İnsan düşlerken tanrıdır gerçekten de. Yaratıcılık düşte, düş gücünde gizli çünkü. Verili olan, var olan daima sınırlayıcıdır. Sözgelimi “üçgen” sınırlı bir düzlem, “düşgen” se içine sonsuzluğu alan bir sınırsızlık. Düş insanı sonsuzluğa, sınırsızlığa ulaştırır. Eğer şiir bir dil işi, el değmemiş duyarlıklar, yenidünyalar kurma işiyse, bu düşle olanaklı; sözün yeni anlamlar giyinmesi, dilin yeniden yaratılması biraz da buna bağlı.
Bu bildiriyle amaçlanan, şiiri diğer yazın türlerinden ayırmak, farkını koymak ve şiirin bir anlatma, açıklama ve betimleme aracı olarak değil; aklın, bilginin ve dilin sınırlarının zorlanması sonucu ortaya çıkan ve insanda duyarlıklar uyandıran yeni bir gerçeklik olarak da algılanmasına yardımcı olmak. Ama bunu düşün şiir dünyasına sunduğu olanaklarla yapmak.
Şiir aslında bir sonsuzluk duygusudur. Bir sınırlanmama arzusu… Fakat bunu onun yüzüne karşı söylemek gerek. Kanımca ozan, bunu söyleyebilmek için bir takım düşlerden, düşlemlerden süzmesi gerekir kendini. Bir miktar sonra’ya yakın durması, imkânsıza sürtünmesi biraz da...
Bunu yaparken sözcüklere de çok iş düşecek kuşkusuz. Çünkü ozanın malzemesi sözcükler. Bir duvarcı ustasının taşları birbirine sevdirmesi nasılsa ozanın da sözcükleri birbirine öyle sevdirmesi gerekmektedir. Fakat sözcükleri düz ve tek anlamlarıyla bir araya getirirse düz yazının tuzağına düşer. Önemli olan onlardaki yasak, aykırı ve gizli yanları buluşturmak ve biraraya getirmektir. Şiire sözcüklerin dar geldiği anları yaşatmak...
İmge sonra, olmasa olmaz! Bu nedenle, ya tek tek sözcüklerle ya da metnin tümünde damgasını vurmalı şiire. El değmemiş sevinçler, el değmemiş duyarlıklar çıkmalı ortaya. Uzaklara açılmalı insanın düş kapıları, daha daha uzaklara... Yaşanmamışlıklara, gidilmemişliklere… Tek anlamlar zora girmeli, derin boşluklardan ve susmalardan geçilerek çok anlamlara ulaşılmalı, kurulmamış dünyaların kapısı çalınmalı.
Hani bir öykü vardır, çok anlatılır: Bir ressam, manzara resmi yapan bir ressama; sakın koyun resmi yapmayın demiş. Biri çıkar koyunu sizden çok benzetir. Başka biri ondan da çok benzetir. Ama doğa kadar hiç kimse koyunu koyuna benzetemez. İyisi mi gördüğünüzün değil, görmediğinizin resmini yapın.
Bu öyküyü ozanların da üst üste birkaç kez okuması gerekir. Var olanı, verili olanı türlü biçimlerde betimlemenin hiç gereği yok çünkü.
Görüntüde olmayanı görüntüye getirecek olan ozandır. Verili olanla değiştirilecek olan yeni gerçekliği de… Ama bunu yaparken anlatma yolunu seçmeyecek kesinlikle; bir miktar öyküyle, daha çok da romanla başı belaya girer yoksa. Her şeyden önce duyarlıklarına dokunacak okurun ve onun anlama eşiğinde tepinip duracak. Şiirdeki izlek, tasarım, derin yapı ve geniş yüzey birbirlerinin içinde eriyerek ve estetik bir derinlik kazanarak sağlayacak bunu. Dilden öte dile geçerek, düşten düşe taşarak… Bir anlamda düşe de yetkinlik kazandırarak yapacak bunu. İnsanlığa doğru gelişmemiz bir bilinç zenginleşmesi ile olacaksa bu çocukça duygularımızın çevreye geniş ölçüde uyumuyla olanaklı, bu da düşün yetkinlik kazanması ve de toplumsallaşması demektir zaten.
Burada düşü de şiiri de tanımlayacak değiliz. Ama düşle şiirin aslında bir birleriyle her daim sarmaş dolaş olduklarını ozan bilmelidir. Belki de düşlerin kat yerlerine gizlenmiştir şiir. Sorun onu bulup ortaya çıkarmakta. Eğer düşler, düşlem şiirin atmosferi; çoğu kez de onu sonsuzlukla besleyen gıdası olarak kavranmazsa, şiirin her hangi bir iletisinin olması yadırganabilir.
Düşler tıpkı güneşten çıkıp yeryüzüne gelen ışık ışınları gibidir, ışık ışınları nasıl yeryüzüne çarparak ısıya dönüşüyor ve yükselerek havayı ısıtıyorsa, düşler de gelip şiire karıştığında anlamlanıyor, böylelikle diğer yazın türlerinden farklı ve iletisi olan bir metin ortaya çıkıyor. Sözcüklerdeki anlam üst bir anlam kazanıyor. Tek anlamdan çok anlam elde etmek söz konusudur burada. Şiirin bir sanat eseri olarak ortaya çıkmasında bu süreç çok etkindir. Ozan maddesine düşlerin de yardımıyla özgürlük kazandırmıştır. Bizi uzak kıyılara ulaştıran köprüler kurmuştur.
