Gecenin en derin yerinde uyanan bir vicdan gibi başlar Tutunamayanlar.
Sözlerin sustuğu, yüzlerin maskeye dönüştüğü bir çağda; içimizde hâlâ kıpırdayan o isyan kıvılcımıdır.
Oğuz Atay’ın kalemiyle değil, kendi kanıyla yazdığı bir çığlık...
Sartre bu bunaltıyı “özgürlükle lanetlenmek” diye tanımlar.
Camus, onu Meursault’nun gözlerine hapseder: kayıtsız, donuk, neme lazımcı bir ölüm tanığına...
Kafka, bu sancıyı Gregor Samsa'nın kabuğuna hapseder, çünkü bazen “dönüşüm” sadece bir kabullenmedir:
Artık insan değilim, çünkü insan olmanın anlamı kalmadı.
Dostoyevski ise bambaşka bir patikadan yürür:
İnsan, bölünerek var olur. Acıyla, inkârla, öfkeyle… Ve sonunda yıkılarak yeniden.
Tüm bu yankıları Oğuz Atay tek bir kelime ile tanımlar:
"Tutunamamak."
Ama bu, zannedildiği gibi bir zayıflık değil; bir reddediştir.
Kalıba sokulmaya, tanı konmaya, “normal” olmaya direniştir.
Çünkü bazen tutunmak, çürümeye ortak olmaktır.
Ve tutunamamak, vicdanı diri tutan son siper.
Selim Işık'ın ölümü, sadece bir bireyin intiharı değil, bir sistemin iflasıdır.
O, bir kahraman değildir.
Ne bir isyancı, ne de bir kurban.
O, anlamı metalaştıran bu çağda, “anlamsızlığı” seçmiştir.
Çünkü her şey bir paket halinde sunuluyordur artık:
Başarı, aşk, kimlik, sadakat.
Kimileri satın alır bunları ve kazandığını zanneder oysa karşılığında ruhunu kaybetmiştir.
Selim, bu pazarlığa girmeyi bile reddeder.
Ve geriye, onun ardından kendi içini kazarak yürüyen bir adam kalır:
(Turgut Özben)
Turgut’un yolculuğu, bir dostun ardından değil; kendi benliğinin en dipsiz dehlizlerine doğrudur.
Çünkü her "tutunamayanın" ardında, onun dilini konuşan bir “öteki” kalır.
Ve bazen, kaybolmuş olanı ararken, aslında kendi eksikliğimizi buluruz.
Camus şöyle der:
“Absürt, insanın anlam arayışı ile evrenin sessizliği arasındaki çatışmadır.”
Ama biz, o sessizliğin içinden her gün geçiyoruz.
Bir karga sesi, bir kahve bardağındaki çatlak, boş bir otobüs koltuğu.
Ve sonra tekrar kendimize dönüyoruz…
Yorgun, kalabalık ama yapayalnız.
Sisifos’un taşı en azından bir anlamı temsil eder.
Ama Oğuz Atay’ın karakterleri o taşı yerden kaldırmayı bile reddeder.
Çünkü anlam, çoktan alaya alınmıştır.
Mizah, bir savunma değildir artık; içten içe çürüyen ruhun kahkahaya dönüştürülmüş çığlığıdır.
Romanın dili bu yüzden zaman zaman akıl tutulması gibidir. Bir bütünü anlatmaz tıpkı adı gibi o da tutunamamıştır. Bir bakıma nihilisttir var olanı yıkar yerine hiçbir şey koymaz.
Çok şey anlatır aslında ama hiçbir şey anlatmaz.
Cümleler çatlar, sözcükler kıvrılır, karakterlerle bütünleşir.
Bazen bir sözlük maddesi olur kahraman, bazen bir sessizlik.
Tıpkı hayat gibi:
Bazen bir günün ortasında, aynaya bakar ve kendi yüzümüzü tanıyamayız.
Ve o an anlarız:
Tutunmak, belki de sadece bir yanılsamaydı.
Oğuz Atay’ın o sözü çınlar kulaklarımızda:
“Hayatın anlamı yoksa, tutunmanın da yok.”
Sonra Camus’nün yankısı yıldırım gibi düşer zihnimize:
“Yaşamın saçmalığına rağmen, yaşamayı reddetmemek gerekir.”
Çünkü belki de tutunamamak, insan olmanın en sahici hâlidir.
Ve insan, bu hâliyle yüzleştiğinde başlar gerçek varoluş.
Satre “İnsan özgürlüğe mahkûmdur.”Der.
Ama özgürlük…
Ne kutsal bir kelime, ne ağır bir zincir.
Her sabah uyanmak değil, uyanmak zorunda kalmak.
