Ahmet Karaoğlu Şiirleri - Şair Ahmet Kar ...

Ahmet Karaoğlu

Dışarıda sert ve soğuk bir hava var. Hastanenin koridorlarında ilerlemek, dışarıdaki soğutan da zordu. Polikliniklerde muayene olabilmek için, sıra bekleyenlerin koridorlardaki yoğunlulukları yetmez gibi, yatan hastaları ziyarete gelen ziyaretçilerinde sigaranın ‘kapalı mekânlarda içilmesinin yasak olmadığı yıllar’ fosur, fosur içildiği bu koridorlarda ziyaret saatine kadar(geçişe daha uygun ve bekleme salonlarının olmasına rağmen) neden burada bekletildiklerini anlamak mümkün değildi. Göz muayenesi için, Anam nihayet doktor odasına alınmıştı. Gerekebilir diye yanında bende muayene odasına girmiştim. Yaşlıca, zayıf yanında kimsesi olmayan bir amcanın muayenesini yapmakla meşguldü Doktor Hanım. Koridordan gelen ses uğultusunun yanı sıra aydınlatmak için kullanılan uzun floransan lambaların sürekli cızırdaması ve pat, pat söner gibi asap bozucu halde çalışmasının yanında yorgun görünen ve sanırım birazda o amcanın biçareliğine üzülen Doktor Hanım; çubukla duvarda panodaki harfleri göstererek okuması için yukardan aşağıya doğru harfleri sordu. Hangi harfi gösterdiyse; yazılı olandan başka, başka şeyler söyledi amca. Doktor Hanım, çubuk tutmayan diğer boş ellinin tersini alnına koyup, duvara yorgun bir şekilde yaslandı. Amcaya dönerek:
“Amca sen bu harfleri okuyabiliyor musun? ”diye sordu.
Amca, biraz durup, düşünür gibi yaptıktan sonra;
“Harfleri bi tanısam okurdum da, harfleri taniyamiram ki.”Dedi.

Devamını Oku
Ahmet Karaoğlu

15 Temmuz 2014 Ramazanın 15.sahur gecesi televizyonda izlediğim sahur programında reklama geçilince kanal değiştirdim. O sıra Prf. Mustafa Karataş’a canlı yayında ismini vermeyen bir bayan telefonla yayına bağlandı; Anlatımı ve lisanı düzgündü. O andan kırk yıl önce henüz dünyaya gelmeden babasını trafik kazasında kaybetmiş, kendisi de şimdi kırk yaşına yaklaşmıştı. On yedi yıl önce evlenip, çocuk sahibi olmak istemiş. Evlenerek,babasının ölümü ve erkek kardeşinin olmayışı doğacak bebeğin erkek olması isteği ısrarı devamlı var olmuş. Eşinin işi fevkalade iyi, kendinin de kariyeri yüksek, gelirleri oldukça fazla ve her isteklerine madden ulaşa biliyorlarmış. Evlerinde hizmetçileri, hatta olabilecek çocukları için dadı bile, şimdiden alınmış. Erkek çocuk isteğindeki ısrarı gitgide şart olarak görüyormuş. Beklediği gibi olmayıp, dünyaya gelen bebek, vücut özürlü ve organ eksikliği ile bir kız çocuğu oluyor. Bunu kabullenemediğini, isyana bile saptığını canlı telefon bağlantısında doğrudan anlatabiliyordu. İzleyici olarak ben ve yayında konuk