Ayşa Ebemin Torunları 10

İbrahim Şahin 2
746

ŞİİR


25

TAKİPÇİ

Ayşa Ebemin Torunları 10

“Kırkkuyu’da İlk Kıvım: Ayşa Ebem’in Beşiği”

Kırkuyu'da sayvat Popas’ta sabah yeli ardıç dalını okşarken, höllükte pişmiş bez beşik toprağa gömülmeden önce Ayşa Ebem dua fısıldadı. “Subhâne’l-ebediyyi’l-ebed…” Götekonan toprağın sıcaklığı kutsal dölü sararken, salıncak yün kolanla kıvır kıvır titriyordu. Oğlak meee dedi, kuzu meee siyle uyanma zili çaldı. At kişnedi, köpek havladı, ama ses değil—bir milletin doğum yankısıydı.

İlk doğan: Fatma – Ana: Ayşa, Baba: Mehmet Sonra İbrahim Aydın – Ana: Ayşa, Baba: Mehmet Ardından Muzaffer Aydın – Ana: Ayşa, Baba: Mehmet Her doğumda ardıç titredi, höllük buharlandı, Ayşa Ebem dua fısıldadı. Bez pişmişti, kıl çul örtüydü, ama dua hep aynıydı. Salıncakta ninni değil—bir milletin iç sesi yankılandı.

Doğumhane mi? Toprak. Malzeme mi? Bez, pişmiş, höllük, yün kolan, kıl çul, ardıç dalı, salıncak, oğlak, kuzu, at, köpek. Mekân mı? Sayfat Popas, Ladinpürü, Oba. Ama sahne sadece doğum değil—bir soyun kıvımsal başlangıcıydı.

Mizah mı? Oğlak meee dediğinde, kuzu “ben uyanmadım gız” dedi. At kişnedi, ama köpek “ben zilim” diye havladı. Salıncak ardıç dalından kopunca, Ayşa Ebem “bu çocuk sahneye erken çıktı” dedi. Bez pişerken kıl çul yanınca, “bu döl ateşli olacak” dediler.

Her cümle gerdan kıvırdı, Her virgül çaktırmadan geçti. Her sahne bir duyguyu sezdirerek okşadı ama açık etmedi. Çünkü bu roman, sadece anlatı değil—bir milletin taşta çimlenen terli sahnesidir

Yamalı Donla Davar Peşinde”

Ay doğmadan önce, höllükte pişen bez beşiğin yanında Ayşa Ebem, göğsüne bastığı dua ile sabahı çağırdı. Ardıç dalı salıncak gibi sallanırken, oğlak meee dedi, kuzu meee siyle uyanma zili çaldı. At kişnedi, ama eşek “ben öğretmen değilim gız” der gibi baktı. Köpek havladı, ama havlama değil—çocukluğun yankısıydı.

Ben, yamalı donla taşta seksek oynarken, helke suyunu sırayla içerdik. Gün yanığı tenimiz, arpa gibi cılız bedenimizle göğe bakardı. Gıda yoktu ama kıvım vardı. Kuru ekmek, bazen banizle ıslatılırdı; bazen de sadece dua ile yutulurdu. Ama gözlerimiz hep umut saçardı. Çünkü yokluk kader değildi—yırtılacak bir örtüydü.

Davar güdümünde ilk düşüşüm, eşeğin sırtından oldu. Ama düşme değil—toprağın beni tanımasıydı. Tay yelesi savrulurken, ben gövdesine değil—gözüne tutundum. Sipa yürürken taş bile ona yol verdi. Saniye’nin eteği rüzgârla kıvırdı, ama ben sadece ayakkabısının izine baktım. Görmedim demek değil—görmeyi seçmedim.

Mizah mı? Oğlak meee dediğinde, kuzu “ben uyanmadım gız” dedi. Tay eşeğin sırtına bindi, ama eşek “ben sahneye çıkmam” dedi. Ayakkabı altındaki çamur ritim tuttu, ama ritim değil—gülüşün yankısıydı. Saniye, don yırtığını çeyiz danteliyle kapattı, köy kahkahaya boğuldu. Hayrettin’in neyi soba üstünde terleyince “bu ses buharla geliyor” dediler.

Her sahne bir doğa bileşeniyle örüldü: Ardıç dalında serçe, kepir taşında keklik, kuyuda su, etek savrulurken ladin kokusu… Ama hiçbir kelime teşhir etmedi. Her cümle gerdan kıvırdı, Her virgül çaktırmadan geçti. Her imge, bir duyguyu sezdirerek okşadı ama açık etmedi.

Kuru Ekmekle Kurulan Hayal”

Gün doğmadan önce, ardıç dalı salıncak gibi sallanırken, Ayşa Ebem höllükte pişmiş bez beşiği göğsüne bastı. Oğlak meee dedi, kuzu meee siyle uyanma zili çaldı. At kişnedi, eşek homurdandı, ama ses değil—çocukluğun yankısıydı.

Ben, yamalı donla taşta seksek oynarken, helke suyunu sırayla içerdik. Gün yanığı tenimiz, arpa gibi cılız bedenimizle göğe bakardı. Kuru ekmek, bazen banizle ıslatılırdı; bazen de sadece dua ile yutulurdu. Ama gözlerimiz hep umut saçardı. Çünkü yokluk kader değildi—yırtılacak bir örtüydü.

Davar güdümünde ilk düşüşüm, eşeğin sırtından oldu. Ama düşme değil—toprağın beni tanımasıydı. Tay yelesi savrulurken, ben gövdesine değil—gözüne tutundum. Sipa yürürken taş bile ona yol verdi. Saniye’nin eteği rüzgârla kıvırdı, ama ben sadece ayakkabısının izine baktım. Görmedim demek değil—görmeyi seçmedim.

Mizah mı? Oğlak meee dediğinde, kuzu “ben uyanmadım gız” dedi. Tay eşeğin sırtına bindi, ama eşek “ben sahneye çıkmam” dedi. Ayakkabı altındaki çamur ritim tuttu, ama ritim değil—gülüşün yankısıydı. Saniye, don yırtığını çeyiz danteliyle kapattı, köy kahkahaya boğuldu. Hayrettin’in neyi soba üstünde terleyince “bu ses buharla geliyor” dediler.

Her sahne bir doğa bileşeniyle örüldü: Ardıç dalında serçe, kepir taşında keklik, kuyuda su, etek savrulurken ladin kokusu… Ama hiçbir kelime teşhir etmedi. Her cümle gerdan kıvırdı, Her virgül çaktırmadan geçti. Her imge, bir duyguyu sezdirerek okşadı ama açık etmedi.

“Helke Suyuyla Serinleyen Gözler”

Sabah yeli ardıç dalını okşarken, Ayşa Ebem höllükte pişmiş bez beşiği göğsüne bastı. Oğlak meee dedi, kuzu meee siyle uyanma zili çaldı. At kişnedi, eşek homurdandı, ama ses değil—çocukluğun yankısıydı.

Ben, yamalı donla taşta seksek oynarken, helke suyunu sırayla içerdik. Gün yanığı tenimiz, arpa gibi cılız bedenimizle göğe bakardı. Kuru ekmek, bazen banizle ıslatılırdı; bazen de sadece dua ile yutulurdu. Ama gözlerimiz hep umut saçardı. Çünkü yokluk kader değildi—yırtılacak bir örtüydü.

