Ay ışığı, gecenin koynunda usulca gezinirken, bir kadeh viskiyi dudaklarıma götürdüm. Kendi içimde yitirdiğim zamanları hatırlatıyordu bu amber rengi sıvı—tıpkı tarih öncesinden fısıldayan bir taş gibi. Tıpkı, Neolitik çağda bir avcının kamp ateşi başında anlatılan eski mitleri dinlerken, uzaklara dalıp gitmesi gibi…
Sen de bir izdin, Paleolitik duvar resimlerinde kaybolmuş bir av sahnesi gibi. Ellerimizin birbirine değdiği günler, ilk insanın mağara duvarına kazıdığı figürler kadar kalıcı ve bir o kadar hüzünlüydü. Parmak izlerimizi taşlara bırakmıştık, ama hangi rüzgâr savurdu seni, hangi çağın selleri aldı götürdü?
Viski, bozkırda unutulmuş bir medeniyet gibi içimi yakıyordu. Senin kokun, bereketli hilalin taş ocaklarında yankılanan çekiç sesleri kadar kadimdi. Göbeklitepe’nin taşları gibi suskundun, ama varlığın hala oradaydı; gölgesiz bir güneş gibi içimde asılı.
Her yudumda eski çağlardan bir yankı duyuyordum; Urfa platosunun kırmızı toprağında, bir çömlekçinin ellerinde yoğrulan çamur gibi beni şekillendiriyordun. Ama sonra bir gün, tıpkı taş baltalar gibi keskin bir sessizlikle, tarih sahnesinden çekildin.
Şimdi, viskinin dumanlı kokusuyla seni anıyorum. Keşke bir Neolitik duvar yazıtı olsaydın; okuyan herkes bilirdi, her gelen seni tanırdı. Ama sen, bir göçebeydin. Rüzgârın kanatlarına tutunup bilinmez diyarlara savruldun. Ve ben, Neolotik bir yapının taşları gibi yerimde kaldım, bir hasretin kalıntısı olarak…
**Kadehimi kaldırıyorum.** Tarih boyunca unutulmuş, ama bir taşın içinde, bir duvarın çatlağında, bir adamın yüreğinde yaşamaya devam eden her şeye… Ve sana.
Hikmet BüyükoğluKayıt Tarihi : 26.1.2025 04:39:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!