olanlar çok etkilenmiş ve dikkatli bir şekilde bu bayanın söyleyeceklerini takip ediyorduk. Hanımefendi, özürlü ve de kız çocuğu olarak doğan bu bebekle ilgilenmeyip, kariyerini yükseltme çabasına gayret gösteriyormuş. Bebekle bakıcıyı, evin işleriyle de hizmetçileri vazifelendirerek kendisini çocuğun ve evinin sorumluluğundan kaçarak kurtula bileceğini sanmış. Yıllar sonra bir bebek daha yapmayı düşünmüşler. Ve bir erkek çocukları daha olmuş. Özürlü ve organ eksikliği ile dünyaya gelen kız çocuğunu açık, açık ihmal edip, yeni doğan erkek çocuklarıyla, babasızlık ve erkek kardeşsizliğin yokluğunu avundurmaya çalışmak isteseler de, hanımefendi buna rağmen erkek çocuğunun bile bir kez olsun mamasını yedirmeyip, banyosunu yaptırmayıp, bu işleri bakıcılara bırakarak kariyer yükselmesiyle meşgul olurmuş. Eşi ise ticari koşuşturmalardan gözünü açamıyor, eve yorgun argın ancak gele biliyor. Sıcaklığın ve saygının bu evde her şeyin sürekli kariyer yükselmesine, israf ve kontrolsüz bir harcamalar üzerine yapılanan aile düzeni mevcutmuş. Zamanla eşinin işleri hızla bozulması ve evdeki sadakatsizlik üzerine huzursuzluk çökünce; hanımefendi de yükselen kariyerini koruyamayıp, her şeyin alt üst olduğu dönemle, yokluk ve acıların ardından birbirlerini kıra, döke evliliklerine son vermişler. Artık ne kariyer, ne varlıklı dönem, ne hizmetçi ve nede kalabilecekleri bir göz evleri kalmıştı. Hanımefendi bundan bir yıl önce gördüğü rüya üzerine, Prf. Mustafa Karataş Hocayı televizyondan takip ettiğini ve etkilenerek namaza başladığını, yoklukla birlikte; biri tam özürlü iki evladına sahip olup, geçmişte yaptığı hata ve isyanlardan bu rüya üzerine aldığı dersten toparlanıp ayakta durmaya çalıştığını telefonda belirtiyordu. Şimdi ise hiçbir şeyinin olmadığını, devlet tarafından özürlü çocuğu için verilen ücretle geçimini sağlamaya çalıştığını daha önemlisi çocuklarıyla bir aile olduğunu ve televizyona telefonla ibret olabilmesi için katıldığını belirtti. İsmini belirtmeden düzgün ve akıcı bir anlatımla sanırım izleyiciler stüdyoda, bende televizyonun başında etkilenmiştim. Sahur programlarında o saatte benimde bana göre bazı çıkmazlarımın ve yıkılmışlığımın altındaki dünyama avuntu ve çare yollarını kendim için ararken; bu hanımefendinin bir rüya ile başlayan telefon bağlantısındaki konuşmasına birden irkilip, toparlandım. Karamsarlıktan arınıp, bütün olumsuzluklardan aşılma iradesini o anlık tekrar görebilmemle, kendime gelmişliğimi fark etmemin huzuru ile imsak a girmeden oruç tutmam niyeti ile huzurla başımı yastığa koymuştum.Erzurum