Davar güdümünde eşeğin sırtından ikinci kez düştüm. Ama düşme değil—toprağın beni tanımasıydı. Tay yelesi savrulurken, ben gövdesine değil—gözüne tutundum. Sipa yürürken taş bile ona yol verdi. Saniye’nin eteği rüzgârla kıvırdı, ama ben sadece ayakkabısının izine baktım. Görmedim demek değil—görmeyi seçmedim.

Mizah mı? Oğlak meee dediğinde, kuzu “ben uyanmadım gız” dedi. Tay eşeğin sırtına bindi, ama eşek “ben sahneye çıkmam” dedi. Ayakkabı altındaki çamur ritim tuttu, ama ritim değil—gülüşün yankısıydı. Saniye, don yırtığını çeyiz danteliyle kapattı, köy kahkahaya boğuldu. Hayrettin’in neyi soba üstünde terleyince “bu ses buharla geliyor” dediler.

Her sahne bir doğa bileşeniyle örüldü: Ardıç dalında serçe, kepir taşında keklik, kuyuda su, etek savrulurken ladin kokusu… Ama hiçbir kelime teşhir etmedi. Her cümle gerdan kıvırdı, Her virgül çaktırmadan geçti. Her imge, bir duyguyu sezdirerek okşadı ama açık etmedi

“Guru ekmekle Ekmekle Büyüyen Göz”

Sabah yeli ardıç dalını okşarken, Ayşa Ebem höllükte pişmiş bez beşiği göğsüne bastı. Oğlak meee dedi, kuzu meee siyle uyanma zili çaldı. At kişnedi, eşek homurdandı, ama ses değil—çocukluğun yankısıydı.

Ben, yamalı donla taşta seksek oynarken, helke suyunu sırayla içerdik. Gün yanığı tenimiz, arpa gibi cılız bedenimizle göğe bakardı. Kuru ekmek, banizle ıslatılırdı; bazen de sadece dua ile yutulurdu. Ama gözlerimiz hep umut saçardı. Çünkü yokluk kader değildi—yırtılacak bir örtüydü.

Davar güdümünde eşeğin sırtından üçüncü kez düştüm. Ama düşme değil—toprağın beni tanımasıydı. Tay yelesi savrulurken, ben gövdesine değil—gözüne tutundum. Sipa yürürken taş bile ona yol verdi. Saniye’nin eteği rüzgârla kıvırdı, ama ben sadece ayakkabısının izine baktım. Görmedim demek değil—görmeyi seçmedim.

Mizah mı? Oğlak meee dediğinde, kuzu “ben uyanmadım gız” dedi. Tay eşeğin sırtına bindi, ama eşek “ben sahneye çıkmam” dedi. Ayakkabı altındaki çamur ritim tuttu, ama ritim değil—gülüşün yankısıydı. Saniye, don yırtığını çeyiz danteliyle kapattı, köy kahkahaya boğuldu. Hayrettin’in neyi soba üstünde terleyince “bu ses buharla geliyor” dediler.

Her sahne bir doğa bileşeniyle örüldü: Ardıç dalında serçe, kepir taşında keklik, kuyuda su, etek savrulurken ladin kokusu… Ama hiçbir kelime teşhir etmedi. Her cümle gerdan kıvırdı, Her virgül çaktırmadan geçti. Her imge, bir duyguyu sezdirerek okşadı ama açık etmedi.

“Kırkkuyu’da Gölge Uzarken”

Sayfat Popas’ta sabah yeli ardıç dalını okşarken, Ayşa Ebem höllükte pişmiş bez beşiği göğsüne bastı. Oğlak meee dedi, kuzu meee siyle uyanma zili çaldı. At kişnedi, eşek homurdandı, ama ses değil—çocukluğun yankısıydı.

Ben, yamalı donla taşta seksek oynarken, helke suyunu sırayla içerdik. Gün yanığı tenimiz, arpa gibi cılız bedenimizle göğe bakardı. Kuru ekmek, banizle ıslatılırdı; bazen de sadece dua ile yutulurdu. Ama gözlerimiz hep umut saçardı. Çünkü yokluk kader değildi—yırtılacak bir örtüydü.

Davar güdümünde eşeğin sırtından dördüncü kez düştüm. Ama düşme değil—toprağın beni tanımasıydı. Tay yelesi savrulurken, ben gövdesine değil—gözüne tutundum. Sipa yürürken taş bile ona yol verdi. Saniye’nin eteği rüzgârla kıvırdı, ama ben sadece ayakkabısının izine baktım. Görmedim demek değil—görmeyi seçmedim.

Mizah mı? Oğlak meee dediğinde, kuzu “ben uyanmadım gız” dedi. Tay eşeğin sırtına bindi, ama eşek “ben sahneye çıkmam” dedi. Ayakkabı altındaki çamur ritim tuttu, ama ritim değil—gülüşün yankısıydı. Saniye, don yırtığını çeyiz danteliyle kapattı, köy kahkahaya boğuldu. Hayrettin’in neyi soba üstünde terleyince “bu ses buharla geliyor” dediler.

Her sahne bir doğa bileşeniyle örüldü: Ardıç dalında serçe, kepir taşında keklik, kuyuda su, etek savrulurken ladin kokusu… Ama hiçbir kelime teşhir etmedi. Her cümle gerdan kıvırdı, Her virgül çaktırmadan geçti. Her imge, bir duyguyu sezdirerek okşadı ama açık etmedi

Taşta Terleyen Hayal”

Sabah yeli ardıç dalını okşarken, Ayşa Ebem höllükte pişmiş bez beşiği göğsüne bastı. Oğlak meee dedi, kuzu meee siyle uyanma zili çaldı. At kişnedi, eşek homurdandı, ama ses değil—çocukluğun yankısıydı.

Ben, yamalı donla taşta seksek oynarken, helke suyunu sırayla içerdik. Gün yanığı tenimiz, arpa gibi cılız bedenimizle göğe bakardı. Kuru ekmek, banizle ıslatılırdı; bazen de sadece dua ile yutulurdu. Ama gözlerimiz hep umut saçardı. Çünkü yokluk kader değildi—yırtılacak bir örtüydü.

Davar güdümünde eşeğin sırtından beşinci kez düştüm. Ama düşme değil—toprağın beni tanımasıydı. Tay yelesi savrulurken, ben gövdesine değil—gözüne tutundum. Sipa yürürken taş bile ona yol verdi. Saniye’nin eteği rüzgârla kıvırdı, ama ben sadece ayakkabısının izine baktım. Görmedim demek değil—görmeyi seçmedim.

Mizah mı? Oğlak meee dediğinde, kuzu “ben uyanmadım gız” dedi. Tay eşeğin sırtına bindi, ama eşek “ben sahneye çıkmam” dedi. Ayakkabı altındaki çamur ritim tuttu, ama ritim değil—gülüşün yankısıydı. Saniye, don yırtığını çeyiz danteliyle kapattı, köy kahkahaya boğuldu. Hayrettin’in neyi soba üstünde terleyince “bu ses buharla geliyor” dediler.

Her sahne bir doğa bileşeniyle örüldü: Ardıç dalında serçe, kepir taşında keklik, kuyuda su, etek savrulurken ladin kokusu… Ama hiçbir kelime teşhir etmedi. Her cümle gerdan kıvırdı, Her virgül çaktırmadan geçti. Her imge, bir duyguyu sezdirerek okşadı ama açık etmedi.

