ne çok vakti var suyun küçük adımlarla yürüyor köprüye
budamaya yürüyor ayaklarını izin veren kim
güneş görmeyen yamaçlarda dumanlı pençesi
ateşle buzun aynı tetiği çektiğini bilirsin
parlayan ne varsa gözeneklerinde arzın
ileri bakmadıkça mat o hain yıldızlanma
“Kainatta sadece tek bir daire ve tek bir merkez olduğu halde,vasat insan kendi dairesinin merkezi etrafında dönmektedir.”
T.S.Eliot
Altamira ya da Lascaux'daki mağara duvarlarında hâlâ koşuşturan geyik ve bizonlar, avcıları yüzyıllar önce ölse de avın sürdüğünü gösteriyor. Av sürüyor, çünkü avcılar kendi hafızalarında ancak ölene dek saklayabildikleri serüvenlerini, avlarını resmederek insanlığın ortak hafızasına taşıdılar. Kaslarının beyinlerinden daha iyi çalıştığı iddia edilse de, işlenmemiş akıllarıyla hem hafızalarını tazelemenin hem de duygu ve düşüncelerini başkalarına nakledebilmenin bir yolunu buldular. Modern zamanların sanatçıları gibi yaratıcılığı ‘ölümsüzlük için duyulan bir özlem' olarak tanımlamamış olsalar da hatıralarını, korkularını, kavgalarını ve zaferlerini bölüşerek anılmayı hak ettiler. Ve şu soruyu tevcih ettiler bana: Şiirinin kökeninde ölüme bir başkaldırı olmasın sakın? Bedeninin mağlup düşeceği meydana ruhunun zafer çelengini koyuyor olmayasın! Bu sorunun cevabını verebilmek için şiirlerimin kapısını çaldım.İşte kapıyı açan mısralar:
cinayeti üstüne yıkarlar diye mi cesede yaklaşmıyorsun
çığrışan kuşlar korkuturken ölüyü, korkutmasa da
ne tarakta kalan saçlar, ne yastıkta kalan uykun
karaltın örtse de ağzının köpüğünü
bir anıt gibi dikilsen de uzakta
kaçmasan da yakalanmamak için
hükümdar, hükmü geçmeyince dar
dar kapılardan geçmeli başı eğik
yalanla murassa tacını
çember gibi çevirmeli yollarda
hükümdar hükmü bir masal bilip
ne tuhaf mührün leke kokması
The Sunday Times gazetesi insan başının on bin yılda yüzde otuz oranında küçüldüğünü ileri sürerken elinde kemikten deliller vardı. Şiirin gerilediğini iddia edenlerin elinde ise henüz somut bir kanıt yok. Yine de “Şiir geriliyor mu? ” sorusu Darwin'in evrim teorisi gibi –bütün zafiyetine rağmen- yakamızı bırakmıyor. Dahası maymundan insana giden yol bir u dönüşüyle tekrar maymuna götürüyor bizi. Victor Hugo, on dokuzuncu yüzyılda, “Şiir gerileyemez. Neden? İlerleyemez de ondan.” diyerek meseleyi tatlıya bağlamaya çalışmış, “Her yeni şair, yeni bir başlangıçtır.” ifadesiyle kendisinden sonra gelenlere ümit aşılamışsa da, bu soru hâlâ aşılamamıştır. Her şairin içindeki gizli put, ona “biricik olduğunu, şiirin kendisiyle “anlam kazanıp” kendisiyle “son bulacağını” fısıldayıp durdukça soru “sorun”a dönüşerek büyüyüp, modern zamanların geleneksel çığı olarak yeni şairlerin yolunu kesmeye devam edecektir.
Bu girizgâhtan her şeyin yolunda olduğu, şiirin dolu dizgin vadiler kat ettiği anlaşılmasın. Çünkü şiiri “insan” yazıyor ve dengesiz ruhlarda mayalanıyor gibi görünse de şiir bir “denge” işidir. Kaos ve ahengin bu gürbüz çocuğu uçurumun üzerine gerilmiş bir tel üzerinde yürürken bizden bir şey istemektedir: “Benim dengemi bozmayınız! ”
“Sizin alınız al, inandım
ıslak bezde kalır alnın sıcaklığı
cam arkasında kıpırdar buğu
ümmîdir okuyamaz dudaklarını
nasıl bir alfabe bu
anahtar söz verir anahtarlığa
Babil kulesi yıkıldı; söze bir yerden başla! Fakat hangi yerden? Bütün diller birbirine dolaştı, hangi yerden! Bir kelimeyi yerden yere vur, bir kelimeyi bağışla! Bir kelimeyi öp, bir kelimeyi seyret, bir kelimeyi ağla! Cebinde beş tüy gezdir kalem yerine; kartal, akbaba, güvercin, tavus ve serçe. Beş kanatla beş ayrı mektup yaz ve söyle; hangi tüyün yazısı daha güzel, hangi tüyle kanatlanıyor ruhun, hangi tüyle kıpır kıpır gölgeler, hangi tüyle ölüme yolculuğun? Hem mektuplar hem posta arabaları ağır. Hem hangi tüyle imzalıyorsun?
Posta arabalarından söz et bana
Kan var bütün kelimelerin altında
ıslak kanatlarını açarak güneşi bekleyen kara kuşa bak
kırılmış dalgalara karşı dalgakıranda tüneyen sarhoşa bak
kömürden kollarını uzatıp çekiyor bulutun yakasından
tam yırtarken gömleğini bir örümcek iniyor da arkasından
yükleyip sırtına güneşin küllerini uçuruyor
bir örümcek
Sırf kıvrılıyor diye yolu yılana benzetenlerin zehrine bağışıklıyız biz. Yol, ille de bir şeye benzetilecekse; atımızı bağlayıp biz benzetiriz:
Balıkçının yolu misinadır, ucunda ne olduğu belli olmayan. Uçurtma uçuran çocuğa ülkesi görünür ipin ucundan. Her telinden ayrı bir Rapunzel'e çıkılan gür saçlar, yollarıdır aşığın. Bahçıvanlar bilir, duvarlar yoludur sarmaşığın. Biz yol ehli, yani yolcular, razı değiliz yolun yılana benzetilmesine. Ahmet Haşim batan güneşi, kısılan lambaya benzetmiş ne güzel! Biz de benzetelim yolları lambanın fitiline.
Bir lamba hüzniyle1
basarili