Şimdilerde yolu bile hayal bir köy evi vardı.
Varmak için tam dokuz dolay geçilirdi. Aklımın inandığı, gözümün saydığı tam dokuz bekleyiş!
Yolu zor, yordamı zordu o yıllarda.
Ama illaki bir varmak dolardı içime.
Varıp o evde kalmak…
Baba evi kıymetliydi; peki ya babanın baba evi?
Mezarlıkta dualar yüze götürülüp çıkılırdı son yokuştan.
İğde ağacına varmadan gelirdi huzurun kokusu.
Kilitsiz, duvarlarında birbirlerine hiç benzemeden arz-ı endam eden taşlar vardı.
Soluk benizli tahta kapının ağzından mavi bir ip sarkardı.
O zamanlar o ip bile hakaret sayılırdı konu komşuya.
İçeriye girdiğinde küçük bir ışık huzmesi vururdu yüze.
Sola dönen tarafta…
Tam on bir tahta parçasına basıp varırdın hayata.
Hayatın anlamını o zamanlar hiç merak etmedim.
Şimdi düşündükçe, orası evin gökyüzünü gören kısmıydı.
Yazın, uyurken yıldızların yantaraftan üstünü örttüğü yorgan kısmıydı.
Gelenlerin ağırlandığı, kalabalık sofraların atıldığı…
Evin kalbiydi belki de.
Merdivenin üstünü kapatan ahşap kısımda fesleğenler, küpeliler, kara sevdalar gösterirdi kendini; biraz utangaç, biraz davetkâr.
Çiçekleri de geçince mutfağa girilirdi.
O yokluk içinde o kadar kendine yeten bir mutfak daha hatırlamam.
Un varsa helva, çay varsa sohbet olurdu.
Pekmez ve zeytin kahvaltıda en iyi iki dost.
Kavanozun dibinde hep biraz da kahve olurdu.
O zamanlar çocuklar içince karardığı için kahve, bakır cezvede evin en büyüklerine yapılırdı.
Mutfakta tek başına duran tüp…
Kim bilir ne kadar gidip geldi o eve.
Bittikçe söndü içinin ateşi; geldikçe hep yandı durdu.
Şimdi çıkalım mutfaktan, solumuza dönelim.
Kapısının bile oyuntularında, çizgilerinde hep bir yaşanmışlık olan odaya girelim.
Çok minder, çok yastık, çok mutluluk demekti.
Ortada bir soba…
Çalışkandı sanırım.
Tablasında yüzünü görmediğim bir tavşanın bacağı beni hem korkutur hem düşündürürdü.
Üstündeki demlik, bir araya toplamayı beklerdi sanki hepimizi.
Her şeyin bir odaya sığdığı zamanlardı.
Gece bitmesin isterdi çocuk kalbim; kimse gitmesin.
Gerçekten de kimse gitmezdi.
Dizilir uyurduk.
Birlik, beraberlik o vakitlerde kıymetliydi.
Üşüyenin odun attığı sobanın dibinde bir yer yatağında uyumak cennetti.
Sabah üşüdüğünde daha çok sarıldığın yorganın cennetiydi.
Sabahı kaçırmak fakirlik olurdu.
Altıda çay demlenmiş, iki en fazla üç çeşit kahvaltıyla güne başlamak; tıka basa doymak olurdu.
O zamanlar her şeyin bir tadı, hepsinin bir anlamı vardı.
O zamanlar “az”, hep “çok”tu.
Şükretmenin üçe beşe bakmadığı yıllardı.
Sonra çıkardım güneşine köyümün ya da yağmuruna.
İğde ağacının yaprakları narin süzülürdü üstüme.
Dokunurdum yüzüne; ağzımda kekre ama tatlı bir rüya.
Harman yerine doğru yürüdükçe yeşiller beni bir şiire götürür;
gelinciklerin kırmızılığında dokunurdum en sevdiğim şairlerin hislerine.
Çiğdem çiçekleri değerdi ellerime,
papatyalar saçlarıma hep tanıdıktı.
Yıllar geçti…
Dokuz dolayın toprağını asfalt yedi.
Dostların arasına kilit;
olmayan düğünlerin arasına olmayan seğmenler girdi.
Mavi ip koptu.
Çocukluğum koptu.
Bir iğde ağacı, bir sesin…
Bir de sesini unutmaktan korkan acım kaldı!
Kayıt Tarihi : 8.12.2025 23:40:00
Şiiri Değerlendir
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.




Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!