Kaderin Düğüm Yılları – Gölbaşı 1975
Yıl 1975 olmuştu.
Karlı bir kış sabahında kulağımıza bir haber geldi:
Almanya’da, babamın yeni eşinden, yani üvey annemiz Meliha’dan bir kız kardeşimiz olmuş.
Adını Yasemin koymuşlar…
Ama bu isimde bile bir hüzün vardı sanki.
Yasemin de daha doğmadan kaderin kırık dallarına asılmış bir çocuktu.
Çünkü babam Hasan ile annem Meryem artık resmen boşanmışlardı.
Oysa Yasemin bir yıl önce doğmuştu…
Yani evlilik resmi olarak sonlansa da, ayrılıklar kalben önceden yaşanmıştı.
Bu gerçeği bize uzaktan akrabamız Vakılos Hasan anlattı.
Yüzü her zaman ciddiydi; sözü ölçülü ama içi kinli gibiydi.
Özellikle dayım Veli Ahmet’i hiç sevmezdi.
Nedenini kimse tam bilmezdi ama aralarında yıllar öncesine dayanan sessiz bir dargınlık vardı.
Ben artık Gölbaşı’nda ilkokula gidiyordum.
Okul müdürüne herkes “Kuru” derdi.
Adını bilmezdik bile.
Suç işleyen çocukları, utanmadan sınıfın ortasında demir çubukla döverdi.
Ama ben…
Ben her şeyi yine sisli görüyordum.
Sanki dünya ince bir tülün arkasından geçiyordu önümden.
Öğretmen tahtada ders anlatırken bazen sadece dudaklarının oynadığını görüyordum,
Ama sesi duymuyordum…
Sınıfın gürültüsünde bile içimde tarifsiz bir sessizlik vardı.
Sıra arkadaşım Özkan Polat’tı.
Babası bizi sevmezdi, hatta annemle selam dahi vermezdi.
Ama Özkan’la biz ayrılmaz bir ikili olmuştuk.
Mahallenin arka bahçelerinde birlikte koştuk, birlikte güldük, birlikte ağladık.
Gölbaşı’nda kışlar zalim geçerdi.
Evimizin üstü topraktandı.
Kar yağınca, damın çökmesini engellemek için karları kürümek gerekirdi.
Yağmur yağdığında ise o ağır taş silindiri, yani loğu, damın üzerinde yuvarlamak şarttı.
Ama ben daha on yaşındaydım.
Küçücük ellerimle ne kürüyebilir ne de loğu itekleyebilirdim.
Köşker emmim durumdan haberdar olmuş.
Oğlu Eyyup abi, Nurettin abi, Ali abi, Basri’yi toplamış,
Her sabah erkenden gelip bizim evin damını kürümeye başlamışlardı.
İşte o zaman anladım…
Kimi akrabalar yalnızca isimden değil, emekten akrabaydı.
Kenan, emmim oğlu.
En yakın arkadaşım, adeta ruh ikizimdi.
Kuru Geçit’te yüzdük onunla.
Kanalda, gölde, çamurlarda…
Ve mahalledeki çocuklarla sırt sırta dövüştük.
Yaz aylarında, okulun tarım kitabındaki o kızarmış tavuk resmine bakar,
İkimizin de ağzı sulanırdı.
Cebimizde para yok.
Ama okulun önündeki simitçiden bir simit alır, ikiye böler,
Sanki tandırda pişmiş tavukmuş gibi iştahla yerdik.
Günler geçti, yıllar devrildi.
Maddi ve manevi zorluklarla ortaokul sıralarına kadar geldim.
Sınıf öğretmenim Mehmet Ali Polat’tı.
Müdür ise İsmail Kıraç.
Dayım Veli Ahmet de sonunda köy hayatından bıkmış, Gölbaşı’na taşınmıştı.
Bir sabah aynaya baktım:
On dört yaşına gelmiştim.
Ve tam da bu yaş…
Benim hayat yolculuğumun asıl başladığı yaştı.
Bundan sonrası bir başka çilenin, ama aynı zamanda bir başka uyanışın kapısını aralayacaktı.
Anam Meryem, yorgundu artık.
Çok çekmişti…
Gölbaşı’nda dertleriyle baş başaydı.
Dr. Fevzi abim ara sıra uğrardı.
Anamı dinler, gözlerine bakar,
— Bacı, seninki psikolojik… derdi.
Ve giderdi.
Ama biz bilirdik…
O hastalık, yalnızca bedenin değil, kalbin yorgunluğuydu.
Ve Meryem, her acının ortasında hep o sözü tekrar ederdi,
Hızır’ın ona rüyasında söylediği sözü:
“Sabır… ya Allah.”
Ve o sabır, bir gün yeniden yollar açacaktı bize.
Ekrem Parlak
Ekrem ParlakKayıt Tarihi : 24.5.2025 16:06:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!