Her seçim, bir başka ihtimali toprağa gömmek.
Özgürlük, bazen bir hapishanedir; görünmeyen bir duvarın içinde.
Doğu’nun bilgeleri bu özgürlüğe başka türlü bakar.
İbn Rüşd fısıldar Endülüs’ün taş sokaklarından:
“Gerçek özgürlük, aklın rehberliğinde yapılan seçimdir.”
Sartre’ın bireysel trajedisine karşı, o hikmetle yoğrulmuş bir ahlâk önerir.
Modern insan, özgürlüğü yük gibi taşırken İbn Rüşd için öz'ü aramaktır.
Ve İbn Tufeyl, “Hayy bin Yakzan”da bunu en yalın hâliyle resmeder:
Hiçbir öğreti, hiçbir cemiyet yoktur.
Sadece doğa ve benlik.
Hayy yıldızlara bakar ve Tanrı’yı anlar.
Bir yaprağa dokunur, yaşamı hisseder.
Çünkü onun evreni sessiz değildir; işaretlerle doludur.
Peki ya biz?
Ya evren hâlâ konuşuyorsa ama biz sağırlaştıysak?
Kafka, Gregor Samsa’yı böceğe dönüştürmedi belki de.
Sadece içimizdeki yabancılaşmayı dışa vurdu.
İnsan, bazen kendine o kadar yabancılaşır ki kendi suretini bile tanımaz olur.
Ve Dostoyevski…
Onun kahramanları aynalara değil, karanlığa konuşur.
Selim Işık da bu yankısızlıkta, bir Dostoyevski karakteri gibi
kendine kızgın, dünyaya küskün, Tanrı’ya sitemkâr…
Keşke Selim Işık Frankl'in şu sözlerini duymuş olsaydı.
“İnsan her durumda anlam yaratabilir.”
Toplama kampında bile…
Anlam, dışarıda değil; tutumumuzdadır.
İbn Sînâ da ruhu “nefs” olarak tarif ederken, aynı şeyi söyler aslında:
Yaşamak, sadece bedeni yürütmek değil; ruhu, aklı ve anlamı bir ahenk içinde işletmektir.
Ve modern insanın en büyük trajedisi:
Bilgiyi ışık değil, zırh olarak kullanmasıdır.
Ve o zırh ağırlaştıkça, insan kendi içinde kaybolur.
Başka sesler de vardır duymak isteyenlere yalnızlığın koridorlarında yankılanan:
Hypatia...
İskenderiye’nin bilge kadını.
Bilginin erkek tekelinde olduğu bir dünyada, “bilmenin cesareti”yle direnir.
“Doğruyu aramak seni yalnız bırakır; ama yalana alışmak seni insanlıktan çıkarır.”
Sıra Simone de Beauvoir' da:
“Kadın doğulmaz, kadın olunur.”
Varoluş, cinsiyetin ötesinde, bir özgürlük alanıdır.
Ve bu alan, kadına her zaman dar biçilmiştir.
Hannah Arendt ise varoluşu yalnızca düşünmeye değil, eyleme bağlar:
“İnsan, konuşarak ve eyleyerek var olur.”
Var olmak, sadece kendini bulmak değil; dünyaya temas etmektir.
Ve Fatema Mernissi, Batı'nın tek taraflı özgürlük anlayışına karşı çıkar:
“Özgürlük, Batı’nın tekeline ait bir kavram değildir.”
Doğu’da bastırılan kadının sesi bile, hikmetin izlerini taşır.
Oğuz Atay, işte tüm bu seslerin arasında kırık bir ayna tutar bizlere...
Batı'nın varoluş sancısı ile Doğu'nun bilgelik geleneği arasında
kendi yerini arayan yitik bireyin ağıdıdır, "Tutunamayanlar"
Ne tam bir felsefe kitabı, ne de klasik bir roman…
Bir iç kanama.
Bir yitik kuşağın, sesi hiç duyulmamış yalnızlığının marşı.
“Hayat benim için bir anlam taşımıyor artık.
Yani bir anlam taşımamasının bile anlamı yok.”
(Tutunamayanlar)
Selim Işık biziz.
Turgut Özben biz.
Ama en çok da, cevabı bulduğu anda kendini yitiren bizleriz.
Bir zamanlar misketlerle hayata tutunurduk.
Şimdi geçmişin cam toplarını ararken,
geleceği yitiriyoruz.
Ama hâlâ yazabiliyoruz.
Sorgulayabiliyoruz.
Ve belki de bu yüzden,
hâlâ yaşıyoruz.
“Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”
(Oğuz Atay)
Muâllak Gündem
03.08.2025 - 08:18Tutunamayanlar’ın Aynasından Varoluş Sancısına Bakmak
Gecenin en derin yerinde uyanan bir vicdan gibi başlar Tutunamayanlar.
Sözlerin sustuğu, yüzlerin maskeye dönüştüğü bir çağda; içimizde hâlâ kıpırdayan o isyan kıvılcımıdır.
Oğuz Atay’ın kalemiyle değil, kendi kanıyla yazdığı bir çığlık...
Sartre bu bunaltıyı “özgürlükle lanetlenmek” diye tanımlar.
Camus, onu Meursault’nun gözlerine hapseder: kayıtsız, donuk, neme lazımcı bir ölüm tanığına...
Kafka, bu sancıyı Gregor Samsa'nın kabuğuna hapseder, çünkü bazen “dönüşüm” sadece bir kabullenmedir:
Artık insan değilim, çünkü insan olmanın anlamı kalmadı.
Dostoyevski ise bambaşka bir patikadan yürür:
İnsan, bölünerek var olur. Acıyla, inkârla, öfkeyle… Ve sonunda yıkılarak yeniden.
Tüm bu yankıları Oğuz Atay tek bir kelime ile tanımlar:
"Tutunamamak."
Ama bu, zannedildiği gibi bir zayıflık değil; bir reddediştir.
Kalıba sokulmaya, tanı konmaya, “normal” olmaya direniştir.
Çünkü bazen tutunmak, çürümeye ortak olmaktır.
Ve tutunamamak, vicdanı diri tutan son siper.
Selim Işık'ın ölümü, sadece bir bireyin intiharı değil, bir sistemin iflasıdır.
O, bir kahraman değildir.
Ne bir isyancı, ne de bir kurban.
O, anlamı metalaştıran bu çağda, “anlamsızlığı” seçmiştir.
Çünkü her şey bir paket halinde sunuluyordur artık:
Başarı, aşk, kimlik, sadakat.
Kimileri satın alır bunları ve kazandığını zanneder oysa karşılığında ruhunu kaybetmiştir.
Selim, bu pazarlığa girmeyi bile reddeder.
Ve geriye, onun ardından kendi içini kazarak yürüyen bir adam kalır:
(Turgut Özben)
Turgut’un yolculuğu, bir dostun ardından değil; kendi benliğinin en dipsiz dehlizlerine doğrudur.
Çünkü her "tutunamayanın" ardında, onun dilini konuşan bir “öteki” kalır.
Ve bazen, kaybolmuş olanı ararken, aslında kendi eksikliğimizi buluruz.
Camus şöyle der:
“Absürt, insanın anlam arayışı ile evrenin sessizliği arasındaki çatışmadır.”
Ama biz, o sessizliğin içinden her gün geçiyoruz.
Bir karga sesi, bir kahve bardağındaki çatlak, boş bir otobüs koltuğu.
Ve sonra tekrar kendimize dönüyoruz…
Yorgun, kalabalık ama yapayalnız.
Sisifos’un taşı en azından bir anlamı temsil eder.
Ama Oğuz Atay’ın karakterleri o taşı yerden kaldırmayı bile reddeder.
Çünkü anlam, çoktan alaya alınmıştır.
Mizah, bir savunma değildir artık; içten içe çürüyen ruhun kahkahaya dönüştürülmüş çığlığıdır.
Romanın dili bu yüzden zaman zaman akıl tutulması gibidir. Bir bütünü anlatmaz tıpkı adı gibi o da tutunamamıştır. Bir bakıma nihilisttir var olanı yıkar yerine hiçbir şey koymaz.
Çok şey anlatır aslında ama hiçbir şey anlatmaz.
Cümleler çatlar, sözcükler kıvrılır, karakterlerle bütünleşir.
Bazen bir sözlük maddesi olur kahraman, bazen bir sessizlik.
Tıpkı hayat gibi:
Bazen bir günün ortasında, aynaya bakar ve kendi yüzümüzü tanıyamayız.
Ve o an anlarız:
Tutunmak, belki de sadece bir yanılsamaydı.
Oğuz Atay’ın o sözü çınlar kulaklarımızda:
“Hayatın anlamı yoksa, tutunmanın da yok.”
Sonra Camus’nün yankısı yıldırım gibi düşer zihnimize:
“Yaşamın saçmalığına rağmen, yaşamayı reddetmemek gerekir.”
Çünkü belki de tutunamamak, insan olmanın en sahici hâlidir.
Ve insan, bu hâliyle yüzleştiğinde başlar gerçek varoluş.
Satre “İnsan özgürlüğe mahkûmdur.”Der.
Ama özgürlük…
Ne kutsal bir kelime, ne ağır bir zincir.