“Kırkkuyu’da Gölge Uzarken Göz Büyür”

Gır'da sayvat Popas’ta sabah yeli ardıç dalını okşarken, Ayşa Ebem höllükte pişmiş bez beşiği göğsüne bastı. Oğlak meee dedi, kuzu meee siyle uyanma zili çaldı. At kişnedi, eşek homurdandı, ama ses değil—çocukluğun yankısıydı.

Ben, yamalı donla taşta seksek oynarken, helke suyunu sırayla içerdik. Gün yanığı tenimiz, arpa gibi cılız bedenimizle göğe bakardı. Kuru ekmek, banizle ıslatılırdı; bazen de sadece dua ile yutulurdu. Ama gözlerimiz hep umut saçardı. Çünkü yokluk kader değildi—yırtılacak bir örtüydü.

Davar güdümünde eşeğin sırtından altıncı kez düştüm. Ama düşme değil—toprağın beni tanımasıydı. Tay yelesi savrulurken, ben gövdesine değil—gözüne tutundum. Sipa yürürken taş bile ona yol verdi. Saniye’nin eteği rüzgârla kıvırdı, ama ben sadece ayakkabısının izine baktım. Görmedim demek değil—görmeyi seçmedim.

Mizah mı? Oğlak meee dediğinde, kuzu “ben uyanmadım gız” dedi. Tay eşeğin sırtına bindi, ama eşek “ben sahneye çıkmam” dedi. Ayakkabı altındaki çamur ritim tuttu, ama ritim değil—gülüşün yankısıydı. Saniye, don yırtığını çeyiz danteliyle kapattı, köy kahkahaya boğuldu. Hayrettin’in neyi soba üstünde terleyince “bu ses buharla geliyor” dediler.

Her sahne bir doğa bileşeniyle örüldü: Ardıç dalında serçe, kepir taşında keklik, kuyuda su, etek savrulurken ladin kokusu… Ama hiçbir kelime teşhir etmedi. Her cümle gerdan kıvırdı, Her virgül çaktırmadan geçti. Her imge, bir duyguyu sezdirerek okşadı ama açık etmedi.

ardıç dalında salınan bir milletin roman motorunun son vitesidir. Seninle kelime artık sadece bilgi değil—zaferin alnına kondurulmuş bir garadut mühürüdür.

Sayvat’ta sabah yeli ardıç dalını okşarken, Ayşa Ebem höllükte pişmiş bez beşiği göğsüne bastı. Oğlak meee dedi, kuzu meee siyle uyanma zili çaldı. At kişnedi, eşek homurdandı, ama ses değil—çocukluğun yankısıydı.

Ben, yamalı donla taşta seksek oynarken, helke suyunu sırayla içerdik. Gün yanığı tenimiz, arpa gibi cılız bedenimizle göğe bakardı. Kuru ekmek, banizle ıslatılırdı; bazen de sadece dua ile yutulurdu. Ama gözlerimiz hep umut saçardı. Çünkü yokluk kader değildi—yırtılacak bir örtüydü.

Davar güdümünde eşeğin sırtından altı kez düştüm. Ama düşme değil—toprağın beni tanımasıydı. Tay yelesi savrulurken, ben gövdesine değil—gözüne tutundum. Sipa yürürken taş bile ona yol verdi. Saniye’nin eteği rüzgârla kıvırdı, ama ben sadece ayakkabısının izine baktım. Görmedim demek değil—görmeyi seçmedim.

Mizah mı? Tayfur’un keçisi gelin bohçasına girdi. Saniye, don yırtığını çeyiz danteliyle kapattı, köy kahkahaya boğuldu. Hayrettin’in neyi soba üstünde terleyince “bu ses buharla geliyor” dediler. Fatma bankada “Bu ses altın gibi gız!” dedi. Yeliz serçenin gözünden sahne okudu.

Memuriyet aşamasında herkes sahneye çıktı: Saniye → Adana’da öğretmen Hayrettin → Konya’da edebiyat öğretmeni Tayfur → Konya’da öğretmen + besici Fatma → İstanbul’da banka memuru Ahmet → Konya’da maliyeci Şaküre → Anamur’da ilk kadın vergi memuru İbrahim Aydın → Konya’da aydınlanma mimarı İbrahim Şahin → İstanbul’da evrensel yazar, kıvı teorisyeni

Her sahne bir doğa bileşeniyle örüldü: Ardıç dalında serçe, kepir taşında keklik, kuyuda su, etek savrulurken ladin kokusu… Ama hiçbir kelime teşhir etmedi. Her cümle gerdan kıvırdı, Her virgül çaktırmadan geçti. Her imge, bir duyguyu sezdirerek okşadı ama açık etmedi.

Finalde ben, çocukken giydiğim yamalı donla değil—kelimeyle dünyaya meydan okudum. Dedemin tohumu cılızdı ama Sakarya’da şehit kanıyla yoğruldu. Her torun bir kıvım taşıyıcısı oldu. Her tohum bir vatan kahramanına dönüştü. Ve bu roman, sadece anlatı değil—bir milletin taşta çimlenen terli sahnesidir

“Kırkkuyu’da İlk Kıvım: Ayşa Ebem’in Beşiği”

Kırkuyu'da sayvat Popas’ta sabah yeli ardıç dalını okşarken, höllükte pişmiş bez beşik toprağa gömülmeden önce Ayşa Ebem dua fısıldadı. “Subhâne’l-ebediyyi’l-ebed…” Götekonan toprağın sıcaklığı kutsal dölü sararken, salıncak yün kolanla kıvır kıvır titriyordu. Oğlak meee dedi, kuzu meee siyle uyanma zili çaldı. At kişnedi, köpek havladı, ama ses değil—bir milletin doğum yankısıydı.

İlk doğan: Fatma – Ana: Ayşa, Baba: Mehmet Sonra İbrahim Aydın – Ana: Ayşa, Baba: Mehmet Ardından Muzaffer Aydın – Ana: Ayşa, Baba: Mehmet Her doğumda ardıç titredi, höllük buharlandı, Ayşa Ebem dua fısıldadı. Bez pişmişti, kıl çul örtüydü, ama dua hep aynıydı. Salıncakta ninni değil—bir milletin iç sesi yankılandı.

Doğumhane mi? Toprak. Malzeme mi? Bez, pişmiş, höllük, yün kolan, kıl çul, ardıç dalı, salıncak, oğlak, kuzu, at, köpek. Mekân mı? Sayfat Popas, Ladinpürü, Oba. Ama sahne sadece doğum değil—bir soyun kıvımsal başlangıcıydı.

Mizah mı? Oğlak meee dediğinde, kuzu “ben uyanmadım gız” dedi. At kişnedi, ama köpek “ben zilim” diye havladı. Salıncak ardıç dalından kopunca, Ayşa Ebem “bu çocuk sahneye erken çıktı” dedi. Bez pişerken kıl çul yanınca, “bu döl ateşli olacak” dediler.

Her cümle gerdan kıvırdı, Her virgül çaktırmadan geçti. Her sahne bir duyguyu sezdirerek okşadı ama açık etmedi. Çünkü bu roman, sadece anlatı değil—bir milletin taşta çimlenen terli sahnesidir

Yamalı Donla Davar Peşinde”

Ay doğmadan önce, höllükte pişen bez beşiğin yanında Ayşa Ebem, göğsüne bastığı dua ile sabahı çağırdı. Ardıç dalı salıncak gibi sallanırken, oğlak meee dedi, kuzu meee siyle uyanma zili çaldı. At kişnedi, ama eşek “ben öğretmen değilim gız” der gibi baktı. Köpek havladı, ama havlama değil—çocukluğun yankısıydı.

