Berzan Şiiri - Gürkal Gençay

Gürkal Gençay
85

ŞİİR


7

TAKİPÇİ

Berzan

“A”
{asme}

göğ yitirmiş toygar gibi tutundular kırın yaşayan ruhuna.
“geçmek bilmeyen geçmiş”in itkisinde
çocuk oldular oyuncaksız,
geçmediler merdiven altlarından;
ki katırın ayağını kırdığı yollardan gelmişlerdi,
ceplerinde en kestirme rota;
topraksızdılar,
tayınsızdılar
naip çavlanlara içkin, yıkıcı barbarlığın ittifakında...

(bin yılın sonunda, bin yıllarının ilk yılında ne iseler, öyleydiler...)

genç oldular yavuklusuz, libassız...
aynı devinim içindeydi hazzın ve acının etik ağırlığı.
bu üç zamanlı tarih içinde
içsel değerlerle donatılmış mahremiyet,
nice defterler kapattıran dil yarası,
ve bin kez bozdukları yeminle
ağaçların ve kayaların hukukuna diğerkâmdılar...

diriaçımlı gerçeğin kökensel yapıbozumunda
adam oldular adam gibi.
ekmeğini taştan çıkaran gurebâ tilmizdiler
zambak soğanı gibi umulmadık çokluk barındıran
fabrikalarda, okullarda,
ve özgeciliğin dirimsel koyutunda.

bilincin kavruk ateşi yansıdı yüzlerine.
diyalektiğin
ve haktalebinin.

/ uzak bir periferiden, farklılık övgüsünün küheylanıyla geldiler
yazgısını kendi kurallarıyla yönlendiren haritanın etimolojik yırtığına.../

“B”
{ élîh }

/ey! biçimsel elerkinin dev-î sérpuş salpaları,
eyy! dolaydaki korkuların imkânsız tanımı;
enseniz kalın, sırtınız kalın,
ve göt öyle, göbek öyle! ../

sefih zenginerkçilerin uğrulandığı yansıtıcı sofrada
namuslu ekmekler bölüştüler,
ve katık ettiler, tekilleştirilen kökensel kırın acı suyuna.

aç kalktılar fikrini ödünç aldıkları yoksul batman-ı sofradan.
eski bilgeliğin “danışıklı dövüşe” üstünlüğünü sınadılar
omzu hüma’lı eyyûb sabrıyla.

ki bilinirdi büyücü çırağının cemaziyülevveli,
bilinirdi bu kopuş,
bu yaygın farksızlaştırmanın parodisi,
kerameti kendinden menkûl kardeşlik patolojisi,
ve soyağacına düşen ilgâ...

(beyaz adam; yaradılışın büyük yokedicisiydi... [0])


“C”
{semsur}

ay’ın şavkını çaldı biri, varlıklar merdiveninin özsel bakışımından
göz gözü görmez oldu.
formülüne ihtiyat kaydı düşen simyanın ilkelerine
ve kopma yeğinliğinin aç yırtıcı gibi bakan gözlerine
karşılıklılık içeren mukaddes ödevle baktılar.
—şehr-i nûh bani’si heyştêyan’dılar,
—adı yaman’dılar…

bu bakışı göğüsleyebilir miydi keskinleşmiş görü?
taassup?
“cümlekapısı”nın öncelenmiş doktrini?
ve takrir-i sükûn?

(şimdi gözler-im-den akan yağmur kederdendir... şarkılar dudaklarımdan taşsın; silinsin kederim... sözcükler eksilmesin, yıllar eksiltmesin... [1]

ey!
sislerin
egemenliği!

o vakit, an!
ve fâş edilmedik yanına çal bu serzenişin sahibinin.
kızıl bir dem’de
nihilist bir yolculuğa çıkan sâl’ından.
vur, gözbebeği kuşatan ölüm ulağı beyazlığa;
ol “érz-i romî”inde hayli an! ..

(insan özgürlükten ölecek kadar özgürdür ve özgürlüğü de, eski çağlardaki insanların düşündüklerinden farklı olarak, kötülüğün olabilirliğini içermektedir.../ iyiyi gören kötüyü seçebilir, bu doğa karşıtı ‘misqale zerretîn’ varlığın formülü, işte budur... [2])

“Ç”
{ orak }

kuramsal militanıydılar çekiçli bayrağın.

baskın yemiş kitapların,
boynunun kızıl alasını arayan gövel ördeğin,
ve büyük bildirgenin mübelliğiydiler.

ardışık fırça darbelerinin
öztanımlı renkleriyle
parlak atînin gelişmeci ütopyası doğuyordu
tümlüğün bireyden yeğ olduğu figüratif tabloda.

radikal ötekiliğin eleştirisiyle
yıktılar duvarların egemen paradigmasını.

kuşatıldıkları bu garip hiyerarşinin
(cömert tahribat izniyle [3])
zamansız ölüm ve zindanların “gemleme” plânını
bir çoban kavalının resitalinde, şerh düştüler varakaya.

başedemedikleri bir güz bengi’siydi zamanın halki'si
ve tercih edilmiş yabanıllıkla
bu dem ortasına cesurca düşme vaktiydi...

şaha kalkmış tayların izini sürdüler
iki nehir arasında boy veren gülistan’da
ve sabrına göç ettikleri yalnızlığın çetrefilli yollarında...

içlerindeki mahfilde yankılanıp durdu tewhîd û şirk
yalıtılmış sessizliğin alçakgönüllü, sitemsiz sâda'sı ve de tefekkür...

ki, aman vermiyordu ecel,
bu devingen aşağılayıcılık/ köktenci dünya görüsü;
düş aydınlığında kalmış kesikbaş diyarına...

ve
tanrı
seslendi
bir ayasında tewrat û incil, bir ayasında kerîm-i qûr’ân ile; sadakatine ihanet eden ziggurat’ın şahikasından:

“sabah akşam demeden, kendi içinden, korkarak ve yalvararak, alçak sesle rabbini an (dua et) ve gafillerden olma…” (Araf/ 7/205)

“D”
{ dep }


döllendiler özünü özgürlüğün ördüğü yarına.

bıçağın kemiğe dayandığı köksüzleştirmeci nirengide
leyleğin yuvadan attığı yavru için,
ağıldaki kınalı kuzu için, helâl ettiler haklarını.
fazladan bir suçluluk duygusuyla
cezîre’tul-kûrdî’nin bilinmeyen değerlerini
ivazsız dirediler,
iki yönlü okunan karanlığın özgüllük yasasına.

kemer dés’e can veren baba mansur ocağında
ve oxçîyan hıdır’lığında
sükûtun belâgatiyle üryan xızır'ı beklediler...

odysseus’un genç köleleri gibi,
geçtiler; behr’un-nehreyn âb’ından
ve susturulan insanlığın gözlerine musallat acılardan.

bir büyük kandilli temenna ile ateş ülkesine geldiler.
çeyiz sandığına hakk-ı sükût konmuş gelinler, sabi mev’ûdeler için
ve dokunarak yapının duvarlarına,
iki rahmetten birini dilediler... [4]

(elbette istemem bükülsün kâmet’in, sen ki gülistanda bir gülü emanet gibi canına saran bağbansın… / incinsin, üzülsün ister mi hiç gonca gülün? ..) [1]

ışık.../
biraz daha ışık ya hû...

ve
tanrı
seslendi
sislerle buluşan gılgameş’in yağmalanan mezarından:

“benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim. '' (Bakara: 186)


“E”
{mezrâ-ı botan}

metafor yüklü masalların temaşasıyla uyutuldular
“ortakyaşam hukuku” öyküsüyle en derininden yüzyıllardır.

ve yürek okşayan bir dışarlığın
meşrulaştırılmış analojisiyle avutuldular.

ve lâkin düştü maskesi mahşer midillisinin,
kapı yoldaşı ham ervahın,
ve tebliğ olundu / taht’a çıkarılmış fetihçi uygarlığın zihniyeti.

artık gizinden soyulmuş bu taşrada
ağırkanlı zamanın yükünü çeken kısrakların yelesine tutunacaklardı.
büyüyordu çağla mevsimleri,
kalyonlar,
doğmamış çocuklar,
ve büyüdükçe büyüyordu ağızlarında lokma.

dudaklarını yeni bir sayfaya kanatırcasına sıktılar dişlerini.
gözükara bir kuşak düştü yaralı ceren tedirginliği üstüne
karşı çıktılar kılıcı kana bulanmış bu gâvur inadına.

bir müctehid derviş gibi...

ve
tanrı
seslendi
bir patriyarkal karakterin baskıcı normalliği ile ninsun’un kasıkları arasından:

“rabbinize yalvararak ve gizli şekilde dua edin. şüphesiz o, aşırı gidenleri sevmez…” (A'raf/ 55)

“F”
{hücre}

ayrı düştüler ayvaz ile köroğlu...

gizli bir akla boyun eğen, alev dilli zamanın kıyısında
“mahsus mahal”in sözü köz eden ağrısına atıldılar.
başını ateşten yastığa koydu kukumav kuşu...

“tanrısal bir kendiliğin” optiğinden geçti insanlığın onuru
ve açıldı kartlar.
iman tazeleyen “stemkar” cemaatin arabuluculuğunda
gaspedildi hak ve kimlik,
yaşam tapıncı,
ve dirimsel içgüdü.

kurt masallarının anlatıldığı bu büyük meydan okumada
budandı taine’nin ağacı, [5]
daha mürüvvet görmemişken, sütü kesildi memelerin,
ve kişiliksizleştirmenin son halkası eklendi holistik prangaya.

şimdi; ölüm yürüyüşünde,
uzun bir yolculuğun başındaydılar.
“yaşama yorgunluğu” giriyordu usul usul, mavi ile kızılın arasına...

kestiler selâmı...

ve
tanrı
seslendi
haftan-boht suretinde koha behram diyarından:

“şüphesiz ki allah, çok hayali ve çok cömerttir. bir kimse ellerini kaldırıp dua ettiğinde onu boş çevirmekten hayâ eder.”

“G”
{cû-di}

“ey!
yer; suyunu tut
ve ey gök; tut”

defter-i kebirde acı besliyordu “bilgeler konseyi”nin gediklileri...
kan içiyorlardı kasıkları arasından yosmanın,
ve maço bir tarih anlayışını düşüyorlardı anâsır-ı erbe’a’ya
...
vay ki, zamanın aleni boyunduruğu vay! ..
vay ki, kambur üstüne kambur koyan yıkıcı bunalım! ..

sınama sabrı!

ey!
hükmedici zamansallığın tahripkâr otoritesi; / kimindir bu cürmü meşhut? ..
bu yitirilmiş düello,
bu yegâne sığınılacak yeri gören gözler,
aşamalı yenilgi,
bu vebâl,
kanlı işret,
kimindir? ..

/ki; “büyük” ve “yüce” arasındaki farklılığa ilişkin derin bir bilincin olması gerekir./ [7]

iki cihanda da bağırları açık, yüzleri aktılar.
insan sarrafıydılar;
duygusal bilgeliğin direşimiyle
yürüdüler evcilleştirme mantığının öteki kutbuna.

kanlarıyla sulanan arâzi-i mîriyye’de
kitaba el bastılar...

ve
tanrı
seslendi
bava’nın makberine müesses öç ile demenan toprağından:

“allaha hem korku hem de istekle dua edin.” (A'raf/ 56)

“H”
{cezîra botan}

bir güz ikindisinde kuşattı, “tedirgin edici enerji” dolaylarını.
koptu kızılca kıyamet...

tüm pusulalar şaştı.

gözü dönmüş “ilerleme virüsü”nün uzamsal şümûlünde
yer demir, gök bakırdı [8]
ve öznesine uzak düşürülmüş boğaz kavgasının hesabında
artık yoktu sakınacak bir şeyleri.
algının büyük acısıyla söktüler öfkeyi kınından,
ve içgüdüsel armoniyle, / işmar ettiler ilk günahın yılan hikâyesini.

salâvatsızdılar...

bu “germen”ik yolculuğun, içiçe geçmiş seyr-û seferinde
dayandılar icmâline, ömür çürüten yahudi pazarlığının
ve üstüne üstüne gittiler yalancı pehlivanların,
davûd yıldızı’nın, mührü süleymân’ın,
korkulardan beslenen “sanık” cesaretleriyle...

ele avuca sığmaz bâğî’ydiler;
bozdular oyunu! ..

ve
tanrı
seslendi
ahval-i ceziret göğünde bir kanlı hesaplaşma amennasından:

“nefsince de, sabah akşam rızasını isteyerek râblerine yalvaranlarla beraber candan sabret. sen dünya hayatının süsünü isteyerek onlardan gözlerini ayırma. kâlbîni, bizi anmaktan gafil kıldığımız, nefsinin kötü arzusuna uymuş ve işi hep aşırılık olan kimseye uyma.” (kehf/ 28/28)

“I”
{xarpıt}

buyurgan asimilâsyonun yaylım ateşine
ve soylu ilkelere karşı gerçekleştirilen ihanete
ışığına yangın kelebek gibi, göğüs koydular son yaz rüzgârında.

türküler kadar yiğittiler,
türküler kadar yürekli...

kült odalarının melânet sunağında,
“kan ve toprak” ideolojisine verilen ödün
büyütüyordu uygar dünyanın tekboyutluluğunu.

sustular! ..
fırtınanın konukluğundaki yalnızlıklarına.
mâmuret’ul- âzîz diyârındaydılar,
onulmaz belâdaydılar.
tarihin “üstün” insanmerkezli bakış açısının
ve özdeşçi sömürgeciliğin çözülmesi için
esirgediler varlıklarına sinen kültürel çizgileri.

ve temize çektiler;
“farklılık hakkı” ideolojisinin yadsınamaz gerçeğini.
kan oturmuş gözleriyle, yangına körükle giden maliklerin
“ne yer, ne yediririm; kokarım avrat” teorisini
“yeniden tekilleşme”nin berrak elleriyle aştılar.

beyt-i ma’mûr’a sırt dönen buğât’tı adları
kestiler postayı! ..

ve
tanrı
seslendi
öfkenin derin sinikliği ile kutsanmış mahkeme-î ukbâ’dan:

“şayet kullarım, sana benden sordularsa, gerçekten ben çok yakınımdır. bana dua edince, duacının duasını kabul ederim. o halde onlar da benim davetime koşsunlar ve bana hakkıyla iman etsinler ki, doğru yola gidebilsinler. (Bakara/ 2/186)

“J”
{tij }

hastalıklı “iş bölümü”nün saldırgan kosası indi köklerine...
sevdasını ardına takmış yağmur atlılar gibi aktılar
zamanın sonsuzluğunda teker teker biriken esirgenmemiş söz ile
maharat nakışlı ellerinden,
ve binlece yıllık yortu orucu ardından /
hatemû’l enbiya sunusu zârafet yemeğinden oldular.