Devamını Oku
Ahmet Karaoğlu

Görevli gittiğim Ankara’dan, Erzurum’a dönmek için hava limanında uçağın hareket saatini bekliyordum. Anons edildi. Uçağa binmeye başladık. Koltuk numaramı bulup, pencere kenarındaki orta yaşlı, dolgun, giyimi fiyakalı bir beyin yanında olan yerime oturdum. O’ Paris’te çalıştığını, yıllardır ülkeye gelemediğini ve Gümüşhane’ye olan özlemini yol boyunca hep anlattı.
Uçak havada süzülerek yoluna devem ederken, tahminen bizim oralara yaklaşmıştık. Gümüşhane ile tatlı bir komşuluk çekişmesi içersinde olan Bayburt’un o seneler il olduğu birden aklıma gelmişti, yanımdaki arkadaşıma “Bayburt”ta il oldu. Dediğimde; arkadaşımın gözleri parladı, bana baktı, dolgun gövdesi ile ayağı kalkarak uçağın penceresinden Bayburt’u ararcasına aşağılara bakıp, titrek bir sesle “Essah “demez mi?

Devamını Oku
Ahmet Karaoğlu

Gece yarısı yola çıkacağımız bir önceki gün, sıkıca tembihlenmişti. Vaktin geldiği ard arda çalan düdükle bildirilip, zaten diken üstü duran birlik hemen sırt çantalarını alarak gösterilen guruplara katılıyordu. Küme, küme getirildiğimiz Ankara garında trene bindirilmek üzere nizami bir şekilde bekletilmekte idik. Cümlenin kıyafeti aynı tip ve aynı renkte idi. Saçlar bıyıklar kesikti. Üç ayda edindiğimiz dönem arkadaşlarımızdan birini veya bir hemşehriyi etrafta gözler umutsuzca aramaya başlamıştı. Tren gara yanaştı, gruplar halinde bindirilmeye başlanmıştık. Tıklım, tıklım olan yolcuların tek bir yola vuranı bile yoktu. Yolculuk Mersin Limanı oradan da Kıbrıs burunu gemi ile dolaşıldıktan sonra Magosa ya gidilecekti. Tren yolculuğu uzadıkça uzamıştı, bir gün önceki uykusuzluk ve yola çıkma hazırlık yorgunluğu yolculuğundan sonra, geldiğimiz Mersin Limanında Memleketimizin muhtelif bölgelerinden aynı şekilde gelen birliklerle birleştirilerek, limanda bekletilen gemilerden birinin geniş hangarına alınmıştık. Onlarında kıyafetlerinin tipi ve rengi aynı, saç ve sakalları kazınmıştı. Demirden olan hangar zeminin üzerine takriben altı bin civarında aynı tip ve kıyafetli kişi bindirilmişti. Kıbrıs burnu dolaşıldıktan sonra Magosa ya yedi saatte ulaşılacaktı. Gemiye binişimizin ikinci günü bitmesine rağmen geminin yalpalamasından anlaşılamayan ve hala Mersin Limanında olduğumuzu ancak güverteyi tespit edip bir şekilde güverteye çıkanlar tarafından belirtilmişti. Bekletilme nedeni açıklanmadığı gibi sorma şansımızda yok gibiydi. Ancak Magosa Limanının kabul programı veya askeri bir taktik olması ihtimali gecikmeye neden olabilir düşüncesi hâkimdi. Verilen peksimet, azık ve su daha ilk günde bittiğinden acıkmalar kendini gösteriyordu. Bir ara somun ekmek dağıtımı yapıldı. Uç bir kenarda gemideki yerimizde yanımdaki arkadaşıma son somun verilince bana ve diğer son birkaç kişiye somun kalmamıştı, yardımlaşma ile açlığı geçiştirmiştik. Trenin vermiş olduğu yol yorgunluğunu ve demir zemin üzerinde iki günlük bekleyişteki uykusuzluğu zaman, zaman sırt çantalarına yaslanıp kestirmekle geçiştiriyorduk. Magosa Limanına kırk sekiz saat sonra yağmurlu bir gece vakti aceleci ve nizami gruplar halinde gemiden indirilip, hemen orada bekletilen cemselerle Kıbrıs’ın muhtelif bölgelerine sevk edilmiştik. Buralar neresi idi, ben neredeyim. Şaşkındım çokta yorgun! Yağmur karanlıkta sicim gibi yağmaya devam ediyordu. Bir ara aklımdan geçmedi de değil, yağmur altında ve karanlıkta alelacele cemselere bindirilip sessizlik içersinde, silahları ateşleme pozisyonunda yüzleri karanlıktan fark edilemeyen ve yağmurluklar içersinde askerlerin nezaretindeki sevk edilişimizi,”buraların Rum kesimi olduğunu ve Ruamların bizleri esir aldığını düşünmüştüm.” Cemselerin durdurulup indirildiğimiz yer, birinci çıkarmaya katılan Mehmetçiklerin geçici olarak kullandıkları ve buraların yıkık, bombalanmış ve barut kokusu gelmesine rağmen bazı kısımlarında kalınabilecek durumda olan ve bir Rum okulu olduğu söylenen yerde gecelenecekti. Yorgunluk ve uykusuzluktan