Akşam alacasının kalbin uysal çarpıntılarına eşlik ettiği mor saatlerin içinden geçip giderken onunla ‘âşıklık istidadını’ konuşuyorduk. Birbirleriye mukabele eden ezan seslerinin dünyevi meselelerin hoyratlığından uzaklaştıran uhrevi iklimiyle yumuşak bir sessizliğin içinde kaybolduk bir süre. Sonra o Fuzuli’nin meşhur gazelini hatırlattı bana; “Mende Mecnundan füzun âşıklık istidadı var/ Âşık-ı sadık menem, Mecnunun ancak adı var”. Kısacık bir an öyle durup yıldızların pırlanta tozları gibi dağıldığı göğe bakakaldım. Kadim bir coğrafyada, böylesine derin bir kültürden süzülenlerle beslenen maneviyatımı derinleştirme fırsatını bahşeden Tanrı’ya şükrettim.
Karşılık beklemeden sevebilme yeteneğine sahip olanlar bilir. Hakiki bir dostluğun kapladığı yerin eflatuni ufuk çizgisi büyülüdür. Çok güçlüdür o kökler, öyle kolayına söküp alamazlar ruhunuza tutunduğu yerden. Onun sözleriyle yaralanma ama nihayetinde yara ne kadar derin olursa olsun telafi edebilme fırsatını da ancak öyle sahici bir ilişkide yakalayabilirsiniz. Ayrı düştüğünüz konularda birbirinizi ikna etmeye çalışırsınız. İnancı, sevmeyi, yalnızlığı, aşka düşmeyi, arzunun, tutkunun bağlayıcılığını, verilen sözlerin mükellefiyetini tartışırken dikenli düşünceler oranızı buranızı çizer. Biraz kanarsınız. Ama bilirsiniz, kanamak da, kanatmak da iyidir bazen. Dert dermanını kendi içinde bulur. Aşkın aşkınlıkla izah edilebildiğinde başka türlü bir iklime kavuştuğunu, arzunun ötesine geçenlerin yaşadığı o ‘zamansızlığı’, bu bilince kutsiyet atfeden insanın nihayetinde aşkın bilinmez tabiatına ihtiyaç duyduğunu konuşabilirsiniz onunla mesela. Ya da önlenemez sarsıntılar vadeden aşkın geleceğinden onu korumak istersiniz. Sevme yeteneğinin alçakgönüllülük, cesaret ve inanç olmadığında büyük yıkımlara neden olduğunu da tecrübelerinizle anlatmak istersiniz belki. Aşkın kaderin bir kaprisi olduğunu söyleyen birini hatırlarsınız ansızın.
Böyle anlar insanı çoğaltır, duygu dünyasını zenginleştirir. Kalbin kapılarını mahremiyetin sırlarına aralar. Bir hayat boyu biriktirilen öfkeler, pişmanlıklar, kırgınlıklar bu türden içten sohbetlerde muhatabından çok konuşanı şaşırtacak sahih bir tonda birer birer dökülüverir dudaklardan. Sizi tam anlamadığını hissettiğinizde bile “ağır açan bir gül kadar hafifken merhamet” mısraını hatırlatır gibi bakar yüzünüze. O vakit ıstırabınızı kendi içinde büyütebildiğini anlarsınız. Aşkın nesnesinin yokluğunda bile onu sevmekten vazgeçmeyen varlığın kendine nasıl zulmettiğini konuşursunuz belki. Ya da dostluk içeren sevginin ne kadar soylu, insanı sağaltan bir erdem olduğunu...
Bu roman Gide’in hikâyesidir...
İşte tam bu geniş çemberin ortasında hayata ayna tutan edebiyat çıkar sahneye. En sevdiğim ‘tamamlanma’ halidir bu. Vaktiyle sevmenin ‘dar kapısından’ geçemeyenlerin hissettiği kederi hatırlatan bir romandan bahseder bulursunuz kendinizi. André Gide’i hatırlayıp çocukluk anılarınızı yolda bulmuş gibi sevinirsiniz. Iskaladığınızı sandığınız hayatın yakıcı pişmanlığı çok uzaklardadır artık. Yaşanmamış olanın hayaliyle avunmayı öğrenmişsinizdir çoktan.