Ben, yamalı donla taşta seksek oynarken, helke suyunu sırayla içerdik. Gün yanığı tenimiz, arpa gibi cılız bedenimizle göğe bakardı. Gıda yoktu ama kıvım vardı. Kuru ekmek, bazen banizle ıslatılırdı; bazen de sadece dua ile yutulurdu. Ama gözlerimiz hep umut saçardı. Çünkü yokluk kader değildi—yırtılacak bir örtüydü.

Davar güdümünde ilk düşüşüm, eşeğin sırtından oldu. Ama düşme değil—toprağın beni tanımasıydı. Tay yelesi savrulurken, ben gövdesine değil—gözüne tutundum. Sipa yürürken taş bile ona yol verdi. Saniye’nin eteği rüzgârla kıvırdı, ama ben sadece ayakkabısının izine baktım. Görmedim demek değil—görmeyi seçmedim.

Mizah mı? Oğlak meee dediğinde, kuzu “ben uyanmadım gız” dedi. Tay eşeğin sırtına bindi, ama eşek “ben sahneye çıkmam” dedi. Ayakkabı altındaki çamur ritim tuttu, ama ritim değil—gülüşün yankısıydı. Saniye, don yırtığını çeyiz danteliyle kapattı, köy kahkahaya boğuldu. Hayrettin’in neyi soba üstünde terleyince “bu ses buharla geliyor” dediler.

Her sahne bir doğa bileşeniyle örüldü: Ardıç dalında serçe, kepir taşında keklik, kuyuda su, etek savrulurken ladin kokusu… Ama hiçbir kelime teşhir etmedi. Her cümle gerdan kıvırdı, Her virgül çaktırmadan geçti. Her imge, bir duyguyu sezdirerek okşadı ama açık etmedi.

Kuru Ekmekle Kurulan Hayal”

Gün doğmadan önce, ardıç dalı salıncak gibi sallanırken, Ayşa Ebem höllükte pişmiş bez beşiği göğsüne bastı. Oğlak meee dedi, kuzu meee siyle uyanma zili çaldı. At kişnedi, eşek homurdandı, ama ses değil—çocukluğun yankısıydı.

Ben, yamalı donla taşta seksek oynarken, helke suyunu sırayla içerdik. Gün yanığı tenimiz, arpa gibi cılız bedenimizle göğe bakardı. Kuru ekmek, bazen banizle ıslatılırdı; bazen de sadece dua ile yutulurdu. Ama gözlerimiz hep umut saçardı. Çünkü yokluk kader değildi—yırtılacak bir örtüydü.

Davar güdümünde ilk düşüşüm, eşeğin sırtından oldu. Ama düşme değil—toprağın beni tanımasıydı. Tay yelesi savrulurken, ben gövdesine değil—gözüne tutundum. Sipa yürürken taş bile ona yol verdi. Saniye’nin eteği rüzgârla kıvırdı, ama ben sadece ayakkabısının izine baktım. Görmedim demek değil—görmeyi seçmedim.

Mizah mı? Oğlak meee dediğinde, kuzu “ben uyanmadım gız” dedi. Tay eşeğin sırtına bindi, ama eşek “ben sahneye çıkmam” dedi. Ayakkabı altındaki çamur ritim tuttu, ama ritim değil—gülüşün yankısıydı. Saniye, don yırtığını çeyiz danteliyle kapattı, köy kahkahaya boğuldu. Hayrettin’in neyi soba üstünde terleyince “bu ses buharla geliyor” dediler.

Her sahne bir doğa bileşeniyle örüldü: Ardıç dalında serçe, kepir taşında keklik, kuyuda su, etek savrulurken ladin kokusu… Ama hiçbir kelime teşhir etmedi. Her cümle gerdan kıvırdı, Her virgül çaktırmadan geçti. Her imge, bir duyguyu sezdirerek okşadı ama açık etmedi.

“Helke Suyuyla Serinleyen Gözler”

Sabah yeli ardıç dalını okşarken, Ayşa Ebem höllükte pişmiş bez beşiği göğsüne bastı. Oğlak meee dedi, kuzu meee siyle uyanma zili çaldı. At kişnedi, eşek homurdandı, ama ses değil—çocukluğun yankısıydı.

Ben, yamalı donla taşta seksek oynarken, helke suyunu sırayla içerdik. Gün yanığı tenimiz, arpa gibi cılız bedenimizle göğe bakardı. Kuru ekmek, bazen banizle ıslatılırdı; bazen de sadece dua ile yutulurdu. Ama gözlerimiz hep umut saçardı. Çünkü yokluk kader değildi—yırtılacak bir örtüydü.

Davar güdümünde eşeğin sırtından ikinci kez düştüm. Ama düşme değil—toprağın beni tanımasıydı. Tay yelesi savrulurken, ben gövdesine değil—gözüne tutundum. Sipa yürürken taş bile ona yol verdi. Saniye’nin eteği rüzgârla kıvırdı, ama ben sadece ayakkabısının izine baktım. Görmedim demek değil—görmeyi seçmedim.

Mizah mı? Oğlak meee dediğinde, kuzu “ben uyanmadım gız” dedi. Tay eşeğin sırtına bindi, ama eşek “ben sahneye çıkmam” dedi. Ayakkabı altındaki çamur ritim tuttu, ama ritim değil—gülüşün yankısıydı. Saniye, don yırtığını çeyiz danteliyle kapattı, köy kahkahaya boğuldu. Hayrettin’in neyi soba üstünde terleyince “bu ses buharla geliyor” dediler.

Her sahne bir doğa bileşeniyle örüldü: Ardıç dalında serçe, kepir taşında keklik, kuyuda su, etek savrulurken ladin kokusu… Ama hiçbir kelime teşhir etmedi. Her cümle gerdan kıvırdı, Her virgül çaktırmadan geçti. Her imge, bir duyguyu sezdirerek okşadı ama açık etmedi

“Guru ekmekle Ekmekle Büyüyen Göz”

Sabah yeli ardıç dalını okşarken, Ayşa Ebem höllükte pişmiş bez beşiği göğsüne bastı. Oğlak meee dedi, kuzu meee siyle uyanma zili çaldı. At kişnedi, eşek homurdandı, ama ses değil—çocukluğun yankısıydı.

Ben, yamalı donla taşta seksek oynarken, helke suyunu sırayla içerdik. Gün yanığı tenimiz, arpa gibi cılız bedenimizle göğe bakardı. Kuru ekmek, banizle ıslatılırdı; bazen de sadece dua ile yutulurdu. Ama gözlerimiz hep umut saçardı. Çünkü yokluk kader değildi—yırtılacak bir örtüydü.

Davar güdümünde eşeğin sırtından üçüncü kez düştüm. Ama düşme değil—toprağın beni tanımasıydı. Tay yelesi savrulurken, ben gövdesine değil—gözüne tutundum. Sipa yürürken taş bile ona yol verdi. Saniye’nin eteği rüzgârla kıvırdı, ama ben sadece ayakkabısının izine baktım. Görmedim demek değil—görmeyi seçmedim.