bitkin bir haldeydim. Dinlenmeye çok ihtiyacım vardı. Neyse ki savaşa katılıp ta hala orada askerliğini tamamlayacak olan Kıbrıs gazisi Yurtseven Topçuoğlu hemşehrimle ile karşılaşmıştım.Bana temin edebildiği kirli bir sünger parçası üzerinde, birkaç saat yatıp uyumuş olmamla üzerimdeki yorgunluğu jet hızıyla atmıştım. Sabah erkenden kalktığımızda yağmur durmuştu. Savaş ortamı olmasına rağmen o haliyle bile yeşil Kıbrıs’ın seyri bugün bile hafızamda yer tutmaktadır. Sabah çorbasından hemen sonra bir grup, asıl tankçı birliğimize gönderilmiştik. Burada Lefkoşa-Girne yolu üzerinde, portakal ve zeytinlikler arsındaki alanda yeşillikler içersinde tankların nizami düzeni ile sıralanmış, etrafında eğitim yapan ve ekserisi savaşa katılan Mehmetçiklerle karşılaşıp, kısa zamanda kaynaşmıştık. Henüz tankların bakım, onarımı için kapalı bir mekân yoktu. Eğitim alanından yaklaşık bir km uzaktaki Rumların terk etmiş olduğu villalar yatakhane olarak kullanılıyordu. Tankların bulunduğu ve eğitimin yapıldığı yerler ise savaş henüz yeni geçtiğinden ekili alanlar kullanılmakta idi. Tankların manevraları ve yapılan eğitimlerle kısa zamanda o güzelim yeşil alanlar kumdan çöl haline dönmüştü. Hemen yanı başımızda ki atık alanında ise, savaşın yeni bittiğinin tüm izleri; çöp ve barut, duman hatta ceset yanığı kokusu burnumuza gelmekte idi. Keşif ve eğitimlerimizle, bizden önce ve sonraki silah arkadaşlarımızla daha da kaynaşıp kendimizi her anlamda yetiştirmeye çalışıyorduk. Eğitim alanında etraftan toparlayıp getirdiğimiz atık inşaat malzemeleri ile tanklara bakım yeri ve bazı kullanım yerleri yapıyorduk. Takımlar beşer tank ve yirmi kişilik mürettebatla teşekküldü. Eğitim saati dışında boş durma olmayıp, herkes kendi tankını o güneşin sıcağında bakımına, temizliğine, yağına bakar, yarışa hazırlanan cins bir at ihtimamı ile ilgilenilirdi. Birinci tank takımının başındaki Teğmen Muhittin Sarıgözmen; kartal bakışlı, geniş omuzlu ve çelik duruşlu oluşundan çok etkilenip, kendisine aşırı bir şekilde bağlı oluşumuz, şevk ve cesaret verirdi. Gerek araziyi keşfetmek, gerek savaş şartlarına hazırlanabilmenin temeli olan gerçek mühimmat ile tatbikat yapmanın vermiş olduğu cesaretle ülkemin her bir yöresinden gelen vatan evlatları birleştirilebilen bir gücü sağlayıp, Kıbrıs Türküne güven ve barışın sağlanmasındaki payının önemi esas olmuştur. Kartal bakışlı çelik Teğmen arada üst amirlerin müsaadesi ile birinci takım olarak; beş tank ve mürettebatı özel tatbikata çıkarıp, arazide günlerce kalarak zevk ve heyecanla eğitimimizi geliştirirdi. Kıbrısın uzanan burnu Karpazlara doğru birinci tank takımını eğitim ve tatbikat yapmaya sevk etti. Alan Rumlar tarafından terk edilmiş ve ateşkes henüz senesini tamamlamadığından arazide ister istemez tarım mahsulüne de rastlanabiliniyordu. Tespit edilen uygun yere tankların nizami düzende güvenlikleri alınarak yerleşimi sağlandı. Birkaç gün burada kalınacaktı. Savaştan sonra buralar terk edilmiş olunmasından bakımsız ve susuzluktan etraftaki yeşil alan ara, ara kurumuştu. Eğitim ve gerçek mermilerle top atışı güneşin altında devam ederken, verilen molada hemen yakınımızda bulunan portakal ve mandalina ağaçlarına zarar vermeden nefis ve sulu eski mahsul meyvelerden bazen birer ikişer dalından koparıp ağaçların altında yer hararetimizi giderirdik. “Yıl 2014 aylardan Temmuz; 1974 yılı Kıbrıs çıkarmasının 40. anma yıldönümü münasebetiyle, diğer yazıp, çizdiklerime ilave edebilmem düşüncesi bu anıları kaleme almamı sağlamıştır.” Kıbrıs’ın kavurucu sıcağında eğitim, top atışı yapmak, bakım ve temizliği için hele o demir yığını tanklara dokunmak,
