İçinde bulunduğum otobüs, İzmir’in geniş caddelerinde homurtuya benzeyen motor sesiyle ve derin bir gürültüyle ilerliyor.
İçerisi çok kalabalık…
Kahretsin! Cep telefonumu kapatmayı unutmuşum! Neyse ki herkesin içinde çalmadı. Gerçi çalsa da ne fark eder ki?
* * * * *
Şubat ayının başında olmamıza rağmen çok sıcak bir hava var İzmir’de.
Sıcak mı? Sıcak değil, çok sıcak. Yani bunaltıcı!
Birden, otobüs bir durağın önünde duruyor. Ve nihayet o mekanik ses, sakin kalabalığı sinirlendirecek biçimde konuşuyor:
“Sonraki durak: Postane”
* * * * *
İnsanlar, kurban bayramlarında kesilmeye götürülen kurbanlar gibi. Üst üste yığılmışlar, yığılmaya zorlanmışlar! Neden sonra, balık istifi olmak morallerini bozuyor. Ve otobüs, Ege güneşinin altında, mekanik gürültüsünü ve egzozundan çıkan zehirli gazı güzelim İzmir’in, yine güzelim caddelerine bırakırken; bu balık istifi şeklindeki “insan yığıntılarının” homurtusu, otobüsün sesini bastırıyor.
Bense yorgunum. Hem de çok! İki gün arayla kaçıncı yolculuğu yaptım?
İki mi?
“Yapma, en az üç yolculuk yaptın! ” diyor içimdeki zevat.
Bilmem, sanırım ‘o’ haklı.
* * * * *
Nihayetinde yarım saatlik yolu, kırk beş dakikada tamamlıyoruz. Otobüs, “son durağa” doğru yanaşırken, “en sonunda geldi” diyenlerin seslerini işitir gibiyim. Onlar ilk değil, biliyorum. Bu otobüs derin homurtularla tekrar aynı istikamete dönerken, arkasında başka insanları bırakacak, sonra bir başkası beklenecek…
Derken, yorgun bir söz, argo bir sözcük firar edecek dudak büklümlerinden; belki de bir küfür…
Kim bilir?
* * * * *
İnsan seliyle birlikte otobüsten aşağıya doğru sürüklenirken, koltuklarda oturan yaşlılar, ağır aksak bir şekilde kalkmaya çalışıyor ve bu sele kapılmadan aşağıya inme gayretine giriyorlar.
Sıcağa pek aldıran yok. Alışılmış nasıl olsa. Daha kötüsü de olabilirdi! Şayet, olmadı da değil. Burası İzmir!
Sonunda indim şu kahrolası mekanik yaratıktan! Yaşlılar da indiler. Hemen karşımda bir gazete bayisi görüyorum. Otobüs durağının çevresinde, birkaç yüz metre arayla bir dilenci kümesi uzanıyor. Bir tanesini inceliyorum. Rahatsız edecek kadar dikkatle süzüyorum iki dilenciyi. Yanına kocasını almış dilenen bir kadın; işi yapan ve “kendini acındırma” görevini gören ise bir adam… Adamın gözleri yarı açık bir şekilde. Yarısı kapalı… Tuhaf bir zat yani! Kadın sinsi, kadın biliyor işini. Adam yerde, yarı havada! Yani ne dizlerinin üzerine çökmüş, ne de tam ayakta… Acındırmaya çalışıyor kendisini! Kadın donuk ve artık insanlar tarafından ezberlenmiş bir sesle o bilindik şeyleri söylüyor:
“Allah rızası için! ”
“Allah, çoluğuna çocuğuna göstermesin! ”
İnsan, ister istemez “hangi rıza” diye geçiriyor içinden. Senin aracılığınla mı alacağız onun rızasını?
Kadının esmer yüzü, kınalı saçı; adamın ise tıraşlı başı ve artık kesilmekten usanmış sakalları ilgimi çekiyor. Sakallarının tekrar uzayacağını, o da ben de biliyoruz! Yanaklarının küf yeşili rengini alması, bu gerçeği değiştirmiyor.