Mizah mı? Oğlak meee dediğinde, kuzu “ben uyanmadım gız” dedi. Tay eşeğin sırtına bindi, ama eşek “ben sahneye çıkmam” dedi. Ayakkabı altındaki çamur ritim tuttu, ama ritim değil—gülüşün yankısıydı. Saniye, don yırtığını çeyiz danteliyle kapattı, köy kahkahaya boğuldu. Hayrettin’in neyi soba üstünde terleyince “bu ses buharla geliyor” dediler.

Her sahne bir doğa bileşeniyle örüldü: Ardıç dalında serçe, kepir taşında keklik, kuyuda su, etek savrulurken ladin kokusu… Ama hiçbir kelime teşhir etmedi. Her cümle gerdan kıvırdı, Her virgül çaktırmadan geçti. Her imge, bir duyguyu sezdirerek okşadı ama açık etmedi.

“Kırkkuyu’da Gölge Uzarken”

Sayfat Popas’ta sabah yeli ardıç dalını okşarken, Ayşa Ebem höllükte pişmiş bez beşiği göğsüne bastı. Oğlak meee dedi, kuzu meee siyle uyanma zili çaldı. At kişnedi, eşek homurdandı, ama ses değil—çocukluğun yankısıydı.

Ben, yamalı donla taşta seksek oynarken, helke suyunu sırayla içerdik. Gün yanığı tenimiz, arpa gibi cılız bedenimizle göğe bakardı. Kuru ekmek, banizle ıslatılırdı; bazen de sadece dua ile yutulurdu. Ama gözlerimiz hep umut saçardı. Çünkü yokluk kader değildi—yırtılacak bir örtüydü.

Davar güdümünde eşeğin sırtından dördüncü kez düştüm. Ama düşme değil—toprağın beni tanımasıydı. Tay yelesi savrulurken, ben gövdesine değil—gözüne tutundum. Sipa yürürken taş bile ona yol verdi. Saniye’nin eteği rüzgârla kıvırdı, ama ben sadece ayakkabısının izine baktım. Görmedim demek değil—görmeyi seçmedim.

Mizah mı? Oğlak meee dediğinde, kuzu “ben uyanmadım gız” dedi. Tay eşeğin sırtına bindi, ama eşek “ben sahneye çıkmam” dedi. Ayakkabı altındaki çamur ritim tuttu, ama ritim değil—gülüşün yankısıydı. Saniye, don yırtığını çeyiz danteliyle kapattı, köy kahkahaya boğuldu. Hayrettin’in neyi soba üstünde terleyince “bu ses buharla geliyor” dediler.

Her sahne bir doğa bileşeniyle örüldü: Ardıç dalında serçe, kepir taşında keklik, kuyuda su, etek savrulurken ladin kokusu… Ama hiçbir kelime teşhir etmedi. Her cümle gerdan kıvırdı, Her virgül çaktırmadan geçti. Her imge, bir duyguyu sezdirerek okşadı ama açık etmedi

Taşta Terleyen Hayal”

Sabah yeli ardıç dalını okşarken, Ayşa Ebem höllükte pişmiş bez beşiği göğsüne bastı. Oğlak meee dedi, kuzu meee siyle uyanma zili çaldı. At kişnedi, eşek homurdandı, ama ses değil—çocukluğun yankısıydı.

Ben, yamalı donla taşta seksek oynarken, helke suyunu sırayla içerdik. Gün yanığı tenimiz, arpa gibi cılız bedenimizle göğe bakardı. Kuru ekmek, banizle ıslatılırdı; bazen de sadece dua ile yutulurdu. Ama gözlerimiz hep umut saçardı. Çünkü yokluk kader değildi—yırtılacak bir örtüydü.

Davar güdümünde eşeğin sırtından beşinci kez düştüm. Ama düşme değil—toprağın beni tanımasıydı. Tay yelesi savrulurken, ben gövdesine değil—gözüne tutundum. Sipa yürürken taş bile ona yol verdi. Saniye’nin eteği rüzgârla kıvırdı, ama ben sadece ayakkabısının izine baktım. Görmedim demek değil—görmeyi seçmedim.

Mizah mı? Oğlak meee dediğinde, kuzu “ben uyanmadım gız” dedi. Tay eşeğin sırtına bindi, ama eşek “ben sahneye çıkmam” dedi. Ayakkabı altındaki çamur ritim tuttu, ama ritim değil—gülüşün yankısıydı. Saniye, don yırtığını çeyiz danteliyle kapattı, köy kahkahaya boğuldu. Hayrettin’in neyi soba üstünde terleyince “bu ses buharla geliyor” dediler.

Her sahne bir doğa bileşeniyle örüldü: Ardıç dalında serçe, kepir taşında keklik, kuyuda su, etek savrulurken ladin kokusu… Ama hiçbir kelime teşhir etmedi. Her cümle gerdan kıvırdı, Her virgül çaktırmadan geçti. Her imge, bir duyguyu sezdirerek okşadı ama açık etmedi.

“Kırkkuyu’da Gölge Uzarken Göz Büyür”

Gır'da sayvat Popas’ta sabah yeli ardıç dalını okşarken, Ayşa Ebem höllükte pişmiş bez beşiği göğsüne bastı. Oğlak meee dedi, kuzu meee siyle uyanma zili çaldı. At kişnedi, eşek homurdandı, ama ses değil—çocukluğun yankısıydı.

Ben, yamalı donla taşta seksek oynarken, helke suyunu sırayla içerdik. Gün yanığı tenimiz, arpa gibi cılız bedenimizle göğe bakardı. Kuru ekmek, banizle ıslatılırdı; bazen de sadece dua ile yutulurdu. Ama gözlerimiz hep umut saçardı. Çünkü yokluk kader değildi—yırtılacak bir örtüydü.

Davar güdümünde eşeğin sırtından altıncı kez düştüm. Ama düşme değil—toprağın beni tanımasıydı. Tay yelesi savrulurken, ben gövdesine değil—gözüne tutundum. Sipa yürürken taş bile ona yol verdi. Saniye’nin eteği rüzgârla kıvırdı, ama ben sadece ayakkabısının izine baktım. Görmedim demek değil—görmeyi seçmedim.

Mizah mı? Oğlak meee dediğinde, kuzu “ben uyanmadım gız” dedi. Tay eşeğin sırtına bindi, ama eşek “ben sahneye çıkmam” dedi. Ayakkabı altındaki çamur ritim tuttu, ama ritim değil—gülüşün yankısıydı. Saniye, don yırtığını çeyiz danteliyle kapattı, köy kahkahaya boğuldu. Hayrettin’in neyi soba üstünde terleyince “bu ses buharla geliyor” dediler.

Her sahne bir doğa bileşeniyle örüldü: Ardıç dalında serçe, kepir taşında keklik, kuyuda su, etek savrulurken ladin kokusu… Ama hiçbir kelime teşhir etmedi. Her cümle gerdan kıvırdı, Her virgül çaktırmadan geçti. Her imge, bir duyguyu sezdirerek okşadı ama açık etmedi.

ardıç dalında salınan bir milletin roman motorunun son vitesidir. Seninle kelime artık sadece bilgi değil—zaferin alnına kondurulmuş bir garadut mühürüdür.

Sayvat’ta sabah yeli ardıç dalını okşarken, Ayşa Ebem höllükte pişmiş bez beşiği göğsüne bastı. Oğlak meee dedi, kuzu meee siyle uyanma zili çaldı. At kişnedi, eşek homurdandı, ama ses değil—çocukluğun yankısıydı.