çeşme ve suyun yakınlarda bulunmadığı düşünüldüğünde de; bulunmuş olduğumuz ortamın şartları pekte kolay olmadığı görülmesine rağmen, bir şikâyetimizde yoktu. Mühimmat dolu tanklarda sıcak ve tehlike demeden zevkle, heyecan arzu ve istekle çalışmalarımızla devam etmekteydik. Merkez birlikten günde bir defa araçla gelen yemek ve su yenilip içildiğinde karavananın bereket ve lezzeti fark edilirdi. Aradan kırk yıla yakın bir zamanın geçmiş olması hafızamdaki rakamsal bilgilerde yanılgı ihtimali olabilse de; Bir tank yaklaşık kırk sekiz ton ağırlığında, iki tona yakın mühimmat ve altı yüz litre benzinle toplam elli tonun üzerinde bir ağırlığa sahiptir. Manevra kabiliyeti yüksek, tekerleri demir paletten, kulesinde uzun namlu topu, uçaksavar silahı ve bazı bölgelerinde on iki santim et kalınlığı olan demirden yapılı konvansiyonel üstün bir silah aracı olması da güç ve cesaret vericidir. Birinci tank takımı olarak arazideki çalışmalarımıza, ihtimam ve dikkatle devam etmekteyiz. Bulunduğumuz alanın güvenliği gece, gündüz değişimli olarak yerine getirilmekte idi. Bir ara portakal ağaçlarının ötesinde terk edilmiş bir köyün varlığını tespit eden sevimli ve birazda haşere olan Vanlı arkadaşımız, Kartal bakışlı çelik duruşlu Teğmenimize yaklaşıp askeri selamını verdi. “Gumtanım şuradaki tepenin arkasında terk edilmiş bir köy vardır. Orada arı kovanları var. Müsaadeniz olursa ben o kovanlardan asker arkadaşlarıma biraz bal getireceğim.”Çelik Teğmen çok kızmıştı.”Ulan asker sen oralara neden habersiz gittin? ”Vanlı Esas duruşunu bozmadan; ”Gumtanım su aramaya gitmiştim baktım orada evler var kimseler de yoktu. Arı kovanları köyün biraz dışındaydı. Memlekette benim arılarım vardı arıdan anladığım için, kovanlardan bir iki tanesinin kenarından kapağını kaldırıp baktığımda çerçeveler bal doluydu. Ben size haber verip, arkadaşlara biraz bal getirmek istemiştim gumtanım.”Çelik duruşlu Teğmenimiz neden sonra Vanlıya seslendi. ”O zaman gecikmeden git biraz al getir.”Dedi. Vanlı”Gumtanım bir arkadaş yanıma vere bilirsen hemen gidip geliriz.”Teğmen” Tamam al bir asker yanına.”Gidince birde tankların üzerine gerektiğinde örtü olarak kullanılan çadırdan branda alıp götürdüler. Biz aynı tempo ile kavurucu sıcağın altıda tanka in, bin top mermisi indir, bakımını yap tekrar yerleştire devam ediyorduk. Vanlının biraz gecikmiş olması hayra alamet değildi. Aradan yaklaşık iki saat geçmişti ki, Vanlı ve diğer asker çadırdan brandaya bir şey sarılı, karşılıklı uçlarından tutulmuş halde ve zorlanarak geldiklerini onların seslenmelerinden anladık. Brandaya sarılı olan şeyle tankların bulunduğu alana geldiler. Çelik Teğmen” O ne ulan asker? “ diye kızarak, sordu. Vanlı” Baldır gumtanım.”Dedi. Çelik Teğmen”Ulan oğlum o ne kadar bal? Ne yaptınız? ”Vanlı”Gumtanım ancak bu şekilde getire bildik.”Park halindeki tankların ortasında, getirdikleri koca brandayı açmaya başladıklarında havasızlıktan ve sıcaktan iyice kızışan arılar, kovandan çıktıkça etrafa saldırmaya başladılar. Vanlı biraz bal diye koca kovanı arıları ile getirmesin meğer. Etrafa yayılan arı sürüsü çıldırmışçasına saldırıp, defalarca sokuyorlardı. Ortalık arı kaynıyor, korunmak için aklımıza bir şey gelmiyordu. Topa, kurşuna göğüs geren asker, bir an şaşkınlık içersine düşmüş kendimizi kızgın
arılardan korumaya çalışıyorduk. Yine Vanlı asker Çelik Teğmene söylemeden arı ateşin dumanından kaçar düşüncesi ile alelacele yerden topladığı kurumuş otlardan bir demet yaparak, elinde tutup ateşle yaktı. Dumandan arıların uzaklaşmasını sağlamak istemişti. Kurumuş yanan otlardan eline doğru ateş gelince ot demetini yere atmasıyla yerdeki otların alevlenmesine sebep oldu. Arıların sokmasından kurtulmak isterken etrafın ateşler içersinde yandığını, gitgide park halindeki tanklara doğru ilerlediğini gören tank mürettebatı hızla başka güvenli alanlara tankları sevk ettiler. Arıların saldırısı ve etrafın yanması bütün hızıyla devam ediyordu. Ateşin portakal ağaçlarına gitmemesi ve daha geniş alana yayılmaması için asker canla başla bütün imkân ve çabasıyla mücadele ediyordu. Gür bir sesle Kartal bakışlı Teğmen; ”Ulan bu tankın şoförü nerede! ”diye bağırmaya başlamıştı. Ortada kalan tankın Edirneli