Ana Meryem
Kabardey-Balkar öyle bir yerdi ki, insan oraya adımını attığında zamanın durduğunu sanırdı. Dağlar göğe mektuplar yazardı, ormanlar fısıldaşırdı, şelaleler sanki eski çağların sırlarını anlatırdı. Her taşın, her ağacın, her kuşun bir dili vardı; ama bu dili yalnızca rüya görenler anlardı.
Bu diyarda halklar birlikte yaşardı: Balkarlar, Karaçaylılar, Çerkesler… Her biri aynı Tengri’ye, aynı göğe bakar, yeryüzünün seslerini dinlerdi. Onlar için doğa sadece bir manzara değil, bir varoluş biçimiydi. Rüzgârın yönü, yıldızların dizilişi, bir kurt uluması… Her biri bir işaret, bir haberdi.
Balkar adında bir köy vardı o zamanlar. Halkı güleçti, cesurdu ve inançlıydı. Köyün ortasında kadim bir ardıç ağacı yükselirdi; yüzyıllık dallarıyla köyü kucaklayan bu ağaç, halkın kalbi gibiydi. İşte bu köyde, bir kadın yaşardı: Hatun. Mavi gözlüydü, teni ay ışığı gibi parlaktı. Saçları kumral ile kızıl arasında bir renkteydi. Göğe bakınca içine çektiği nefesle toprağı anımsardı.
Bir gece Hatun, derin ve karanlık bir rüyaya daldı. Gökyüzü kararmış, Slav kabileleri ormanları delip köylere saldırıyor, dağlar inliyordu. Ateş, feryat, karanlık… Ve o anda, karanlığın tam ortasında bir Dişi Kurt belirdi. Kızıl yeleliydi. Gözleri geceyi yaran bir ışık gibi parladı. Güçlüydü, kadimdi.
“Uyan, Hatun,” dedi Dişi Kurt. “Köyün üstüne kara ruhlar geliyor. Karaçay artık sizi koruyamaz. Göç vakti geldi. Ama beni gören, başkasının da gördüğünü bilmeyecek. Herkes benimle tek tek karşılaşacak. Ben size rehberlik edeceğim. Sır taşıyacaksınız. Ve ben sizi koruyacağım.”
Sabah olduğunda Hatun, rüyayı eşi Hakan’a anlattı. Hakan, iri yapılı, yeşil gözlü, kumral saçlı bir yiğitti. Ağırbaşlıydı. Dedi ki:
“Hatun, bu boş bir düş değil. Aksakallılara danışmalıyız.”
Köyün bilgeleri, aksakallılar toplandı. Hatun rüyasını anlattı. Göz göze geldiler. En yaşlı olanı başını sallayıp şöyle dedi:
“Bu sıradan bir düş değil. Bilge Ana’ya soralım.”
Bilge Ana, halkın yaşlı bilgelerindendi. Doğanın ritmini bilen, rüyaların ardındaki perdeyi aralayabilen kadındı. Rüyanın ağırlığını duyunca mırıltıyla:
“Bu rüya, büyük değişimlerin habercisi. Ama yalnızca ben yetmem. Alevli Kadın çağrılmalı.”
Gece dağın eteğinde ateş yakıldı. Çember kuruldu. Tılsımlar fısıldandı. Ve Alevli Kadın geldi. Saçlarından alevler savruluyordu. Gözleri karanlığı deliyor, kalpleri okuyordu. Sesi uğultulu bir rüzgâr gibiydi:
“Göç edin! Karaçay sizi taşıyamaz artık. Kötülük geliyor. Kurt size yol gösterecek. Ama o size rüyada değil, gerçekte görünecek. Sessiz kalın. Herkes onu yalnız kendi görsün. Sırrınızı içinizde taşıyın!”
Yıl 1645’ti. Balkar halkı göç etmeye karar verdi. Bu karar ölümle eşdeğerdi, ama başka çare yoktu. Keçiler, koyunlar, yükler… Her şey hazırlandı. 65 gün boyunca dağ, dere, ova demeden yola düzüldüler. Her birine farklı zamanlarda Dişi Kurt göründü. Sessizdi. Ama yol gösterendi.
Yol boyunca rüyalarda Bilge Ana, bazen de Alevli Kadın görünmeye devam etti. Korudular. Yönlendirdiler. Ve sonunda Halep’in eteklerine ulaştılar. Osmanlı onları karşıladı. Yardım etti. Ama dediler ki:
“Burada kalamazsınız. İç Anadolu’da yer var. Oraya göçmelisiniz.”
Halep’te, Balkar halkı ilk kez ezan sesiyle tanıştı. İlk kez Allah adını duydu. Gönüllerinde bir şey yankılandı. Bilge Ana topluluğu toplayıp dedi ki:
“Tengri birdir. O şimdi bize başka bir adla sesleniyor. Bu ses yabancı değil. Kalbimiz tanıyor.”
Ve orada Müslüman oldular. Ama rüyalarını, doğayla bağlarını, kurda olan saygılarını hiç terk etmediler.
Yollarına devam ettiler. Maraş’ın, Adıyaman’ın bereketli topraklarına geldiler. Besni, Gölbaşı civarına yerleştiler. Ve bir köy kurdular: Balkar.
Zaman nehri aktı. Yıllar geçti. Göçün hikâyesi dilden dile, nesilden nesile ulaştı. Ama bazı sırlar sadece gece uykusunda gelenlere görünmeye devam etti…
Ve sonra… Takvimler 1940 yılını gösterdiğinde, yine büyülü bir geceydi.
Gökyüzü apaydınlıktı. Yıldızlar her zamankinden daha yakındı. Yaban hayvanları susmuş, bülbüller türkü söyler gibi ötmeye başlamıştı. Hava berraktı, tahıl bol, meyveler olgundu. Dağlar bile o gece sanki daha sessizdi.
İşte o gece…
Mavi gözlü, saçları kumral ile kızıl arasında salınan bir kadın, Fadime, dürüst ve yiğit bir er olan, köylünün “Göğveli” diye andığı Veli ile birlikte bir kız çocuk dünyaya getirdi.
Kız doğar doğmaz, hanenin içi bir anlığına ışıkla doldu. Rüzgâr yön değiştirdi. Gecenin sessizliği başka bir boyuta taşındı. Zaman, bir anlığına durdu sanki. O an, her şey kutsaldı.
Fadime’nin kulağına bir fısıltı ulaştı. İnsan sesi değildi bu. Meleklerin mi, Dişi Kurt’un mu, yoksa rüzgârın taşıdığı bir sırrın mı fısıltısıydı, bilinmez… Ama çok netti:
“Adı Meryem olsun. Çünkü onunla birlikte eski sırlar uyanacak. Asena’nın gölgesi hâlâ üzerinizde… ve onun ışığı bu kızda yeniden parlayacak.”
Ve o anda, dağların ardında bir yerlerde kızıl yeleli Dişi Kurt, bir kez daha uludu…
Ama bu kez uluması, yeni bir devrin başladığını müjdeler gibiydi.
Ekrem parlak
Ekrem ParlakKayıt Tarihi : 23.5.2025 01:51:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!