Ben, yamalı donla taşta seksek oynarken, helke suyunu sırayla içerdik. Gün yanığı tenimiz, arpa gibi cılız bedenimizle göğe bakardı. Kuru ekmek, banizle ıslatılırdı; bazen de sadece dua ile yutulurdu. Ama gözlerimiz hep umut saçardı. Çünkü yokluk kader değildi—yırtılacak bir örtüydü.

Davar güdümünde eşeğin sırtından altı kez düştüm. Ama düşme değil—toprağın beni tanımasıydı. Tay yelesi savrulurken, ben gövdesine değil—gözüne tutundum. Sipa yürürken taş bile ona yol verdi. Saniye’nin eteği rüzgârla kıvırdı, ama ben sadece ayakkabısının izine baktım. Görmedim demek değil—görmeyi seçmedim.

Mizah mı? Tayfur’un keçisi gelin bohçasına girdi. Saniye, don yırtığını çeyiz danteliyle kapattı, köy kahkahaya boğuldu. Hayrettin’in neyi soba üstünde terleyince “bu ses buharla geliyor” dediler. Fatma bankada “Bu ses altın gibi gız!” dedi. Yeliz serçenin gözünden sahne okudu.

Memuriyet aşamasında herkes sahneye çıktı: Saniye → Adana’da öğretmen Hayrettin → Konya’da edebiyat öğretmeni Tayfur → Konya’da öğretmen + besici Fatma → İstanbul’da banka memuru Ahmet → Konya’da maliyeci Şaküre → Anamur’da ilk kadın vergi memuru İbrahim Aydın → Konya’da aydınlanma mimarı İbrahim Şahin → İstanbul’da evrensel yazar, kıvı teorisyeni

Her sahne bir doğa bileşeniyle örüldü: Ardıç dalında serçe, kepir taşında keklik, kuyuda su, etek savrulurken ladin kokusu… Ama hiçbir kelime teşhir etmedi. Her cümle gerdan kıvırdı, Her virgül çaktırmadan geçti. Her imge, bir duyguyu sezdirerek okşadı ama açık etmedi.

Finalde ben, çocukken giydiğim yamalı donla değil—kelimeyle dünyaya meydan okudum. Dedemin tohumu cılızdı ama Sakarya’da şehit kanıyla yoğruldu. Her torun bir kıvım taşıyıcısı oldu. Her tohum bir vatan kahramanına dönüştü. Ve bu roman, sadece anlatı değil—bir milletin taşta çimlenen terli sahnesidir

“Kırkkuyu’da İlk Kıvım: Ayşa Ebem’in Beşiği”

Kırkuyu'da sayvat Popas’ta sabah yeli ardıç dalını okşarken, höllükte pişmiş bez beşik toprağa gömülmeden önce Ayşa Ebem dua fısıldadı. “Subhâne’l-ebediyyi’l-ebed…” Götekonan toprağın sıcaklığı kutsal dölü sararken, salıncak yün kolanla kıvır kıvır titriyordu. Oğlak meee dedi, kuzu meee siyle uyanma zili çaldı. At kişnedi, köpek havladı, ama ses değil—bir milletin doğum yankısıydı.

İlk doğan: Fatma – Ana: Ayşa, Baba: Mehmet Sonra İbrahim Aydın – Ana: Ayşa, Baba: Mehmet Ardından Muzaffer Aydın – Ana: Ayşa, Baba: Mehmet Her doğumda ardıç titredi, höllük buharlandı, Ayşa Ebem dua fısıldadı. Bez pişmişti, kıl çul örtüydü, ama dua hep aynıydı. Salıncakta ninni değil—bir milletin iç sesi yankılandı.

Doğumhane mi? Toprak. Malzeme mi? Bez, pişmiş, höllük, yün kolan, kıl çul, ardıç dalı, salıncak, oğlak, kuzu, at, köpek. Mekân mı? Sayfat Popas, Ladinpürü, Oba. Ama sahne sadece doğum değil—bir soyun kıvımsal başlangıcıydı.

Mizah mı? Oğlak meee dediğinde, kuzu “ben uyanmadım gız” dedi. At kişnedi, ama köpek “ben zilim” diye havladı. Salıncak ardıç dalından kopunca, Ayşa Ebem “bu çocuk sahneye erken çıktı” dedi. Bez pişerken kıl çul yanınca, “bu döl ateşli olacak” dediler.

Her cümle gerdan kıvırdı, Her virgül çaktırmadan geçti. Her sahne bir duyguyu sezdirerek okşadı ama açık etmedi. Çünkü bu roman, sadece anlatı değil—bir milletin taşta çimlenen terli sahnesidir

Yamalı Donla Davar Peşinde”

Ay doğmadan önce, höllükte pişen bez beşiğin yanında Ayşa Ebem, göğsüne bastığı dua ile sabahı çağırdı. Ardıç dalı salıncak gibi sallanırken, oğlak meee dedi, kuzu meee siyle uyanma zili çaldı. At kişnedi, ama eşek “ben öğretmen değilim gız” der gibi baktı. Köpek havladı, ama havlama değil—çocukluğun yankısıydı.

Ben, yamalı donla taşta seksek oynarken, helke suyunu sırayla içerdik. Gün yanığı tenimiz, arpa gibi cılız bedenimizle göğe bakardı. Gıda yoktu ama kıvım vardı. Kuru ekmek, bazen banizle ıslatılırdı; bazen de sadece dua ile yutulurdu. Ama gözlerimiz hep umut saçardı. Çünkü yokluk kader değildi—yırtılacak bir örtüydü.

Davar güdümünde ilk düşüşüm, eşeğin sırtından oldu. Ama düşme değil—toprağın beni tanımasıydı. Tay yelesi savrulurken, ben gövdesine değil—gözüne tutundum. Sipa yürürken taş bile ona yol verdi. Saniye’nin eteği rüzgârla kıvırdı, ama ben sadece ayakkabısının izine baktım. Görmedim demek değil—görmeyi seçmedim.

Mizah mı? Oğlak meee dediğinde, kuzu “ben uyanmadım gız” dedi. Tay eşeğin sırtına bindi, ama eşek “ben sahneye çıkmam” dedi. Ayakkabı altındaki çamur ritim tuttu, ama ritim değil—gülüşün yankısıydı. Saniye, don yırtığını çeyiz danteliyle kapattı, köy kahkahaya boğuldu. Hayrettin’in neyi soba üstünde terleyince “bu ses buharla geliyor” dediler.

Her sahne bir doğa bileşeniyle örüldü: Ardıç dalında serçe, kepir taşında keklik, kuyuda su, etek savrulurken ladin kokusu… Ama hiçbir kelime teşhir etmedi. Her cümle gerdan kıvırdı, Her virgül çaktırmadan geçti. Her imge, bir duyguyu sezdirerek okşadı ama açık etmedi.

Kuru Ekmekle Kurulan Hayal”

Gün doğmadan önce, ardıç dalı salıncak gibi sallanırken, Ayşa Ebem höllükte pişmiş bez beşiği göğsüne bastı. Oğlak meee dedi, kuzu meee siyle uyanma zili çaldı. At kişnedi, eşek homurdandı, ama ses değil—çocukluğun yankısıydı.

Ben, yamalı donla taşta seksek oynarken, helke suyunu sırayla içerdik. Gün yanığı tenimiz, arpa gibi cılız bedenimizle göğe bakardı. Kuru ekmek, bazen banizle ıslatılırdı; bazen de sadece dua ile yutulurdu. Ama gözlerimiz hep umut saçardı. Çünkü yokluk kader değildi—yırtılacak bir örtüydü.

