Yaz değil, bahar gibi bir gün ortası…
Penceremde kuşlar, piyanoya karışan cıvıltıları…
Hafif bir rüzgar kıvrıla kıvrıla giriyor odama…saçlarım uçuşuyor… Parmaklarımın ucunda satır arası sözleri… Gözlerimi kapatıp boyut değiştiriyorum…İçimdeki çocuğun elinden tutup kaldırıyorum onu, yuvarlacık yaralı dizlerinin üstünde doğrulup çıt parmağımdan tutarak beraber kocaman mavi kapıdan çıkıyoruz… Daracık merdivenler bir spiral kuyu gibi… Kucağıma alıyorum ürktüğünü fark edince. Demir kapıyı açıyoruz, gıcırtı ikimize de tanıdık. Yeni yıkanmış taş merdivenlerde yalanan bir kedi ayaklarıma sürtünüyor… Gözlerimi kısıyorum, güneş… tenimde kristalleşiyor sanki… Bir yerlere yetişmeye çalışan insanları geçiyoruz…Bizi kimse görmüyor…Görünmeziz… Adımlarını benimkilere uydurmaya çalışarak yanımda yürüyor … Çiçekli emprimeden elbiselerimiz aynı… Kısa kısa soluk alıyor… Arada göz göze geliyor, gülümsüyoruz birbirimize… Etek uçlarım yumuşacık omuzlarına değiyor… Taşlı yokuşu iniyoruz… Bir kadın eski binaların sıra sıra dizildiği kaldırımda dileniyor… Elimi daha sıkı kavrıyor…”İyi ki varsın…” Yer yer gölgeli sokakları kayarcasına sanki bir rüyadaymış gibi geçiyoruz… Pamuk şeker satıcısının bozuk para önlüğüne 50krş bırakıp o pembe bulutlardan aşırıyoruz… İçimizde günlerin en güneşlisi… Ahşap evler önünde çizgi oynayan çocuklar, kapı önlerinde yan komşunun kızını çekiştiren dedikoducu komşular… Evler arası, makarayla birbirine bağlanmış çamaşır ipleri, BOSS marka sarı bir eşofman üstü, biri muhtemelen geceki fırtınada mandalından kurtulmuş yünlü bir çorap, çorabın sahibi, yüzündeki üzüntüden belli olan yaşlı bir kadın… Köşeyi dönüyoruz… Sağa, sonra sola, sonra tekrar sağa… Zamansız bir mekanda akreple yelkovanın birbirini kovalamadığı anlar toplamında, o toplamı birbiriyle buluşturan nesneler, adeta bir boşlukta salınır gibi duruyor… binek tipi nil yeşili reno bir araba, az ötede tarihi çeşmenin altın varaklı musluğundan su içen güvercinler…çıkardıkları gurultular… belleğime iz düşürenler… parmak uçlarımızda, aralarından kavranması imkansız bir ivmeyle kayıyoruz… Ahşap iskemleleriyle yedi cücelerin mekanı sanılabilecek bir çay bahçesinin önündeyiz şimdi “…arkası yarın kuşağında radyo tiyatrosu” gülümsüyoruz birbirimize… bir yerlerden Hanımeli kokusu geliyor…Saçlarımıza siniyor kokusu… Kokuyu izliyoruz… Geniş bir mahallede buluyoruz kendimizi… Tek katlı sıra sıra evler, geniş bir bahçeden gelen kuşburnu reçeli kokusu…kocaman kazanların başında oyalı yazmalarıyla göbekli, geniş yüzlü kadınlar… Yakan top oynayan arkadaşlarım…Bahçe duvarında ay çekirdeği yiyenlere doğru yürüyoruz… Plastik top bize doğru geliyor, ayaklarımın dibinde duruyor… Birbirimize bakıyoruz, elimi bırakıyor “hadi…” ayaklarıma bakıyorum… ayaklarımıza… bileğimin arkasındaki yanık izi… parmağımdaki dikiş izi gülümsüyor bana… kırmızı plastikten, yüzeyi siyah çizgili top… üzerinde tüm mahallelinin imzası, kocaman harflerle “GS” … vuruyorum topa… Bir kadın sesleniyor sapsarı bir balkondan, Hanımellerinin arasından uzun zarif ojeli parmaklarını görüyorum… Okul saati yaklaşmış olmalı... Kendinden büyük çantaları, siyah önlüklü, üç numara tıraşlı çocuklar…Dantelli bembeyaz yakalıklı, bileklerde her nasılsa düşmeden durabilen soket çoraplarıyla at kuyruklu kızlar… Kadının seslendiği ev… Geniş ferah bir koridor… Odalar maviye boyalı, çiçekler… çiçekler…çiçekler… Duvarları 'Elvis' Posterli bir oda… Barbie bebekler… Oraya buraya yapıştırılmış küçük notlar, dörtlükler, kırmızı kadife kaplı kilitli bir günlük… arasında kurutulmuş menekşe… Bej renkli eski bir telefonun zili… hattın öteki ucunda heybeti sesinden anlaşılan bir yorgun adam… Çok uzaklardan seslenen bir sahici “şefkat”… Türkiye Gazetesi takviminin olduğu duvara kayarak yaslanıyoruz aynı anda… Dizlerimiz göğsümüzde… Saçlarını okşuyorum…Üzülme… Saçları hakiki Ege Yeşil sabun…Saçları(-mız) yeşil…”Hadi unutalım! ”
Herkesi,
ayaklarına döktüğü gümüş tozuyla büyüleyen
bu
Işıklı Şehirden
Vazgeçtim…
Ne bilmediğim bir ülkeye gidebildim
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!