Ozanın üretimi olan şiir, onun bir bakıma parmak izi gibidir. Başka ozanlarla benzer düşlerden beslense de dilin olanaklarından yararlanmak için aynı derinliklere inilse de bu böyledir. Bir ozan bir başka ozandan etkilense de bu böyledir. Ancak taklit sırasında parmak izleri birbirine karışır. Bunu önleyecek olan şey düşlerin sonsuzluğu ve içinde sonsuz yaratıcılık olanaklarının bulunmasıdır. Dilin sınırlarının zorlanması, bir öte dile geçişin olanaklarının yaratılması da yine bu gerçeklikle ilişkilidir. Ozan olmaya soyunan kişi bu farklı dünyayı keşfedemese şiir evreninde boşu boşuna yer kaplamış olur. Öyle ki bir ozan şiirinde “Afrika menekşesi” tamlaması kullanmışsa, aynı zamanda başka bir ozanın “Sibirya kardeleni” tamlamasını kullanma hakkını elinden almıştır neredeyse. Çünkü şiir evreni tekrarları içine alacak bir genişlikte değildir.
Holderlin’in roman kahramanı Hyperion; “insan düşlerken tanrıdır, düşünürken dilenci” sözüne yeniden dönecek olursak göreceğiz ki düş, hem dile hem de var olan gerçekliğe yeni bir boyut kazandırmaktadır. Ve yine görülecektir ki insanın düş gücü devrede olmasaydı düşünce sistemleri böylesine geniş alanlar kazanamayacaktı. Var olanla, verili olanla yetinmek zorunda kalınacaktı.. Böyle bir dünyanın ne kadar sıkıcı olduğunu düşünmek çok zor değil. Belki de burada küçük bir ara verip, Jules Verne’in Ay’a Seyahat’ini ve onun yol açtığı sonuçları düş açısından anımsatmak gerekir.
Bir çocuk nasıl masal dünyasına girmeden, onu solumadan kendine ulaşamazsa, ozan da göğsüne aldıkları sözcükleri düşlerin içinden geçiremezse şiire ulaşamaz. Şiirde aslolan günübirlik hayatın sınırlarını zorlamaktır. Gündelik dili geçmektir. “Ozan, bütün duyuları uzun süre, sonsuzca ve bilinçle karıştırarak, düzensizleştirerek kâhinleşir” diyen A.Rimbaud’u kavramaktır. “Tüm şiirlerin akıldışı olduğuna katılıyorum, artık bunun karşısında şaşkınlık duymayanlar, şiiri duyabilirler mi hiç? ” diyen Louis Aragon’u da tabi... Çünkü her iki ifadede de düşe müthiş bir vurgu vardır.
Bir ozanının şiirinin şiir olması nesnenin ötesine geçmekle olanaklıdır. Ne var öyleyse nesnenin ötesinde? Düş! O halde düşler sayesinde rahatlıkla yarını dünyamızın bir parçası sayabiliriz, şiiri dünyaya eklenmiş boyut sayabiliriz. Mantıksal olmayana aklın içerisinde yer bulabiliriz. Yaratıcı gerçekliğe doğru yol alabiliriz. Elbette ki bunu düş yardımıyla başarabiliriz. Düşlerimize serbest dolaşım hakkı tanımış olursak bunu başarmış oluruz. Güzel ve iyi için “deney üstüdürler” diyen Melih Cevdet Anday’ı da doğrulamış oluruz elbette ki.
Düşler işe karıştığı ölçüde bir ozanın dünyaya dair öngörüleri artacaktır kuşkusuz. Gelecek beklenen bir şey değil, yapılan ve yaratılan bir şey olarak algılanmaya başlayacaktır. Şiirin insanların birtakım ortak duygularını dile getirmek olmadığı, aksine yeni ve farklı şeyler söylediği açığa çıkacaktır. Bu durum dilin estetik olanaklarıyla buluştukça şiir eğlencelik olmaktan çıkacak, ozanı da okuru da huzursuz edecektir. Şiir bir sanat ürünü olarak güzelin araştırması olduğu için, bu araştırma insanda bir takım huzursuzluklara yol açacaktır. İnsanı geliştiren estetik haz, işte bu huzursuzluktadır. İnsan varlığından rahatsız olmayacağı ikinci bir dünyaya, bu huzursuzluğun verdiği bilinçli bir bilinçsizlikle ulaşabilir ancak. Sınırlanmışlıklardan kurtulmak da buna bağlı.