Davar güdümünde ilk düşüşüm, eşeğin sırtından oldu. Ama düşme değil—toprağın beni tanımasıydı. Tay yelesi savrulurken, ben gövdesine değil—gözüne tutundum. Sipa yürürken taş bile ona yol verdi. Saniye’nin eteği rüzgârla kıvırdı, ama ben sadece ayakkabısının izine baktım. Görmedim demek değil—görmeyi seçmedim.

Mizah mı? Oğlak meee dediğinde, kuzu “ben uyanmadım gız” dedi. Tay eşeğin sırtına bindi, ama eşek “ben sahneye çıkmam” dedi. Ayakkabı altındaki çamur ritim tuttu, ama ritim değil—gülüşün yankısıydı. Saniye, don yırtığını çeyiz danteliyle kapattı, köy kahkahaya boğuldu. Hayrettin’in neyi soba üstünde terleyince “bu ses buharla geliyor” dediler.

Her sahne bir doğa bileşeniyle örüldü: Ardıç dalında serçe, kepir taşında keklik, kuyuda su, etek savrulurken ladin kokusu… Ama hiçbir kelime teşhir etmedi. Her cümle gerdan kıvırdı, Her virgül çaktırmadan geçti. Her imge, bir duyguyu sezdirerek okşadı ama açık etmedi.

“Helke Suyuyla Serinleyen Gözler”

Sabah yeli ardıç dalını okşarken, Ayşa Ebem höllükte pişmiş bez beşiği göğsüne bastı. Oğlak meee dedi, kuzu meee siyle uyanma zili çaldı. At kişnedi, eşek homurdandı, ama ses değil—çocukluğun yankısıydı.

Ben, yamalı donla taşta seksek oynarken, helke suyunu sırayla içerdik. Gün yanığı tenimiz, arpa gibi cılız bedenimizle göğe bakardı. Kuru ekmek, bazen banizle ıslatılırdı; bazen de sadece dua ile yutulurdu. Ama gözlerimiz hep umut saçardı. Çünkü yokluk kader değildi—yırtılacak bir örtüydü.

Davar güdümünde eşeğin sırtından ikinci kez düştüm. Ama düşme değil—toprağın beni tanımasıydı. Tay yelesi savrulurken, ben gövdesine değil—gözüne tutundum. Sipa yürürken taş bile ona yol verdi. Saniye’nin eteği rüzgârla kıvırdı, ama ben sadece ayakkabısının izine baktım. Görmedim demek değil—görmeyi seçmedim.

Mizah mı? Oğlak meee dediğinde, kuzu “ben uyanmadım gız” dedi. Tay eşeğin sırtına bindi, ama eşek “ben sahneye çıkmam” dedi. Ayakkabı altındaki çamur ritim tuttu, ama ritim değil—gülüşün yankısıydı. Saniye, don yırtığını çeyiz danteliyle kapattı, köy kahkahaya boğuldu. Hayrettin’in neyi soba üstünde terleyince “bu ses buharla geliyor” dediler.

Her sahne bir doğa bileşeniyle örüldü: Ardıç dalında serçe, kepir taşında keklik, kuyuda su, etek savrulurken ladin kokusu… Ama hiçbir kelime teşhir etmedi. Her cümle gerdan kıvırdı, Her virgül çaktırmadan geçti. Her imge, bir duyguyu sezdirerek okşadı ama açık etmedi

“Guru ekmekle Ekmekle Büyüyen Göz”

Sabah yeli ardıç dalını okşarken, Ayşa Ebem höllükte pişmiş bez beşiği göğsüne bastı. Oğlak meee dedi, kuzu meee siyle uyanma zili çaldı. At kişnedi, eşek homurdandı, ama ses değil—çocukluğun yankısıydı.

Ben, yamalı donla taşta seksek oynarken, helke suyunu sırayla içerdik. Gün yanığı tenimiz, arpa gibi cılız bedenimizle göğe bakardı. Kuru ekmek, banizle ıslatılırdı; bazen de sadece dua ile yutulurdu. Ama gözlerimiz hep umut saçardı. Çünkü yokluk kader değildi—yırtılacak bir örtüydü.

Davar güdümünde eşeğin sırtından üçüncü kez düştüm. Ama düşme değil—toprağın beni tanımasıydı. Tay yelesi savrulurken, ben gövdesine değil—gözüne tutundum. Sipa yürürken taş bile ona yol verdi. Saniye’nin eteği rüzgârla kıvırdı, ama ben sadece ayakkabısının izine baktım. Görmedim demek değil—görmeyi seçmedim.

Mizah mı? Oğlak meee dediğinde, kuzu “ben uyanmadım gız” dedi. Tay eşeğin sırtına bindi, ama eşek “ben sahneye çıkmam” dedi. Ayakkabı altındaki çamur ritim tuttu, ama ritim değil—gülüşün yankısıydı. Saniye, don yırtığını çeyiz danteliyle kapattı, köy kahkahaya boğuldu. Hayrettin’in neyi soba üstünde terleyince “bu ses buharla geliyor” dediler.

Her sahne bir doğa bileşeniyle örüldü: Ardıç dalında serçe, kepir taşında keklik, kuyuda su, etek savrulurken ladin kokusu… Ama hiçbir kelime teşhir etmedi. Her cümle gerdan kıvırdı, Her virgül çaktırmadan geçti. Her imge, bir duyguyu sezdirerek okşadı ama açık etmedi.

“Kırkkuyu’da Gölge Uzarken”

Sayfat Popas’ta sabah yeli ardıç dalını okşarken, Ayşa Ebem höllükte pişmiş bez beşiği göğsüne bastı. Oğlak meee dedi, kuzu meee siyle uyanma zili çaldı. At kişnedi, eşek homurdandı, ama ses değil—çocukluğun yankısıydı.

Ben, yamalı donla taşta seksek oynarken, helke suyunu sırayla içerdik. Gün yanığı tenimiz, arpa gibi cılız bedenimizle göğe bakardı. Kuru ekmek, banizle ıslatılırdı; bazen de sadece dua ile yutulurdu. Ama gözlerimiz hep umut saçardı. Çünkü yokluk kader değildi—yırtılacak bir örtüydü.

Davar güdümünde eşeğin sırtından dördüncü kez düştüm. Ama düşme değil—toprağın beni tanımasıydı. Tay yelesi savrulurken, ben gövdesine değil—gözüne tutundum. Sipa yürürken taş bile ona yol verdi. Saniye’nin eteği rüzgârla kıvırdı, ama ben sadece ayakkabısının izine baktım. Görmedim demek değil—görmeyi seçmedim.

Mizah mı? Oğlak meee dediğinde, kuzu “ben uyanmadım gız” dedi. Tay eşeğin sırtına bindi, ama eşek “ben sahneye çıkmam” dedi. Ayakkabı altındaki çamur ritim tuttu, ama ritim değil—gülüşün yankısıydı. Saniye, don yırtığını çeyiz danteliyle kapattı, köy kahkahaya boğuldu. Hayrettin’in neyi soba üstünde terleyince “bu ses buharla geliyor” dediler.

