Çoktan çekmiş aşka aşık şairlerin kalbinden isli paslı kılıçlarını, mazinin bağrından kopup gelen atlılar..
Hafızasını kaybetmiş kalenin kapısını tutuyor, silindirlerle göğüsleri mühürlenmiş muhafızlar..
Dövüyorlar surları acımasızca gecenin bir yarısı ansızın hatıralar..
Dicle ve Fırat’ın ortasında, açmış göğe ellerini bir mabedin hüznüne ağıt yakıyor kahinler..
Örüyor saçlarını Göbeklitepe’de sağır, kör, dilsiz erenler..
Güney Mezopotamya’yı sarmış kızıl saçlarının nüvesi, uzanmış Uruk’tan, Nippur’a hayrete düşürüyor herkesi..
Beş bin yıldan gelen mavi serzenişler,
Engellerle sırılsıklam olan feryatlar
Ve
Alıkonulan gökyüzü
Ve
Bulutlara uçuşan kelebekler,
Sessizliğin ortasında, Kalahari çölünün kumlarından, San kabilesinin kayalarından, beyaz aslanların yelesinden, sözün, sazın, şiirin, şarkının olmadığı bir zamandan dizlerimin üstüne doğrularak kalkıyorum, yalnızlığın saltanatından, Süleyman’ın içten içe kıskandığı, Belkıs’ın imanıyla inşa ettiği tahtından..
Geçiyor zaman yasımı tutmaya fırsat vermeden, hayata renk veren kutsal nehirler arayışın acısına kapılıp tel tel dökülüyorlar sahipsiz bir aşkın gözeneklerine..
Oradasın, eski tarihlerden kalan bir elvedanın hüznünde yolduğun saçından beş tel düşüyor kurumakta olan nehirlerin gözbebeklerine..
Gergin, kırgın, kızgın, kızıl tellere dönüşüyor saçların; telaşlı, heyecanlı, üzgün, bir o kadar coşkulu uzanıyorlar kayıp bir lirin ahşap gövdesine..
Yedilerin kalbi atıyordu İbrahim’in ellerinde, kırıyordu putları; bulunmanın, buluşmanın arefesinde.
Eksildi yedi, düştü karıştı beşlere, kalpleri Cebrail’in kalbi üzere.
Ferman yazıldı, mührü basıldı alemlere.
Kavuşmaya gebe o kutlu gecede, üç yüzler çıktılar mahremlerinden, ufka sürdüler atlarını..
Dere tepe düz gittiler, otağında bağdaş kurdular hiçliğin, çağırdılar sarayından Süleyman’ı..
“Bir elimizde güneşi, ötekinde ayı tutuyoruz; müjdeliyoruz sana Mihrimah’ı..
Bir rüzgara kapıldım amansız, acımasız, apansız, ansız, yok öyle soğuk falan değil aksine sıcak, Notos’un nefesi sanki; ama çok daha yakıcı..
Değirmeni döndüren yel gibi değil, ayrılıkları döve döve çoğaltan bir el gibi acı mı acı..
Biz de olan bir şey yok, biz de hiçbir şey yok.. Yokluğun bağıranda rüzgara kapılmış gidiyoruz, soluksuz öpüşmelerin sarhoşluğu, amansız yokuşların yorgunluğu, karmaşanın kalabalığı, anlamsız kelimelerin kabalığı eşlik ediyor bize, içimizde ta derinlerde bir yerde yeniden eskiye, eskiden yeniye dönen çıldırtan bir sancı..
Kokusunu çalmış her çiçeğin, uykusunu bölmüş her yüreğin, kanadını kırmış her kelebeğin, bizden bize bir şey bırakmamış adına aşk denen o yabancı..
Çıkmaz sokaklara açılan pencerelerde, hüzünleri evlere kapatıp üstüne kapanan kapılarda, dıştan içe kendi gövdesini sararak büyüyen, büyüdükçe öz dikenlerine bata bata canını yakan ve ruhunu kanatan güllerde; bize dair bir şey yok adına aşk denen o yabaninin heybetinde..
Newroz çiçeği!
Sen!
Sararmış yaprakların hüznü,
Antik zamanlardan kalma ezgi.
Geçmişin özlemi, geleceğin düşü,
Sen, düşlerin sahiciliği.
Ağlardın;
Ve yıkanırdı tüm günahlar..
Örtülü yalnızlığımdan, soyunurdum sensizliğe,
Soyunurdum sevilmelere,
Sevişirdim gecelerce, kapkaranlık düşlerle.
Severdim;
Bu gece bin parçaya böldüm kendimi
her bir zamana,
her bir mekana
bir parçamı savurdum...
Bir parçamı aşka,
bir parçamı yalnızlığa,
Aşk ateş ister …
Ey aşk!
Seni senelerce yaban ellerde, hoyrat dillerde aradım.
Bingöl dağlarında Newroz çiçeğiymişsin
Oysa bendeymişin bilememişim. Oyalanmışım. Kalakalmışım.
Nexşamın!
Ben,
Zerdüşti bir Maginin
beş bin yıl önce
Zagroslarda yaktığı
bir ateşten geliyorum
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!