Her sabah uyanmak değil, uyanmak zorunda kalmak.
Her seçim, bir başka ihtimali toprağa gömmek.
Özgürlük, bazen bir hapishanedir; görünmeyen bir duvarın içinde.
Doğu’nun bilgeleri bu özgürlüğe başka türlü bakar.
İbn Rüşd fısıldar Endülüs’ün taş sokaklarından:
“Gerçek özgürlük, aklın rehberliğinde yapılan seçimdir.”
Sartre’ın bireysel trajedisine karşı, o hikmetle yoğrulmuş bir ahlâk önerir.
Modern insan, özgürlüğü yük gibi taşırken İbn Rüşd için öz'ü aramaktır.
Ve İbn Tufeyl, “Hayy bin Yakzan”da bunu en yalın hâliyle resmeder:
Hiçbir öğreti, hiçbir cemiyet yoktur.
Sadece doğa ve benlik.
Hayy yıldızlara bakar ve Tanrı’yı anlar.
Bir yaprağa dokunur, yaşamı hisseder.
Çünkü onun evreni sessiz değildir; işaretlerle doludur.
Peki ya biz?
Ya evren hâlâ konuşuyorsa ama biz sağırlaştıysak?
Kafka, Gregor Samsa’yı böceğe dönüştürmedi belki de.
Sadece içimizdeki yabancılaşmayı dışa vurdu.
İnsan, bazen kendine o kadar yabancılaşır ki kendi suretini bile tanımaz olur.
Ve Dostoyevski…
Onun kahramanları aynalara değil, karanlığa konuşur.
Selim Işık da bu yankısızlıkta, bir Dostoyevski karakteri gibi
kendine kızgın, dünyaya küskün, Tanrı’ya sitemkâr…
Keşke Selim Işık Frankl'in şu sözlerini duymuş olsaydı.
“İnsan her durumda anlam yaratabilir.”
Toplama kampında bile…
Anlam, dışarıda değil; tutumumuzdadır.
İbn Sînâ da ruhu “nefs” olarak tarif ederken, aynı şeyi söyler aslında:
Yaşamak, sadece bedeni yürütmek değil; ruhu, aklı ve anlamı bir ahenk içinde işletmektir.
Ve modern insanın en büyük trajedisi:
Bilgiyi ışık değil, zırh olarak kullanmasıdır.
Ve o zırh ağırlaştıkça, insan kendi içinde kaybolur.
Başka sesler de vardır duymak isteyenlere yalnızlığın koridorlarında yankılanan:
Hypatia...
İskenderiye’nin bilge kadını.
Bilginin erkek tekelinde olduğu bir dünyada, “bilmenin cesareti”yle direnir.
“Doğruyu aramak seni yalnız bırakır; ama yalana alışmak seni insanlıktan çıkarır.”
Sıra Simone de Beauvoir' da:
“Kadın doğulmaz, kadın olunur.”
Varoluş, cinsiyetin ötesinde, bir özgürlük alanıdır.
Ve bu alan, kadına her zaman dar biçilmiştir.
Hannah Arendt ise varoluşu yalnızca düşünmeye değil, eyleme bağlar:
“İnsan, konuşarak ve eyleyerek var olur.”
Var olmak, sadece kendini bulmak değil; dünyaya temas etmektir.
Ve Fatema Mernissi, Batı'nın tek taraflı özgürlük anlayışına karşı çıkar:
“Özgürlük, Batı’nın tekeline ait bir kavram değildir.”
Doğu’da bastırılan kadının sesi bile, hikmetin izlerini taşır.
Oğuz Atay, işte tüm bu seslerin arasında kırık bir ayna tutar bizlere...
Batı'nın varoluş sancısı ile Doğu'nun bilgelik geleneği arasında
kendi yerini arayan yitik bireyin ağıdıdır, "Tutunamayanlar"
Ne tam bir felsefe kitabı, ne de klasik bir roman…
Bir iç kanama.
Bir yitik kuşağın, sesi hiç duyulmamış yalnızlığının marşı.
“Hayat benim için bir anlam taşımıyor artık.
Yani bir anlam taşımamasının bile anlamı yok.”
(Tutunamayanlar)
Selim Işık biziz.
Turgut Özben biz.
Ama en çok da, cevabı bulduğu anda kendini yitiren bizleriz.
Bir zamanlar misketlerle hayata tutunurduk.
Şimdi geçmişin cam toplarını ararken,
geleceği yitiriyoruz.
Ama hâlâ yazabiliyoruz.
Sorgulayabiliyoruz.
Ve belki de bu yüzden,
hâlâ yaşıyoruz.
“Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”
(Oğuz Atay)
Toplam 1 mesaj bulundu