Irak yoldan geldim..
Merhamet eyle!
Biraz olsun yamacında soluklanayım.
Koy elini göğsüme, bırak sende yok olayım..
Ruhumun taş ocaklarında dövülüyor harflere can veren kireçten tabletler..
Ben ki hikmet mahrumu zavallı bir çırak, kaderinde nasıl var olayım..?
Kendimi azad ediyorum senden.
kırıyorum, uzaktan ördüğüm zindan kalesinin kapılarını..
kurturacı beklemeden öyle sessiz, öylece sessiz..
diriltmemek üzere öldürüyorum duyarsız kaplerin aşklarını..
azad ediyorum kendimi, öyle sensiz, öylece sensiz..
menengiç kahvesinin kokusu asılı kalsın mancınıklarda..
Senin yüzünü
Hiç bir denize
Ve
Hiç bir maviye
Sığdıramazken,
Nasıl da aynaya bakarsın!
Haritasız kalan bir Aşk.
Hüzünlü bir gökyüzü,
Tarihin en yaman akıl ağrısı,
Yaralı bir şarkının son melodisi,
Sen zaten Mezopotamya'ya
benziyordun.
Ey Beri!
Ey çilemin payitahtı sen!
Ey incinen kuşun lal yarası!
Özlem tek başına bir şiirdir bazen.
Kelimelere ruh veren divan-ı kederdir ellerin.
Bu esrar, bu kederli meridyen.
Hangi özleme
bir kelime giydirsem
çıplaklığa soyunur,
Anadan üryan
su gibi,
ateş gibi...
Şimdi,
sana hafızamdaki kırılgan yaratılışını
ve kadim trajedinin ontolojisini anlatayım..
Bundan on üç bin üç yüz üç yıl önceydi
yada
daha önce veya daha sonraydı
Kırmızıyı seversin, bir de maviyi..
Babanın bakışlarına yerleşir vakur şefkat, ortanca çiçeğinin affediciliğiyle yıkanır her gün giydiği gömleği.
Nadir güler annen, gül kokar çiçekli elbisesi.
Işık, ilk senin yüzüne damlar, sanki ruhundan sıyrılır karanlığın o ince perdesi.
Anlamını bulmaya çalışan düşüncelerin, derme çatma bir evin mağrur duvarlarından yankılanır, kulağına çalınır zavallı bir aşığın “Ah Tamara” diye inleyen sesi..
Ah ölümsüzlüğün habercisi, ah celladım..
Kırk suda yıkanıp öz suyunda boğulmuş nergisin keskin bıçağını kuşanıp gelen..
Günlerden gün, mesafelerden mesafe, devirlerden devir çalarak bıçağını bileyen..
Ayrılığa gebe aşkların acısıyla ve ipek elleriyle Leyla’nın dilindeki emanet selamı kendinde hapseden.
Görmüyor musun?
Kaşlarımın karası bakışlarımdan akıp kalbime ulaşırken nasıl da gark oluyor acıya.
“Ol” emri üzerine dirildim yokluğun çamurundan, secdede melekler hayret makamında, kibrini kuşanmış mucizevi dokunuşu küçümseyen şeytan..
Yoktu insan, yoktu zaman, yoktu mekan hatta yoktun sen bile, sensizlikte saklanıyordu devran..
Ne şarap vardı, ne üzüm, ne yokluk ne varlık; müşahede ederken “şaraptan üzümü, varlığını yokluktan..”
Zerreler düşmemişti henüz hilkat alemine kudret-i Mevla’dan..
Şems ne gezer gökte, gök dahi yoktu, ne Mesnevi’si söz dahi sirayet etmemişti Mevlâna’dan..




Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!