrer; ve aşk, Attar’ın Simurg’a ulaşan hikâyesi gibi bir arayış içinde var olur. Şu dünyada en çok sevdiğini kaybedenlerin kelimeleri en keskin olanlardır ve biz, yitirdiklerimizi kelimelerle sonsuz kılmaya çalışan bahtsız seyyahlarız.

Sevda, tarih boyunca filozofların, şairlerin ve bilginlerin en derin düşüncelerine konu olmuştu. "Aşkın özü, ruhun ölümsüzlüğüne inanmaktır," derdi Platon, çünkü sevda, insanı kendisini aşmaya çağıran bir yankıdır. O halde, aşk dediğimiz şey, bizleri benlik sınırlarımızdan koparan, karşılaştığımızın içinde kendimizi bulduğumuz o büyük titreşim değil midir?

Devamını Oku
Hikmet Büyükoğlu

Zamanın ölümsüz harfleriyle yazılmış bir mektubu size bırakıyorum. Yüzyılların rüzgârı, devrimlerin yangını, sokakların çığlığı ve suskunluğun karanlık aynası içinde, hepimize dokunan bir hikâyedir bu. Tarihin göğsüne saplanan kılıçlar ve kalemlerin kağıda bıraktığı izler gibi, insanın değişmeyen kaderi, adaletin ve eşitliğin peşinde sürüklenişidir.

Bir zamanlar, Karl Marx’ın kelimeleri, yoksul sokaklarda yankılanırken, bir şairin titrek ellerinde tuttuğu kalem, halkın gözyaşlarını kâğıda döküyordu. O kâğıt, gün gelip meydanlarda bayrak olacak; o şiir, dillerde marş olup yankılanacaktı. Ama evvelâ, insanın içinde bir ateşin yanması gerekiyordu; adını devrim koyacakları o ateşin.

Ve bizler, yani sevgili herkes, o ateşin külleri içinde doğduk. Ekmek kadar kutsal, hürriyet kadar acıydık. Edebiyatın unutulmaz isimleri bizim için yazdı; Nazım Hikmet, “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” dediğinde, biz henüz doğmamıştık belki ama hissettik. Dostoyevski’nin yeraltı adamı, umutsuzluğun ve başkaldırının vücut bulmuş haliydi. Camus’nün Sisifos’u, varoluşun anlamsız yükünü omuzlarken bile mücadeleden vazgeçmiyordu. Ve Brecht’in proletaryası, sahnede yükselen bir isyanın sahipsiz sesiydi.

Devamını Oku
Hikmet Büyükoğlu

Ankara’nın serin taş sokaklarına yaslanmış bir kadındı o. Adı belki kimse için önemli değildi ama her gece şehrin yalnızlığı onun adını sessizce fısıldardı: Ela.
Ela’nın hikâyesi bir şiirin kıvrımlarında başlardı, tıpkı Ahmet Telli’nin “suya yazılmış bir yazı” gibi silinir gibi olan bir çocukluğun hüznünde. Babasını küçük yaşta toprağa verdiğinde öğrendi kaderin elinin ne kadar soğuk olduğunu. Annesi ise bir yas kadını gibi ömrünü acılara dikip bir sabır heykeli oldu. Ve Ela, bir daha kimsenin gözlerinin içine korkusuzca bakamadı.

Ankara’nın rüzgârı gibi inatçı bir kadındı.
“Acıyı bal eyledik,” derdi kendi kendine. Belki Aşık Veysel’in türkülerinden kalma bir öğretiydi bu. Çünkü hayatta başka ne yapabilirdi ki insan? Acılarını cebine koyup yürürdü, her sabah Ulus’un, Kızılay’ın kalabalığında kaybolurken.

Devamını Oku
Hikmet Büyükoğlu

Yalnızlık, sessiz bir gölge gibi süzülür insanın üzerine, fark ettirmeden. Her şeyin ortasında bir sessizlik başlar; ne sesler, ne yüzler, ne de kalabalıklar o boşluğu doldurabilir. O an anlarsın, yalnızlık bir kalabalığın içinde dahi seni bulur.

Bir sabah uyandığında, pencerenin kenarına vurur ışık, ama o ışık bile ısıtmaz içini. Odamda yankılanan tek şey, düşüncelerimin sessiz çığlıklarıdır. Her gün aynı saatte uyanırım, aynı kahveyi yaparım, ama sanki hayatımdan bir şey eksik kalmıştır hep. Fincanlar dolsa da, sohbetin eksikliği doldurmaz boşluğu.

Sokaklar kalabalık, insanlar telaşlı… Herkesin bir yere yetişmesi gerek, ama ben hiçbir yere ait değilim sanki. Adımlarım yavaş, ruhum bir adım geriden gelir. Yüzlerdeki gülüşlere, kucaklaşmalara bakarım uzaktan; hepsi bir film sahnesi gibi geçer önümden. Bir zamanlar, ben de o sahnelerin içindeydim belki. Ama şimdi, sadece izleyenim.

Devamını Oku
Hikmet Büyükoğlu

Bir şehir düşünün. Gri betonlar arasında sıkışmış, nefes almak için çırpınan bir hayat. İşte tam da orada, yıkık dökük bir hanın avlusunda başladı her şey. O, gözleri zindan gecesi, gülüşü intihar davetiyesi. Bir rüzgar gibi esti hayatıma, ardında sadece kasırgalar bırakarak. Adını bile bilmiyordum bu kadının/adamın, ama ben ona "yakamoz hırsızı" derdim içimden. Çünkü her bakışı, deniz fenerlerinin bile ışığını çalacak kadar parlaktı.

Ben mi? Ben bir hiçtim. Serseri bir şair, kaldırımların tozunu yutan bir divane. Cebimde kuru ekmek, aklımda isyan, kalbimde ise kör bir kurşun gibi saplı bir boşluk. o kadını/adamı gördüğüm ilk an, o boşluk doldu sanmıştım. Meğerse bir zehirli sarmaşık gibi dolanacakmış ruhuma, her hücremi ele geçirecekmiş usulca.

Bizim aşkımız, şarapla zehri karıştırmak gibiydi. İçtikçe güzelleşen, güzelleştikçe öldüren bir iksir. Onun sesini duyduğumda, en acı türküler bile bal kesilir. Gözlerine baktığımda, cehennem bile cennetin bir köşesi gibi gelirdi. Ama biliyordum ki, bu bir illüzyondu. Mutluluk, bize hep uzak duran bir uğraktı.

Devamını Oku