“insan olmak sorunsal bir tasarıdır” dedi,
bir taş ve bir yılan kullanarak renk değiştiren büyücü…
bunu en iyi üzeyir bilir dedi “beş güneş”…/

ölümle şifrelendi hibrit-i âhmer’in sırları
ve meleklerin kıble û tavafı…
öyle ya; dünyada olduğumuzu hissedebilelim diye olmalıydı
cinayetler, savaşlar ve ölüm…

oysa yolları ve sokakları olmayan bir şehirdi bu mezar sunuları…

bilmiyordu, insanlığın geleneğine yaslanan “karışmış kan fikri”,
bir taşın en fazla dört kere kopyalandığını…

“bunu bir de ölü seviciler bilmez” dedi
yüz yıllık uykusundan uyanan üzeyir! ..

ve
tanrı
seslendi
hazarmard’ın ölüm yürüyüşü ile geçtiği yollardan:

“zira rabbinin katında olanlar, allah'a kulluk etmekten asla kibirlenmezler, o'nu tenzih eder, şanını ulularlar ve yalnızca o'na secde ederler.” (Araf/ 7/206)

“K”
{kalikala}

ilk insanı doğuran timsahın diş izlerini taşıdı,
su üstünde yürür gibi
caddeleri yağmurla gusleden şehir…
yeryüzünün madrup çocuklarının tüm günahı boynunda! ..

sırf bu yüzden gerçekleşmeyecekti vaat edilen hiçbir cennet…

ve onlar; kendilerine benzeyenlerden ayrı görünmeğe çalışarak,
adalet arayan suçlu gibi ayak izlerini bıraktılar arka sokaklarına kentin/
varlıklarını biçimlendiren anılarla…

ne sabrı ne de sınırı vardı zamanın
zaman kadar eski bir zamanda
ve yetim kızların yaktığı kınanın rengi bir akşamın alacasında;
kamaştı gözleri! ..
ki; göz dediğin hasat iklimi...

on yedi kemerbest'in ışığı düştü isyanın günahından
bir sel döngüsünde zorun hükümranlığıyla / ''kıyılabilir'' olmanın ağrısına

kaderlerinde ışığı yakalamanın ironisi! ..

ve
tanrı
seslendi
uzaklardan:

“ve şöyle diyorlardı: 'mecnun bir şâir yüzünden ilahlarımızı mı terk edeceğiz? hayır, (o ne şairdi, ne de mecnun) o gerçeği getirmiş ve peygamberleri de doğrulamıştı' ”
(Saffat sûresi - 36–37)

“ (onlar) 'deli bir şair yüzünden tanrılarımızı mı bırakalım? ' derlerdi' (k. 37, Saffat sûresi, ayet 3637) : “...peygamber 'be­nim rabbim gökte ve yerde söyleneni bilir...' dedi... onlar, 'hayır, bunlar karışık rüyalardır; hayır onu uydurmuştur; ha­yır o şairdir...'dediler' ” (k. 21, enbiya suresi, ayet 45) .

“L”
{alâmet-i farika}

yürümesini bilmeyene uzun gelen
ve dahi cümle isyanların
salkım saçak kenarında sallandırıldığı yollardan geldi
sevdiğine mendilini veren zerdüşt torunu...
ve şadancan, hazbani sevdalarını, sessizliğin intikamıyla kucakladı sular...

gözlerinin biri amu, diğeri siri.../
ve kayıp gölgeler şarkısıydı simurg’un ateşe uçuşu
güçlü bir zelzeleye müteşâbih maveraünnehir'de! ..

yas-ı mâtemin şiirine ve yaşlı rind’lerin bakışlarına bir ad taktılar
ki, onlar en çok bilinmeyenli denklemlere sınanmışlardı...
bulunamamıştı bir çözüm bu ölümcül paradigmaya
ve siyah giymeyenlerin inadına ezberlememişlerdi hiçbir formülü...

yaralarının izini ele veriyordu kızılcık şerbeti...
ölüler evinde, gölgelerine saklı yedi ölümler nöbetinde,
bir zaman aralığının şehra şehra vahsasında
bulanmıştı kıyamları susmanın diktatörlüğüne! ..

müheyya eyledi yüreklerinin içinden geçtiği bunalım
sonsuzluğun manevi bir varlık haline getirdiği mekânda
yetimdi çocukları,
şarkıları yitikti
ve kendilerinde meşru ve temenni edilir kıldığı yaşamda
hayatlarından uzundu kılıçları! ..

olsundu! ..
adları âşktı çünkü...
ve terekesi koskoca bir dünyaydı! ..

yine muhaceret vardı,
ısırdılar dudaklarını.../

ve
tanrı
seslendi
uzaklardan:

“şairlere gelince, onlara da azgınlar uyar. görmüyor musun onları, (nasıl) her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar? ve onlar yapmayacakları şeyleri söylerler./ yapmadıklarını yaptık dediklerini görmez misin” (26/ Şûara sûresi–224–226)

'şuara âyetleri müfessirler tarafından genellikle şairlerin ortak niteliklerini, karakterlerini açıklayan âyetler olarak yorumlanmış ve bu yorum günümüze kadar sürdürülmüştür. örneğin çağdaş müfessirlerden mevdudî, 225. âyeti şöyle anlamlandırır: 'yani, düşünce ve sözlerinde hiçbir model tanımazlar, her vadide başıboş gezinir dururlar. her yeni dürtü, bunda gerçek payı var mı, yok mu diye düşünmeden kendilerini yeni bir konuda söz söylemeye iter. bir anlık bir dürtüyle akıllı ve bilgece sözler söylerken, bir başka dürtüyle bu defa kirli ve adi duyguları terennüme başlarlar.

birinden hoşnut oldukları zaman, hemen onun hakkında abartmalı övgülerde bulunurlar; bir de birine gücendikleri zaman hemen onu da yerin dibine batırırlar. birinden çıkarları varsa, cimri birini, cömert birine ve korkağı yiğide tercih etmekte bir tereddüt göstermezler. buna karşılık, memnun olmadıkları kişinin karakterini lekelemede, kendisini ve atalarını alaya almada utanç duymazlar. bu yüzden, aynı şairin şiirlerinde hem allah'a ibadeti, hem ateizmi, hem materyalizmi, hem ruhçuluğu, hem ahlakçılığı, hem ahlaksızlığı, hem fısk ve fücuru, hem takvayı, hem ciddiyeti, hem şakayı, hem övgüyü hem hicvi yanyana, bir arada görmek mümkündür' (mevdudi, tefhimu'l-kur'ân, 4- 81)

şehit seyyid kutub da aynı âyetler için şunları söyler: '...şairler değişip duran tepki ve duyguların esiridir. duyguları onlara egemendir. ve ne olursa olsun onları dile getirmeye iter. bir an içerisinde bir şeyi kapkara görürken bir başka an içerisinde beyaz görebiliyorlar. bir bakarsınız hoşnut olmuşlar; bir söz söylerler, kızar öfkelenirler tam aksi bir başka söz söylerler. diğer taraftan şairler belli bir hal üzere sebat göstermeyen bir mizacın sahibi olan kimselerdir. bununla birlikte onlar, içinde yaşayıp durdukları vehimlerinden alemler yaratırlar, birtakım fiiller tahayyül ederler ve bu fiillerin bir takım sonuçlarını tasarlarlar. sonra da bunu bir hakikat, bir gerçek gibi kabul eder, ondan etkilenirler. o bakımdan kendi hayallerinde ona göre yaşantılarını düzenledikleri bir başka vahayı uydurup ortaya koymuşlardır' (nakleden: said havva, el-esasfi't-tefsir, 10-345) .