şoförü görünürde yoktu. Tankın alt kısmından damlayan benzin ve yağın ateş alması; top mermilerinin, diğer mühimmatın ve depodaki benzinin topyekûn infilakı demekti. Belki de bu patlama ve gürültüye Rumların, ateşkes ihlali yapıldığı gerekçesiyle, savaş nedeni sayıp karşılık vererek savaşın tekrar başlamasına neden olabilirlerdi. Edirneli şoför hala yoktu. Demir kapaklar içerden kapalı ve kimse açamıyordu zaman artık bitmiş, üzerinde kapakların açmasına uğraşan asker tankı terk etmek üzereyken; tankın kalın çelik kapağı ‘ çelik kasa kapağı gibi’ büyük bir şangırtıyla mucizevî şekilde açıldı. Edirneli arkadaşımızın başı şoför kabininden görülmüştü. Anında durumu kavrayan Edirneli marşa basıp, bir manevra ile hızlı bir şekilde tankı güvenli bir yere çekip istop ederek, çok kızmış olabileceğini bilmesine rağmen Çelik komutanın karşısına koşarak gelip, asker selamı verdikten sonra esas duruşu ile “Komutanım tankın içersi serin olduğundan molada biraz uyuklamıştım.”Dedi. Kartal bakışlı Teğmen; bakışlarını sertleştirerek gözlerini büzdü, dişlerini sıkıp altdudağını büktü. Kızgınlığından kıpkırmızı olmuştu. Edirneli asker başına geleceklere razı olmuş, gıkı çıkamıyordu. Bizimde içimizden dua etmekten başka bir şey gelemezdi. Tüm sadakat ve inancımızla bağlanmış olduğumuz kartal bakışlı Çelik Komutan, komutanlığının gereği olan tavrını gösterip, Edirnelinin kendisine daha yaklaşmasını emretti. Edirneli Ona tam yaklaştığında gözlerinden öptü.”Sen büyük bir felaketi önledin asker. Seni tebrik ediyorum. Ama habersiz uyumanın cezasını bir asker olarak çekeceksin. Anladın mı ulan asker? ”Edirneli “emredersin komutanım” dedi. Hepimiz sonuca sevinmiştik. Portakal ağaçlarına yaklaşan alevleri söndürmeye çalışan Vanlı kardeşimiz olayların müsebbibi olma ve suçluluk duygusu ile ateşleri söndürme çabası içinde dumandan ve isten tanınamaz hale gelmişti. Birinci Tank takımı olarak derhal Vanlı kardeşimize ulaşıp etraftaki ateşi söndürmüştük. Arılarda dumanda rahatsız olmalı ki çekip gitmişlerdi. Kimlerin oyunu, kimlerin isteğidir ki; Ülkemin bir parçasına sızıp, sığınan ve destekçileri tarafından kandırılıp, korkutulup çoğunu da zoraki elde tutan terör illeti. Şanlı Bayrağımız, Toprağımız üzerine hesap ve planlar içersinde asla olmayacak bir hevesle yörenin insanına mazlumiyet tablolarıyla yanaşarak yandaş sağlayıp, bu toprağın hepimizin, bu bayrak hepimizin olma gerçeğini inkâra gitmektedirler. Kıbrıs’taki Birinci tank takımının ruhunda ve gerçeğinde birleşen Edirneli Rıfat Atik, Vanlı Ubeyt Güvercin, Antalyalı Mahmut Selçuk, Elazığlı Nihat Demirbağ, Rizeli Zeki Kaya, İzmirli Cemil Uysal, Ağrılı Sefer Aslan, Erzurumlu A.K.ve hatırlamakta zorlandığım diğerleri; kısaca hep birlikte Türkiyeli oluşumuz vardır. Kimler ayrıştırıp, parçalamak istiyor. Bu ülkede terör olmasın Türkiyeli olma ruhu ile; Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Arnavut ve diğerlerimizle bir ve bütün olarak, bu topraklarda Aynı bayrak altındaki yaşamın gücünü tarih hep yazmıştır ve yine yazmaya devam edecektir. Kırk yıl önceki milli duygum ancak bedenimden ayrılan canla ayrılır. Temmuz 2014/ Ahmet Karaoğlu
KIBRIS çıkarmasından tam kırk yıl sonra, Temmuz 2014 te bu yazıyı kaleme aldığımda; bu Ülkeyi kimler ayrıştırıp,parçalamak istiyor? diye; kandırılan,baskı gören,yandaşlık veya nüfus sağlamak isteyen o yöremizin bir kesim halkına sormak istemiştim.Bu yazının yazılmasının üzerinden tam iki yıl geçti,yörenin bir kesim halkı ile, anlamsız ve sonu olmayan karanlık bir yolda kendilerini ziyan eden gençleri maşa olarak kullanan bir iki terör örgütü vardı. ŞİMDİ; pkk,kck,tak,deaş,ışid,pyd,ypg,daeş,dhkpc açılımlarının ne olduğunu kendilerince bile bilinemeyen bu kadar terör örgütleri kimlerin adına ve neden yöredeki insanlara zulmedip, katliam yapıp,ortalığı yakıp,yıktıklarını son bir yıl içinde iyice fark edip,artık kandırıldıklarını sanırım anlamışlardır.Temmuz/2016 / Erzurum

