Çöküş
Yolda yorgun bir yolcu,
Ayakları toz içinde,
Rüzgârla savrulan saçlarıyla
sessizce oturuyor boşlukta.
“Yolun sonu nerede?” diye sorma;
her adım, bir başka karanlık,
bir başka yalnızlık köşesi.
Yorgunluk, içini kemiren bir alev gibi.
Karanlıklar, karanlıklar
Karanlıklar, zifiri karanlıklar…
Sonra, gece daha da büyür içimde.
Gözlerimde bin ölü yıldızın küfü,
avucumda taşlaşmış bir kalbin dayanılmaz ağırlığı.
Gittiğim her yer,
adımlarımın gölgesine karışmış
kırık bir masalın suskun mezarlığı artık.
Kendi içimde kaybolmanın
gürültüsüz bir felaket olduğunu
en çok bu gecelerde öğrenirim.
Bir çığlık düşer
göğsümün tam ortasına;
kimse duymaz…
ben bile duymam bazen.
Sonra bir sessizlik iner,
çökmüş bir taş mabedin çatlağı gibi derin…
gecenin içindeki en kör karanlık kadar ıssız.
Kendi nefesimi bile duyamam;
sanki göğsümde, yıllar önce unutulmuş
bir ağıt yeniden küllenir.
Karanlık, boynuma dolanmış
eski bir hatıranın soğuk ipi gibi.
Çeker… sürükler… geri bırakmaz.
Adımlarım toprağa değil,
kendi içimin uçurumuna düşer artık.
Sonunda bir kapı açılır içimde,
çürümüş bir rüyanın gıcırtısıyla;
bir yol görünür.
Ve yol uzadıkça, içimdeki harabeler
birer birer uyanır.
Eski bir tapınağın çökmüş sütunları gibi
ayakta durmaya çalışan gölgelerim olur benim;
hiçbiri konuşmaz, hiçbiri düşmez…
sadece beni izlerler,
sanki nereye gittiğimi
benden önce biliyorlarmış gibi.
Sadece beni izlerler…
Sonra yine gece olur.
Gece… ah o cehennem karası gece…
Omuzlarıma bir kefen gibi iner.
Gözlerim, karanlığın içine
kendi çığlığıyla yazılmış bir yazıt bırakır.
Yürürüm…
yürürüm…
Yürürüm…
durmadan yürürüm.
Yürümek bir zorunluluk değil;
ölmemek için uydurduğum
küçük bir bahane olur.
Adımlarımı dinlerim:
toz değil, kendi kırık yanlarım dökülür toprağa.
Bu yol artık bir güzergâh değil;
içimde süren uzun bir cenaze alayıdır.
Her virajda başka bir hâlim gömülüdür;
üstlerine basarak geçerim.
Ve işte,
ölümün bana öğrettiği tek sadakat da budur.
Benim olmayan bir umutla yürürüm;
umudun benden çok önce öldüğünü
toprak kokusundan hissederim.
Bu, yağmur sonrası toprak kokusu değil…
kuzgunları tepeme çeken bir toprak kokusu.
Kuzgunlar…
Akbabalar…
Leş kargaları…
Hepsi tanır bu toprak kokusunu.
Yürüdükçe ağırlaşır omuzlarım;
her adımda dün bıraktığım bir yarayı
bugün yeniden taşımak zorunda kalırım.
Gittikçe ağırlaşan,
gittikçe acıtan,
kanayan… kapanmayan yaralarımı.
Göğsümde kırılmış bir kelime taşır gibi yürürüm,
ta ki o kelime daha da ağırlaşıp
beni dizlerimin üstüne çöktürene kadar.
Toprak yüzüme yaklaşır,
rüzgâr sesimi alır;
geride sadece suskunluğum kalır.
Sussam olmaz,
susmasam olmaz.
Bağırırım… bağıramam.
Ve işte o an,
bu yolun bittiğini değil,
kendi bitişimi öğrendiğimi hissederim.
Yol bana acımaz,
ben de ona acımam artık.
Hayır,
Hayır, hayır..
Bu bir uzlaşma değil,
bir teslimiyet hiç değil;
bu, gecenin bana biçtiği en keskin kader.
Rüzgâr…
rüzgârlar…
ürpertici rüzgârlar…
Rüzgâr saçlarımı savururken
kalbimdeki enkazdan bir parça koparır.
Düşürür yere…
Düşerken sessizdir;
içimdeki hiçbir acı
yüksek sesle ölmeyi sevmez.
Kuzgunlar…
yine geldiler.
Karanlık…
karanlık…
Ancak şimdi yetişebildiğim karanlık,
bu yolun en sadık yolcusu.
__________
Bu şiir,
içinde yıllarca susturulmuş fırtınalar taşıyanlara, kendi gölgesine bile güvenemeyenlere, yorgunluğunu kimselere anlatamayıp her gece kendine çöken karanlıkla baş başa kalanlara…
Yolun ortasında kalmış, geri dönmeye gücü olmayan, ileriye adım atmaktan korkan,
yine de yürümeye mecbur bırakılmış bütün ruhlara…
Düşerken kimsenin tutmadığı, susarken kimsenin duymadığı, kırıldığında kimsenin fark etmediği insanlara adanmıştır.
Ve özellikle kendini bir ömür boyunca taşımak zorunda bırakılan tüm yorgun kalplere.
Bu şiir, sizin yükünüzdür; ama bu kez, ben taşıyorum.
Kiyaz
Kiyaz KılınçKayıt Tarihi : 18.11.2025 19:11:00
Şiiri Değerlendir
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.




Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!