“M”
{mücerred}

çamurdan tandır yaptılar,
ki suyla tanışan ateşte ekmeğe dönsündü toprak.../
bu tandır o tandır mıydı, bilinmezdi;
ama kara kehribar gibi parlayan nâr-ı ateşi
ve bu dramatik değişime ateşini salan belirleyici mesafeyi
''vav işi'' gibi düşürdüler uzletin saye'sine…

kendisini sürekli gizleyen anlamın arayışıyla
ve doğallığın eşzamanlı inkârında,
güne dolanıp güze, güze dolanıp bugüne vardılar…

demevî sulardan geçtiler! ..
felsefesinin içinde bulunduğu bu nehir,
deltasının bereketli yaşam alanına ulaştığında
son durağına da varmış olacaktı...
göklerde ekin biçenlerin hasat türküsünün adıydı bu...
ki onlar yas-ı mâtem içre,
dağların yağmur yemiş mordemine söylediler bu türküyü.

zaman sanki suyla aklayıp, suyla yeniliyordu kendini
bu yüzden her başlangıç gibi kutsanmalıydı bu yeni evyüzü…
ve beyaz bir suskunlukken kış
kendi tanrısallığını üretmek için kendine imge kıldıkları bilinçle
hiçbir kalabalığın açıklayamayacağı kimliklerini inançlarıyla iyileştireceklerdi…

bütün bunları gördü su,
ve hepsine tanık oldu tefekkür uzamındaki vahşi ölümün saltanatı.

bu sürekli yolculuk ahvâlinde şi’r û âşk gibiydi ölüm;
birleştirirdi tüm zıtlıkları...
ve fakat can alıcı bir kesişmede kaldı yağmalanan ideolojinin ergenlik çağı…/
ellerinde nesnelleşmiş tahakküm vardı ehrimen’in /
eteği mazzeb fırtınaya meyyal iken zamanın eğriliği; //
şiirleri tek boyutlu eylem gibiydi ölümün antropolojisinde…

ve
tanrı
seslendi
uzaklardan:

“belki de bir şairdir o. hadi bir mucize getirsin bize, öncekilere gönderildiği gibi...”
(21/ Enbiya sûresi-5)

“N”
{newalê çori}

ağır ağır kendi içine doğru açıldı eskimiş yüzüyle demirden kapı,
gözün gözü görmediği karanlığa...
yürüdüler parmaklarımın ucuna basarak.../
yürüdüler.../
el yordamıyla, kızıl demani duvarlara tutunarak...

iki yanı da keskin bir kamanın üstünde yürür gibi!

binlerce yıldır kuşatma altındaki ütopyanın yasıyla
geçtiler buz ovalarından kıblesiz melâmi dervişleri gibi
yağmur yeleli atları vardı
“yoldaşın, alnı sevâd at’sa korkma” dediler güler yüzlü çocuklara;
“at yarı yolda komaz yiğidini! ..”

ki dost sevinci bağında, yetim kızın yaktığı kına gibi içlerine ateş düşürürken umutlar,
nasıl da koklanırdı turabındaki gül kokusu...

marduk için bilinmeyen düşler indirdiler ellerine
mazda’nın “sevi” sayfaları kopuyordu tam da o saat maskelerin;
/ iki gizin dişleri içindeydi gece, şeb’in yedi düvel zındanıydı zaman! ..

göveren sem-î şeb’in ecnebi zâkir’iydiler…/

hani bahardı diyordu ya şair…
kuyumcu titizliği ile her satırına telkâri misali işlenmiş duygular ile
içinde savaşlar veren ve karanlığın koruduğu
göğ altındaki ölüler kadar suskun bir dize gibiydiler…

her biri, dehhaq’ın kanlı asur’undan yüzakıyla geçen kawa’ydılar!

sevdiler kara amberi;
hayata tutunmaya çalışan güler yüzlü çocuklar kadar! ..

çoğalırken tekleşmekti dostluk! ..

kara koyun gibi seçilen çileler ile göğe berdar oldular…
“bir mendil niye kanar” değildi artık soru;
üste sinen o koku yitse bile hayaller yitirilmemeliydi en azından...
peki; yitmişse şarkılar, gece ve o sevgili koku;
peşlerinden gelir miydi hayalleri?

ne çok cevapsız soru sığdı yaşam boyunca ceplerine.
oysa hep delikti cepleri
ve ne çok (zil çalana kadar) karatahta önünde tek ayaküstünde durma cezası aldılar
ol kahrolası yanıtsızlık yüzünden...

//masallarını yitiren çocuklar önce neresinden intihar etmeliydiler? //
ve neden çalmazdı bir türlü bu ziller?

ve
tanrı
seslendi
uzaklardan:

“biz ona (peygambere) şiir öğretmedik. bu ona gerekmez zaten/ zaten ona (şairlik) yakışmaz. o (kitap) sadece bir öğüt ve apaçık bir kur'ân'dır…” (36/ Yâsîn sûresi-69)

* yasin suresi, ayet 2; hakka suresi, ayet 4042; şuara suresi, ayet 224226; tür suresi, ayet 2933; a'ra suresi, ayet f 175 vs.


Gerçekten de Muhammed şunu iyi bilmekteydi ki, şair olarak tanındığı takdirde ciddiye alınmayacak ve 'peygamber' sayılmayacaktır. Şair olarak görünmekten kaçınmasının asıl nedeni şuydu ki. Eser şairlerden 'peygamber' çıkabilirmiş kanısı yerleşecek olursa, kendisinden çok daha güçlü ve ünlü şairlerin, kendisi gibi ya da kendisine öncelikle 'peygamber' sayılmaları gerekecektir. Öte yandan ünlü şairlerden birçoğu kendisini küçümsemekte ve güçlü kalemleriyle hicvetmekteydiler. Bu itibarla şairleri ve şiir sanatını kötülerdi. bu nedenlerledir ki, Muhammed hem tanrı'yı hem de kendisini şair düşmanı olarak tanıtmayı, şairleri aşağılatmayı, güzel konuşmanın 'sihirbazlık' olduğunu anlatmayı, kendisinin de şair olmadığını açıklamayı, kişisel çıkarları bakımından gerekli görmüş ve kur'an'a bu doğrultuda ayetler koymuştur. Örneğin kendisinin şair olmadığını, tanrı'nın kendisine bu niteliği vermediğini anlatmak için yerleştirdiği ayetler arasında şunları görüyoruz:
“kur'an şerefli bir elçinin getirdiği sözdür; o şair sözü değildir...”(k. 69 Hakka sûresi, ayet-4042)

Fakat bununla da yetinmemiş, bir de şiir sanatını kötülemek üzere şöyle demiştir:
“(ey muhammed!) yoksa senin için şöyle mi derler? '(o bir) şairdir.' de ki, 'zamanın onun aleyhine dönmesini bekliyoruz'. de ki, 'gözleyin, ben de sizinle birlikte gözlemekteyim'...” (k. 52, Tûr suresi, ayet -2933)