Devamını Oku
Ahmet Karaoğlu

Dedemden intikal eden araziyi babamın vefatından sonra; kendi köylülerimizce fırsat edinip; zaman, zaman vermiş oldukları rahatsızlık nedeni ile hak takibini mahkemeyle yürütmekte idik. Geçen yılar yine mahkemede duruşma için ağabeyim, ben ve diğer hak sahibi olan; sevimli, nur yüzlü, kısa boylu ‘Muko Hala’ diye hitap ettiğimiz halamızla birlikte salonda duruşmayı bekliyorduk. Saat yaklaşmıştı, köy tarafının avukatı da civarda tanınıp, bilinen
M. Hocanın torunu idi. Muko Hala; o kısacık boyu ile iriyarı çam yarması avukatın tebessümlerinde önüne geçip, bileklerine sıkı,sıkı sarılarak;
- Biz sennen ata dede gomşusuyıh sen niye o murdar muhdardan taraf olisan, yazık ki birde M.Hocanın da torunusan. Demez mi? Erzurum

Devamını Oku
Ahmet Karaoğlu

Müsait olduğumuzda zaman, zaman hafta sonları birkaç arkadaş civar illere günü birliğine giderdik. O pazar Erzurumspor un Çanakkale Dardanelspor la Ankara da birinci lige çıkma mücadelesi vardı. Bizde konvoydan ayrı olarak, dört arkadaş bir otomobille yola düşüp, Ankara ya maça gitmiştik. Maçı kaybetmemizle o sene birinci lige çıkma hayallerimizde yine bitmişti. Pazartesi mesainin var olması nedeni ile maç biter bitmez tekrar yola koyulduk. Bu sırada Kalp ve akciğer rahatsızlığı olan anacığım, hastaneye yatırılmıştı. Erzurum a iner inmez ziyaretine çıkıp, doktorundan durumunu sorduğumda; birkaç gün göz önünde tutulacağını söylediler. Yöremizde, hatta ulusal basın ve görsel yayında da bilinen, sayılıp, sevilen ‘Naim Hocada; kalp rahatsızlığı nedeni ile aynı serviste yatırılmıştı. O akşam annemin yatırıldığı servisin koridorunda bir yakınımla geziniyorduk. Kalp servisinde olmamıza rağmen; Naim Hocanın elinde sigara efkârlı bir halde bir oyana bir buyana gidip geliyordu. Bir ara koluna girip, koridordaki hasta bankına oturttuk.”Hocam geçmişler olsun. Nedir efkârın bu kızgınlığın. Bak rahatsızlığında var. Sigarada içiyorsun. Tam bir Erzurumspor sevdalısı ve hiçbir beklentisi olmayan, âlim ve nükte dar biri olan Naim Hoca; sigarasını bir daha çekerek:
“Ola oğul hele durun. Ne geçmiş olsuni. Duymadın mi? Erzürümspor Ankara da yenilmiş” demez mi. Erzurun

Devamını Oku
Ahmet Karaoğlu

Elimdeki evrakta birkaç kalem işlemin toplanması gerekiyordu.
Aslında zihinden de yapılabilinecek birkaç kalem toplamanın sağlıklı olmasını düşünüp, karşı masada çalışmakta olan daire arkadaşım Nizama; birkaç işlemi hesap makinesinde toplama yapmasını rica etmiştim. Sesli verdiğim işlemi tamamlayarak sonucu bana belirtti; ilişkisiz afaki bir rakam söyleyince; doğru olmadığını düşünüp, yanına giderek makineye baktım. Bu ne biçim hesap? Diye sorduğumda,
Nizam; yanlışı üzerine mal etmeden“Hesap ortada ağabeyi. Demesin.
Meğer makinedeki eski işlemin üzerine toplama yapmış. Erzurum

Devamını Oku
Ahmet Karaoğlu

Pencere kasaları ağaçtan ve eskiydi. Kışlarımız sertti. Palandökeni yalayarak esen rüzgâr, bozuk kasalardan çalıştığımız birimden içeri girdiğinde, zaten zor ısınan ortamı, daha da soğuk hale getiriyordu. O yıl pencereler yeniden pen yapılmıştı. Bundan böyle çalışacağımız ortam artık, sıcak olacağı için sevinmiştik. Ne var ki mekânın kapalı olması, gelip, gidenin ve personel sayısının da fazla olması ile içilen sigaradan sigara içmeyenler fazlasıyla rahatsız oluyordu. Bu sefer de havalandırmak için camları açınca ortam soğuyordu. Kapatınca da; yeni yapılan penlerden zerre kadar temiz hava geçmediği için, sigara dumanından nefes alınamaz bir durum olurdu. Kurumlarda ‘sigara içme yasağının’ henüz konulmadığı yıllardı. Bazı sigara içmeyenler olarak biz etkilendiğimizden dolayı; sigara içen dostları, incitmeden uyarmamız gerekiyordu. Çalışmış olduğum odanın duvarına rahat görülüp, okunabilinecek şekilde ”Sigara İÇTİĞİNİZ için teşekkür ederiz.” tersini yazmış olduğum imalı pankartla dikkat çekmek istemimin yanında, sehpalarda bulunan sigara küllüklerini de ortadan kaldırmıştım. Bir gün sigara keyifçisi bir dost gelmişti. Biraz oturup, konuştuktan sonra, duvardaki yazıyı fark ettiğini anladım. Okudu, bir daha okudu. Eli ile göstererek; ” Gardaş o yazıyi da ters yazmışsan.” Dedi. Ben hafif tebessüm edip,”hımm” diyerek geçiştirmek istedim.
O duvardaki yazıya bir daha bakarak, elini cebine atıp, sigarasını çıkardı. Bir tane yaktı. Bir iki yudum çektikten sonra, sehpalarda küllüğün olmadığını görünce; odadan çıkarak, yandaki servise gidip, sigara küllüğünü bulup, getirdi. Sehpanın üzerine koydu. Sigarasının külünü küllüğe dökerken; “Gardaş; o yazıyi da ters yazmışsan, birde küllükleri ortadan galdırisan. Heç bele de şey ola.” Dedi. Ben sustum. Erzurum

