“Günümüz Türk Edebiyat ortamını düşündüğünüzde hangi yazarları, yazıları, kitapları ve dergileri, hangi sebeplerden dolayı okumuyorsunuz? ”- Soruşturmaya Yanıt
Tepeden tırnağa, ya da uzaktan yakına doğru gelmeye çalışırken:
Yanına yaklaşanda, yaşama; uğursuz uyak, kötürüm ayak gerçeğimize uzaaakkk! bir galaksinin perde aralığından hâyal- meyal baktığı sanısını uyandıran ve soluğundaki sanallığı galaksiler ötesinden “ alıcısı “ na (b) ulaştıran…
“ Her türlü acıyı ve ağrıyı allem edip, kallem edip, abra kadabra ekleyip, güllük- gülistanlık mekânlarda gülücük ve bol alkış yağmuruna döndüren illüzyonist, şarlatanist, post modernist, tarotist, remilist, göz bağcı, yeni sağcı, kandırıkçı, iltimasçı… “* yazarları…
Tarih’in, Darfur’up Somali savuran UN’suz borda (b) ağıtlı tufan huylu gemsiz’inde değilmişiz duygusu uyandıran ve kaptanın seyir defterinde “ kayıtsızlıklarına “ ancak Hiroşima reyonundan ulaşılan yazıları…
Ben’deki iç iyiliğini “sanatçı” sapağında ve her iki elindeki estetik ve felsefik balonlarla karşılayıp organizatörler, editörler, menajerler, dizayncılar, işgüderler; yelsiz yerleri yellendirenler, fersiz gözleri mahşerin yedi gergefine gerdirenler eşliğinde, toy- düğün diye dambıl- düdük imam kayıklarına gönderen… “ Şiir öldü “ ya da “ has şiirin mütehassısı burada “ deyip de dediklerinin altına çerden çöpten yek- patlar bile atamayan dergileri, kitapları ve bilumum neşriyatı ve bunları sözümün sağlam göğüne nakşetmeye yeltenenleri okumam.
Yukarıda, sanki birbirine baş bağıyla bitişik değilmiş gibi gözüken ve fakat doğalarının Irak ıraları gereği bile praksiste adamakıllı girişik yaşam eyleyen noktalardan dil ve dilbaz düzlüğüne inerken:
Günlük dilin, derinliksiz ve kuyum dirhemleriyle bile tartılamayacak denli ağırlıksız, renksiz, kokusuz ve çağrışımdan, sezgiden, doğurganlıktan,retorikten … yoksun; alımlayıcısının kafasına reklâmik sopalarla vura vura ancak, değeri kabul ettirilebilen şair döküntülerini geçerim. Cilt’e değil iç’e bakarım. Döküntü ve kaşıntı problemleri, uzmanlık alanıma hiç girmediler.
Kısaca: Okuruna illüzyon nesnesi olarak bakan, alımlayıcısını verili gerçeklikten ve böylece de insani yörüngelerden olabildiğince uzaklaştırmayı ve artık yaratıcılarının ağızlarından bile ortalığa dökülüp saçılmış krizik ve kaotik geçitleri tepmelerinde ayaklarına hayat bağı olabilen hegemonya kontrollü, kalantor antetli kağıtları kirli küpüne kapatır ve gözlerimin kanatlarını ilkyaz ovalarının gariban köşeli, kalender göğüne ayarlarım.
Yine, yukarıda gösterilenlerden; adlarla ağrımadığım, sanırım, anlaşılmıştır. Elbet, önceden deste deste istifleyip şimdilerde dönüp bakmadığım dergi, kitap, şiir, şair, eleştirmen, yazar ve yazıları vardır. Ancak bu, öyle büyük ve ağır bir arşivdir ki, adlarının anılması, bana göre ve bu eşikte “ boğaz akıntıları ”ndan kurtulmada kerteriz olamayacağından ve aslında menzil bir; akıntıda fidayda menzili olduğundan, özür dileyerek, “ ne Şam’ın şekeri, ne arşivin yüzü ” diyorum. Anlayacağınız, Fırtına Deresi’ndeyiz ve şunun şurasında kaç yüzgeçlik bir gücüz? Ne çavlanlar, ne çığlar- çığlıklar önümüzde, hep dikine dikine! Ben, işimize bakalım, derim. Yumurtlama düzlüğüne vardığımızda hangi keskin dişlerden, ne peşrevli pençelerden kurtulup koro eylediğimizin fazlaca bir önemi olmasa gerek. Benim suyum Ayhatun** ve dizginim doğduğumda elimdeydi… Suyun gözüne! Suyun gözüne!
Ali Tekmil / 27.11.08 (P.A.T! – Puşt Ahali Tarifesi- ın Ocak 2009 tarihli 13.Sayısı’nda yayımlanmıştır.)
* “ Çukurunu Arayan Bulur! “ adlı yazımdan alıntı.
** Ayhatun Suyu: Zile yakınlarında bir kaynak suyu.
Kayıt Tarihi : 24.5.2010 17:47:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!