“O”
{vore}

zaman ile nesneleşen otorite
daha da katılaştı,
ağır ağır matematikleşen zamanın bilincinde.

aman vermeyen bir güncelliğin getirdiği baskıyla
kuşatıldılar,
istibdat’ın kalıcı hiyerarşisiyle.

denize açılan kapının önündeydiler,
dolayda görünen her şey bir masalın parçası gibiydiler,
çoğaldı salâbet’in dramatik gücü
çoğaldı celâdet’in amentüsü

?
sordular:
''ait olduğumuz dünyayı görmek için kimin gözlerinden bakmalıyız? .. ''

yorgun ve yaralı bir tarihin
can çekişen ağır boyunduruğuydu geride kalan zaman...
/neden vardılar? /
bir insanın tanrısı bir başkasının şeytanıyken
hangi imgesel mecelle, inançlarıyla iyileştirebilirdi aidiyet duygusunu? ..

tanrıyı aştığında insan neydi? ..
hangi mev’ûde kabrine mülteciydi bu körmös kervanı?
ve ibadetlerini müteveffa gibi sırtında taşıyan haymatlos sürgünü?

soruların füzyonunda bütün kavuşmalar bölünmüştü.../
ve;
ayrılıklar yakınlaşırken, tanrı ölmüştü! ..

cevap; mânâyı izhâr değil,
dokunduklarında ne hissettiklerinde gizliydi belki
belki bıyıkları yeni terlemiş müberrih acıların sevkat’ında,
ve bu cehennemde yalnız olmadıklarını söyleyen,
yüzlerinde şaşkın ifadeleri ile ''askari'' ölülerdeydi...

dışarıda kışın buza kestiği bürudet zamanında
yoksul ve hakir sofralarına güman ateşi düşmüş
“harbî kâfirin hakk-ı hayatı” olmayan şûara idiler…/
her dizede yeniden yakmaya müheyya eylediler
canın bedene sığmadığı leyl’i…

hayat ki baştan kaybedilmiş bir yarıştı
ve bu kahr-u perişanlık içinde bir gül ağ’lıyordu üşüyen karasunguru;
onlar bülbüle ağlıyordular…

her gün daha bir uzaktı umut,
ve belki de şi’r, vicdanın trajik çabasıydı.../

şiiri kandil eyleyip, ışıttılar arka sokaklarındaki gözlerden ırak acılar büyüten yoksul ve haylaz çocukların hayatlarını...
gördüler,
gördüler de ağrısı yüzünden akan kürd illerini, arlandılar
kendi yüzlerini devşirdiler
şakağı gül açmış zazakî’nin, dımılî’nin son sözünden.../

söylediler:
(üzerindeki karalar bana hiç yabancı değil. sen yokken de acılarınla sabahlamışım.../ uykularda tanışmışız.../ üzülmek de nesi! ? .. kanamışım; soluksuz kalmışım, nefes alırken evren! ..) [1]

madem ki ince bir gölge gibi girmişiz ılıman kuytuluğuna mır’ın;
öyleyse çıkarın bizi ışığa batmış sevinçlerinizden! ..

elhâk! ..

ve
tanrı
seslendi
yönlendirici ve de aşılayıcı bir özdek olan sanatın dramatik erkiyle,
çerkim’den, savur’dan, melabaş dağlarından:

“sus”
“eyy göstermelik sadakatin sayesini vazişta od’uyla yücelten kadişea’lı gadar; sus ve bohtan’ı dinle, dibene’yi dinle; ki onlar dicle’dir! ”

“yoksa şöyle mi diyorlar: 'o bir şairdir...” (52/ Tur sûresi–30)
“bir şairin sözü değildir o. ne kadar da az inanıyorsunuz? ..” (69/ Hakka sûresi–41)

Öte yandan şairlerin 'yalancı' ya da 'şaşkın' kişiler olduklarını ve onlara ancak azgın kimselerin uyacağını anlatmak üzere kur’an’a ayetler koymuştur.
Ayrıca da kur'an olmayarak bu doğrultuda hükümler (hadisler) bırakmıştır ki, bunlar arasında şairlerden nefret ettiğine dair şunlar vardır:

“benim, tanrı'nın mahlûklarından en ziyade nefret ettiği kimseler şair(ler) ve mecnunlardır.”

“P”
{ararat}

şiir efsanesinin ''doğal haklar'' doktrinine
ve onun tarihindeki güneşe doğrudan bakabilen yiğit öncülerine
kendi sözlerini söylediler dengbej ağzıyla...
ve söz bırakmadılar aritmetiksel, örgenci eleştiriye.../

kaçınılmaz bir gerilim içindeydi aklın yelpazesi
giyotin bıçağı gibi! ..
yelpazenin iki ucunda evrimleşerek her seferinde usul usul çırpındılar
bir marifet kapısı önünde kelebek etkisi yaratabilme adına...
sayılmamış çokluğuyla şiddetlenirken yeryüzü dinleri,
sökmesine ramak kalan şafağın melodik sezgisiyle
yıldızların ve rûzigârın sığındığı kürd diyarında
karıştılar birbirinin seslerine.../
hani ''sevmek'' adı...
—ama öyle yiğit bir ürperiş ki—
kırk çerağ tutuştu avuçlarında…

ideolojik miyasmanın yarattığı kenar mahalle sokaklarında
çıplak ayakla çelik çomak oynayan çocuk neşesiyle bakan gözlerini
ve sessiz -ıssızlığıyla- çiseleyişlerini
boylu boyunca devşirdiler
kaybedilmekte olanı koruma inancına…

toprakaltının kutsallığına banmış şiirler okumak ne güzel şeydi…/

ve
tanrı
seslendi
doyuma ulaşmamış ihtirastan doğan sanatın egemen kavrayışıyla
hemedan, dinver, kermenşah ve şehrizor’un yüksek yaylakları ve de ulu kışlağından:
—eyy! eski rejimin nostaljisiyle kutsadığım bahar şehri; bana yakın dur, bana yakın dur! ..

“bunlar (şeytanlara) kulak verirler ve çoğu yalan söylemektedirler(223) şairler ise; gerçekten onlara azgın-sapıklar uyar(224) görmedin mi; onlar, her bir vadide vehmedip duruyorlar(225) ve gerçekten onlar, yapmayacakları şeyleri söylüyorlar(226) ancak iman edenler, salih amellerde bulunanlar ve allah'ı çokça zikredenler ile zulme uğratıldıktan sonra zafer kazananlar (veya öclerini alanlar) başka. zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılaba uğrayıp devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.(227) -Şuara-”


“R”
{ rîha }

kendinden menkul bir zaman aralığında
tuttular birbirlerinin elinden/ tutuşan safir süzgünlüğünde,
baktılar gözlerine susturmamak için içgüdüsel armoniyi /
üstelik bildiler,
çevrelerini kuşatan kalabalıklar içindeki haymatlos hallerini...
bir ellerinden tuttular, tuttular ellerinden.../
gittiler...

artık yoktu kervana mihmandar olan hanlar! ..

anlam veremediler dost û haldaşların gidişlerine,
ve umutlarını örseleyen bu hunharlığa.