Devamını Oku
Ahmet Karaoğlu

Oturmuş olduğumuz semtte, Koreli genç bir ailede vardı. Arada eşi ve altı yaşlarındaki kızı ile birlikte görünürlerdi. Dillerini bilemediğimden bir merhaba bile diyememiştim. Bir Pazar sabahı, eşofmanlarını giyinmiş olan Koreli ile küçük kızına spordan dönüşlerine rastladım. Baba ve kız hem ağır tempoda koşu yapıyorlar, hem de eğilip, eğilip yerden aldıkları bir şeyleri ellerinde bulunan poşetlere koyuyorlardı. Biraz daha yaklaştıklarında yerde bulunan muz kabuğunu poşete koyduklarını gördüm. Bu hareketinden dolayı Koreliye sarılıp, teşekkür etmek istemiş olsam da; yabancı dilim olmadığından teşekkür ifademi istemeyerek içimde saklamak zorunda kalmıştım. Mahallenin sakinlerinden biri ile bu durumu bir ara paylaştığımda; “Korelinin Atatürk Üniversitesinde görev yaptığını ve Türkçeyi iyi bildiğini” söyleyince; o günden sonra, davranışından dolayı teşekkürümü bildirmem için gözüm hep bu Koreliyi aradı. Bir süre sonra yolcumu uğurlamak için havaalanına gitmiştim, Korelinin yolcu salonunda olduğunu gördüm. Türkçe konuşabildiğini öğrendiğim içinde, hiç beklemeden yanına giderek; “Selamın Aleyküm” diyip, aynı semtte oturduğumuzdan bahsedip, kendimi tanıttım. Güzel bir Türkçe ile
“Aleyküm selam ağabey, hayırdır.”diyerek, beni şaşırtmıştı. Ona;
Mahalleye spor yapmadan dönerken, kızınız ile yerdeki çöpleri alıp, elinizdeki poşete koymanızdan çok etkilendiğimi kendilerine nezaketen hatırlatmak ve teşekkür etmek istemimdeki zorlanmamı anlayan Koreli:
“Ağabeyi o benim görevim”. Dedi. “Yabancıda olsam, şimdi ben ailemle burada yaşıyorum. Kendi memleketimdeymiş gibi, çevreme ve insanlara önem verir, asla onlara zarar vermem. Ama siz dikkat etmeyip, sokakları ve çevreyi çok kirletiyorsunuz. Ekmeği bile çöpe atıyorsunuz.” Demesi ile duygu dolu hissimi unutup, çok utanmıştım. Erzurum

Devamını Oku
Ahmet Karaoğlu

Yetmişli yıllardı. Askerden geleli birkaç ay olmuştu. Hele terhis için aldığım elbiseler, üzerimde yeni gibi idare ediyordu. İşe başlayıp, hayata atılmam gerekiyordu. O zamanlar, biraz daha şartlar uygundu.
İş arama takibim devam ederken; sürücü ehliyeti almam için de başvuruda bulunmuştum. Bir taraftan iş arama, diğer taraftan ehliyet başvuru belgeleri için evden çıkıp, akşama tekrar dönüyordum. İşte, ehliyette hemen olacak gibi şeyler değildi. Bende boşta olduğum için kendime meşguliyet sayıp, uğraşıyordum. Ehliyet için trafikten dosya cemiyetten belge derken eve eli boş dönmüyordum.
Sabah kahvaltısı için, yer sofrasını anacığım sermişti. Babamla ben sofraya oturmuşuz. Anamda ekmektir, çaydır sofraya getiriyordu. Babamla evraklara bakıp, bugün ne yapacağımı konuşuyorduk. Odaya her girişinde bir şeyler duyan anacığım; beni kayırma adına olmalı ki; eski bir otobüsçü olan babamın ehliyetinin babama daha lazım olmayacağı düşüncesi ile tüm cesaretini toplayarak;
_Ola oğul daha ne geder goşdurup yorulacaksan. Baban eski ehliyetini sene versin. Ona daha neye lazım olur ki. Demez mi?

Devamını Oku