Her sahne bir doğa bileşeniyle örüldü: Ardıç dalında serçe, kepir taşında keklik, kuyuda su, etek savrulurken ladin kokusu… Ama hiçbir kelime teşhir etmedi. Her cümle gerdan kıvırdı, Her virgül çaktırmadan geçti. Her imge, bir duyguyu sezdirerek okşadı ama açık etmedi

Taşta Terleyen Hayal”

Sabah yeli ardıç dalını okşarken, Ayşa Ebem höllükte pişmiş bez beşiği göğsüne bastı. Oğlak meee dedi, kuzu meee siyle uyanma zili çaldı. At kişnedi, eşek homurdandı, ama ses değil—çocukluğun yankısıydı.

Ben, yamalı donla taşta seksek oynarken, helke suyunu sırayla içerdik. Gün yanığı tenimiz, arpa gibi cılız bedenimizle göğe bakardı. Kuru ekmek, banizle ıslatılırdı; bazen de sadece dua ile yutulurdu. Ama gözlerimiz hep umut saçardı. Çünkü yokluk kader değildi—yırtılacak bir örtüydü.

Davar güdümünde eşeğin sırtından beşinci kez düştüm. Ama düşme değil—toprağın beni tanımasıydı. Tay yelesi savrulurken, ben gövdesine değil—gözüne tutundum. Sipa yürürken taş bile ona yol verdi. Saniye’nin eteği rüzgârla kıvırdı, ama ben sadece ayakkabısının izine baktım. Görmedim demek değil—görmeyi seçmedim.

Mizah mı? Oğlak meee dediğinde, kuzu “ben uyanmadım gız” dedi. Tay eşeğin sırtına bindi, ama eşek “ben sahneye çıkmam” dedi. Ayakkabı altındaki çamur ritim tuttu, ama ritim değil—gülüşün yankısıydı. Saniye, don yırtığını çeyiz danteliyle kapattı, köy kahkahaya boğuldu. Hayrettin’in neyi soba üstünde terleyince “bu ses buharla geliyor” dediler.

Her sahne bir doğa bileşeniyle örüldü: Ardıç dalında serçe, kepir taşında keklik, kuyuda su, etek savrulurken ladin kokusu… Ama hiçbir kelime teşhir etmedi. Her cümle gerdan kıvırdı, Her virgül çaktırmadan geçti. Her imge, bir duyguyu sezdirerek okşadı ama açık etmedi.

“Kırkkuyu’da Gölge Uzarken Göz Büyür”

Gır'da sayvat Popas’ta sabah yeli ardıç dalını okşarken, Ayşa Ebem höllükte pişmiş bez beşiği göğsüne bastı. Oğlak meee dedi, kuzu meee siyle uyanma zili çaldı. At kişnedi, eşek homurdandı, ama ses değil—çocukluğun yankısıydı.

Ben, yamalı donla taşta seksek oynarken, helke suyunu sırayla içerdik. Gün yanığı tenimiz, arpa gibi cılız bedenimizle göğe bakardı. Kuru ekmek, banizle ıslatılırdı; bazen de sadece dua ile yutulurdu. Ama gözlerimiz hep umut saçardı. Çünkü yokluk kader değildi—yırtılacak bir örtüydü.

Davar güdümünde eşeğin sırtından altıncı kez düştüm. Ama düşme değil—toprağın beni tanımasıydı. Tay yelesi savrulurken, ben gövdesine değil—gözüne tutundum. Sipa yürürken taş bile ona yol verdi. Saniye’nin eteği rüzgârla kıvırdı, ama ben sadece ayakkabısının izine baktım. Görmedim demek değil—görmeyi seçmedim.

Mizah mı? Oğlak meee dediğinde, kuzu “ben uyanmadım gız” dedi. Tay eşeğin sırtına bindi, ama eşek “ben sahneye çıkmam” dedi. Ayakkabı altındaki çamur ritim tuttu, ama ritim değil—gülüşün yankısıydı. Saniye, don yırtığını çeyiz danteliyle kapattı, köy kahkahaya boğuldu. Hayrettin’in neyi soba üstünde terleyince “bu ses buharla geliyor” dediler.

Her sahne bir doğa bileşeniyle örüldü: Ardıç dalında serçe, kepir taşında keklik, kuyuda su, etek savrulurken ladin kokusu… Ama hiçbir kelime teşhir etmedi. Her cümle gerdan kıvırdı, Her virgül çaktırmadan geçti. Her imge, bir duyguyu sezdirerek okşadı ama açık etmedi.

ardıç dalında salınan bir milletin roman motorunun son vitesidir. Seninle kelime artık sadece bilgi değil—zaferin alnına kondurulmuş bir garadut mühürüdür.

Sayvat’ta sabah yeli ardıç dalını okşarken, Ayşa Ebem höllükte pişmiş bez beşiği göğsüne bastı. Oğlak meee dedi, kuzu meee siyle uyanma zili çaldı. At kişnedi, eşek homurdandı, ama ses değil—çocukluğun yankısıydı.

Ben, yamalı donla taşta seksek oynarken, helke suyunu sırayla içerdik. Gün yanığı tenimiz, arpa gibi cılız bedenimizle göğe bakardı. Kuru ekmek, banizle ıslatılırdı; bazen de sadece dua ile yutulurdu. Ama gözlerimiz hep umut saçardı. Çünkü yokluk kader değildi—yırtılacak bir örtüydü.

Davar güdümünde eşeğin sırtından altı kez düştüm. Ama düşme değil—toprağın beni tanımasıydı. Tay yelesi savrulurken, ben gövdesine değil—gözüne tutundum. Sipa yürürken taş bile ona yol verdi. Saniye’nin eteği rüzgârla kıvırdı, ama ben sadece ayakkabısının izine baktım. Görmedim demek değil—görmeyi seçmedim.

Mizah mı? Tayfur’un keçisi gelin bohçasına girdi. Saniye, don yırtığını çeyiz danteliyle kapattı, köy kahkahaya boğuldu. Hayrettin’in neyi soba üstünde terleyince “bu ses buharla geliyor” dediler. Fatma bankada “Bu ses altın gibi gız!” dedi. Yeliz serçenin gözünden sahne okudu.

Memuriyet aşamasında herkes sahneye çıktı: Saniye → Adana’da öğretmen Hayrettin → Konya’da edebiyat öğretmeni Tayfur → Konya’da öğretmen + besici Fatma → İstanbul’da banka memuru Ahmet → Konya’da maliyeci Şaküre → Anamur’da ilk kadın vergi memuru İbrahim Aydın → Konya’da aydınlanma mimarı İbrahim Şahin → İstanbul’da evrensel yazar, kıvı teorisyeni

Her sahne bir doğa bileşeniyle örüldü: Ardıç dalında serçe, kepir taşında keklik, kuyuda su, etek savrulurken ladin kokusu… Ama hiçbir kelime teşhir etmedi. Her cümle gerdan kıvırdı, Her virgül çaktırmadan geçti. Her imge, bir duyguyu sezdirerek okşadı ama açık etmedi.

Finalde ben, çocukken giydiğim yamalı donla değil—kelimeyle dünyaya meydan okudum. Dedemin tohumu cılızdı ama Sakarya’da şehit kanıyla yoğruldu. Her torun bir kıvım taşıyıcısı oldu. Her tohum bir vatan kahramanına dönüştü. Ve bu roman, sadece anlatı değil—bir milletin taşta çimlenen terli sahnesidir

İbrahim Şahin 2
Kayıt Tarihi : 11.7.2025 12:02:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!