bir gününüzü anlatınız
dedi kompozisyon ödevi
bulutlardan bir kol yumak
başladı sarmaya
yağmur yağmur
seninle güneş sağmadık mı
çocuk ellerimizle sabah yataklarımıza?
sular seller gibi merak olup
kestane ağaçlarına ve ardıçlara karşı
kenevir kokularıyla mest olmadık mı?
Sığacık Koyu’nda tepeye
İki şişe şarap diktim
Delirmiş gözleriyle iki martı
Gerilip gerilip kızıl ateşler yağdırdılar
Şişelerimi vuramadılar
Kahvaltı biteli epey oluyor. Kahve de öyle… Yazacağı yeni oyunundan çekip alıyor düşüncesinin ellerini, yeni şiirinin kalp atışları üzerine koyuyor. (Bahçede, dostlarının ayak sesleri…) Ultrason tamam: Nur topu gibi bir şiirimiz olacak: Tıpırtılarından belli…
İşte… yine dost ayaklarının usul notaları… Küçük harfli sohbetler; rahatsız etmekten çekinen cümleleri… Ne güzel, insanın arayıp soranının olması! İşte, buradan görüyorum: Kulaklarını seslerimizin özlem huylu anlamlarına yolluyor; gözlerini gözlerimize, ellerini ellerimize… Ve işte; karşımızda onun, hoş geldiniz dostlar diyen elleri… Hoş bulduk, Cumalı Usta, hoş bulduk!
Sevgili dostlar, sanatçı, yaşadığı zamanı, mekânı, insan ilişkilerini, renkleri, kokuları, tınıları… başlı başına koca bir yaşam akışını bizim için, geriye kalanlar için tutsak alandır. Bence, Necati Cumalı da böyle yapmıştır. O, fazladan olarak; Urla göğü ve denizinin mavisine Florina göğünün, Florina Deresi’nin mavisini; Kocadağ’ın delikanlı duruşuna Makedonya’nın, Viran Dağlar’ın görmüş- geçirmişliğini ekledi. Yaşamasını tütüne, zeytine, üzüme, gündeliğe… bağlayan insanın görünür ve görünmez yerlerini, öyküsünü kattı. Umara dönüşen insan sözünü, sözün bittiği yeri…insanın insanda aradığını; bulduğunu, bulamadığını kattı. Urla akşamı, Urla geceleri içinde derinden çekilen ah! edişleri, sevda sözlerini… İnsanın insana gelişlerini, insanın insandan gidişlerini…
Urla’da yaşıyor olmak, Urla’da yaşarken sanatla, edebiyatla uğraşmak; onun gidişinin yanına Urla’nın gidişini de katarak yürümek; daha önce aynı yazgıya uğramış olanlarla buluşmak, tanışmak gibi bir şey… Bugün şurada bunları konuşurken bana öyle geliyor ki: Cumalı da aramızda ve aynı şeyleri düşünüyor, aynı şeyleri duyumsuyor…Eğer şu anda bizimle olmak gibi bir olanağı ve şansı olsaydı aynı mekanı paylaşmaktan öte, daha birçok duygudaşlığı da birlikte yaşıyor olurduk. Bu anlamda da “mekânın” sarıcılığının ve etkisinin, yaratma sürecindeki rolünün bir kenara atılamayacak önemde olduğunu söyleyerek başlamak istiyorum.
Neden Yahya Kemal deyince aklımıza hemen İstanbul geliyor? Can Yücel deyince Datça, Tanpınar deyince Bursa, Ahmed Arif deyince Diyarbakır, Lorka deyince Granada geliyor? Nedir, şairi kuşatıp sarmalayan yakın çevrenin, şairin kendini yapma sürecindeki bu; dolaysız ve doğrudan, başat girdisi? Fiziksel/ sosyal çevreyle birlikte ve onda içerili olarak bulduğumuz ne? Birbirini içerme ve birbiri içinde erime ve yeni bir kimyasal olarak ortaya çıkma düzeneği nasıl işler?