Doğayla gerçek anlamda bir sevgili yakınlığı kurmak, kişinin kendini ortak aklın egemenliği dışında bir yerde yakalaması, kendisindeki gizli güce ulaşması, öfkeden sevgiye, bir gerçeklikten yeni bir gerçekliğe geçebilmesi başka türlü olanaklı değil. Zamanın ve mekânın sınırlarını zorlaması da… Evet, evet! Bunu düşten başkası sağlayamaz. Özgürlük duygusunu kimse kışkırtamaz başka türlü. Dile meydan okuyamaz. Doğadaki nesnelerin yerini değiştirme hakkını ozan başka türlü elde edemez. Dahası böyle olmamış olsa dış dünya ozanın içinde eriyemez. Güzele dokunamaz, şiirin yaşadığı ülkeye giremez. Duyu ötesi şeylere ulaşamaz.
Ozanın bilinçli bilinçsizliğidir ki duygular, coşkular, istençler; şiirsel hale gelirken bilinçle düzenlenerek estetik değer kazanır. Şiiri, şiir olmayan şeyden ayıran bu düzenlemedir. Taşın heykele dönüşerek yücelmesi, merdivene dönüştüğünde silinmesi gibi bir şey. Bir yeniden yaşam kazandırma hali.
Düşler anlam ötesi boyutlara götürür ozanı; düşlerin yardımıyla elde edilen imgeler de öyle. Burası, anlamı aktarmada dilin sınırlarının aşıldığı yerdir. Bilinmeyenler ancak bilinenle açıklanır burada. Şiirin bir ürperti olduğu an. Ya da bir terk ediş anı. Artık, düşlerin de düşüncenin alanında olduğunu söylemek olanaklı. Ve de dış dünyanın iç duyarlılığın bir aracı olduğunu söylemek. Düşün bilincini belirleyen şey onun gerçek kavramını bile bile yitirmiş olmasıdır demenin tam sırası. Kaldı ki düşler şiirle buluşmadan mantık kendi zincirinden nasıl kurtulur? Yahut kurtulabilir mi?
C.Caudwell diyor ki: “Şiir insanların yüreklerindeki ölümsüz istekleri değiştirmeksizin, yüreğini yeni bir amaca uydurur. İnsanı, daha üstün bir gerçeklik dünyası olduğu için, içinde bulunduğu gerçeklikten daha yüce olan hayal dünyasına atarak yapar bunu: Henüz gerçekleşmemiş daha önemli bir gerçekliğin dünyasıdır bu; gerçekleşmesi, ona hayal olarak katılan bu şiire gereksinme gösteren bir dünyadır. Bu dünyada her hataya yer vardır, çünkü şiir, henüz dokunamadığımız, koklayamadığımız ya da tadamadığımız için şairane olan, hayal olan bir şey sunmaktadır. Ama ancak bu yanılsama aracılığıyla başka türlü var olamayacak bir gerçeklik haline dönüşebilir.
Bu yeni gerçeklik, bir takım imgelerin, simgelerin aracılık ettiği düşler ve düşlemlerle şiirsel metin elde edildiğinde nesnellik kazanır. Verili gerçeğin sınırlarını zorlamaya başlar. Ozanın içgüdüleriyle yaşantısı arasındaki çelişkinin yarattığı gerilim sonucudur işte şairin tanıştığı bu yeni gerçeklik. Kuşkusuz bunu sanat eseri yapan özelliği ise insanlığa doğru gelişmişliği, gerçekleşme olgusuna yakınlığı ve yaşamla doluluğu; bir üst dil, bir öte dil olarak da ortaya çıkışıdır. Bu, özgürlüğün bir kez daha zorunluluğun bilincinin artırılmasıyla genişlemesi ve düşün toplumsallaşması demektir.”
Eğer düşlerin ve bilinçaltının şiire kattığı olanakların izi sürülecek olsa Baudelaire’den, Dostoyevski’den daha da gerilere gitmek gerektir. Shakespaere’den Dante’ye kadar belki de… Kendi şiirimizde Nazım, Dağlarca ve pek çok ozan bu özellikte okunmalıdır.
Şiirin, düşler yüzünden mekânları boşalttığını ve insanı bir tür sınırsızlıkla çevrelediğini yeri gelmişken belirtmeliyiz. Şiirin şimdisinin olamayacağını, gösterdiğinin görülmeyen, görüntüye getirdiğinin görüntüde olmayan olduğunu da…
Her şeyden önce “şiir özel bir düşünme biçimidir.” Yani imgeler, simgeler ve düşler yoluyla düşünmedir. Onu özel kılan, diğer yazın disiplinlerinden ayıran yan bu. İnsanı gerçekliğe karşı korumaması ama gerçekle kapışabilecek yüreklilikte tutmasında bu yanın payı büyük. Ozan, gerçeklikten içgüdülere, oradan algının uçlarına akarken düşlere sürtünmeden edemez. Bizler güzeli ve bir takım estetik hazları bu sürtünmeden dolayı yaşarız. Bu arada “tersine çevrilmiş bir cins düş” olan şiiri, düşle bilincin yan yana getirilmesi olarak anlamak, bunun da ozanlığın ayrım çizgisi olduğunu belirtmek gerekiyor.
Hayrettin Geçkin
Kocaeli Üniversitesi-1.Ulusal Şiir Kongresi’ne sunulan bildiri- Mayıs-2007
Kayıt Tarihi : 2.2.2009 13:34:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!