André Gide, Dar Kapı’dan kesif bir geç kalmışlık duygusuyla bahseder: “Şimdi dünyadan elimi çekecek olsam, yazdıklarıma bakarak, kimse söyleyeceklerimin en güzellerini henüz yazamadığımın farkında olmayacak. Hangi cüretle, hangi uzun bir ömür vehmiyle, en önemlisini en sona bıraktım. Nasıl bir çekingenlikle konuya karşı duyduğum saygı ve henüz ona layık olamadığım için nasıl bir korkuyla böyle davrandım. İşte böylece Dar Kapı’yı yıllarca geciktirdim.” Bu alıntı Gide’in 1911 yılındaki günlüğünden.
Yıllarca geciktirdiği için kendini hırpalayan tavrıyla sorguladığı bu roman, edebiyat tarihinin klasiklerinden biri olarak ebedi yolculuğuna devam ediyor. Protestan bir babayla Katolik bir annenin oğlu olarak dünyaya gelen yazar neredeyse bütün eserlerinde Tanrı aşkıyla çatışan dünyevi hazları sorguladı. Anlattığının ötesinde kavuşamamanın kederini okurun kucağına usulca bırakan zekâsıyla iz bırakan bu kitap kendi hikâyesidir aslında. Hayatı boyunca ailesinden ona miras kalan, aldığı eğitimin bir neticesi olan inanç dünyasını sorgulamış ve sanırım onu altüst eden savrulmaların çaresini de yazıda bulmuş.
Romanın kahramanı Jerome, Gide gibi küçük yaşta ailesini kaybettikten sonra kendisini aşkla bağlandığı Alissa’ya adamış. Yani Alissa aslında Gide’in 13 yaşındayken âşık olduğu ve evlendiği Madeleine. Romandaki mektuplaşmaların çoğu da kendi yazışmalarından alınmış. Erdemin zor olduğunu anlatır İncil’den bir alıntıyla: “Dar kapıdan girmeye çabalayın çünkü kişiyi yıkıma götüren kapı büyük ve yol geniştir. Bu kapıdan girenler çoktur. Yaşama götüren kapı ise dar, yol da çetindir. Bu kapıdan girenler çoktur. Yaşama götüren kapı ise dar, yol da çetindir. Bu yolu bulanlar çok azdır.”
O bilmeden sevebilmeyi isterdim
Ben bu romanı o yolu aramayı önemsediğim için severim. Herkesin kendi inancı ve ahlaki ölçüleri doğrultusunda kendi ‘dar kapısı’ olduğuna inanırım çünkü. O dar kapılardan geçebilme çabasının insanı nihayetinde geniş kapılara çıkaracağını bilirim. Günahlarını sevenlerin vakti geldiğinde onların kefaretini ödemeye hazır olduklarını bilmek ruhumu ferahlatır. Daha gençken ben de Gide gibi farklı inançların, düşüncelerin gölgesinde kayboluyordum. Edebiyat bana ‘o yolu’ aramaktan hiç vazgeçilmeyeceğini de öğretti.
Hatırlıyorum, Alissa’nın kitaptaki günlüklerini okuduğumda kızmıştım ona. Neydi o ‘sevginin erdemi’ saçmalıkları, aşkı ‘ilahi aşkla’ karşılaştırmalar falan. Boşuna bazı kitapları okumanın zamanı yoktur, demiyorlar. Eğer has edebiyatsa okuduklarınızdan süzülen hakikat kendisini bir biçimde er geç hatırlatıyor size. Bugünkü vicdan bilincimle okurken değişimime şaşırıyorum. Müstehzi bir tebessümle kıvrılıyor dudaklarım. Alissa şunları yazmıştı defterine: “Bazen onun için hissettiklerimin gerçekten aşk denilen şey olup olmadığı konusunda tereddüt ediyorum. Aşk hakkında yapılmış sıradan onca tanım, benim yapabileceğimden ne kadar farklı. Bu konuda hiçbir şey söylenmemesini, onu sevdiğimi bilmeden sevmeyi isterdim. Özellikle de o bilmeden sevmeyi isterdim.”
Bir insanı o bilmeden sevmenin manasını onu okuduğum yaşta tahayyül bile edemiyordum. Ben ilahi aşkını kendisine tercih eden sevgilisi yüzünden acı çeken, “Aşk ve merhametle doluydum; hayranlık, fedakârlık ve erdem duygularının belirsiz bir karışımıyla sarhoş gibiydim” diye sayıklayan Jerome’un yanında kendimi sağlam ve tutarlı hissediyordum. Hâlâ oradayım ama artık Alissa’nın kendi sessizliğinde büyüttüğü ‘aşkı’ daha iyi anlıyorum. Yazıyla çoğalmanın, zenginleşmenin kıymeti hayatın içindeki zor kırılmalardan geçtikten sonra idrak edilebiliyor ancak.