hâl bu ki,

çok ziyaret edilen mezardılar;
hayallerini de devrettiler mirasçılarına…

şimdi onlara kalan,
sevinçleri ve yüzlerine tebessüm düşüren geçmişin
nisyana yenilmiş adımlarını sayan bir mecazibin tekrarıydı.../
kaçanların en çok kullandıkları kapıdan geçip
harlanmış acıları taşıyordular;
ömre zarar veren menhus acıları,
bir samsara döngüsünün derinliğinde akan ay rengi sulara...

sisler içinde siluetleri kalmış birkaç anut yaylacı
ve hüznün epidemisine tutulmuş yağmur kuşları
başlangıç lâhzasının ilk ritüel yasalarına meydan okuyorlardı;
hayatın zamandışı bir şimdide yaşandığı tutsaklık çağında…

su yüzüne çıkan bu ayrışmada
ve vakt’in ebr’i içinde, bir kozada gibiydi hayat...

dizginlerinden boşalmış zamanın anlamsızlığını
ve tahakkümün ruhuyla koşulan cadı avını
yok etmek üzere geldiler;
yaşamı, dehşetli bir ölüm bölgesine dönüştüren levh-î mahfuz’a.

bulutla yer arasına düştü, ilk yağmur damlası mavera’dan.../
"sibel" dedi ona kybele...
ve yundular; fî 'den âti'ye! ..
geçeceklerdi gökkuşağının altından…

peyman! ! !

ve
tanrı
seslendi
edebi tükenmişliğin kamusal duygu imgeleriyle
kardu kal’asından, hatha’dan, asi kal’a bîra’dan:

—ikra eyy! amîda;
ve yedi düvel içre yedi iklim dört bucak, ruhsal bilgelikle yalnızca benim adımı zikret.
itaat amîda;

“sizden birinin karnının içi şiir dolmaktansa irin dolması hayırlıdır.”
De ki: 'duanız olmasa rabbim size ne kıymet verir? ' demek ki, yalanladılar! O halde yarın ceza (yakalarına) yapışacak! (Furkan/ 77)


Şunu da hemen ekleyelim ki, şairleri bu şekilde yermekle yetinmemiştir; iyice güçlendiği andan itibaren şiddet yollarına yönelerek kendisi aleyhinde yazan, kendisini hicveden şairleri kılıçtan geçirtmiştir. Buna karşılık, kendisine itibar eden, kendisini yüceltici şiirler yazan şairleri mükâfatlandırmış, aynı zamanda onları kendi düşmanlarına karşı birer silah olarak da kullanmaktan geri kalmamıştır. Bu şairler arasında hassan bin sabit gibi arabın en tanınmış ve etkili şairleri vardır.

“S”
{fernhag}
Bu ateşte çalışmalarda kullanılan ateştir.

en beklenmedik yerde büyümeyi başaran
ve o eski cenneti çağrıştıran tohum gibi,
meyveye duran ağaçların sürgününde
ve de sonsuzluğa tabiydiler...
burçlara usanmadan bakan
ve kırklar için çağlayan serçeşmeyi unutmadılar!

sürgün gönderilen mecruh gül gibi yalnız
ve doğmaya sabırsız gün gibi kısılıp kalsalar da afak arafında;
kapamadılar gözlerini…

nehr-î piran üzerinde uçuyordu turnalar; nehir durgun...
belki nehir de değil bu,
korku kılığına bürünmüş bir sevgisizlik! ..
nihri
ve nûh’u dévran
yüzeyi altındaki tehlikeyi barındırıyordu...

dilinin dönmemesi ayân-ı cerh’inden yanaydı hayatın
umuda dokunuyorlardı benzer taşlar olduğuna dair gök kubbe altında...

çekip koparılamıyorsa sırmaları, çocuklara buğz eden haki urbalıların;
kalkıp berzâh’ından cübn’ün,
şiirler yazdılar tanrıyı karıştırmadan işin içine ve dahi avuç açmadan göğe...
şimdi şükre sebepten çok küfre sebep vardı, ki bu hayli müstehâb’dır...

yüzü utancından kızıl ve dili dönmedi diye evvelinde ağzı kızıl kanayan çocuklar için sevgili bir ayartıcı kuş konmuştu şiirlerine...

şimdilerde bildiklerini unutmakla meşguldüler
ve tanımaya çalışmakla omuzu kaya yorgunu gelincikleri...

(eyy! tâbib; /
sen hep olsana yanı başımda içim kaynıyor
kime desem cüzam sanıp kaldırımları topukluyor...)

yoksunluk ve cevr ile nesneleşen sancılı kan
ve bilinçaltındaki melodik sezgiyi giderek kendinde devşiriyordu hüzünlü miyasma.../

Bu patriyarkal meydan okumaya
on dört masum-i pak'ların ışığınca baktı hüzn-ü ayn.../

Bir maslûp muhibbi gibi...

ayna yok, ışık yok, toz yok.../ yalnızca karanlık; epey an!

ve
tanrı
seslendi
uzaklardan:
'Ey Nûh ile birlikte (gemide) taşıdığımız kimselerin nesli! ' (İsrâ, 3)

yine bunun gibi, her ne kadar şairleri genellikle 'kötü' ve 'yalancı' olarak tanımlamak üzere kur'an'a ayetler koymakla beraber, kendisini destekleyen ve savunan şairleri bu tanımın dışında bırakmayı da çıkarlarına uygun bulmuştur. örneğin bir yandan şuara suresi'ne

'şairlerin ardından (ancak) azgınlar gider (onlar yalancıdır­lar...' (k. 26, şuara suresi, ayet 224226)

şeklinde ayetler koyarken, kendi yandaşı olan şairler hakkında aynı surenin aynı ayetlerine şunu eklemiştir:

'ancak iman eden, müşriklerden intikam alan (şairler) baş­ka...' (şuara suresi, ayet 224226.)


başta hassan bin sabit olmak üzere kendisini her daim metheden. yücelten şairleri, bol keseden hediyeler ve cariyeler vererek her vesileyle sevindirmiştir. o kadar ki, 'ıfk olayı' diye bilinen olayda ayşe'ye iftirada bulunup da sonra pişman olarak tövbe eden­ler vesilesiyle 'tevbe ile günahlar ortadan kalkmaz' şeklinde kural yerleştirdiği halde, bu dedikodulara katılmış bulunan kendi şairi hassan bin sabit'i bundan istisna kılmış,4 üstelik de onu hoşnut et­mek için habeş kralının kendisine hediye yolladığı iki kızkardeşten birini (şirin adındaki güzel cariyeyi) ona hediye vermiştir.

her ne kadar 'şiir' denen şeyi 'batıldır' diyerek kötülemekle beraber, kendisini övücü, yüceltici şiirleri (ve konuşmaları) 'beliğ' ve 'helal' şey olarak kabul etmiştir.5

1 bkz. taberi, age, 1966., c.ıı, s.967.

2 bkz. sahihi..., c.xıı, s.156, hadis no: 2006; ayrıca bkz. c.ıı, s.397.

3 bu konuda bkz. sahihi..., c.xıı, s. 156, hadis no: 2006 ve c.ıı, s.397.

4 taberi, age. 1966, c.ıı, s.5389; ayrıca bkz. sahihi..., c.vııı, s.97,

5 “beliğ' sözlerin 'helal' ve 'batıl' nitelikleri için bkz. sahihi..., c.ı, s.225 vd. muhammed'in şairler ve şiir sanatı konusundaki görüşleri ve tutumu konusunda bkz. ilhan arsel, toplumsal geriliklerimizin sorumluları: din adamları.