Sonra kadının açık elinin avucuna birkaç metal para bırakıyorum. Sonra bilindik dua ve dilekler… Ardından yalvarışlar, yakarışları bastırıyor. Ve yine avucuna bıraktığım birkaç TL bu gerçeği değiştirmiyor.
* * * * *
Gazete bayisinin önündeki gazeteler, alıcılarını bekliyor. Solda ise dergiler… Haftalık, aylık dergiler. Bayideki kadın, beni süzmeye devam ediyor. Kilolu, yağlı bir vücudu var. Ağzından çevreye saçılan kötü bir nane kokusu… Alt çenesi sürekli aşağı yukarı inip çıkıyor.
“Ne bakmıştın? ” diye soruyor.
Kadının bu kibar(!) davranışından sonra, tersler gibi yüzüne bakıyorum. Sahte bir gülümseyiş atıyor ve raftan istediğim edebiyat dergisini alıyorum. Dergiyi inceleyeceğim. Kadın başımda! Dergi elimde… “Beş dakika gitsene be kadın! ” demek geliyor içimden. Susuyorum… Birkaç dakika sonra, inatçı olduğumu anlayan kadın, yanımdan ayrılıyor ve içeriye giriyor.
Yağlı, şişman vücudunu, rahat sandalyesine yerleştiriyor. Bu defa dikkatini masanın üzerindeki “magazinvari” bir gazete çekiyor. Gazeteyi alıp okuyacağına, sandalyeyi ve kendini güç bela masanın yanına çekiyor. Neyse ki sandalye tekerlekliymiş!
Dergiyi alıyorum. Yo, hayır bugün gazete almayacağım! Zaten hepsi benzer şeyleri yazıyor. Sular bulanmayagörsün! Bir başbakan fatihlik yapmış da, toplantıyı terk etmiş de… Muhalefet de onu desteklemiş de… Başlıklara bakıyorum. Davos, Davos, Davos… Meğerse bizim Türk basını “başlık atma” fakiriymiş de haberimiz yokmuş! Öğrendiğimiz iyi oldu doğrusu…
* * * * *
İç bayıltıcı güneşin altında yürürken, birazdan yapacağım yolculuğu düşünüyorum. Bir otobüse daha binmem gerek. Bir yerlerde oturup bir şeyler mi içsem? Orda da dilenciler var mıdır?
“Hayır, ne kadar çabuk hareket edersem o kadar iyi. “
“Hem dilencinin olmadığı yer mi var, biraz önce kendi gözlerinle görmedin mi? Hatta titrek avucuna birkaç metal para bırakmadın mı? “
“Evet, bıraktım. Hem zaten birkaç yüz metre aralıklarla dizilmişler. Yani rastlamamak elde değil! “
“Sen değil miydin biraz önce onlardan birine para atan? Şimdi neden onlarla karşılaşmak istemiyorsun? “
“Evet, bendim. Bir tanesiyle karşılaştım zaten. Başka bir tane daha istemiyorum! Hem benim için hiçbir anlam ifade etmeyen insancıkları neden görmek isteyeyim ki? “
“Şimdi onlara insancık mı diyorsun? ”
Neden, değiller mi? ”
“Bilmem. Bunu senin cevaplaman daha iyi olmaz mı? ”
“Neyi cevaplamamın iyi olup olmayacağını senden öğrenecek değilim! ”
“Unuttun mu ben senin içindeki sesim. Yani bana karşı gelemezsin! ”
“Sen içimdeki ses değil, şeytansın! ”
“İyi ya, o zaman içinde bir şeytan besliyorsun o zaman.”
“Kes sesini seni lanet olası! ”
“Peki, o elindekini neden aldın? ”
“Hangisini, dergiyi mi? ”
“Evet şapşal, başka neyi olacak? ”
“Fernando Pessoa’nın nişanlısı Ophélia Queiroz’a yazdığı 13 mektubu ve edebi çalışmaları okumak için.”
“Fernando Pessoa’yı tanıyor musun? ”
“Evet, birkaç eserini okumuştum.”
