___________“emanet şiirlere tutundum karabasanımda” (Gökay Tufan)
sabırsızlık sırat'ın kör sahanlığı
tutkulu ve ıslak / rahim içi kadar
sesin ah!
uzaklardan geçen bir gemi artık
dalgaları gözlerimin çeperine ulaşmayan
ayazlarımı yakmayan
yorgun akıntılarda kayıp
soyunuyorsun her akşam
dışında ılık ve masum ıhlamur kokusu
içinde hırsla parlayan kızgınlık
iki arada sarsılıyor toprak
ilkyazdı
sıyrılıp çıktın masaldan
hep akşamlara saklanırdı yoksulluğum
hani ''düşsüz yaşanmaz'' derdin ya
yaşadım
İçimdeki 'gözetleniyormuşum' hissini bir türlü engelleyemiyordum.
Oysaki evde yalnızdım. Dışarıya bakıyordum; ortalıkta tek bir canlı bile yoktu. Kışın doğalgaz çalışmaları için kazılıp daha hala asfaltlanmamış sokakta, rüzgârla uçuşan toprağın dışında bir şey görünmüyordu. Karşı panjurlar, kışın yorgunluğunu üzerlerinden atamamış gibi toz içindeydi. Yol kenarlarını ve bahçelerin dört bir köşesini yabanî otlar, dikenler bürümüştü. Yazlıkçılar hala gelmemişti ya, Ada kimsesizdi ve bu görüntüsüyle bana, eski kovboy filmlerindeki terk edilmiş kasabaları hatırlatıyordu.
Yine de Ada’nın bu halini seviyordum. İnsan böyle ortamlarda kendisiyle baş başa kalabiliyor, sessizliğin ve tek başınalığın tadına doyasıya varabiliyordu. Hem herkesin dönem dönem yalnız kalmaya ihtiyacı olduğu bir gerçek değil miydi? Kişinin kendi içine dönmesi; bazen yarınla ilgili planlar yapması, bazen de geçmişini ya da bugününü sorgulaması için buradan daha uygun bir yer olamazdı.
“Van Gogh sarısı kokuyor yaz / yağmura yanıyor alnım” demiştim geçtiğimiz yıllarda yazdığım bir şiirde. Güneş Ada’yı, Adalıları, çamları, yolları acımasızca kavuruyordu çünkü. Serin hava, ancak hayallerde yaşanabilirmiş gibi geliyordu insana.
Bu yaz gene yağmuru ve rüzgârı bekliyordum. Yalnız ben mi? Tüm Ada bekliyordu. Hem de dört gözle! Kurak havayla bunalan ve birkaç damla suya hasret kalan bitkilerin, ağaçların, parkların sulanmaya; sokakların yıkanmaya nasıl ihtiyacı vardı! Ve insanların, serin ada meltemiyle tazelenip aylardır üzerlerine çöken bezginlikten ve yorgunluktan kurtulmaya...
Kavurucu bir Ağustos sabahında, lise arkadaşımız Çağatay’la salonda karşılıklı oturmuş yaşamlarımızdan, yaptıklarımızdan, yapamadıklarımızdan, hayallerimizden bahsederken ve tabii sıcaklardan şikâyet ederken, Mustafa üst kattaki çalışma odasından seslenmişti.
geceyi tek başına yırtıp sabaha yürüyorsun
şafağı yabancı yüzlere terk eden
kokusunda yosun gizli kıyılar boyu
yokluğun
Sıcaktı. Güneş damlardan binalara, ağaçlardan asfalta kadar her yanı kavururken, ağır ağır yokuş yukarı çıkıyordu. Bacakları artık onu taşımıyor, her adım atışında daha çok zorlanıyordu. Sabahın erken saatlerinden beri koşuyordu. Dün, evvelki gün, daha önceki günler ve haftalar olduğu gibi... Bu havalardan nefret ediyordu. Sıcak onun yaşama şevkini kırıyor, yorgun düşürüyor, enerjisini bitirip tüketiyordu.
“Ah şu yaz bir bitse! Hava bir serinlese! ”
Şimşek’ti adı. Doğma büyüme adalıydı; tıpkı anası, babası, büyükbabası ve büyük büyükbabası gibi... Yarış atı olup podyumlarda koşacak kadar asil bir kana sahip olmasa bile alnından burnuna inen akıtma, sol ön ayağındaki seki, kabarık ensesi, koyu sarı renkteki yelesi ve kuyruğu onu diğer atlardan ayırırdı.
Feride Özmat'ın edebiyatımızda yer bulacağının ayak seslerini duyduğumu yazdığımın üstünden çok da zaman geçmemiş.
Özmat, edebiyatımıza geldi bile.
Çok tanınmıyorsa, bu, Özmat'ın değil, onu yeterince tanımayanların kabahati.
Bu kadar laf üretilen ortamda, üsluplu söz üretenleri göremi ...
FERİDE ÖZMAT'I BUGÜN (29 HAZİRAN 07) TANIDIM. ŞİRLERİNDEKİ İMGELER ve YARATICILIK BENİ ŞAŞIRTTI.
NE YAZIK Kİ HAK ETTİĞİ İLGİYİ GÖRDÜĞÜNÜ SANMIYORUM. ŞİİRİ SEVEN HERKESİN ONUN ŞİİRLERİNİ OKUMASINI İSTERİM.