Benim olsa onu böyle sever miydim?
Doğrusu hâlâ biraz kırgınım bu romanın ‘yalnız prensesi’ Alissa’ya. Hâlbuki Jerome ona “Senin hayran olduğunu bildiğim şeye hayranlığımın nedeni, seni tam da orada yeniden bulabilmek. Seni orada bulacak olsaydım, gökler umurumda olmazdı” diye yakaran sevgilisine istediği aşkı hiç değilse mektuplarında bağışlayabilirdi. Gide’in okura hissettirmek istediği tam da bu türden bir huzursuzluktu sanırım. Romanı bir klasik ve unutulmaz yapan bu yakıcı çelişkiyi okurla sohbet eder gibi anlatmasına borçlu. Ve elbette ilahilerden, İncil’den ve Shakespeare, Byron, Keats, Corneille, Baudelaire gibi büyük şairlerden yaptığı incelikli alıntılara.
Bir sohbette genç kız, Jerome’a İsa’nın bir sözünü hatırlatır: “Hayatını kurtarmak isteyen onu kaybedecektir.” O zaman Alissa’nın sevgilinin yokluğunu varlığına tercih etme sebeplerini küçümsüyordum. Asıl sevginin âşığından uzaklaşmaya başladığı o noktayı göremiyordum. Son görüşmelerinde kızın kendisine hediye etmek istediği ametist haçla gömülmek istememesi beni epey sarsmıştı.
Bugün aynı romanı tecrübelerle hırpalanmış bir kadının ruhuyla okurken Alissa’nın odasında sessizce dolaşıyorum. Toplanan eşyaların arasında geçmişi canlandırmaya çalışan Jerom’u görüyorum. Hayali bir aşkı, gerçeğin sıradanlığına tercih eden kızın saçlarını okşuyorum usul usul. Sevgilisini Tanrı’da arayan, “Benim olsa onu bu kadar çok sever miydim” sorusuyla kendi ‘dar kapısına’ sıkışan birisini merhametle karışık ılık bir hissiyatla sevebilmeyi öğrendim galiba. Büyümek böyle bir şey midir acaba? Erdemi aşkın karşısına koyan farklı bir bakışı da reddetmemek midir? Kusursuz bir aşka tahammül edemediği için ondan kaçanları da anlama çabası mıdır? Kim bilir?
Bir hataya sadık kalanlar...
Mecnun’un yokluğunun geniş bir ‘varlığa’ işaret edebildiğini de anlamak için yirmi yıla ihtiyacım varmış. Sevdiği kadının aşkında sıkışıp kalan Jerome gibi dar kapılardan geçtim ben de. Hayallerimi yükseltip sonra onları acımasızca sıradanlaştıran insanlar tanıdım. Tanrılaştırdığımız onca insan için harcadığımız yorgunluktan ne kalıyor gerçekten geriye? Jerome gibi gençliği boyunca bir hataya sadık kaldığını sananlar nihayetinde ilahi bir aşka mı sığınır, yoksa o hatadan korunmak için mi O’na kavuşmak ister, bilmiyorum. Günü gelince bir zamanlar sadece sevmiş olduğumuz duygusuyla baş başa kalmamak için uzak mı durmalıyız eksilten aşklardan?
Kurşuni bulutlar içini boşaltırken arkadaşımı düşünüyorum. Gözlerim yanıyor biraz. O ışıltılı camilerin ortasındaki geniş avluda şefkatli sesiyle mırıldanıyor: “Mende Mecnundan füzun âşıklık istidadı var/ Âşık-ı sadık menem, Mecnunun ancak adı var.” Sonra Alissa gibi sessizce aşkın yanıltıcı serabında kendilerini yitirmiş bütün âşıklar için dua ediyorum: “... Zayıf kalbimin içinde bu aşkın üstesinden gelememenin umutsuzluğuyla, ona beni sevmemeyi öğretme gücü ver Tanrım. Öyle ki benimkiler yerine onun çok daha önemli olan değerlerini getireyim sana... Eğer bugün ruhum onu kaybetmekten hıçkırıklara boğulmuşsa, bu onu daha sonra Sen’de bulabilmem için değil mi.”
(Dar Kapı, André Gide, Timaş Yayınları, Çev. Buket Yılmaz)
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 3.3.2016 15:41:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!