“Bu neyi değiştirir? ”
“Ne neyi değiştirir? ”
“Fernondo Pessoa’yı okuman? ”
“Bilmem, her okuyanda neyi değiştiriyorsa. Belki de mükemmel bir aşkı öğreneceğim, belki de mükemmel bir aşktır onlarınkisi.”
“Ya o da içindekine yenik düştüyse? ”
“Yani içindeki şeytandan mı bahsediyorsun? ”
“Yorumu sana kalmış Utku, her şeyi bildiğini sanıyorsun, bunu da biliyorsundur elbet! ”
“Biliyorum, meraklanma Diablo.”
“Diablo mu? ”
“Evet, Diablo senin bir ismin değil mi? ”
“Boşversene ne Diablosu”
“Peki Jusefer ya da Şeytan, İblis…”
“Benim bir adım yok seni aptal! Onlar sadece kutsal kitaplardaki isimler, ya da insanların uydurdukları isimler…”
“Kutsal kitapları okur musun Utku? ”
“Kutsal kitap mı; yani Kuran, İncil gibi mi? ”
“Evet.”
“Pek sayılmaz.”
“Hiç şaşırmadım.”
“Niye, pek sayılmaz dedim, hiç okumam demedim ki.”
“İyi ya işte önemli olan benim seni ele geçirmemdi. Yani tam bana göresin! ”
“Beni ele mi geçirdin? ”
“Sence? ”
“Bence 'ben' senin eline geçtim.'
“Seni sevdim! ”
“Ben seni çoktandır seviyorum.”
“Biliyorum.”
“O halde benimlesin.”
“Bilmem.”
“Peki, o yağlı, şişman kadın, dilenciler? ..”
“Ne olmuş onlara? ”
“Onlarda mı seninleler? ”
“Evet, hâlâ anlamadın mı? ”
“Ama okuyanlar anlamadı galiba.”
“Bence anladılar.”
“Bence de.”
“Davos’a gittin mi? ”
“Benim gitmediğim yer yoktur. Ama laf aramızda, İsviçre’yi pek sevmem.”
“Bir başbakan orada fatihlik yapmış; moderatöre ve yanındaki bir cumhurbaşkanına tepki göstermiş. Ve sonunda da kızarmış suratıyla toplantıyı terk etmiş.”
“Gerçekten çok sinirlenmiş olmalı.”
“Evet, sinirlenmiş.”
“Sinirlendiğini nerden biliyorsun? ”
“Televizyonlar ve gazeteler…”
“Bırak onları, onların hiçbir şey bildiği yok! ”
“Şov yaptı.”
“Kim? ”
“O, başbakan! ”
“Hani İsviçre’yi sevmezdin.”
“Ama o başbakanı seviyorum.”
“Gerçekten mi? ”
“Bir şüphen mi var? ”
“Haklısın, yok! ”
“O halde? ”
“O halde ne? ”
“Of, neyse boşver. Yerel seçimler hakkında ne düşünüyorsun? ”
“Yine kazanacaklar.”
“Evet, çok acı ama öyle görünüyor.”
“Neden çok acı olsun? ”
“Siz de onlar gibi çalışıp amaçlarınızı gerçekleştirseydiniz. Mustafa Kemal öldüğünden beri onlar çalışıyorlar. Hızlı hareket edip; demokrasi, özgürlük, eşitlik kavramlarını yerleştirseydiniz ülkenizde.”
“Haklısın galiba.”
“Ben her zaman haklıyımdır.”
* * * * *
Hava yavaş yavaş iç bayıltıcı olmaktan çıkıyor ve güneş batmaya başlıyordu. Böyle anları seviyorum. Kahretsin! ‘Onu’ da seviyorum. Adı her neyse işte. Gökyüzü pastelle boyanmış gibiydi. Turuncuyla kırmızı, morla siyah… Sonra yerlerini lacivertle siyaha bırakıyorlardı. Otobüsler ve arabalar ışıklarını yaktılar. Dilenciler yavaş yavaş evlerine çekiliyorlardı. Ve insan homurtuları, motor homurtularını bastırıyordu. Ben ise “onunla” birlikte otobüse doğru yürümeye devam ediyordum…
Utku ÖzbayKayıt Tarihi : 8.2.2009 13:26:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!