31)ana Meryem Ekrem’in Almanya’sı

Ekrem Parlak
88

ŞİİR


2

TAKİPÇİ

31)ana Meryem Ekrem’in Almanya’sı

Göğün Altında Uzayan Gölgeler

Gölbaşı’nın yazı sıcak, toprak kuruydu. Fakat Ekrem’in içindeki kıvılcım, serin bir pınar gibi coşuyordu. On dört yaşındaydı. Ne çocuktu artık ne de tam anlamıyla delikanlı. Bedeninde bir büyüme, ruhunda ise başka bir uyanış başlıyordu. Meryem, o sıralar oğluna gözleriyle dua eder, bağbozumu zamanı kuruyan yapraklar gibi yüreğini zaman zaman hüzünle sarardı. Hasan’ın yokluğu hâlâ evin duvarlarına sinmişti. Fakat Ekrem büyüyordu, kendi yolunu çizmeye kararlıydı.

Gölbaşı’na dayısı Veli Ahmet taşınmıştı. Ticaretle uğraşıyordu; kimi zaman araba alıp satıyor, kimi zaman traktörleri çeviriyordu elden. Yazları Gölbaşı pazarında demir kokusu, motor yağı ve sıcak asfaltla karışık bir telaş olurdu. Ekrem, ehliyeti olmasa da arabaları sürmeyi öğrenmişti. Önce tarlalarda, sonra mahalle aralarında, en sonunda da Gölbaşı’nın caddelerinde… Direksiyonun başında, rüzgâr saçlarını savururken Meryem’in gözlerinde korku, gururla yer değiştirirdi.

En yakın arkadaşı Kenan’dı, emmisinin oğlu. Bir de okuldan bir dostu vardı ki, onun adı şimdi yüreğinde sessizlikle anılır; genç yaşta toprağa düşmüştü. Bir gün yazıhanenin önünde, ahşap banklarda oturmuş, tavla zarlarını döndürürken altlarına gizlice birer Efes yerleştirmişlerdi. Yanında nohut kavurup, leblebi gibi çıtır çıtır yemişlerdi. O an, dünya sadece ikisinden ibaretti. Ta ki bir anda omzunda bir darbe hissedene dek. Askerin dipçiğiyle yere kapaklandığında, gözleri yıldızları gördü belki de ilk defa bu kadar net. Kalktığında karşısında genç bir asker duruyordu, sert bakışlarıyla darbenin sözsüz devamıydı sanki. Hiçbir şey yapamadı Ekrem, çünkü artık 1979’un ohran dolu iklimine yaklaşılmıştı, memleket darbenin ayak seslerini duyuyordu.

O sıralar Meryem de, oğlunun başına ne geleceğini kara kara düşünüyordu. Göğveli’nin yokluğunda hem analık hem babalık yapıyor, her sabah Ekrem’in yüzüne dua gibi bakıyordu. Bilge Ana da rüyalarına arada uğruyordu hâlâ. “Oğlun bir yola girecek,” diyordu, “Ama bu yol taşlı, ama sonunda gül var…”

Ağustos’un bir gecesi, sıcak hava evin içine kadar girmiş, duvarlar terliyordu sanki. Demir kapı gecenin üçünde çalındığında, Meryem’in kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. Kapıda dayısı Veli Ahmet vardı. Gözleri uzaklara bakan bir adamın gözleriydi. “Almanya’ya gidiyorum,” dedi, “İstersen Ekrem’i de götüreyim.”

Ekrem ne düşüneceğini bilemedi önce. O gece sabaha kadar düşündü. Sonra sabah olmadan, kararını verdi. Annesi gözyaşlarını içine akıttı. Çünkü biliyordu, bu gidiş geri dönüşsüz bir eşiğin adıydı. Erkek evlat, gökyüzüne salınan bir güvercin gibidir. Bir gün dönerse, göğsüne konar; dönmezse, bir ömür başını kaldırır da gökte onu arar.

Önce Mersin’e indiler. Silifke’de bir gece kaldılar. Otelin yüksek katlarından Kıbrıs’ın ışıkları görünüyordu. O berrak gecede, Ekrem aynaya baktı; ilk kez bacaklarındaki kılları gördü. Büyümenin ne demek olduğunu orada anladı; sadece beden değildi büyüyen, ruh da değişiyordu.

Sonra İstanbul… Laleli’nin kalabalığında biletler alındı, Frankfurt’a uçtular. Ama daha ilk adımda Almanya’nın soğuk yüzüyle karşılaştılar. Havalimanında tutuldular. Tercümanlık yapan kişi bir çöpçüydü. Bir gün nezarette kaldılar. Duvarlardaki yazılar Ekrem’in içini ürpertti: “Bu Almanya mı?” diye düşündü.

İstanbul’a geri gönderildiler. Dayısı, “Benim sonum belli değil,” dedi. Ekrem’i, üvey annesinin babasına emanet etti. O bir ayda, dede dediği yaşlı adamla İstanbul’un köşe bucaklarını gezdi. Her sokakta bir masal vardı ama Ekrem’in yüreğinde yalnızlık konuşuyordu.

Babası İzine geldiğinde hiçbir şey demedi. Konuşmadı. Göz göze gelmediler bile. Sonra birlikte Almanya’ya arabayla geçtiler. Ve orada, o soğuk memlekette, Ekrem gerçek bir üveyliği iliklerine kadar yaşadı. Sofrada kaşığına bakıldı, yürürken ayakkabısına. Gözlerin altında bir terazi vardı sanki, hep eksik tartıyordu Ekrem’i.

Sabiha vardı, üvey annesinin kız kardeşi. Onların fısıltıları kulağına geldi bir gün: “Bu senin abin değil, asıl abin Cengiz…” O an çocukluğunda kurduğu tüm kimlik haritası bir anda parçalandı. Kendini bir sığınmacı gibi hissetti; hem evde hem hayatta.

Ama pes etmedi. Gauting’de yürürken Mercedes servisinin önünde durdu. “Beni çırak olarak alır mısınız?” dedi. Üç matematik sorusu sordular. Hepsini doğru yaptı. “Yarın başla,” dediler. Ve Ekrem için yeni bir hayat böyle başladı. Kar altında işe yürürken ayakları üşür, sabah yedide iş başı yapar, akşam sekizde tamirhane süpürürdü. Patronu kötüydü, bazen vururdu bile.

Ama bu zulmün içinde bir gün bir düğünde Gül’ü gördü. Gül Tufan. Adı gibi gül gibi, ama dikenleriyle… Aylarca aradı onu. En sonunda buldu. Kalbi yeniden çarpmaya başladı. Sonra nişanlandılar. Aileye açıldılar. Ve sonunda 1986 yılında evlendiler.

Ekrem, artık sadece Meryem’in oğlu değildi. Meryem’in duasıydı. Göğveli’nin gururuydu. Ama en çok da, kendi yolunu tırnaklarıyla kazanmış bir Anadolu çocuğuydu. Almanya’da karla, dipçikle, gözdaşıyla ama en çok da aşkla yoğrulmuş bir hikâyenin taşıyıcısıydı.

Ekrem Parlak

Ekrem Parlak
Kayıt Tarihi : 24.5.2025 17:02:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!