Ben, bazı fiziksel ve insani “yapıların” canlı olduğuna inanırım. Elbet bu, insanın yakın çevre içinde, kendisine “ dokunan “ neyi/ neleri seçip, gönül evine buyur edeceğine de bağlı. Ama, sanatçıyı, özellikle de şairi; çanak antenleri dış dünyanın sinyallerine ardına dek açık birisi olarak görmekle hiç de yanılmış olmayacağımızı bildiğimize göre onu, bu işin ustası sayabiliriz.
................................................
o gün
annesinden önce kalktı şiir çocuğu
tan yerine vardı
gözleri bir kırlangıcın kanat açıklığındaydı
evet
sol memesinin altında olur
şairin arama düzeneği
hiç kararmaz o 'cevahir'
arar
arar
arar...
Şiir, şiiri eğlencelik olarak gören ya da şiire çürük meşrep kültürüyle eklemlenmeye çalışan hertürlü yozluğu reddetmiştir, reddeder. Şiirde herşey açıktır; kimlikler, kişilikler dahil...Bu, benim, yukarıdaki şiirimde de böyledir. Herçeşit 'karanlığı' kendine maske ve mesken edinenler - ki, her çağda varolmuşlardır- bir bakıma şairin yazma nedenidirler. Şair, yaptığı şiirle, onları da günışığına getirmek ve korugan kötürümü tinlerini insan içine çıkarıp sağaltmak ister.Bu, onun için öteki hertürlü görev denli önemli bir ödevdir. Demem odur ki; nasıl denizin, kumunu seçmek gibi bir lüksü yoksa, şairin de yazgı seçme lüksü yoktur. Şairin yazgısı doğduğunda kaleminin ayak ucuna, uzun erimli bir menzil gibi serilir ve şair, bütün çetrefilliğine ve zorluğuna karşın o menzili yürür...
Ali Tekmil / 30.07.2007
1- Şair, kişiliğiyle, 2- Yaşam biçimiyle, 3-Yazdıklarıyla tanımlanabilir.
'Şiir; tarih ile felsefe arasında bir yerde' (Octavio Paz) ise şairin de bir bakış açısı olmak gerekir.Böylece içinde yaşadığı toplumsal, ekonomik, sosyal, kültürel...koşullarla ilgili şairin bir tavır alışı olmalıdır. Bu koşulların oluşması ve kaynaklarıyla ilgili. Toplumun yönetin erk'i ile ilgili. Toplumsal erk'in nasıl ve hangi güçlerce kurulduğuyla ilgili. Sanatın ideolojik, politik,felsefi...kaynaklarıyla ilgili.
Ayrıca tarihin içinde yaşanılan an'la ilgili.Bütün bunlar şairin ve şiirinin 'varoluşunun' renkleri olacaktır. Esas itibariyle şairin varoluşunda hangi renkler hakimse şiiri de o renklerin bir izdüşümü olacaktır. Şairin arkasında bıraktığı iz de onu tanımlayan renklerin izi olacaktır. İnsan unutmayandır. Her türlü zor koşulda bile insani izler insan tarafından görülür, seçilir ve biriktirilir.
Şairin sorumluluklarına gelince: bence şair; sizin de söylediğiniz gibi yaşama karşı, topluma karşı, kendine ve şiire karşı sorumlulukları olan kişidir.Bu, sanatın varoluş sorunsalıdır. İnsani iyilik ve güzellik arayışının adıdır. Birbirini etkileyen ve destekleyen nosyonlardır.İşin püf noktası da burasıdır. Elbet bu da şairinin, şiirine nasıl baktığına ve sanat sorununda nerede durduğuna bağlıdır.Böylesi bir sorumluluk kabulü, zaten sanatın özüyle ilgili olduğundan şairi kısıtlamaz, tam tersine önüne geniş ufuklar açar.
* Şair: Yeryüzü akıntısına karşı yüzen kaba kulaç.
* Kollarına tin ve gizem alanından balistikler bağlayan.
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!