“Ş”
{şpenişta ateşi}

karanlığın içrek bir gücü vardı
içinden bakıldığında yaşamın en küçük hücresine kadar görülen...
simülasyon görmelerle yanıltan gündüzlerin ise kör edici parlaklığı...
bunu en iyi başı dumanlı sevdalılar ile
canından can yitiren yaralılar bilirdiler...

talep edilen velâyet,
o mültefit zaman;
sayrıların emanet edildiği büyük otacı
ve yeşertilmeye çalışılan umudun anaç bekçisi.

gerçekten sarar mıydı yaraları?

noktürnâl bir yalnızlıktı sararması anıların
bî-umut seyran ettikleri belhum adal yollarda.
beklediler bir sephia fotoğrafın karesinde
ya da henüz yazılmamış bir rubainin son dizesinde,
o kadar çok kanadı ki dizleri,
menzili yoktu uykularının
ve şol ölümle imtihanda o kadar çok yaralandılar ki
ışk yerine yaralarının kabukları doldu avuçlarına...

ve
tanrı
seslendi
uzaklardan:
'bir kimsenin karnının irinle dolması, şiirle dolmasından hayırlıdır'

-kur'an-ı kerim'de şiir ve şâir kavramı

kur'ân'da şiir kelimesi 1 kere, şâir kelimesi de 5 kere (birinde çoğul olarak) geçer.

muhammet’in, kendini ve kuran’ı eleştiren şiirler yazan şairleri lanetlediğini ve şairliği aşağıladığını biliyorsundur herhalde. kendisini hicveden şairlerden kab ıbn-i eşref'i öldürtüp de adamın kesik başı önüne getirildiğinde sevinçle diz çöküp tanrı'ya şükürler ettiğini, şair'lerin 'yalancı' ve 'şaşkın' kişiler olduklarını anlatmak üzere kur'an' dan ayetler okuduğunu (şu’ara 224: şairlere ise haddi aşan azgınlar uyarlar. şu’ara 225, 226: görmez misin ki onlar, her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar ve yapmadıkları şeyleri söylerler) herhalde biliyorsundur. yine bu doğrultuda olmak üzere muhammed'in de şairler hakkında: 'benim, tanrı'nın mahlûkları arasında en ziyade nefret ettiğim kimseler şairler ve mecnunlardır' şeklinde konuştuğunu ve müslüman kişilere şiirle meşgul olmamaları için 'sizden birinin karnının içi şiir dolmaktansa irin dolması hayırlıdır' şeklinde uyarıda bulunduğunu duymuş olmalısın. bunun yanısıra, genellikle vezinli ve kafiyeli şekilde yazılmış olan kuran'ı 'şiir' niteliğinde saymaz ve yine genellikle vezinli ve kafiyeli şekilde konuşan muhammet, kendini şair saymaz. bunu yaparken kuran'ın şair sözü olmadığına dair hükümler sergiler. (hakka 40–42: kur'an şerefli bir elçi'nin getirdiği sözdür; o şair sözü değildir... kâhin sözü de değildir) seklindeki ayeti gösterir. muhammed'in şair olmadığına ve şiir yazmasını bilmediğine dair yine kur'an'dan başka ayetler gösterilir. nedendir bu kadar gocunmak? kuran gerçekten bir şair sözü değil de allah’ın kelamı olsa, kullarından şairleri düşman edinecek kadar hassaslaşması gerekir mi tanrı’nın? neden bu rakipler marangozlar değil, çiftçiler değil de şairler?

yoksa şairlerin bir özelliği yok da, asıl düşman sanatçılar mıdır? malum, sanata tükürmek sünnettir –ki ankaralıların sanat laması bir belediye başkanları vardır, kendisi müslüman bir partinin belediye başkanıdır, yani örnek bir müslüman olmak durumundadır ve (herhalde sünnetten sayılıyor olmalıdır ki) sanata tükürmeye bayılır. yoksa neden tükürsün, değil mi?

“T”
{nar-ı vobufryana}
Bu insanların ve hayvanların bedeninde olandır.

söz alındı ellerinden ve tersyüz edildi bin yıl.
koştular! ..
derinlik yitiminden müteşekkil bir varoluşla
ve sükûnetten daha farklı olan radikal bir umutla;
“subaşı”nda durdular! ..

!
— azizler ünlemi —

“subaşı”nda durdular! ..
tarihinden arındı, ruhsal bilgeliğin kendini çağrıştıran doğası,
daraldı odak;
leyli leyli /

yoruldular…

bahar ayiniydi şimdi ilaydaların,
sözcükler kedere hacetti
ve bu mürurû zaman, aşamalı bir yenilgiydi.
onlar ki çöl bilmez bedevi,
yüksekten korkan şahan;
onlar ki ölümden köşe bucak kaçan bedrhan;
kutsadılar güçsüzlüklerini! ..
—he “gül”üm! ..

/ burzin mihr ateşi /
(Köylü, çiftçi ve halkın ateşidir. Kutsal ateşin bu şekilde konumlandırılması, halkın sosyal yaşamına göre düzenlenmiş bir sınıflandırma olduğu açıkça görülmektedir.)

-“eyy! ol dediğinde olduran!
sen şimdi yakıyorsun ya;
ben iki üç nefes istiyorum senden”

-“he mi? ..”
(...........................)

— “sen doldur bu parantez içini” —

ve
tanrı
seslendi
uzaklardan:
(rabbiniz o kudret sahibidir ki, lûtfundan nasip arayasınız diye sizin için denizde gemiler yürütüyor; gerçekten o, size karşı çok merhametidir. denizde başınıza bir bela geldiği zaman, o'ndan başka yalvardıklarınız kaybolur; derken o, sızı kurtarıp karaya çıkarınca da yüz çevirirsiniz. zaten insan çok nankördür./ isra –66 / 67)

“U”
{hâr-ı urvazişta}
Bu ateş bitkilerde bulunandır.

sanki her şey yer değiştirdi
taşlardaki izler, gün dönümleri ve hâlâ kaynamakta olan çöven...

bir sutaşı gibi kıyısındaydılar tarihin.../
ki güçlülerin kendilerini ibrasıydı tarih dediğin...

güneş yorgun argın çekildi üstlerinden.../
mendillerindeki tel kırma ve ahşap çektirmeler...

mekanik zamanın öğütücü ve baskıcı karakterinin karadeliklerinde
yitip giden resimlerin, arkalarında bıraktıkları hüzün
ve bilinmezliğe karşın yaşamı kendi boyunduruğu altına aldılar.
ve normal konuşmanın meşruluğuna karşı durarak
düşünsel derinleşmeğe eklemli zamandışılığın muarız şûara’sı oldular.

ashâb içre gayrıydılar kendilerinden...

tanrı sarhoştu, onlar sarhoş.../
bir hazire içre mukalete halindeydiler
ve bu ezeli ilişki içinde iğrelti kara gibiydiler.

olsundu; ne olacaksa olsundu...

ki bu cebelleşmeden vakit buldukları ilk fırsatta yeniden gittiler şi’re...
geçmişi özleyen bir avuç yaylacıydılar yazı’yı şen tutmaya çalışan
ve ol şi’r-î mensûre, / beğenilerine müşabih yegâneydi! ..

civardaki kokuların imkânsız tarifiyle
son çerçileri alkışlıyordu dokuz gezegenin tanrısı

gecenin dokusuna yaslanmış nefesi ateş şi’r havâryâ’sıydılar
şimdi küçük hareketlere biçim veriyordu tabiat
ve mimliyordu uzakta bir şevair, gölgesinde sakındığı rubaiyi…

ve
tanrı
seslendi
uzaklardan:
rabbimin rahmet hazinelerine siz malik olsaydınız, o zaman da elden çıkar korkusuyla kimseye bir şey vermezdiniz. insan zaten çok cimridir./ isra - 100

“V”
{alaz-ı guşnasp}
Savaşçıların ateşi…

/keşke demenin; bir anlamı olmazdı bu mütehaddis arenada.../

hüzün hayatın bir parçasıydı zira...
ve susmak...
susmak bir silah gibiydi...

tanrısal bir kendilikle, bitişin (yani bir mezar başının coğrafyasında) dönülecek vakti beklediler...
üzerlerine çöken karabulutlardan asla kurtulamayacaklardı,
kendi hakikatleriyle karşılaşmanın adıydılar…
karga nerede olursa olsun, karaydı
ki; onlar hem siyahı, hem de kargaları çok seviyordular.../

korkuyu yaşadıklarında
“aslında sevdikleri her şeyin ardında olduklarını” hissediyordular.
bu ihtimalsizlik canevinden bölüyordu zamanı.

umudu tecdil eden yetersiz olgunlukla sordular:

“buraya söylenebilecek bir söz kaldı mı? ../
tükettik mi yoksa kelâmı? ..”

kuytusu da olsa, oralarda/ uzaklarda bir yerlerde hiç gidilmemiş (yakılıp yıkılmış) köy de olsa bir yere kitle, anahtarlarını at ve bizi rahat bırak.../
kanımızla, terimizle ya da kızıl mürekkeple imzalayacağız sözümüzü...

tamam.../
şaşırt bizi öyleyse! ..

iyi ve kötü günler olmadan aile olunmuyor, aşk ve de...// olunmuyor...
bizi incittiğin gün ağlayacağız...

eyy! düşlerimize hakim olan dolaysızlık ve somutluk;
ömür içre bir kalın ağrıyken aykırı soruları yılların,
geri dönemeyiz değil mi? ..

kral yatağımıza dek gelmişken;
hâlâ uyuyor musun?
eyy! ideolojinin ergenlik çağı;
gecedir! ..

eyy! ! !
ferman da çıkar siyah gömlekli şahanlara…

azad ya kutsal muhibbi; azad!

ve
tanrı
seslendi
uzaklardan:
onların yanları yataklardan uzaklaşır, korku ve ümid içinde rablerine dua ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan hayıra sarfederler. (secde/ 32/16)

hâlbuki rabbiniz: 'bana yalvarın, dua edin ki size karşılık vereyim. çünkü bana ibadet etmekten kibirlenip yüz çevirenler yarın horlanmış olarak cehenneme gireceklerdir.' buyurdu. (mü’min/ 40/60)

“muhakkak insan çok zalim, çok cahildir.” (ahzab/72)


“Y”
{yalaz-ı berezisavap}
Bu ateş kutsal olarak kabul edilenlerin önünde yanadır.

……………………………………………………………………………
…………………………………………………………
………………………………………….
……………………………..
……………..
(Yazılıyor)

“Z”
{zûlqarneyn}

……………………………………………………………………………
…………………………………………………………
………………………………………….
……………………………..
……………..
(Yazılıyor)

gürkal gençay
deniz köşkleri / istanbul
10. haziran. 2000. cumartesi / s - 18:25

0-) “walher schoenichen”
1-) “Songül Düzgün”
2-) “luc ferry”
3-) “mary midgley”
4-) “şifa ve ölüm”
5-) “barrés - (les déracinés) yeşilliğin güçlü kitlesi - ahlâkın öğretisi”
6-) “tecrit: birini sürekli izleme.../ asıl bulunduğu yerden uzaklaşabilmesi için gerekli olan alandan mahrum bırakma fiili...
“kişiliğinizi parçalamaktan başka hiçbir amacı yoktur tecridin” demiş, f tipinde 16 yıl yatan ispanyol tomax carrera juarros ve şöyle devam etmiş:

''insanların 15 gün tecritte kalarak konuşmayı nasıl unuttuklarını, daha doğrusu konuşmadıklarını gördüm. dünyadan ve hayattan koparılmışsın, ama hala varolduğunu biliyorsun. biliyorsun ki hala bir sesin var, ama senden alınmış istesen de sesin çıkmıyor…''

1977–92 yıllarında frankfurt f tipi cezaevinde yatan gunter sonnenberg o yıllarını şöyle anlatıyor:

''insan uzun süre kapalı bir odada kaldığında, hiçbir ses duymadığı ve hiçbir insan görmediği zaman, pencereden dahi bakamadığı zaman, yani ses, görme gibi uyarıcıları almadığı zaman, hastalanıyor. bu bir işkence. hiç delil bırakmayan bir işkence. yani vücutta herhangi bir yara izi yok. ama insan farkediyor. çünkü bilincini kaybediyor. hafıza kaybediliyor. gerçekle hayal arasındaki çizgi kalkıyor. insan konuşmayı da unutuyor, konuştuğunu ve düşündüğünü ayırt edemiyor. yıllar sonra dışarı çıktığımda, insanlara soru soruyordum ama cevap alamıyordum. çok kızıyordum. sonra farkettim ki konuşmuyormuşum, sadece soruyu düşünüyormuşum... insan, tecridi kelimelerle anlatamıyor. serbest kaldıktan sonra, tecridi insanlara anlatabilmek için birçok etkinliğe katıldım. her seferinde farkettim ki, insan bunu anlatamıyor. bunu ancak yaşayan anlayabilir. tecridin, insanın kişiliğine verdiği zararları hissediyorsunuz, ama anlatamıyorsunuz. bunu anlatabilecek kelimeler yok.../ sorun da burada zaten.

anlaşılıyor ki tecridi uygulayanlar bunları yapmak istiyor. tecrit nereden gelirse gelsin buna karşı çıkmak insan olmanın gereğidir.

tecrit, bir insanlık suçudur.

bu suçu işleyenler muhakkak bir gün insanlığa hesap vermek zorunda kalacaktır.

devletler bu suçu tüm dünyada 'siyasi olarak' işlemektedirler.
buna “dur” demek, ‘ben insanım’ diyen herkes tarafından dile getirilmelidir.
kemal kaplan”

7-) “arne naess - george sessions”
8-) “yer demir gök bakır: - hiçbir yerden yardım alma umudu kalmadı, bütün kapılar kapalı, yardım imkânları ortadan kalktı, kime başvurdumsa elim boş döndüm' anlamında, çaresizliği anlatmak için kullanılan bir halk deyimi.”

Gürkal Gençay
Kayıt Tarihi : 24.10.2013 08:44:00
Hikayesi:


Not: Şiir henüz (bütünüyle) tamamlanmamış olup üzerinde çalışıyor ve bitirmeğe uğraşıyorum... Ciddi sağlık problemleri yaşıyor olmam, beni bu aceleciliğe zorladı... Kusuruma bakmayın... Yarım elma, gönül alma... Öyle kabul edin... Her ihtimale karşılık; hoş kalın... Sevgiyle...

Gürkal Gençay